Cemaat İngrid Bergman'ı da şantajla parmağında oynatmış!

İngrid Bergman'ın (1925, Stokholm - 1982, Londra) gelmiş geçmiş en güzel sinema yıldızlarından biri olduğu müşterek kabullerimizden birisidir.
Efsaneler değer yargılarımızı, beğenilerimiz belirler!

'Başıma ciddi bir şey gelmemesi'ni dileyip; en fazla, 'eşek hoşaftan ne anlar! türünden târiz ve tenkitlere muhatap olmakla içinden sıyrılmayı umduğum bir badireye atılıyor, ve; dünya sinemasının gelmiş geçmiş en güzel aktrislerinden birisi olarak kabul edilen İngrid Bergman için ‘aslında fazla güzel değildi’ diyorum. 

Hemen ardından da, adeta aldığım riskin katsayısını artırmak istercesine ‘harakiri’ kıvamında bir adım daha atıyorum ve kazandığı sayılamayacak kadar çok ödül arasında 3 de Oscar olan sanatçı için ‘İngrid Bergman aslında iyi bir oyuncu falan da değildi’ diye eklemeyi ihmal etmiyorum.

Yoo, durun lütfen! Peşinen akıl sağlığımdan şüphe etmek, ya da beni, kendini had safhada beğenmiş ukalâ bir 'bildimcik böceği(1)' olarak nitelemek arasında gidip gelen bir hükümler setine sahip olmadan önce, yazımın tamamını okuyuverin bir zahmet.
Ondan sonra vereceğiniz yargı, tabii ki başım gözüm üzeredir, bu da böyle biline J

Hakkında kallavi ‘gıybet yaptığım’, arkasından ‘acımasızca çekiştirdiğim’ ve de bu türden münasebetsizliklerime yazımın ilerleyen bölümlerinde de (yazımın vaat, nisbet ve ima ettiği mesajın salimen okura geçmesi bakımından) devam edeceğim İngrid Bergman (Stokholm, 1915 – Londra, 1982), dünya sinemasının ve tiyatrosunun en spektaküler addedilen aktrislerindendi.  Sanatçı aynı günde, 29 Ağustos’ta doğdu ve öldü. Bu tesadüf, ölümünden sonra hakkında yapılan sayısız yayının ortak noktalarındandı.


 File:Bergman-as-Golda.jpg

Bergman hakkında yapılan yayınların bir diğer ortak paydası da, onun oyunculuk yeteneği ve güzelliğiyle çok sıra dışı birisi olduğudur. Bu yazı, devasa boyuttaki İngrid Bergman literatürünün asal eksenini oluşturan bu mezkûr iddiaya yapılan mütevazi bir itiraz olarak okunması muradıyla kaleme alınmıştır.

Emmy, Golden Globe, BAFTA, NYFCC, Tony, NBR, Cesar, NSFC gibi sinema ve tiyatronun en prestijli ödüllerine onlarca defa aday gösterilen ve bunların hepsini en az birer kere kazanan sanatçı; 2 kere ‘en iyi kadın oyuncu’ dalında (Gaslight, 1945 ve Anastasia, 1957) ve 1 kere de ‘yardımcı kadın oyuncu’ dalında (Murder on the Orient Express, 1975) olmak üzere, toplamda 3 kez Oscar ödülüyle onurlandırılmıştır. Bu satırların haddini bilmez yazıcısının oyunculuğunu ‘hesaba çektiği’, aktrisin filmografisi, sektörün duayenlerince işte böyle taçlandırılmıştı.

Hayır, benim, tesiri okumakta olduğunuz mütevazi metnin mücavir alnıyla sınırlı olan bu hesaba çekişim bir şey değil de, Bergman’ın, Roberto Rosselini ile evlendikten sonra ABD’nin en önemli muhafazakâr - mütedeyyin Cemaati olan Evanjeliklerce eleştirilmesi, eleştirilmek ne kelime, üstüne üstlük bir de düpedüz tekfir edilmesi vardır ki, işte o hakikaten görülmelere değerdir! Söz konusu Cemaatin bu eleştirisini deşifre ettiğimizde, hakikatle mutabık olduklarına sizi ikna edebileceğime inandığım sanatçıya dair iddialarıma karşın, Bergman’ın neden bu denli yüceltildiğinin de kodlarını dekode etmiş olacağız.

Evanjelizm; Martin Luher tarafından 16. asrın başında kurulmuş, 17. asrın ortasında ABD’nin temellerini atan püritenlerce geliştirilmiş ve 19. asrın son çeyreğinde ise, İncil dışındaki kutsal metinleri yazılarak diğer Hristiyan itikatlarıyla arasına ciddi farklılıklar koymayı başarmıştır. Kapitalist sistemin, kriz ve depresyonu çok sert bir şekilde yaşadığı dönemler olan 1880 – 1890 ve 1929 – 1933 periyotlarında serpilip güçlenen Evanjelizm, son 150 yıl boyunca, modern ikna mekanizmalarıyla reklâm ve propaganda yöntemlerini en iyi kullanan dini cemaat olarak sivrilmiştir. Başarılı sporcuların, politikacıların, toplumsal hiyerarşinin sivrilmiş kanaat önderlerinin ve özellikle de sahne ve sinema sanatçılarının  ‘adı skandallara karışmamış’ olanlarından Evanjelistlerce seçilerek 'devşirilen'ler, bu dini Cemaatin tamamen ve kısmen kontrolünde olan medya organlarınca fikri – ideolojik saiklerle, Cemaatin kontrolü dışında olanlarca da tiraj, reklâm vb motiflerle desteklenmiş, 'parlatılmış', ‘köpürtülmüş'tür.

Cemaatin ideolojik hegemonyası sadece ‘gözdelerini parlatmaya, köpürtmeye’ hizmet etmiyordu. Dünya görüşlerini ve yaşam tarzlarını beğenmediği kişileri çok ağır eleştirmek, onları haksız töhmet altına sokmak ve hatta aforoz kampanyaları açarak bazılarını mesleki olarak çalışamaz hale getirmek de Evanjeliklerin sık sık başvurdukları yöntemlerdendi.
1950’ye kadar Cemaatin ‘propaganda yüzleri’nden olup ondan çok yoğun destek alan İngrid Bergman, bu tarihte Roberto Rosselini ile yaptığı evlilikle birlikte bu desteği kaybetmiş ve giderek de kara listeye alınmıştır. Niye mi? Çünkü, Rosselini bu işe kalkıştığında evliydi ve Bergman ile bir arada olabilmek için yuvasını dağıtmak zorunda kalmıştı.

File:Gaslight-1944.jpgFile:Anastasia322.jpg


Sanatçının kazandığı ödüllere baktığımızda, bu evliliğin kazasız belâsız sürdüğü yıllar boyunca (1950 – 1955) Bergman’ın kayda değer hiç bir başarısına rastlayamayız. ‘Bu doğru değil! Bergman, evliliği sırasında, Anastasia ile 1956’da NYFCC ve 1957’de Academy ödüllerini kazanmadı mı?’  diyen itirazlarınızı duyar gibiyim. Bu muhalefet şerhlerinizde, üzülerek söylüyorum, haklı değilsiniz. Biraz önce paylaştığım üzere, Bergman ile Rosselini’nin evlilikleri hukuken sona ermeden yıllar önce, zaten fiilen bitmişti. Ünlü aktris, bu evliliğin kariyerinde açtığı tamir edilmesi güç zararları kompanse etmek adına, Cemaatin sinema alanındaki kanaat önderleriyle boşanmadan çok önce temasa geçerek ayrılacağını müjdelemişti. Bu taahhüt üzerine de, 1955’dan itibaren kara listeden çıkarılarak yeniden ‘dostlar listesi’ne eklenen Bergman, önemli ödülleri yeniden kazanmaya başlamıştır.

Evliliğinin başlangıcında, Evanjeliklerin ağır eleştirilerini; başına gelebilecekleri kestirememenin verdiği bir ‘cahil cesareti’yle adeta ‘kuyruğu dik tutarak’ ve ‘Jan Dark’ı oynadım diye onun gibi azize olmaya ne niyetim ve ne de takatim var. Ben, hatalarıyla ve günahlarıyla basit bir insan ve sıradan bir kadınım’ tarzındaki ilkeli bir üslûpla ile göğüslemeye çalışan Bergman, 1956’dan itibaren bu tarz söylemlere bir daha asla girmemiştir. Ve bu tutum değişikliğinin hasadını da; musluğu yeniden açılan ödül çeşmesinden testisini cömertçe doldurarak fazlasıyla yapmıştır.

‘Casablanca’, ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’, ‘Notorius’, ‘Anastasia’, ‘Brams’ı sever misiniz?’, ‘Doğu Expresinde Cinayet’ filmlerindeki rolleriyle, ilk adımda, sürece Evanjelizm açısından yaklaşan sinema eleştirmenlerinin, ardından da, onların manüple ettiği genel izleyicinin büyük 'beğenisini kazanan' aktris, esasen 2. sınıf bir oyuncu olmasına karşın, açıklamaya çalıştığım bu dinamikler sayesince 1. sınıf sanatçı muamelesine tabi tutulmuştur.  

Bergman üzerine bu denli yoğun kafa yormadan önce, onun özellikle 1940’larda rol aldığı filmlerini her izleyişimde, ‘İnsanlığın ortak muhayyelesindeki Hz. Meryem imajı, işte bu suratın temsil, vaat ve imâ ettiği şey olsa gerek!’ diye düşünürdüm. Sanatçının, ‘Bakire Meryem’ ikonunu andıran ve bu dönemdeki rollerinin asgari müştereği olan bu duruşunun büyük ölçüde Evanjelik mentorlar tarafından önerilmiş, öğretilmiş bir eda olduğunu idrak ettiğimde, söz konusu sezgimin gerçeklikle olan güçlü irtibat ve mütekabiliyetine sevindiğimi teslim etmeliyim. Evanjelizm – Holywood - Bergman irtibatlarını deşifre ettikten sonra; aktrisin, bahse konu öğretilmiş  ‘rol kesme’ tarzının, retrospektifinin / filmografisinin tamamına hakim oluşuna artık şaşırmaz olmuştum. Konuya dair bu çeşit bir ‘aydınlanma hali’ yaşadıktan sonra, Bergman’ın çevirdiği 100’e yakın filmde ve sahne aldığı çok sayıdaki tiyatro oyununda bir kere bile olsun kelimenin gerçek anlamıyla soyunmaması, sevişmemesi ve hatta tutkulu öpüşme sahnesinde dahi oynamaması benim için artık son derece normaldi.

Ve yine, ‘Cemaat – Bergman simbiyotik yaşam’ şifresini çözdükten sonra, İsveçli aktrisin, 50 yıla yaklaşan mesleki kariyeri boyunca nerdeyse oynamadığı rol, parçası olmadığı janr kalmamasına karşın, nasıl olup da hep aynı rolü oynadığı, hep aynı kadını canlandırdığı hakikati ile benim idrakim arasındaki perdeler artık birer birer kalkmıştı ortadan.
Bergman’ın gençliğinde, olgunluğunda ve yaşlılığında oynadığı onlarca karakterin bileşenleri olan ve her biri insanlık halinin farklı bir kipine tekabül eden ‘mazlum, şaşkın, saf, acemi, yakarıcı, masum, istismara müsait, kıt kavrayışlı, a-seksüel, talihli, steril hatun’ duruşlarının tamamının, aslında onun hayatı boyunca döne döne oynadığı ve büyük ölçüde de evanjelik cemaatin telkin, katkı ve rehberliğiyle şekillenmiş, ete kemiğe bürünmüş olan tek ve yekpare bir karakterin asli yapı taşlarını oluşturduğunu, bu satırları yazarı, tam da bu satırları yazdığında kelimenin gerçek manasıyla yerli yerine oturtabilmiştir.

İsveçli aktrisi, dünya sinema ve tiyatrosunun en seçkin yıldızları arasında anmak biçiminde tezahür eden aşırı yorumun; 20. asrın sinema seyircisinin yaşadığı ve menşei belirsiz bir kolektif illüzyonun sonucu olmadığı, arkada çalışan ve yukarıda paylaştığım türden örtülü, saklı dinamikler olduğu benim açımdan netleştiğinde; onun, vasatın biraz üzerindeki oyunculuk yeteneğinin esasen temsile ehil olamadığı insanlık hallerini, etrafına yaydığı ‘öğretilmiş / öğrenilmiş’ ‘Bakire Meryem’ aurası sayesinde, nasıl olup da ‘temsil edebildiği’ bana artık çok sıradan, çok anlaşılabilir bir vakıa olarak gözüküyordu.

Sadece oyunculuğunu değil, hatırlayacaksınız, güzelliğini de tartışmaya açmıştım Bergman’nın.
Yüzünün fotojenik oluşunun, aktrise, olduğundan daha alımlı ve daha güzel gözükmek gibi bir avantaj sağladığını tespitle başlayayım bu bahse. Çok sayıda profesyonelin, olduğundan daha güzel ve alabildiğine masum görünebilmesi için, sinema tarihinde o güne değin görülmemiş ölçüde ve ustalıkla katkı ve takviye yaptığı İngrid Bergman, bütün bu profesyonel desteklere karşın, iddia edildiği gibi sinemanın en güzel kadınlarından birisi haline getirilememiştir. Onu, yaklaşık 80 yıldır fevkalâdenin fevkinde bir güzellik timsali olarak sunan ve pazarlayan çevreler, bu merkezde halâ hakim paradigma olmaya devam eden çok sağlam bir efsane inşa etmeye de muvaffak olmuşlardır doğrusu.
 
Ne güzelliğiyle ve ne de oyunculuğuyla vasatın çok da üstüne çıkamamış olan İsveçli aktrisin, yukarıda açıklamaya çalıştığım dinamikler tarafından, insanlığın ortak bilinçaltındaki en köklü, en güçlü, en kuşatıcı sembollerden birisi olan ‘Bakire Meryem kültü’ ve onun Jean Darc gibi daha güncel sürümleriyle özdeşleştirilmesi sayesinde, gelmiş geçmiş en güzel ve en başarılı aktrisler sıralamasında sanki zirvedeymişçesine pazarlanması, sinema ve inanç tarihinin en büyük operasyonlarından, en yerleşik illüzyonlarından ve en parlak projelerindendir.

 

İngrid Bergman Yeşilçam’a da çok zarar vermişti.
Esasen müstakil bir yazının konusu olan bu bahse dair bir teaser verip kapatacağım bu konuyu.
Dünya sinemasındaki birçok mesleki figür gibi, Yeşilçam’ın son 50 yılına damgasını vuran Türkân Şoray, Hülya Koçyiğit ve Filiz Akın troykasıyla bunları filmlerinde oynatan sinema insanları da, İngrid Bergman’ın hem oyuncuğundan ve hem de duruşundan çok etkilenmişlerdir. Bu konuya dair verilebilecek en belirgin örnek ‘Türkân Şoray Yasaları’dır. Bu yasalar ithal olup gerçek, otantik müellifi İngrid Bergman’dır.
Dediğim gibi, bu bahis ayrı bir yazıyı hak eden bir öneme sahip olduğundan burada daha fazla üzerinde durulmayacaktır.

İngrid Bergman’ın doğum ve de ölüm yıldönümünün küresel kamuoyundaki izlerinin yansımalarından hareketle yaptığım bu analiz, sanatçıya dair olan anormal derecede abartılı pozitif önyargıların sorgulanması sürecine okyanusta karınca sidiği, ya da zerre miskal mertebesinde katkı verebilirse, doğrusu kendimi bahtiyar addedeceğim.

(1) Bildimcik böceği, kullanıma sokulmasını teklif ettiğim bir isim tamlamasıdır. Onun, her şeyi bildiğini sanan ukalâların tanımlanmasında fonksiyonel olduğunu düşünüyorum. Google, bildimcik böceklerinin hem temel beslenme kaynağı, hem ana kraliçesi; ve, hem de bir ne'i 'sanctum sanctorum'udur.


1789 Büyük Burjuva Devrimini, 1917 Bolşevik Devrimini, 1979 İran İslâm Devrimini Apple'ın' Teknoloji Devrimi' üzerinden; Steve Jobs'ın boğuştuğu pankreas kanserini ise; insanlığın, uygarlığın ve dünyanın üzerinde epeydir kanser tesiri yapan kapitalizm üzerinden okumak merkezli bir zihni idman denemesi

Sizlere bir kötü, bir de iyi haberim var.

‘Bill Gates, Steve Jobs ve Mark Zuckerberg’ler kapitalizm için çalıştığı müddetçe, sistemin çökmesi hiç de kolay değildir’, bu, benim gibi anti-kapitalist birisi için hiç kuşkusuz vereceğim haberlerin kötüsüdür; Yaşadığımız küresel finansal kriz, kendisi için çalışan onca dâhiye rağmen, kapitalist sistemi çökmenin eşiğine getirebilir, bu ise söz konusu haberlerin iyisidir.

Yukarıdaki iddiamın altını doldurmaya çalışaşacağım.


Facebook’un mucidi Mark Zuckerberg, Appele’ın ‘beyni’ Steve Jobs ve Microsoft’un ‘beyni’ Bill Gates gibi sıra dışı, ve hatta dâhi sayılabilecek kişiler kapitalizm için buluşlar ve yenilikler yaptığı müddetçe, idrak ettiğim odur ki, verili sistemin çökmesi, çözülmesi ve yıkılması çok zor gözükmektedir.

Bir taraftan, 2008 Eylül’ünden beri, kapitalizmin, sert bir şekilde yaşadığı finansal krizle adım adım sistemik bir çöküşe doğru ilerlemekte olduğunu iddia edenlerin hizasına yazıyorum adımı; öte taraftan da, yukarıda saydığım en üst düzeyden yenilikçi, buluşçu, ‘devrimci’ iş adamlarının faaliyetleri yüzünden kapitalizmin çöküşünün geciktiğini söylüyorum.

Bu apaçık bir çelişki değil midir?

Hayır, değildir.


Olasılıkçı, izafiyetçi ve şüpheci birisi olarak, ele aldığım bir ‘X’ fenomeni değerlendirirken; onun özelinde geçerli olan bütün ihtimalleri ‘masaya koyar’ ve ayrıntılı analiz ederim. Bunu yaparken de, olası devam yollarını, gerçekleşme yüzdelerine göre sıralar ve analizimi de bu temelde kurmaya gayret ederim.

Sözün burasında, şunu da entelektüel tutarlılığa olan borcum bakımından eklemek durumundayım: Kapitalizme muhalif birisi olarak, onun aleyhinde serdettiğim her görüşün ‘wishfull thinking’ bağlamında olmaması için azami gayret sarf etmeme, söz konusu görüşümü yapabildiğimce nesnelleştirmeye gayret etmeme karşın, görüşlerimi inşa ederken duygularımı, arzularımı, ütopyalarımı işin işine epeyce dahil ettiğim de bir vakıadır*.



Kapitalizmin halen yaşamakta olduğu ve giderek de derinleşme istidadı taşıyan krizinin onu uzun (100 yıl), hatta orta vadede (50 yıl) sistemik bir çöküşe götürme olasılığı azımsanmayacak nispettedir. Öte yandan, kriz ne denli derinleşirse derinleşsin, bunun sistemi kısa vadede (10 yıl) çökertme ihtimali son derece de zayıftır. Aksine, sistem, giderek derinleşen kriz süreci sarmalında, uzunca bir süre daha ağır aksak, topallayarak ve hatta sürünerek de olsa 'hayatını'  idame ettirmeyi başarabilecek gibi gözükmektedir.

Dilema gibi, paradoks gibi görünen bu çelişik vaziyet temelde 2 nedenden kaynaklanmaktadır:

1-Yukarıda da dillendirdiğim üzere; Gates, Jobs ve Zuckerberg gibi dahi mertebesindeki girişimcilerin uç beyleri olduğu iletişim, elektronik, bilişim sektörleri, iktisadi faaliyetlerini, sadece kapitalist üretim tarzının değil, insanlık tarihinin tamamında görülmemiş ölçekte bir yaratıcılık ve buluşçuluk temelinde yapmaktadırlar. Bu keyfiyet, sermayenin, 250 yıldan beri devrevi bir biçimde içine düştüğü azalan kârlar ve sürekli katlanarak artan kapasite fazlasının neden olduğu daralan pazarlar gibi öldürücü sorunlarını (en azından, söz konusu girişimcilerin iştigal sahalarında) aşmasında anahtar işlevi görmektedir.


2-Kapitalist sistem; periyodik olarak ürettiği sistemik krizlerine karşın, pençesinde tuttuğu insanlığı, rıza üretme mekanizmaları, yani ‘yumuşak güç’ü sayesinde; bunun yetmediği durumlarda da otoriterizm, totaliterizm, faşizm ve militarizm gibi ‘sert güç’ü sayesinde ‘idare etme’ye devam etmektedir. Kapitalizmin zorla ya da 'rıza' ile devam ettirdiği hakimiyeti karşısında, verili sistemin muhalifleri, ('Reel Sosyalizm'in, 1930'lardaki Moskova Duruşmaları ve İspanya İç Savaşıyla başlayan, 1956 Macaristan müdahalesi ve 1960'lardaki 'SBKP - ÇKP' kavgasıyla derinleşen çok ciddi bir meşruiyet krizi yaşamaya başlaması, ve nihayet 1991'de fiilen çöküp neo-liberalizmin mutlak zaferini ilân etmesiyle birlikte), uzunca bir süredir insanlığın önüne maddi ve gayri-maddi bileşenleriyle dört başı mamur, bütünlüklü ve güven veren bir sistem/düzen/yaşam/toplum alternatif koyamamaktadırlar ne yazık ki.

Kapitalizmin muhalifleri, insanlığın önüne şayet böylesine bir alternatifi koyabilmiş olsalardı, yaşadığımız aktüel uğrakta, parçası olduğumuz tarihsel momentte Gates, Jobs ve Zückerberg gibi dahilerin büyük kısmının artık çürüyen, kokuşan kapitalizm için değil de, bu yeni devrimci seçenek için çalışmaları söz konusu olabilirdi. Bu da, kapitalizmin yaşadığı krizin daha da derinleşmesine neden olup onun mezar kazıcısı işlevini görürdü.

1750 – 1850 periyodunda, sosyal ve politik iktidarı feodal unsurlardan, aristokrasiden almak için zorlu bir mücadele veren burjuvazi, o dönemde esas olarak devrimci bir karaktere sahip olduğundan, çeşitli alanlardaki eserleriyle sivrilen insanlığın en yaratıcı beyinlerini saflarına katılmaya ve kendisi için çalışmaya ikna edebilmişti. Burjuvazi bunu, insanlığın ve özel olarak da onun kanaat önderlerinin önüne çok kapsamlı bir toplum projesi koyarak başarmıştı.

Doğrusu ben, meselenin önemine binaen, ‘dar alanda tekrara düşmek’i de göze alarak ve de  altını çizerek; ‘sistem muhalifleri, verili düzenin ve insanlığın ‘beyin takımı’nın önüne elle tutulur, kayda değer ciddi bir alternatif koyabilirlerse, onları saflarına kazanmamaları, insanlığın bu kalburüstü isimlerini, maddi ve manevi bütün imkânlarını yeni düzen, yeni sistem için seferber etmeye ikna etmemeleri için hiçbir neden yoktur’a nerdeyse iman etmek düzeyinde şans tanımaktayım.

Bu yazımda adı geçenlerden Sreve Jobs’a bir parantez açmadan bu metnimi bitirirsem, bu durumda bu satırların ‘nâ-tamam’ kalacağına kalben inanıyorum.


İşte, Jobs hakkında o ‘parantez’.

Kapitalizmin, sadece fiili katkı yaptığı, adının geçtiği son 30 yılının değil, bana kalırsa bütün bir insanlık tarihinin de en sıra dışı simalarından birisidir Steve Jobs. Bu büyük deha, bundan 35 yıl önce, daha kuruluş aşamasında iken, şirketi için eşcinsel imalarda bulunan bir isim ve logoyu seçmekte zerrece tereddüt etmeyecek denli yaşama tarzını savunan bir eşcinseldi.

Jobs’la ilgili 2 mesleki detayı daha paylaşıp onlar üzerinden bir yargımı paylaşacağım.

1-Apple’ın resmi tescilinin yapıldığı tarih 1 Nisan 1976’dır.
2-Şirketin müşterisiyle buluşan ilk ürünü olan ev bilgisayarı ‘Apple 1’in satış fiyatı 666 dolardı.

Apple’ın kuruluş tarihinin, insanların birbirine küresel düzlemde sürprizler ve şakalar yaptığı bir güne denk düşürülmesi ve şirketin ilk ciddi ürünü olan ‘Apple 1’in dolar cinsinden satış fiyatının ‘Şeytan’ın (Canavar’ın / Deccal’in) sayısı’ olarak kabul edilen 666 olarak tespiti, bana kalırsa basit tesadüfler olmasa gerektir.

Bunlar, Steve Jobs’un, bugünlerin 35 yıl öncesinden yaptığı ‘ey insanlık, ey müşteriler, ey dünya kamuoyu, hazır olun; ben sizi mesleki kariyerim boyunca yapıp ettiklerimle sürekli olarak şaşırtacağım, hayretlere gark edeceğim. Hatta bazılarınız, size sunduğum mal ve servisleri ‘Şeytani’ bir zekânın ürünü olarak kabul edeceksiniz. Bunlara inanarak çıkıyorum buluşçuluk ve ürün geliştirme eksenli o sihirli yolculuğuma’ merkezindeki sezgilerinin, kestirimlerinin, öngörülerinin sonucuydu bana kalırsa.

Hem insanlık için ve hem de parçası olduğumuz dünya ve küresel ekosfer için çok boyutlu bir ‘kanser’ tesiri icra eden kapitalizmin çöküşünü, yaptığı akıl almaz buluşlarla geciktiren Steve Jobs, bünyesini saran kanserle mücadelesinde ne yazık ki yolun sonuna gelmiş gibi gözükmekte.

Bu sıra dışı dahi girişimci, insanlığın, duçâr olduğu kapitalizm kanseriyle olan ortak yaşamını, yaptığı buluşlarla tahkim edip güçlendireceğine, onun önüne alternatif bir sistem ve yaşam tarzı konması doğrultusundaki gayretlere katkı verseydi şayet, bu durumda, kanserle olan şahsi ilişkisi acaba nasıl seyrederdi?

Yukarıda, nesnellik adına uzak durmaya gayret edeceğimi belirttiğim ‘wishfull thinking’e yaslanmaktan alıkoyamıyorum kendimi ve diyorum ki, ‘bu devam yolunda Steve Jobs’ kuvvetle muhtemeldir ki sağlıklı ve gürbüz bir şekilde devam ederdi hayatına ve kariyerine.

Evet, bu yazımın girişinde bahsettiğim iyi habere vurgu yaparak yapıyorum bu metnimin finalini.

Kapitalizmin muhalifleri, sistemin an itibarıyla yaşadığı kriz sürecinde; insanlığın önüne güvenilir, bütünlüklü, tutarlı bir seçenek koyabilirlerse, bu durumda Gates, Jobs ve Zückerberg gibi dahiler de (tarihte daha önce yaşanmış benzer süreçlerde kanaat önderlerinin yaptıkları gibi) bütün imkânlarını çürüyen, kokuşan kapitalizm yerine bu yeni devrimci seçenek için seferber edeceklerdir. Bu devam yolu ise, hiç kuşkusuz, kapitalizmin yaşadığı krizin daha da derinleşmesine neden olup onun mezar kazıcısı işlevini görecektir.

Hem Steve Jobs’ın şahsi trajedisinin ve hem de insanlığın ve plânetimiz olan küre-i arzın genel trajedisinin çözümü budur zannımca.
 
*Diğer yazılarımda olduğu gibi bunda da, nesnellik dozunun ne durumda olduğu hiç kuşkusuz, görüşlerime muhatap okurun teslim edebileceği bir husustur. Ancak ben yine de, yazımın bakiyesini okuyanların, bütün metinlerimde yapmaya çalıştığım gibi bunda da, nesnel duruş adına, en azından elimden gelen gayreti sarf ettiğim algısını edinmelerini diliyorum.

Fanatik bir GS'lı haykırıyor: Ey büyük başkan Aziz Yıldırım, hakkını helâl et, hakkında gıybet yaptım, beni affet!

Şunu peşinen söylemeliyim ki, ben koyu bir GS'lıyım.
Bu anahtar niteliğindeki açıklamamdan sonra, lâfımın bakiyesini gönül rahatlığıyla dile getirebileceğime inanıyorum.
Herşeyden önce, şikeden tiksindiğimi ve bunu her kim yaparsa yapsın, şiddetle cezalandırılması gerektiğini dilendirerek devam ediyorum lâkırdıma.
Ve meselâ GS şike yapmışsa, 47 yıldır taraftarı olduğum takımımın da en ağır biçimde cezalandırılması gerekliliğini canı yürekten teslim etmekteyim.
Bu konuda çok samimiyim, çok netim, çok objektifim ve çok da müsterihim.
Anlayacağınız, temiz bir toplum, temiz bir ülke, temiz bir spor, temiz bir futbol isteyenlerin arasına ve hizasına yazılmasını isterim adımın.
Bu bakımdan da, aşağıdaki iddialarımın, yukarıda sıralamadığım argümanlarımın ışığında okunup değerlendirileceğini ümit etmekteyim.

TFF, UEFA'nın telkinleri ve 'şayet dediğimi yapmazsan milli takımların da dahil olmak üzere Türk takımlarına 8 yıla kadar hak mahrumiyeti cezası verebilirim' tehditleri üzerine, FB'yi Şampiyonlar Liginden men etti.
Bahse konu süreçte, Lig TV'nin de, bu merkezde bir karar çıkması için aktif katkı verdiği, gelişmeleri yakından izleyen bazı çevrelerce ileri sürülmektedir.
FB'nin yerine Şampiyonlar Ligine UEFA'nın açıklama ve talebi doğrultusunda, Trabzonspor gitti.
Öte yandan, inancım odur ki, TFF, FB'nin şampiyonluğunu elinden almadan onu Şampiyonlar Liginden men etmesi çifte standarttır.
Şayet TFF, FB'nin şike yaptığına dair kanaate sahipse onu neden küme düşürmüyor?
Yok, TFF bu merkezde bir kanaate sahip değilse, o zaman da neden UEFA'nın şantajına ve tehdidine boyun eğiyor.
Bu konuda birçok kişi gibi ben de,TFF'nin bu süreci hiç ama hiç iyi yönetemediğine inananlardanım.
Bütün bu olanlardan sonra, TFF'nin yaptığı hataların altında kalan, bana göre, sadece futbol endüstrisi değildir. TFF'nin şike soruşturması sürecini yönetememesinin, toplumsal barışı zedeleyecek kuvvetli etkilerinin olabileceğinden korkanlardanım.
Öte yandan, Aziz Yıldırım, bu olaylar patlayana değin kendisine çok da hayırhah yaklaştığım birisi değildi.
Onu despot, aşırı hırslı, mütehakkim, hedefine erişmek için her yolu deneyebilecek birisi olarak görür ve bu yüzden de 'benden uzak, şeytana yakın!' anlayışıyla değerlendirirdim yapıp ettiklerini.
Ancak, 3 Temmuz 2011'den beri yaşananlardan sonra bende çok kuvvetli bir kuşku peydah oluverdi.
Kendimi, operasyon adım adım ilerledikçe 'bütün bu olup bitenler temiz spor - temiz futbol endüstrisi yaratmak için değil, Aziz Yıldırım'ı etkisizleştirmek, giderek de yok etmek amacıyla yapılmaktadır' diyen cenahın dediklerine daha çok kulak verir halde bulmaya başladım.
TFF'nin UEFA'ya başka, iç kamuoyumuza başka tavır sergilediği bir dizi eyleminden sonra ise, yukarıdaki komplo teorisini dillendirenlerin dillendirdikleri eleştiri ve kuşkularla, bu olaya verdiğim tepki arasındaki mesafenin giderek daha fazla kapandığını gördüm.

TFF'nin aldığı son kararın bendeki izlerini böylece ifade ettikten sonra, bazı köşeli ve hatta provakatif iddialarımı paylaşmanın zamanının geldiğine inanıyorum.

Koyu, hatta kimi FB'li arkadaşlarıma göre de fanatik addedilebilecek bir gs'lı olarak diyorum ki:

Yapıp ettiklerini, iş görme tarzını tasvip etmediğimi belirttiğim Aziz yıldırım, Allah aşkına, hedefe erişmek için her yolu mübah gören yegâne iş adamı mıdır bu memlekette?!?

Dolayısıyla, Aziz Yıldırım'ı günah keçisi yapmaktan, ona şike sürecinin 'Veli Göçer'i muamelesi çekmekten vaz geçmeliyiz. Tek başına Veli Göçer'i 10 yıldan fazla cezaevinde alıkoyduk da ne oldu?!
Yaptığı kalitesiz binalar çok sayıda insana mezar olduğu için sadece ve yalnızca Veli Göçer'i 12 yıl cezaevinde tutmamızın; meslektaşlarının, bunu takiben yaptıkları bütün binlarda deprem şartnamesine uygun davranmalarını sağladığını savunabilecek bir makul insan var mıdır acaba?

Hepimiz biliyoruz ki, şark toplumlarına özgü bir yaklaşımla, sadece günah keçilerini cezalandırarak çözemiyoruz problemlerimizi ne yazık ki!

Günah keçisi kılınan bir Veli Göçer'in, ama sadece ve yalnızca onun, hapse atılması, bu memleketteki bütün binaların depreme dayanıklı olarak yapılmasını sağlayamayacağı gibi; kirli futbolumuzu da bir tek Aziz Yıldırım'ın üzerinde tepinerek ve onu hapiste çürüterek temizleyemeyeceğimiz gün gibi aşikârdır.

Öte taraftan, şu hassasiyetimi ve ruh halimi teslim etmeyi bir borç bilirim: FB'yi yenmeden alınabilecek bir şampiyonluğun benim için hiç bir kıymeti yoktur!

FB'yi, 1911'de, 11'e karşı 7 kişi oynamamıza karşın yendiğimiz gibi, yeniden 7 - 0 yendiğimiz bir ligde alınacak 11.lik, fb'siz bir ligde kazanacağımız bir şampiyonluktan daha değerlidir benim gözümde.
Bu lâkırdımla anlamlı, uyumlu ve organik bir bütün oluşturacağına inandığım ve 21 Temmuz 2011'de yazdığım yazımın bir kısmını buraya eklemenin doğru olacağına inanıyorum.
İşte, okumakta olduğunuz satırların tamamlayıcı parçası olan 21 Temmuz 2011 tarihli söz konusu su o yazımın giriş kısmı:

'BirGS'lı, üstelik de fanatik bir taraftar olarak 2 kelâm edeceğim ezeli rakibimizin, FB'nin yaşarken efsaneleşen karizmatik başkanı hakkında.
Önce şunu söyleyeyim: öyle böyle değil, tam 47 yıldır GS'lıyım.
Yani, anlayacağınız, dünkü takımdaş değilim.
Bu zaman zarfında takımım çok sportif başarıya imza attı, beni ve camiamızı çok ama pek çok sevindirdi.
Lâkin meselenin bir başka veçhesi, madalyonun bir başka yüzü daha var.
O da şudur:
Aziz Yıldırım'ın Türkiye sporu ve sporcuları için yaptıklarının, dillendirdiğim 47 yıl zarfında  görev yapan GS başkanlarının ve yönetimlerinin tamamının yaptığı icraatların, hizmetlerin toplamından daha önemli, daha faydalı, daha kalıcı, daha hayati olduğuna can-ı yürekten inanmaktayım.
Fikirlerime katılmayan dostlar, özellikle de iflah olmaz FB ve Aziz Yıldırım düşmanları, bu iddiamdan, dile getirdiğim bu argümandan dolayı n'olur kusura bakmasınlar.
Ancak dillendirdiğim mesele benim baktığım yerden böyle görülmekte, bu şekilde algılanmaktadır.
Peki, Aziz Başkan'ın yaptığı hatalar, yanlışlar yok mu?
Vardır tabii, olmaz olur mu!?
Ama, kimin hatası yok ki zaten?!
Hele de Aziz Yıldırım gibi çok icraatçi ve de çok iddialı birisi söz konusu olduğunda, yapılan bazı hatalar da bayağı göze batan cinsten olabiliyor doğrusu.
İşte ben, lâkırdımın burasında, bu toplumun bir vatandaşı olarak diyorum ki:
Sevapların günahlarından, doğruların yanlışlarından, artıların eksilerinden kat be kat fazladır Aziz Başkan.
Şimdi sen, kritik ve çok zorlu bir yolda ilerliyorsun. Yaşadığımız coğrafyada, parçası olduğumuz kültürde, bu gibi kritik dönemlerindeki kişinin, önce kendi nefsi, ardından da etrafındakilerle hesaplaşması adettendir.
İşte bu anlayış çerçevesinde diyorum ki sana Aziz Başkan; şayet geçmişse, hakkımı sana helâl ediyorum, helâl ediyorum, helâl ediyorum!
Sen de n'olur hakkında yaptığım gıybetten, yargısız infazdan ve ölçüsüz, mesnetsiz konuşmalarımdan dolayı sırtımda, boynumda, vicdanımda ve şuurumda binlerce mega tonluk bir haç gibi taşıdığım o beşeri hakkını helâl et bana ey büyük başkan!
Bu yazıyı FB'nin resmi sitesindeki Aziz Başkan'ın mektubunu okuyunca yazdım.
Yazmasam çektiği azaptan dolayı korkarım vicdanım infilak edecekti.
Anlayacağınız, okumakta olduğunuz satırları yazmamak benim için makul bir devam yolu olamazdı.
Şayet yukarıdaki satırları paylaşmasaydım; duramazdım yerimde, rahat olamazdım kendimle, nefes alamazdım gönlümce.
Vicdanım, izânım, insafım, ahlâkım, adabım, haddim, hududum el vermezdi buna.
Fanatik bir GS'lı olarak, Aziz Yıldırım'a olan borcumu bu yazıyı yazarak ödediğime inanıyorum.
Anlayacağınız, yazdım, hesaplaştım, hesaplaştım, öz eleştiri yaptım ve rahatladım.'

Beni, içiçe geçmiş bu iki yazıyı yazmaya adeta mecbur eden Aziz Yıldırım'ın söz konusu o mektubu için tıklayabileceğiniz link:

seyhan erözçelik de terk etti bizi ve işte gitti. şiir atı hem öksüz ve hem de süvarisiz kaldı şimdi


pic.twitter.com/5z2rhB2
Seyhan Erözçelik ve Nilgün Marmara, 1980'lerin başı, Boğaziçi Üniversitesi 


‘Sansar’ da yok, artık, o da terk etti bizi
Şiir, ama sahicisi, ama hasbisi, zaten terk etmemiş miydi bizi? Dürüst olalım ve samimi, hangimiz epeydir şiir gibi şiirle besleniyordu ki? Ortalıkta dolaşan, sakızlara bile yakışmayan mânilerdi, ve onlar harbi şiire de mâni değil miydi ki? Şairler bu zulme dayanabilemezlerdi, öyle de oldu nitekim; biiir bir çekiliyorlar işte aramızdan, biiir bir.

Mecazlar rahat eder mi bundan böyle; ‘ohh’ der mi imgeler ve heceler? ‘Sansar’ da yok artık, malûm; kelimeleri teşrihe yatıracak kim kaldı ki aramızda, kim?!

Artık, inanın bana, hangimiz seslense ‘eeeyy, Şair!’ dese ardından hangimiz, ne Seyhan döner ve bakar bir daha geriye ve ne artık o ister ve gelir bu yere. Didem Madak gibi, Nilgün Marmara gibi, Hulki Aktunç gibi, Seyhan Erözçelik de icabet etti şiirin çağrısına ve terk etti bizi. Yıktığı ve kurduğu faili muhayyelin ve fiili mutasavverin tutkulu eyleyicisi, her has şair gibi, bir büyük utku kazandı ve bizzat şiir olmaya gitti.
Lejyonerden ve tacirden ve bir de taife-i lâfazandan başka kim hükümran olur ki şimdi bu yerde?
Ey beni bedbin diye tekfir edecek olan okur, bekle, dur! İnan bana, edeceğim lâkırdı kehanet değil, gelmekte olan gelecektir, hakikat budur!
Yani ki..

...ne süvarisi kalacak yakında Şiir Atı’nın, kendisi, ne de!

Uğur Mumcu bugün doğmuştu. Gerçek katilleri ve azmettiricileri ise18 yıldır yakalanamadı!


22 Ağustos 1942 - 24 Ocak 1993

Dürüst, samimi, çalışkan ve yurtsever araştırmacı gazeteci yazar Uğur mumcu 69 yıl önce bugün doğmuştu.

Araştırmacı gazetecilik dendiğinde, öldürülmesinin üzerinden 18 yıl geçtikten sonra bile, ülkemizde halâ ilk akla gelen isim olması, Mumcu'nun; mesleğine, insanına ve ülkesine yaptığı katkıların somut bir nişânesi gibidir. Kısa sayılabilecek hayatı boyunca yapıp ettikleriyle Uğur Mumcu, hem ülkesinin kayda değer aydınlarının ve hem de unutulmaz gazetecilerinin arasına ismini yazdırmayı başarmış ve böylelikle de tarihteki yerini almıştır.

Uğur Mumcu, sadece Türkiye toplumsal formasyonunun parçası olan insanımıza değil, aynı zamanda Doğu Akdeniz ve Orta Doğu coğrafyasının sakinlerine de ait olan çok bir temel zaafı 'bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak' şeklinde formüle ederek Türkiye kültür dairesine işlevsel, kuşatıcı, kapsayıcı ve unutulmaz bir deyim kazandırmıştır.

Ödürülmesinden sonra yapılan bir anma etkinliği sırasında, eşi Güldal Mumcu'nun, aynı zamanda yakın aile dostları olan dönemin kudretli simalarından Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar'a 'Mehmet Abi, Uğur'un katillerini' bulun diye ağlayarak yalvardığı, Ağar'ın ise buna 'yapamam Güldal, bunu benden isteme, tuğlayı çekersem Türkiye Cumhuriyeti kalmaz!' mealinde cevap verdiği toplumsal hafızamıza mal olmuş önemli ve enteresan bir anekdottur.

Uğur Mumcu'nun  69. cu doğum yıl dönümünde, onun gerçek katillerinin ve bu menfur eylemin azmettiricilerinin bir an önce yakalanıp kanun önüne çıkarılmaları ve hak ettikleri cezaya çarptırılmaları doğrultusunda güçlü bir kamuoyu beklentisi olduğuna işaret etmek, bu konuya dair verili havayı objektif yansıtmak adına gereklidir. 

İyi ki doğdun ve nur içinde yat dürüst insan...


Afrika'da, özellikle de Somali'de yaşanan açlığa, giderek derinleşen küresel krize, bu krizin 'Amerikan Tarzı Yaşam'ın ve kapitalizmin mezar kazıcısı olup olamayacağına, 3. Dünya Savaşı ve küresel faşizm ihtimallerine dair resimli bir zihni idman denemesi

Bu kriz 'o kriz' mi?
Objektif koşullar olgunlaştı mı?

Son zamanlarda neredeyse bütün toplumsal aktörler tarafından, ama özellikle de sistem muhaliflerince, cevabı aranan sorulardır bunlar.

'O kriz' denildiğinde, benim de içlerinde olduğum kapitalizme pek de hayırhah bakmayanların, ona sempati beslemeyenlerin gönderme yaptıkları; içinde yaşadığımız kapitalist sistemin sonunu getirecek, mezarını kazacak olan nihai altüst oluşun fitilini ateşleyebilecek ekonomik krizdir.
1848'de Marx ve Engels tarafından yazılarak yayınlanan Komünist Manifesto'dan beri, bahse konu sistem muhalifleri, kapitalizmin her devrevi krizini, 'o kriz' diye selâmlamışlar ve dünya devrimi için objektif koşulların oluştuğunu ilân etmişlerdir. Ancak, 1848'den 2011'e kadar geçen 163 yıl boyunca, sosyalistlerin ve komünistlerin hevesleri sürekli kursaklarında kalmış; kapitalizmin bünyesine içkin olduğuna inanılan bu nihai kriz, adetâ 'Godot' misali, bir türlü gelmek bilmemiştir.

2008 Eylül'üne kadar, kapitalizmin yol açtığı devrevi yapısal krizlere sistem savunucuları tarafından sürekli olarak iyimser yaklaşılmış, krizler sistemin aksaklıklarının düzeltildiği 'doğal tedavi yolları' olarak algılanmış ve açıklanmıştır.

Yaşamakta olduğumuz kriz patlayana değin sistemin sözcülerinin, akıl hocalarının, organik aydınlarının beylik retoriği şuydu:

 'Pazar ekonomisi insanlığın en büyük icadıdır. Bu, 10,000 yıllık uygarlık yolculuğumuzun da zirvesidir. İnsanlık bundan daha mükemmel bir sistem yaratamaz. Bu yüzden de kapitalizmin yarattığı sıkıntılar, arızalar, aksaklıklar, krizler mazûr görülmeli, sistemin toplamda insanlık camiası adına yarattığı total fayda dikkate alınmalıdır'.

Ardından da sistem muhaliflerine 'Sistemin olumsuz olgularını öne çıkarma; aksaklıklarını sorgulayıp, didikleyip sisteme olan güveni sarsma, sosyal ve entellektüel problemler yaratma; yaşamdan azâmî tat almaya bak. Kapitalizmin nimetlerinin, sana sunduğu sınırsız mal ve servisin keyfini çıkarmak yerine, onun 'tekerine çomak sokarsan', sistem de bunun bedelini ödetir sana!' bağlamında yaklaşarak onlara 'ayar veriyor'lardı .

Böyle denildiğinde aslında söylenen, söylenmek istenen neydi?


Söylenen şey özetle şudur:
'Hayatın gerçek tadı kapitalizmdir (cocapitalizm). Bu, insanoğlunun yeryüzünde inşa ettiği cennettir ve uygarlığımızın da burdan öteye gidebileceği, kat edebileceği bir mesafe kalmamıştır. Tarih denen o onbinlerce yıllık muhteşem anlatı, o görkemli süreç amacına erişmiş ve bu yüzden de artık sona ermiştir (bknz sağ Hegelcilerin en parlaklarından olan F. Fukuyama'nın 'Tarihin sonu ve son insan' kitabı). İdrak et bu gerçeği ve bunun için pazar ekonomisine; finans, endüstri, eğlence ve medya baronlarına şükran duy, sistemin sana sunduğu mal ve hizmetleri tüket ve bütün bunların keyfini çıkar, hazzını yaşa; ve her fırasatta da, ama özellikle de sistem senden onay beklediğinde, şükranını da dile getir, sisteme olan bağlılığını her vesileyle kanıtla'.

Sistem, bütün bu kanaatleri bize empoze ederken; başta Holywood olmak üzere, bütün bir eğlence ve medya endüstrisi üzerinden güçlü bir 'toplumsal rıza' üretmekte, böylelikle de kendisinin sorgulanmasının önünü kesmeye çalışmaktadır.

Hollywood un Arka Yüzü


Örtük ya da açık, 'gönüllü' yada cebri 'rıza üretme mekanizmaları' üzerinden 'ikna edilen' insanlık, kapitalizmden ve onun günümüzde en çok ABD'nin politikalarında somutlaşan emperyalist uygulamalarından memnun olmaya âdeta mecbur bırakılmaktadır. Böylelikle, insanlığın büyük kısmı bugün, kapitalist emperyalizmi asla değiştirilemez bir sistem olarak görmektedir. Bu kabullenme, özünde, sistemin bugüne gelene değin yapıp ettiklerini de zımni olarak içselleştirmek ve onaylamak demektir.


Kapitalist emperyalist sistemi zımni olarak da olsa desteklemek demek, onun ........


........500 yıldan fazla bir zamandır, yani 15. asırdan beri yapageldiği bütün sömürgecilik pratiklerini, bunların maddi, manevi...........



..........ve ahlâki sonuçlarını da bir biçimde üstlenmek, sahiplenmek, içselleştirmek demektir.


Kapitalizmin refah demek olduğunu empoze eden sistemin organik aydınları, bu masalı, tarihsel süreç içerisinde pazar ekonomisinin ayrılmaz parçası olan krizlerle hayatları perişan olan yüzlerce milyon kişiye satmaya çalıştıklarında, çok zorlanmışlardır. Sistem, toplumsal rıza üretmek noktasında 'yumuşak gücü'nün yetersiz kaldığı tarihsel momentlerde 'sert gücünü', yani militarizmi, otoriterizmi, totaliterizmi, faşizmi devreye sokmaktadır.


Kapitalizmin en olgun, en gelişmiş halinin yaşandığı yer hiç şüphesiz ABD'dir.


'Amerikan Tarzı Yaşam', aynı zamanda, emperyalist kapitalist rıza üretme merkanizmalarının en çok sevdikleri, en çok pazarladıkları ve bu sürecin / operasyonun neticesinde de hakkında en yaygın mutabakat üretmeye muvaffak oldukları illüzyondur.

Picture


Günümüzde ABD'de de; sefalet, yoksulluk, açlık, sosyal güvencesizlik ve ümitsizlik ulusun önemlice bir kısmını pençesine almış durumdadır.


Bush'un 2001'de başlattığı ve Obama'nın ise devam ettirdiği ABD'nin son büyük emperyal dizayn projesi, dünya halklarına büyük bedeller ödetirken, ABD imparatorluğunun da gücünün ve nelere kaadir olduğunun sınırlarını göstermesi bakımından tarihsel öneme sahiptir.


Küresel emperyalist kapitalist sistemin rıza üretme mekanizmaları asırlar boyunca, dezenformasyon ve misenformasyonla, yukarıda temel dinamiklerine ve tarihsel seyrine çok kaba hatlarıyla değindiğim üzere; açık ya da örtülü, cebri ya da 'gönüllü' toplumsal mutabakat ortamlarını üreterek insanlığı manüple etmeyi başarmışlardı. Lâkin,.......


.....kapitalizmin mezar kazıcısı olma olasılı fevkalâde yüksek olan 2008 kriziyle birlikte, artık mızrak çuvala sığmamaya ve güneş balçıkla sıvanamamaya başladı. Sistem artık insanlığı manüple ederken çok daha fazla zorlanmakta. Hele de, son yıllarda Afrika'da........


..., özellikle de Somali'de yaşanan insanlık dramının dönüştüğü son fazdan ve 2008 Eylül'ünde dünyayı sarsmaya başlayan ekonomik kirizden sonra, kapitalizmin geniş halk yığınları nezdindeki kredisini büyük ölçüde yitirdiğini öngörmek hiç de hayalci ve sadece verili sisteme hayırhah yaklaşmayanlara özgü bir anti - kapitalist yakıştırma (wishfull thinking) olarak ele alınmayacaktır kanaatimce.

Evet, bu kriz; sistem muhaliflerinin çok uzun süredir, kapitalizmin mezar kazıcısı olacağı ümidiyle, beklediği 'o kriz' olabilir.


2008 Eylül'ünden bu yana yaşadığımız, önümüzdeki süreçte de şiddetini arttırması beklenilen kriz gerçekten de Marx ve Engels'in 1848'de Komünist Manifesto ile haberini verdiği 'O Kriz' midir? dolayısıyla da bir Dünya Devrimi'nin objektif koşulları oluşmuş mudur? soruları önümüzdeki günlerde de çok tartışılacağa benziyor.

Yazımın finalinde, sürecin çok daha olumsuz bir mecraya dökülerek ilerlemesi ihtimaline dair bir argüman serdetmeyi hem entellektüel dürüstlük ve hem de kendimi yakın hissettiğim 'olabilirlikçi, olasılıkçı, izafiyetçi felsefi duruş' adına zorunlu görüyorum.

Evet, bu açılardan ele alındığında yaşamakta olduğumuz son kriz; bırakın bir 'Dünya Devrimi'ne yol açmayı, tam aksine; insanoğlunu, küresel bir otoriterizmin, giderek de totaliterizmin ve hatta faşizmin içine atabilir. Öte yandan, krizi takiben, nükleer silâhların kullanıldığı küresel bir emperyalist paylaşım savaşının gelmesi, bu satırlarının yazarının da arasında olduğu bir kısım 'pesimist muhalif' için hiç de sürpriz olmayacaktır doğrusu.