bozuk saat günde 2 kere doğruyu gösterir (mi?) - 1

Hayır, göstermez, gösteremez.
Bu önermenin neden mantıki ve doğru olmadığını gelin birlikte analiz edelim.
Öncelikle bu iddia muğlaktır, netleştirilmeye muhtaçtır.
      
Bozuktan kasıt:
a-zamanı geriden ya da ileriden takip etmesi midir,
b-durmuş olduğu mudur, belli değildir.

İfadede ‘2 kere’ zikredildiğinden bunun durmuş saatler kast edilerek ileri sürülen bir iddia olduğuna hükmetmek durumundayız.
Öte yandan, yanınızda zamanı doğru olarak gösteren başka bir cihaz, düzenek yoksa sadece ve yalnızca durmuş bir saate bakarak doğru zamanı anlamanız mümkün değildir.
Aynı şey çalışan, ama zamanı geriden ya da ileriden takip eden bir saat içinde geçerlidir. Ayarı bu şekilde bozulmuş olan saatlerin ritmi de bozulduğundan, onların geri kalma ya da ileri gitme süreleri sabit kalmaz, değişir, çoğunlukla da artar. Bu da onlara bakarak doğru saati bilebilmenin olanaksız hale gelmesine neden olur.
Dolayısıyla da, bozuk saatlere, özel olarak da durmuş olanlarına bakarak doğru zamanı bilebilmek mümkün değildir.
Öyleyse bundan böyle biz de konuşmalarımızda mantıki zemini bu denli sakat olan bir argümanı kullanmaktan kaçınsak iyi olur, öyle değil mi?

Kendini yenileyemeyen lideri yenisiyle değiştirirler

Gerektiğinde kendini yenileyebilmek bir lider için hayati öneme haizdir.
İnsanları birçok bakımdan kategorize etmek mümkündür. Ben buraya bunlardan çok tuttuğum birisini alıyorum.
Buna göre insanlar üçe ayrılırlar:
1-Faillerle uğraşanlar: Bunlar insan merkezlidirler. Etraflarında sürekli birileri, hatta kalabalıklar olsun isterler. Sahneye çıkmayı, şov yapmayı severler. Karizmatik, iddialı ve etkileyicidirler.
2-Fiillerle uğraşanlar: Eylem, hareket, aksiyon merkezlidirler. Projeden projeye uçarlar. Kurucu unsurlardır, ancak hiçbir yerde uzun süre kalmazlar, yerleşik unsur olmazlar. Cazip, atılgan ve cerbezelidirler.
3-Fikirlerle uğraşanlar: Bunlar düşünme, tefekkür, metin, teori merkezlidirler. Mecbur kalmadıkça insan içine çıkmazlar. Şovu sevmez, kalabalıklarda uzak dururlar. Gösterişsiz, çekingen ve sakindirler.
              
Hiç kuşku yok ki bu klasifikasyon çok kategorik ve şematiktir. Gerçek hayattaki tipler çok daha karmaşıktır. Gerçek hayattaki insanlar yukarıdaki üç özelliği de bünyelerinde barındırırlar. Ancak bunlardan (faillerle, fiillerle ya da fikirlerle uğraşma hassalarından) birisi ağır basar ve kişi ağır basan karakter özelliğinin domine ettiği bir öz benlikle sosyal rolünü oynar. Fail ve fiillerle uğraşanlar esas olarak yalnız kalamazlar, insansız yapamazlar. Parayı bunlar kazanır, önemli mevkileri bunlar işgal ederler. Fikirlerle uğraşanlar ise esas olarak ilimsiz, teorisiz yapamaz, insan içine karışmaktan imtina ederler. Para edecek fikirleri ilk bunlar akıl ederler, ancak diğerleri kadar para kazanamazlar. Önemli mevkilere de çoğunlukla erişemezler. İlk ikisinin kendisine yaptığı yatırım sınırlı, hatta bazen yok mesabesinde; üçüncüsününki ise sınırsızdır. Bu yüzden de faillerle ve fiillerle uğraşanlar hayatlarının bir döneminden sonra kendilerini tekrara başlarlar. Bu karizma ve cazibelerinin zayıflamasına ve (hususi ve kamusal manada) etraflarının boşalmasına yol açar. Hayatta, hayatın her alanında ‘ideal tertip’ fail ya da fiillerle uğraşan karizmatik liderlerin fikirlerle uğraşan akil adamlardan akıl takımı (A Takımı, İç Kabine)oluşturmalarıdır. Böylelikle birbirlerini tamamlar, hedef kilitlenir ve başarıya yürürler.
Fail ve fiillerle uğraşan önemli insanlardan şanslı olanların etraflarında cesur ve dürüst dostları vardır.
Onlar etkili arkadaşlarının eksiklerini politik davranmadan, riyakarlık yapmadan (kendini tekrarlıyorsun vb. şeklinde) dosdoğru söylerler. Söyler ve onu olası bir yalnızlaşmadan, terk edilme tehlikesinden korurlar.
Fail ve fiillerle uğraşan ‘Önemli Adamlar’ın önemli kısmı bu denli şanslı değillerdir. 

tahmin yapmak, öngörüde bulunmak, konjonktür analizi

1***‘Tahmin yapmak’, hele de şimdi, her zamankinden daha tehlikeli bir hal aldı!

Dünyanın, bölgenin, ülkenin, sektörün ve şirketin gelecekte seyredebileceği muhtemel istikametlere dair öngörülerde bulunmanın cidden büyük müşküller taşıdığı günlerden geçiyoruz. Öngörüde bulunmak zor, zira sistem, küresel yapı ciddi alt-üst oluş potansiyelleri taşımakta. Sistemin, müesses nizamın (ABD’nin imparatorluk projesine tahvil etmeye çalıştığı, ancak beceremediği mevcut tek kutuplu, Washington konsensüsüne dayalı neo-liberal hegemonyacı strüktürün) hali hazırdaki durumuyla uzun boylu devam edemeyeceğinde neredeyse bir mutabakat oluşmuş durumda.
Dünyayı önce finansal alanda ortaya çıkacak, ardından da reel ekonomiye sirayet edecek olan ciddi bir ekonomik türbülanslar dönemi beklemekte. Ki, 2007 Ağustosunda başlayan ve Ocak 2008’in yaşadığımız şu günlerinde ise zirve yapan finansal volatilitelerin aslında mezkur sürecin epeydir başladığını kanıtlayan olgular olduğuna dair ciddi kanıtlar yok değil.
Yukarıda da belirttiğim gibi türbülans, kriz, alt-üst oluş periyotlarında tahminler umumiyetle yanlış çıkar. Son  aylarda dünyanın neredeyse en önemli finans kurumlarının, yatırım bankalarının ve düşünce kuruluşlarının 2008’e dair beklentilerini okuyorum. Bunların ortak paydası yeni yılın ekonomik sıkıntıları beraberinde getireceği merkezindeydi. Bir kısmı ABD ekonomisinde ağır ve zor çıkılacak bir resesyon beklerken, diğerleri daha iyimser tondaydılar. Bunlar, daha kısa süreli bir sıkıntıdan; resesyon boyutlarına varmayan bir ekonomik duraklama ve gerileme ihtimalinden bahsediyorlardı.
Ülkemizin ekonomik dinamiklerinin büyük ölçüde küresel oluşumlarla entegre olduğunu dikkate alır; üstüne üstlük cari açık, bir türlü tamamlayamadığımız reformlar, hız kesen AB’ye yürüyüş sürecimiz, üstüne üstlük bir de AKP’nin ayağına sıkması olarak tavsif edilebilecek ‘türban krizi’ gibi bize özgü argümanları da mezkur analizimize katarsak, Türkiye’yi sıkıntılı bir 2008’in beklediğini ifade etmenin çok da karamsarlık olarak değerlendirilmemesi gerekliliği ortaya çıkacaktır.
2***Olay aynıyla vaki ve yarım asra mütecaviz zamandır çeşitli versiyonlarıyla anlatılır durur.

‘ABD’nin tahminlerine en çok itibar edilen meteoroloji programı sunucusu yaza girerken ‘gelecek kışın çok soğuk geçmesi ihtimali var’ tahmininde bulunur. Dönemin lafına en çok itibar edilen kızılderili şamanlarından birisi de onun sadık izleyicilerindendir. ‘Sert kış’ uyarısı üzerine kabilenin ileri gelenlerini toplar ve ‘bu kış çok sert olacak, çok odun toplayın’ der. Kızılderililer her zamankinden çok odun toplamaya başlarlar. Kızılderili rezervuarındaki bu olağanüstü hareketlilik rezervuardaki  federal görevlilerin dikkatini çeker ve bilgiyi Washington DC ile paylaşırlar. Tahmin edebileceğiniz gibi, meşhur meteoroloji uzmanına da erişir bu bilgi. Bunun üzerine meteoroloji uzmanı kışa dair tahmininde daha cüretkar olur: ‘Son yılların en sert kışına hazır olun’ mealinde yorumlarda bulunur. Kızıldereli şamanı onu dinledikten sonra kışın umduklarından da sert geçeceğini, her zamankinden daha fazla odun toplamaları gerektiğini vaz’eder. Kabile hummalı bir biçimde odun toplamaya devam eder, görevliler  bu durumu yukarıya bildirirler, meteoroloji uzmanı da ‘Asrın kışına, kutup soğuklarına hazır olun!’ alarmını verir. Böylece, birbirini besleyen bir süreç sonunda meteoroloji uzmanı tahminlerinde kışa dair olumsuz beklentilerini sürekli arttırır, kızılderililer de odun toplama işini iyice abartırlar. Nihayet beklenen kış gelir, geçer. Lakin ne extra soğuk vardır, ne fevkalade yağışlar, ne de olağanüstü fırtınalar. Sıradan bir kıştır yaşanan. Tahmin edileceği üzere, hem o anlı şanlı meteoroloji uzmanı hem de o meşhur şaman prestij yitirirler.
Piyasaların yukarı ya da aşağı yönlü hareketlerinin arkasında bu anekdotta aktarılana benzeyen ve ‘birbirini besleyen beklentiler psikolojisi’ şeklinde tavsif edilebilecek dinamiklerin yattığını düşünenlerdenim. Geleceğe yönelik tahminlerimi, istikbal denilen sürecin büyük ölçüde öznel ve akıl dışı olduğunu ve rasyonalize edilemeyeceğini, modellenemeyeceğini varsayarak yaparım.
Bu çalışama da esas olarak bu anlayış ve kabul üzerine bina edilmiştir.



frank miller'a ve sin city'ye selâm olsun!

Ülkemizde ve dünyada öyle olaylar oluyor ki, onlara şahit olduğumda verdiğim tepki aynen aşağıda paylaştığım ve bundan bir müddet önce yaptığım portreye benziyor.
Yani, dehşete kapılmak, panik içerisinde haykırmak, bazen de donarak katatoniye girmek.
Evet, hayat bazen kaldıramayacağım denli zalim, acımasız, gaddar olabiliyor.
Bu yüzden de, buna karşı benim verdiğim cevap da aşağıdaki gibi aşırı ve ölçüsüz olabiliyor.
Epeydir desen çalışmamama karşın, hem yukarıda bahsettiğim, son aylarda insalığın yaşadığı gailelerin artan boyutu, hem de okuduğum bir çizgiroman'daki sıra dışı desenler, beni girdiğim 'resim orucu'nu terk etmeye ve bir desen çizmeye adeta mecbur etti.

 
Okuduğumda, özellikle de desenlerine baktığımda beni yeniden resim çizmeye başlayacak denli etkileyen söz konusu çizgiroman Frank Miller'ın efsanevi Günah Kenti'nin Arka Bahçe Yayınlarından çıkan 4. cildi 'Sarı Piç'ti. Kitabın 10. sayfasındaki desenlerden birisini (kitabın kapağında da bu desenin bir detayı yer almakta) biraz özgürce 'yeniden yapıverdim'.
Böylelikle, ortaya, benim dünya hali karşısındaki halim çıkmış oldu.
Sanki Munch'ın 'Çığlık' isimli tablosunun modern versiyonu, öyle değil mi?

İbn - i Sînâ: Türk – İslam ‘altın çağı’nın harika adamı *

Türk-İslam filozofu ve hekimi. 980’de Buhara yakınlarındaki Afşane’de doğdu, 1037’de Hemedan’da öldü. Maveraünnehir’in çocuğudur. Batı dünyasında Avicenna olarak tanınır. Babasından ve devrin tanınmış alimlerinden döneminin hemen bütün ilmini tahsil etti. 10 yaşında Kur’anı hıfzederek hafız oldu. 15 yaşında tutmaya başladığı notları daha sonra asırlarca dünyada rehber olacak veriminin embriyonunu oluşturdu.  Bazı eserleri 20. yy başına kadar dünya üniversitelerinde kaynak kitaplar olarak incelendi. 17 yaşındayken Buhara sultanı Samanoğlu Nuh İbni Mansur’u tedavi ederek ölümden kurtardı. Akabinde de sultanın hekimi oldu ve sarayın zengin kütüphanesi emrine girdi. Kütüphanede büyük alim Farabi’nin, ne yazık ki günümüzde kayıp olan, efsanevi ansiklopedisi ‘Ettalimüssani’nin müellif hattının da dahil olduğu pek çok hazineler vardı. Üstat bunların sayede ilmini derinleştirdi ve meşhur Tıb Kanunu’nunu yazmaya başladı. Tam bir orta çağ bilgesi olan İbn-i Sina insanlığın o güne değin ilahiyatta, metafizikte, felsefede, mantıkta, tıpta, eczacılıkta, matematikte, astronomide, psikolojide, sosyolojide, tarihte, coğrafyada ve simyada yarattığı fikri hasılanın önemli kısmını temellük etmekle kalmadı, bunları geliştirdi de. Farabi, Biruni, Fenari, Ebusuut gibi Türk asıllı olmasına karşın eserlerini, döneminin ilim lisani olan Arapça ile yazdı. Bir kısım edebi ürününü ise Farsça kaleme aldı.
Batı ve Doğu ufuklarını aydınlatan çok yönlü kişilik. Sayıları 200’ü aşan eserleriyle sadece döneminde değil, fakat asırlar sonra bile insanlığa rehberlik, mümeyyizlik ve mürebbilik etti. Batılılar bu yüzden O’na Avicenna (Avicenne) dediler. Aşağıda bahsedeceğim El Kanunu Fittıb isimli anıtsal kitabı dünyanın bütün önemli dillerine çevrildi. Hem alim, hem hekim, hem mühendis, hem simyacı, hem matematikçi, hem astronom, hem müzik teorisyeniydi.
24 saati ilme adanan bir hayat. Talebelerinden Cüzecani’nin kaleme aldığı hal tercemesi (biyografi)nden bir alıntı üstadın temposunu anlamamıza hizmet edecektir: ‘Mütemadiyen çalışıyordum. Vakitlerim ya mütalea ile ya da bir şey yazmakla geçiyordu. Yorulduğum, uyku bastığı zaman bir bardak şarapla uykumu kaçırıyor ve çalışmaya devam ediyordum. Uykuda bile zihnim ilimle meşgul idi. Uyandığımda ekseri evvelce halledemediğim problemleri çözmüş olduğumu fark ediyordum.’
Aristoteles, Metafizik ve Farabi. Felsefe aleminin ilk öğretmeni (hacce-i  evvel) olarak kabul edilen Aristoteles ile ikincisi (hacce-i sani) olarak anılan Farabi’yi ihtiva eden bir İbn-i Sina anekdotunu, ki felsefe tarihinin efsanevi öykülerindendir, paylaşmanın tam zamanı.
İbn-i Sina döneminin ilmini tahsil ederken hiçbir zorluk çekmemiştir. Aristoteles’in temel yapıtlarından Metafizik’i ise 40 kere okuyup ezberlemesine karşın anlayamamış ve derin bir yeise düşmüştür. Bir gün, sahaflarda dolaşırken bir kitap mezadına şahit olur. Dellal bir kitabı almasını önerir. Kitabı tetkik eden İbn-i Sina bunun Farabi’nin yazdığı bir Aristoteles Metafiziği şerhi olduğunu görür. ‘Bu ilim anlaşılmaz ve işe yaramaz’ diyerek kitabı dellala iade etmek ister. Dellal çok ucuz olan bu kitabı alması için fevkalade ısrarcı olur. Netice, İbn-i Sina kitabı alır, eve gittiğinde de bir solukta okur. Eser bittiğinde üstat o zamana değin ruhuna nüfuz edemediği Aristo Metafiziğini mükemmel olarak anladığını fark eder. Sınırsız bir sevince gark olan İbn-i Sina şükür namazı kılar. Ardından da çarşıya inip fakirlere sadakalar dağıtır. Tam bir ‘bir kitap okudum, hayatım değişti!’ hadisesi, öyle değil mi? Onun için muhterem okur, siz siz olun, bir vesile ile karşınıza çıkan ve ‘beni al, beni al’ diye çığlık atan bir kitaba tesadüf ederseniz, sakın ola ki bu çağrıya bigane kalmayınız. Belki de bu kitap sizde yukarıdaki anekdotta tasvire çalıştığım tesiri yaratacak, ufkunuzu açacak, dünyanızı değiştirecektir, neden olmasın, öyle değil mi efendim?!
Zor zamanlar. Babasının ve hamisi Prens Nuh’un ölümüne müteakip Sina Buhara’yı terke mecbur kaldı. 1001’de Harezm’e gitti. Buradaki ilmi ortama katıldı. Ardından Irak ‘da bulundu. Daha sonra Cürcan’a geçti (1009). Bu arada Türk-İslam alemi tam bir fetret devri yaşıyor, büyük devletlerin halefi olan küçük feodal prenslikler aralarındaki sonuçsuz mücadelelerde enerjilerini tüketiyorlardı. 1015’de Cürcan’dan Rey’e giden İbn-i Sina hayatının en kasırgalı dönemini yaşıyordu. Büyük alim bir taraftan ilimle hemhal olurken, bununla birlikte, kimi zaman bir devletin en üst karar alma organlarında vezirlik gibi sorumluklar alıyor; bazen de dengesiz bir otokratın öfke ve gazabından kurtulmak için ’yeraltı’na çekilmek zorunda kalıyordu. Saraylar, zindanlar, ya da yollardaki döküntü kervansarayların bu çok farklı atmosfer ve imkanlarını büyük bir maharetle kah dershaneye, kah kliniğe çevirmeye muvaffak olan İbn-i Sina için ilim, felsefe ve tababet vazgeçilemez uğraşılardı.
Son dönemi. 1023’ten ölümüne kadar olan 14 yıllık son dönemi ilim, irfan aşığı Aalaüddevle Ebu Cafer Kaküveyn’in yanında geçti. Hükümdar Üstat’a öyle ehemmiyet veriyordu ki, O’nu seferlerinde bile yanından ayırmıyordu. İşte böylesi bir sefer sırasında yakalandığı bir hastalık nüksetmesi yüzünden 1037’de Hemedan’da ebediyete intikal etti.
Kişilik özellikleri. Çalışma azmi neredeyse sınırsızdı. Hayal gücü, vizyonu çok kuvvetli, zekası pek keskin ve hafızası olağanüstü idi. İrfanının, ilminin sınırlarını tespit çok zordu. Bu yüzden de Eş – şeyh – ür - reis ünvanı ile anılırdı. Alimlik vasfının yanı sıra yüksek ruh hasletlerine ve örnek bir ahlaka da sahipti. Mesela, kendisini çekemeyip olmadık haksızlıklarda bulunanlardan, kolaylıkal hesap sorabileceği mevkilerde bulunmasına rağmen O, asla kişisel hesaplaşmalara girmeye tenezzül etmemişti. Özetle sizlere hikayeye çalıştığım bütün bu akıl almaz temposu içinde hayattan zevk (kam) almayı da beceren bir tabiata malikti. Kitaplardan, ilimden, irfandan başını kaldırdığı zamanlarda, güzel şarap, kaliteli musiki ve çekici hatunlarla ilgilenmeyi asla ihmal etmedi. Kendi tabiriyle,  bu sayede, ‘’taze hayat kazanıyor’du!
Tıp ve eczacılığa katkısına kısa bir nazar. Tıbbı ilkin Abu Sahl Mesihi’den öğrenen İbn-i Sina sadece Galen, Hipokrat, Bukrat, Calinos, Sanitis, Rofüs, Folüs, Endromahs, Aristetalis, Asklipyazis ve Aristoteles gibi Batı’lı kaynaklardan, ya da Kayyuma, Kindi, Bermeki, İbn-el Haris, İbn-i Hübeyre, Hürmüz gibi Arap, Acem ve Türk kaynaklardan değil; Hind ve Çin gibi kadim Doğu’dan da fikirler, teoriler aldı ve bunları tenkitli bir tarzda tertip, tanzim ve sentez etti. Tıb Kanunu (El Kanunu Fittıb) adlı eseri 500 yıl dünya çapında başvuru kaynağı oldu. Türk - İslam aleminde bu süre 800 yıla kadar uzamıştır. Tıb tarihinin en etkili ve tanınmış eserlerinden olan El Kanun Fittıb 5 kitaptan oluşur: 1. kitap anatomi, genel patoloji ve genel terapöti; 2. kitap tıp müfredatı, farmakoloji ve terapöti; 3. kitap hususi patoloji; 4. cü kitap hummalar, cerrahi, zehirlenmeler ve kozmetik; 5. ci kitap ilaç formüllerini içermektedir, yani farmakoloji (Akarabadin). Kitapların tasnifinden de anlaşılacağı üzere El Kanun döneminin sadece verili, müesses tıbbi, eczai bilgilerini değil, fakat Sina’nın dahiyane sentez, buluş ve katkılarını da içermekteydi. Gerek bu anıtsal eserde ve gerekse de Şifa, Necat ve El Edviyet – ül Kalbiye gibi Üstadın tıp ve eczacılık bahislerindeki diğer eserlerinde ve de pratik tedavi metotlarında öne çıkan hususların bazıları şunlardır: Cıvanın tedavi edici değerine ve yan tesirlerine işaret edilmesi; hastalıkların ortaya çıkışında sirayet, veraset ve ırkın tesirleri; parazitler bahsine getirdiği yeni açılımlar; kızılın diğer benzer hastalıklar içinde tasnifi; başta ülser olmak üzere çeşitli sindirim sistemi rahatsızlıklarının tanı ve teşhisi; karaciğer hastalıklarının teşhis ve tedavisi; gözün anatomisi, görme mekanizması ve çeşitli göz hastalıklarına dair isabetli tespitler; idrar muayenesinin tanıdaki rolü; düzenli spor, dengeli beslenme ve kaliteli uykunun insan sağlığındaki merkezi önemine yapılan kuvvetli ve delilli vurgu; kan dolaşımının bulunmasından yaklaşık 7 asır önce kalp ve damar rahatsızlıkları ve genel cerrahi münasebetleri; başta prostatis olmak üzere ürolojik rahatsızlıkların tedavisinde kullanılan sondaların geliştirilmesi; koruyucu hekimliğe önem verilmesi; Batının eziyetlere, hatta yok etme, işkence ve tecritlere başvurduğu (dikkat: ruh değil, zira hem semavi dinler ve hem de Çin ve Hint gibi diğer kadim medeniyetler metafizikle irtibatı olan, Tanrısal olan ruhun hastalanmayacağını kabul ederler) psikozlar, histeria, bunama gibi akıl hastalıkları sahasında telkinle tedavi, beslenme rejimini değiştirme, hayat temposuna müdahale, ilk pisikoanalizleri uygulama gibi çağını aşan çok ileri teşhis ve  tedavi metotlarının geliştirilmesi.
İslam ve Sina aleyhtarlığının Batı tıbbına tesiri, Avicenna’nın aşılması ve Osmanlı tıbbı. Batı dünyasında İslam ve Türkler hakkındaki her menfi dalgaya müteakip İbni Sina aleyhine bir hava da esmiştir. Dönemin egemenleri, kilise ileri gelenleri ve alimleri Sina için ‘O Türk’tür, Müslüman’dır. Onun kitaplarını okumayalım, tedavi metotlarını terk edelim!’ mealinde tavırlar almışlardır. Ancak, nihayetinde, El Kanun Fittıp ve diğer Avicenne eserlerinden vazgeçmeleri mümkün oalmamıştır. Batılı yeminli düşmanlarının dahi vazgeçemedikleri Sina külliyatı, gayet normaldir ki, Osmanlı tıbbının da temel direklerinden olmuştur. Batı, Rönesans ve reform sonrasında medeniyetini yeni temeller üzerinde restore ettiğinde, 16. yy sonu-17. yy başı gibi, Vesale’nin, William Harvey’in, Aselli’nin devrim mahiyetindeki buluşlarıyla Avicenna’yı tedricen aşarak terk etmiş, Osmanlı ise bu ilmi atılımı yapamadığı için 19 asra kadar İbni Sina külliyatına ve Onun teşhis ve tedavi metodlarına bağlı kalmıştır.
İki aşırı yorum. Bu bahiste biri olumlu, diğeri ise olumsuz olmak üzere iki uç yorumdan, aşırıya kaçmış tenkitten bahsedeceğim. İlkin olumlu tenkidi paylaşıyorum:
İbn-i Sina’ya Doğu ve Batı alemi o denli yüksek bir hürmet göstermiştir ki, o kadar olur yani!
Mesela, Selçukluların reis-ül etibbası (sağlık bakanı) tabip Ekmelüddin Selçuklular yönetici sınıfının ve tabip ve eczacı taifesinin önce gelenlerinin bulunduğu bir mecliste Avicenna’yı şöyle yüceltmiştir:
‘Dünün ve günümüzün hekimlerinin ittifakıyla kanaatimiz odur ki, eğer Hz. Muhammed’den sonra peygamber gelmesi mümkün olsa bu elbette İbn-i Sina olurdu.’
Olumsuz uç tenkide, aşırı yoruma gelince:
Bunlar yukarıdaki bahiste tartıştığım Türk-İslam aleyhtarlığının kaynaklandığı (neşv-ü neva bulduğu) greko-latin medeniyet dairesinden yükselen tenkitlerdir. Buna göre, Avicenna’da orijinal hiçbir husus yoktur! O, Galen ve Hipokrat’tan derlediği bilgileri allayıp pullayarak pazarlayan başarılı bir tüccardan fazlası etmez. Gördüğünüz gibi muhterem okur, bir tarafta ‘peygamber’ yakıştırması, karşısında ise ‘mukallit’ suçlaması. Dünya bunları tartıştı, unutulmasın, bilinsin istedim. Okur şayet bu çalışmada okuduklarıyla yetinmez ve bu satırlara kaynak oluşturan aşağıdaki minik listeye müracaat ederse kolaylıkla göreceği husus şu olacaktır: Hiç kuşku yok ki O ne bir nebi idi ve ne de basit taklitçi ve fikir hırsızı. Özetle İbn-i Sina, Aristoteles’den bu yana gelmiş en çalışkan, en sentezci, en geniş ufuklu simalardan birisiydi. Bu bakımdan Onu, Türk-İslam aleminin dünyaya armağan ettiği en seçkin düşünür ve alimlerden birisi olarak tavsif edersek hakikati, yalnızca hakikati teslim etmiş oluruz, o kadar.
Faydalanılan kaynaklar: İbni Sina, şahsiyeti ve eserleri hakkında tetkikler, 900.üncü ölüm yıldönümü armağanı, TTK, yedinci seri – no 1, 1937; İbni Sina, Doğumunun 1000. yılı armağan kitabı, Aydın Sayılı; Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, Ana Yayıncılık, 1983; İslam Ansiklopedisi, MEB, 1940-1978; İslam Ansiklopedisi,Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 1988-2008(yayını devam ediyor); İnönü -Türk Ansiklopedisi, MEB, 1940-1978; Meydan Larousse, Meydan Neşriyat, 1969-1973; Ana Britanica, Ana Yayıncılık, 1984

* Daha önce Hedef Sağlık dergisinde ve http://www.tahinpekmez.org/ ' ta yayınlanmıştır.


kırkambar - 8: Kıraç’lara bravo, 1000 kerre, milyon kerre bravo! *

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Türkiye’ye örnek oluyor. Suna Hanım epeydir ALS ile boğuşmakta. Anıları Doğan Kitap’tan çıktı: ‘Ömrümden uzun ideallerim var’. Rıdvan Akar’ın derlediği anılarını Suna Hanım gözlerini hareket ettirerek yazdırmış. Yaşadığı bu tahammülü gerçekten zor sürece evlatlığı İpek’e olan sevgisi ve Suna&İnan Kıraç Vakfı’nın kültüre yaptığı katkılara bilfiil şahit olmak için katlandığını öğrendiğimiz Suna Kıraç umarım Türkiye zenginlerine; en azından şimdiye değin toplumsal sorumlulukları için, kültür için, eğitim için sanat için yeterince ‘elini cebine atmayan’lara rol modeli olur. Kolay değil, Türkiye’de ilk defa bir zengin aile servetinin neredeyse tamamını milletine vakfediyor. Suna&İnan Kıraç Vakfı geçen yıl açtığı Pera Müzesi ile Koç, Sabancı ve Eczacıbaşı ailelerinden hiç de geri kalmayacağının sinyallerini vermişti aslında. Kıraçlar müze ile yetinmediler. Müzenin hemen yanında satın aldıkları bir binada ‘İstanbul Araştırmaları Enstitüsü'nü kurdular. Semavi Eyice hoca (yaşayan en önemli Bizantologlardan)'nın efsanevi arşivinin ve kütüphanesinin önemli kısmını da satın alarak kolleksiyonunu zenginleştiren mezkur enstitü, İstanbul tutkunlarının ve araştırmacıların zorunlu uğraklarından biri olmaya namzet gözüküyor. Laf aramızda, epeydir çok ciddi görme problemleri yaşayan Eyice'nin bu sağlık kısıtı olmasaydı, kolleksiyonundan ayrılmaya dayamayacağı da kültür-sanat-akademya kulislerinde dolaşan fısıltılardan.
Kıraç ailesinin şimdiye değin 500 milyon dolar civarında katkı yaptıkları kültür, sanat ve eğitim faaliyetlerini hatırlayalım: Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV), Vehbi Koç Vakfı Suna ve İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü Antalya Kaleiçi Müze, Pera Müzesi, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü.
Bitmedi.
Kıraçlar varlarını yoklarını ülkelerine, milletlerine, Türkiye’ye bağışlamakta kararlılar. Ailenin son jesti İstanbul’a ve ülkemize kazandıracakları Suna – İnan Kıraç Kültür Merkezi için kolları sıvamaları oldu. Bu çerçevede Tepebaşı’nda, Pera müzesinin hemen karşısındaki TRT binasını 63 milyon dolara satın alan Kıraçlar buraya, yaklaşık 500 milyon dolar harcayarak, sadece ülkemizin değil, Avrupa’nın da en büyük  kültür merkezlerinden birisini kuracaklar.
Ha, unutmadan ekleyeyim: Suna Kıraç’ın ‘Ömrümden uzun ideallerim var’ başlığı altında bizlerle paylaştığı anılarının bütün geliri TEGV’na bağışlanacak. Alalım, okuyalım, eşe-dosta hediye edelim derim. Bu bahisteki son lafım şudur: Teşekkürler Kıraç ailesi, ellerinize sağlık, kesenize bereket ve Allah sizlerden razı olsun.

Ömer Koç Enis Batur’la geçinemez mi?
Yapı Kredi (YK)’yi nasıl bilirsiniz?
Burada kuşkusuz YK’nin bankacılık faaliyetlerinden değil, kültür ve sanat alanındaki etkinliklerinden dem vuruyorum. Bildiğiniz üzere bahse konu banka, şirketlerimiz arasında, kültür ve sanat alanına en çok yatırım yapanların başında gelir. Kurumun çok zor günler yaşadığı 2001 – 2004 döneminde bile bu gerçek değişmemiştir. Kültür Sanat Yayıncılık AŞ bünyesinde yayınlanan 2,500 civarında kitap, alanlarının en kalitelileri sayılan Cogito, Sanat Dünyamız ve Kitaplık dergileri , Vedat Nedim Tör Müzesi, Kazım Taşkent Sanat Galerisi, Sermet Çifter Kütüphanesi  YKB’sının söz konusu alanlara dair ilk elde akla gelen verimlerindendir. Bir nevi mucize sayılabilecek bu durumun arkasında bir avuç inanmış, misyoner mahiyetli insanın inançlı, kararlı mücadeleleri yatmakta. İşte Enis Batur bu inanmış ‘kültür neferleri’nin bir nevi uç beyi, deyim yerindeyse ‘başkumandan’ıydı. Enis Batur’la bankanın yolları geçen yıl ayrıldı. Batur’un Ömer Koç’la kimyasının tutmamasının buna neden olduğunu ileri sürenler çıktı. Malumunuz, zor durumdaki bankayı geçen yıl Koç Holding –İntesa ortaklığına ait olan Koç Finans satın almıştı. YKB’nın kültür sanat işleri de Koç Ailesinin bu alanda temayüz eden üyesi Ömer Koç’a devrolmuştu. İşte, Koç ile Batur’un yolları böyle kesişmişti. Ülkemizin yetiştirdiği en kültürlü, en kibar, en beyefendi burjuvalardan olan Ömer Bey’in bahsettiğim tarzda bir kişisel hesab’ın, bir kısır çekişmenin esiri olduğunu düşünmek dahi üzer beni. Enis Batur ve Ömer Koç el ele verebilseler(di) kazanan sadece YKB ve Koç Holding değil, hepimiz olurduk. Hatta bir miktar mübalaga yapmak pahasına, ‘insanlık kazanırdı!’ demek dahi mümkündür kanaatimce. Süreci yakından izleyenler hatırlayacaktır, Koç – İntesa ortaklığının YKB’sını alacağının neredeyse kesinleştiği günlerde, o sıralarda bankayla ilişkisi yeni kopan, Batur’un geri döneceği, hatta Koç’un İtalyan ortağı ve Batur’un kişisel ilişkileri sayesinde, Umberto Eco’nun da bankanın kültür-sanat danışmanı olacağı bile speküle edilmişti. Ya, işte böyle muhterem karim, şimdi vazgeçtim Eco’dan, doğrusu ben Batura da fitim. Ve yetkililere, devlet büyüklerimize, başta ‘gölge kültür sanat nazırı’mız Doğan Hızlan olmak üzere, kültür aleminin bütün lafı geçen ‘ağır abi’lerine sesleniyorum: ‘Efendim, lütfet tavassut ediniz, Ömer Koç ve Enis Batur’un arasını bulunuz. Bulunuz ki emanet, YK’nin kültür sanat işleri, ehline tevdi edilebilsin.’

Özel müzelerde ne var, ne yok?
Özel müzelerin tamamında görülmesi elzem muhteşem sergiler var.
İşte bunlarla ilgili kısacık hatırlatmalar:
Pera müzesi: ‘Profiller: Fransa’da sanatsal yaratının son 15 yılı’, ‘Avcı Mehmed’in Alay-ı Hümayunu’;
Vedat Nedim Tör Müzesi: ‘Topraktan Sonsuzluğa Çatalhöyük’;
İstanbul Modern: ‘Kesişen Zamanlar’, ‘François-Marie Banier’, ‘Gökkuşağında iki Kuşak’
Sakıp Sabancı Müzesi: ‘Heykelin Büyük Ustası Rodin İstanbul’da’
Sadberk Hanım Müzesi: Sanat Tarihi ve Arkeoloji bölümlerinde eski sergiler devam ediyor.
Rahmi Koç Sanayi Müzesi: Eski sergiler devam ediyor.

Müze faciasına pratik çözüm öneriyorum. Devletin işlettiği, daha doğrusu işletemediği müzelerimizin durumunu son günlerde hepimiz basından, üzülerek, kahrolarak, izliyoruz. Milletin devlete emanet ettiği arkeoloji ve sanat eserlerinin bu bizleri ciğerhun eden perişan vaziyetini nasıl çözebiliriz? Aslında bu sanıldığından daha kolaydır. Yukarda bahsettiğim özel müzelerimizin performansı, başarısı ortada. Dolayısıyla da çözümü uzaklarda aramaya hiç gerek yok. Yapılacak şey kamuya ait arkeoloji ve sanat eserleri ile bunların barındırıldıkları müzeleri, işletme yeterliliğine ve müzecilik tecrübesine sahip, özel kurum ve vakıflara belli süreler için, mesela 49 yıllığına, kiralamaktır. Müzeler olsun, barındırdıkları eserler olsun yine milletin malı olmaya devam edecekler. Anlayacağınız, müzelerin sahipliği değil, sadece işletmesi belli bir süreliğine özelleştirilmiş olacak. Özel sektör işletmesini aldığı müzelere ciddi yatırımlar yapacak. İyi maaşlı, eğitimli, kaliteli ve her şeyden önemlisi işini seven personelle çalışacak. Bırakın eserlerinin çalınmasına yol açacak lakayıtsızlığa izin vermeyi, özelleştirildikten sonra iyi birer işletme olarak idare edilen müzelerimiz kendilerinden daha önceden çalınan sanat ve arkeoloji eserlerinin de meşru bir zeminde ve güçlü bir biçimde peşine düşecekler ve bunları geri alacaklardır. Özel sektörün transfer ettiği fonlarla yeni müze kompleksleri, binaları, galerileri açılacak; depolarda çürümeye terk edilen insanlığın şaheserleri gün ışığına, izleyicilerin huzuruna çıkarılacaktır. Böylece Türk müzeciliği yeni bir altın çağa girecektir. Aklın yolu birdir ve şunu emretmektedir: Müzelerimizi özelleştirmeliyiz. Çözüm bu denli basit ve pratiktir.

İzleyelim izleyelim izleyelim
Sil baştan (Eternal sunshine of the spotless mind)
Vizyona girmeden kült film olan bir film. Jim Carrey muhteşem. Çok makbul bulmadığım Kate Winslet bile fena değil. Eğer bu performansıyla da Oscar’a uzanamazsa Carrey söyleyecek yegane şey ‘Orson Welles gibi İngiltere’ye yerleş koçum. Ve bir daha da kıymetini bilmeyen Holywood gerzekleriyle işin olmasın. Asla bulaşma onlara’. Sadece Carrey için bile izlenmeli. Unutmadan, en iyi senaryo Oscar’ı var filmin. Kaçırmayalım, kaçıranlar için de bir miktar üzülelim
Guantanamo yolu (The Road of Guantanamo)
Michael Winterbottom’ın 56. Berlin Film Festivali’nde "Gümüş Ayı" ödülünü alan belgesel-kurmaca kırması filmi. 11 Eylül’den sonra Amerika ve İngiltere’nin dünyayı nasıl bir gailenin, kaosun, katastrofun içine attıklarına dair ibret verici bir yapım. Onca abuk subuk seyirlikten sonra, dünyada olup bitenler hakkında sahih kanaatler edinmek isteyenler için kirlenmiş zihinleri tedavi edici mahiyette bir kordela. İzleyelim, eşe dosta önerelim.
Dondurmam kaymak
‘Karpuz kabuğundan gemiler yapmak’ kıvamında, sıcak mı sıcak, samimi mi samimi, sahici mi sahici bir film. Bir nevi ailecek izlenecek şirinlik muskası. Salondan çıkınca elinize kamerayı alıp kendi ‘Dondurmam kaymak’ınızı çekmek arzunuzu bakalım yenebilecek misiniz?
Da Vinci Şifresi (The Da Vinci Code)
Dünyaya bambaşka bir zaviyeden bakabilmek için ciddi imkanlar sunan bir metne (aynı isimli romana) dayanıp da onun gerisinde kalmayı becermek az başarı değil doğrusu. Tom Hanks, Audrey Tatu, Ian Mckellen, Jean Reno gibi kozlarına ve dökülen kucaklar dolusu dolarlara karşın başarısız bir film. Buna rağmen, Dan Brown hayranlarıyla komplo teorisi tutkunlarının bigane kalamayacakları bir ‘üstün’ yapımla karşı karşıya olduğumuzu da itiraf ediyorum. Muhabbetlerde lafı medeniyetler çatışmasına getirmeyi ihmal etmeden tartışalım.

*Daha önce Hedef Sağlık dergisi ve http://www.tahinpekmez.org/ 'ta yayınlandı.

kırkambar - 7; İnanç ya da inançsızlık, yüzleşme *

Umberto Eco, Kardinal Martini, 1001 Kitap, Aralık 2005, 112 sayfa
Dünyanın en popüler düşünür ve akademisyenlerinden Umberto Eco ile Vatikan’ın, Katolikliğin zirvelerindeki bir din adamının, Kardinal Martini’nin acilen ve altı çizilerek okunası mektuplaşmaları. İnanç, inançsızlık, din, laiklik, bilim, evrim teorisi, aile, kürtaj, boşanma, eşcinsellik gibi önemli konu ve olgularda ufuk açıcı metinlere bigane kalamayacaklar için.

Uyanmışlar Tarikatı Jacques Attali, Truva Yayınları, Aralık 2005, 320 sayfa
12. asr. Egzotik mekanlar: Endülüs, Kurtuba, Fas. Fikir aleminin şahikaları, çok önemli simaları: İbn Rüşd, Musa Bin Meymun. 1149-1165 arasında izleri kaybedilen, ne yaptıkları meçhulümüz olan bu iki dahi muvaffak olsalardı dünyamız bugün bambaşka olabilirdi. Mesela, İbrahimi dinlerin müntesipleri romanda hikaye edilen dönemi takip eden 9 asr boyunca birbirilerinin boğazlarına çökmeyebilirlerdi. Yaşadıklarımızı ve yaşayabileceklerimizi daha manalı yorumlamak isteyenler için.
Dahiler ve Deliler Mehmet Niyazi, Ötüken Neşriyat, 2001, 303 sayfa
Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Sedat Umran, Mükrimin Halil Yinanç, Ali Saip Atademir, Erol Güngör, Zziya Nur Akın, Mehmet Genç gibi milliyetçi, muhafazakar, mütedeyyin kesimin fikri önderlerinin, kültürel-ideolojik uç beylerinin bir solukta okunan anekdotları. İnsanımızı, tercihlerini, umutlarını, hayal kırıklıklarını doğru okumak için okunması gereken bir metin.
Dünyanın En Ünlü Yahudisi Sör Moses Montefiore
Eugen Wolbe, Aksoy Yayıncılık, 2000, 128 sayfa
19 asra damgasını vurmuş bir abide şahsiyet. Her şeyini dişiyle tırnağıyla kazıyarak yapmış bir mucize adam. ‘Üzerinde güneş batmayan imparatorluk’un efsane siması Kraliçe Elizabeth’in takdirini kazanıp sir’lükle onurlandırılmıştır. Londra’nın ilk Musevi asıllı belediye başkanı ve dünyanın ilk sigorta şirketi Allianz’ın da kurucusudur. Hayatı boyunca zenginliğini hayır işlerine hasretmiş bir gönül adamı. Okuyalım, örnek alalım.
Fotoğraflarla 20. Yüzyılın Sosyal Tarihi Nick Yapp, Getty images, 10 kitap, Literatür Yayınları, 2005
Toplam 4000 sayfaya sığdırılmış bir 20. yüzyıl özeti, gerçek bir kültür hazinesi. İyi baskılı, tamamı resimli ve ‘vaktim yok, okuma alışkanlığımı yitirdim, gözlerim ağrıyor’ mazeretlerini de geçersiz kılıyor. Zira bu set azıcık yazılı. Yani, okumak için değil bakmak için. Sayfalarını çevirdiğinde iyi çekilmiş bir belgesel tadı alıyorsun. Üstelik de İdeefix’de 170 lira yerine 99 lira ve kredi kartına 12 aya varan taksitle satılıyor. Almayanı döverler vallahi!

Müzeler ihmale gelmez
Yakın zamana değin çok az müzeye giderdim. Sebebi benim tembelliğim ya da duyarsızlığım değil, devletin müze işletmeciliğinin kötü, hatta çok çok kötü olması idi. Ne zaman ki özel müzeler birbiri ardına kurulmaya başlandılar, ben de tam bir ‘müze kuşu’ oldum çıktım. Öyle ki, Koç’un, Sabancı’nın, Eczacıbaşı’nın ve Kıraçların tesis ettikleri özel müzeleri kaç kere gezdiğimi vallahi unuttum. Son zamanlarda basında yer alan bir haber beni bu bakımdan çok sevindirdi. Buna göre, hükümet, tasarrufundaki bütün müzelerin işletim hakkını özel girişimcilere devretmeye hazırlanıyormuş. Düşünsenize, Arkeoloji Müzesi, Topkapı Sarayı Müzesi, Resim ve Heykel Müzesi ve diğerleri işletmeciliğini alan ciddi özel kişi ve kurumlar tarafından şu andaki mevcut döküntü, itici, gecekondumsu, perişan ve pejmürde durumlarından kurtarılıyorlar ve dünya çapında müzeler halini alıyorlar! Ne keyifli, ne hoş bir dönüşüm değil mi? Evet, bu projenin bir an önce hayata geçirilmesini diliyor ve Kırkambar okurlarına ‘Pera Müzesini, Sadberk Hanım’ı, Sakıp Sabancı Müzesini ve İstanbul Modern Sanatlar Müzesini her fırsatta gezelim. İstanbul’da yaşamıyorsak bile buraya geldiğimizde mutlaka müzeleri de içine alan bir program yapalım. Hatta, Sakıp Sabancı’daki ‘Picasso Sergisi’ gibi, sıra dışı bir durumda kaynaklarımızı seferber edip sırf müzeleri ziyaret için İstanbul’a gelelim’ diyorum efendim.

Sinefil’in DVD kolleksiyonu
İflah olmaz bir film tutkunuysanız ya ufaktan ufaktan DVD koleksiyonuna başlamışsınızdır, ya da başlamak üzeresinizdir. Bu yola koyulanlar için, bundan önce de önerdiğim filmlerden bazılarına yine vurgu yapacağım. Bana göre, her film meraklısının elinde, evinde, arşivinde, lab-top’ında, hatta artık cebinde mutlaka olması gereken filmler şunlar: 1 - ‘Blade Runner (‘Bıçak Sırtı), Ridley Scott; 2 - ‘2001: a Space Odyssey (2001: Bir uzay Destanı),S.Kubrick; 3 - Sonsuzluk ve Bir Gün (Eternity and a day), Theo Angelopoulos; 4 - Matrix Üçlemesi(Matrix, Reloaded, Revolution),Wachowski Kardeşlerin); 5 – Amarcord, F. Fellini. Bu listeyi her yazımda zenginleştirmeye devam edeceğim.

Discography
Bitkilerin ve hayvanların dahi müzikten olumlu etkilendikleri deneylerle sabit. Hal böyle olunca bizlerin müziksiz yaşamasının neredeyse imkansız olduğu hükmüne varırsam umarım abarttığımı düşünmeyeceksiniz. O vakit, aynen film arşivi gibi bir şahsi müzik arşivimiz de olmalı, öyle değil mi? Zaman zaman böylesi bir arşiv için önerilerim olduğunu hatırlayacaksınız. Bundan önceki yazılarımda bir kısmını sizlerle paylaştığım, vazgeçemediğim için yine paylaşacağım bir arşiv için önerilerime devam ediyorum:
Birol Yayla ve Şenol Filiz’den ‘Bab-ı Esrar’, King Crimson’dan ‘İn The  Court of Crimson King’, Jean Michel Jarre’dan ‘Oxygen’, Ahmet Sinan Hatipoğlu’ndan ‘Musiki’, Chuck Mangione’den ‘Children of Sanchez’.
*Daha önce Hedef Sağlık dergisinde ve http://www.tahinpekmez.org/ 'ta yayınlandı.



Şanizade Ataullah Mehmet Efendi *

Yaşamının köşe taşları. Türk alimi, tabibi, tarihçisi. 1771’de İstanbul’da doğdu, 1826’da Tire’de vefat etti. Ailesi çok varlıklıydı, ailesinin Ortaköy’deki yalısında dünyaya geldi. Dedesinin mesleği olan tarakçılığa nispetle Şanizade lakabıyla anılır. Medine mollası Elhac Mehmet Sadık Efendinin oğludur. Hem asırlardır bu topraklarda yapılan klasik medrese eğitimini ve hem de bunlarla yetinmeyerek modern batı tarzı bir eğitimi alması formasyonunu tayin etmiştir. Eğitiminin daha ilk yıllarında pozitif bilimlere, özellikle de tıbba ve matematiğe karşı büyük ilgi duymaya başladı. Çok yönlü bir alim, gerçek bir hezarfen olan Mehmet Ataullah Efendiden Latince, İtalyanca, Fransızca ve bir miktar da Almanca dersleri aldı. Şanizade Osmanlının gerilemesine çare olarak gördüğü ‘Batılılaşma’ sürecinin prototip aydınıdır. ‘Klasikle, gelenekle olan bağlarını koparmadan moderne, yeniye açık olmak ve bu ikisini makul bir tarzda sentezlemek şeklindeki terkip Cumhuriyet kurulana değin olan süreçte Osmanlının reformist bütün Padişah ve devlet adamlarının izleyecekleri temel formül olagelmiştir. Bu terkipte yaşanan ilk kırılma cumhuriyet döneminde vaki olmuştur. Süleymaniye medresesinde tıp, Halıcıoğlu Mühendishane’sinde matematik, astronomi ve astroloji okudu. 1786’da rüus (diploma) alarak müderris oldu. Bir müddet Ordu kadısı olan babasının yanında çeşitli hizmetlerde bulundu. 1816’da Eyüp kadısı oldu. Yanı sıra, Şanizade’ye Çorlu Medresesi müderrisliği de verildi. Dönemin vakanüvisi olan Mütercim Ayıntablı Asım Efendi, sadece 2. Mahmut’un tahta çıkışından (28 Temmuz 1808) itibaren 4 aylık hadiseleri yazıp Padişah’a sunabilmişti. Asım efendi, takip eden 12 yılın olaylarını kaydetti. Ancak bu müsveddeleri, üzerinde biraz daha çalışarak Padişaha sunulabilecek metinler haline getiremediği için devlet ricalinde sıkıntılar baş gösterdi. Payitahtın ve Osmanlı Sülalesinin resmi tarihinin yazılmasının kesintiye uğradığı bu süreç Mütercim Asım Efendinin vefatıyla noktalandı. 30 Ocak 1819’da vakanüvisliğe atanan Şanizade’ye, yanı sıra sadrazamın denetiminde bulunan Evkaf Müfettişliği de verildi. Şanizade tarih yöntemi üzerine kaleme aldığı bir metni 2. Mahmut’a takdim etti. Yazacağı tarihte metodoloji hatası olmaması, tekrarlara düşülmemesi bakımından Sadrazamdan Asım Efendiden kalan 12 yıllık müsveddeleri istedi ve aldı. Ardından da, 1808 sonlarından 1821 yılına değin olan Osmanlı tarihini yazdı. Bu arada, 1821’de Mekke mevleviyetine atandı. Esasen döneminin en kıymetli hekimi olmasına karşın, Padişah üzerinde büyük tesiri olan devlet adamlarından Halet Efendi yüzünden, onun desteklediği Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi engelini aşarak, Hekimbaşılığa gelemedi. Hekimbaşılık için verdiği mücadele sırasında, bir nevi ‘evdeki bulgur’dan da oldu: Başta Halet Efendi olmak üzere, muarızlarının kulisleriyle 28 Eylül 1825’te vakanüvislikten alındı. Ataullah Efendi, vakanüvisliği sırasında Asım Efendiden kalan müsveddeler üzerindeki çalışmalarını ancak bitirebildiği için kendi dönemine dair vakayinameleri tamamlayıp Padişah’a sunamamıştı. 1822 – 1825 arasındaki olaylara dair tuttuğu notlarından oluşan müsveddelerini yerine vakanüvis olan Sahaflarşeyhizade Esad Efendiye devretti. Bir iddiaya göre aktif üyesi olduğu Beşiktaş İlim Cemiyeti İsmail Ferruh Efendi’nin kurduğu ilk mason locasının maskelenmesine hizmet eden bir paravan organizasyondur.  Bu husus, başta Halet Efendi olmak üzere çekemeyenlerine arayıp da bulamadıkları ‘nihai darbe’yi vurma imkanını verdi: Muarızlarına göre O, mezhepsizlik ve Bektaşiliği dinsizlik raddesinde yaşayan bir far-masondu. Bu temelde yapılan kulisler sonunda mason biraderleriyle birlikte sürgüne gönderildi. Bu bahis aşağıda detaylı olarak ele alınacaktır. Şanizade’nin sürgün mahalli arpalığı olan İzmir’in Tire kazasıydı(1826). Aynı yıl, aşağıda ayrıntıları verilen trajik bir hata yüzünden burada öldü.

Döneminin panoraması. İslam’ın ilm ve sanatta yaptığı büyük atılım döneminin (9-13.yy) ardından, Batı Rönesansla ‘ilerleme’ bayrağını devraldı. 14. yüzyılda İtalya`da başlayan Rönesans 15. ve 16. yüzyıllarda bütün Avrupa`ya yayıldı. Tıp gelişmenin en hızlı seyrettiği sahalardandı. Osmanlı`ya gelince, atalarımızın 17. asırda başlayan umumi zafiyeti tababet alanına da yansıdı. Tıp medreseleri muasır bilgilerinden kopmaya ve gerilemeye başladılar. Bu yüzden de telif eserlerin önü tıkanmıştı. Tercümeye gelince…Yabancı dil bilen hekimlerin yok mesabesinde oluşu, matbaanın Osmanlı`ya geç girişi ve kitap basmanın 1729`da başlamasından dolayı tıp kitaplarının tercüme edilemiyordu. Çok az sayıdaki Osmanlı hekim ve bilim adamlarının kendi çabaları ile dil öğrenmeleri, yenilikleri takip etmeleri ve kendi tecrübe ve bilgilerini de katarak kendi kitaplarını yazmaları da telif ve tercüme sürecinin devamını sağlayamamıştı. Tıp medreseleri eski parlak dönemlerinden çok uzaktılar. Bir kısmı ise kapanmıştı. Tıp eğitimi neredeyse çökmüştü. Osmanlı Mülkünde tıp sahasındaki çağdaş gelişmeleri azınlık hekimleri ve  Avrupa`dan gelen yabancı hekimler dışında bilen ve uygulayan neredeyse yoktu. Yeterli tabibin olmayışı sosyal sıkıntılara yol açıyor, ‘mütabbib (tabip olmayan sahte hekim)’ hekimler serbest hekimlik yaparak, hatta orduda dahi görev alarak bir çok insanın ölümüne sebep oluyorlardı. Bunların önlenmesi yönelik fermanlardan ise umulan sonuç elde edilemiyordu.Anlayacağınız, 19. yüzyıla gelindiğinde durum tıp eğitimi açısından berbattı. Başta İtalyanca ve Fransızca olmak üzere, tıp alanında tercih edilen yabancı dillerden en az birini bilen az sayıdaki Osmanlı hekimi çağı yakalamak için insan üstü bir gayretle debelenip duruyorlardı. Şanizade Mehmet Ataullah ve Mustafa Behçet Efendi (1774-1834) bunların en önemlileridir. Behçet Efendi de saygın bir alim olmasına karşın, birçok uzman Şanizade’nin ondan daha yetenekli olduğunu, bu yüzden de sarayın baş hekimliğini aslında Ataullah Efendi’nin hak etiğini belirtirler. Bu iki önemli alimin etrafında gelişen olayları, entrikaları doğru anlamlandırmak için onların dönemdaşı olan 3. Selim (1761-1808; saltanatı: 1789-1807), 4. Mustafa (1779-1808; saltanatı: 1807-1808) ve 2. Mahmut (1785-1839; saltanatı: 1808-1839) saltanatlarına kuş bakışı bakmak kafidir. Bahse konu çağ, Osmanlının her bakımdan çözüldüğüne, çürüdüğüne ve çöktüğüne işaret ediyordu. İşte, bu 2 yetenekli alim, tabip, Batı’da telif edilen ‘yeni tıb’bın Osmanlı tıp eğitimine girmesini savundular. Reformist III. Selim zamanında yeni tıp eğitimi veren, bir Tıphane açılması düşünülmüştü. Teşrih (anatomi) yasağından dolayı ulemadan çekinen III. Selim buna cesaret edememiş, öte yandan, Rumlara tıp fakültesi kurmaları için izin vermişti(1805). Dönemin hekimbaşısı 21 yaşındaki Behçet Efendi, uğrunda çok çalıştığı ‘yeni tıp’ eğitimi veren bir Tıphane kurulması için II. Mahmut’un hekimbaşlığını yaptığı 40’lı yaşlarına kadar  mücadele etmek zorunda kalmış, nihayet 1827’de, 43’ünde, bu amacına ulaşabilmiştir. 1826’da cereyan eden bir hadise hem Osmanlı İmparatorluğunun geleceğini tayin eden faktörlerin en önemlilerindendir; hem de Şanizade’nin hayatının finalini tayin etmiştir. Bu, tarihimize ’Vak’a-i Hayriye’ olarak mal olmuş olan Yeniçeri Ocağının yok edilmesidir. Yeniçerilik sadece askeri bir olgu değildi. Yeniçerilik, toplumun içine, gerek ekonomik bağlamda, gerek Bektaşilik üzerinden inanç düzeyinde ve gerekse de diğer sosyolojik vasatlarda çok derinlere değin nüfuz etmişti. Bu bakımdan, yeniçerilerin yok edilişlerinin sosyal etkileri çok önemli, çok ağır ve çok derin olmuştur. Yeniçeriliğin inanç kodlarının üzerinde yükseldiği Bektaşiliğe karşı alınan hasmane tutumlar, etkilerini Alevi-Bektaşi cemaatlerin günümüzdeki yaşantılarına kadar hissettirmesini bilmiştir. İşte bu bağlamda, tam da Bektaşililere karşı genel bir yok etme çizgisi izlendiği sırada, Ataullah Efendinin Bektaşilikle, mezhepsizlikle ve dinsizlikle suçlanması, tabir-i amiyane ile, O’nun ‘ipinin çekilmesi’ne vesile teşkil etmiş, İstanbul’dan sürülmesine neden olmuştur.

Şanizade’yi ‘bitiren’ tartışma. “Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi”, “Beşiktaş veya Ortaköy İlmî Cemiyeti”, “Beşiktaş Grubu”, “Beşiktaş Ulemâ Grubu” ve “Cemiyyet-i İlmiyye” olarak adlandırılan cemiyet, XIX. Yüzyılın ilk yarısında kurulmuş; daha çok, fen ve edebîyat konularında faaliyet göstermiştir. İ. Hakkı Uzunçarşılı, ‘ahlâkı güzelleştirme ve din ile felsefe arasında bir uzlaşma sağlamayı amaç edinme’leri bakımından İhvan-ı Safa’ya benzetir. Cemiyetin bazı üyeleri Londra’da büyükelçilik yapmış olan İsmail Ferruh Efendi (ö. 1840), vakanüvis tabip Şanizâde Atâullah Efendi, Melekpaşazâde Abdülkadir Bey (ö.1843) Kethüdâzâde Mehmed Ârif Efendi, Fehim Efendi (ö.1846), Mustafa Şâmil Efendi (ö.1840) ve Bektaşî Şeyhi Mahmud Babadır.Cemiyette fen derslerini Şanizâde, edebîyat derslerini Ferruh Efendi, felsefe derslerini haftada Kethüdâzâde Ârif Efendi, matematik derslerini Tevhid Efendi (ö. 1870) okutmaktaydı. Cemiyet, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına paralel olarak Bektaşîlere karşı yönelik yürütülen büyük operasyon sırasında ‘mezhepsizlik, Bektaşîlik ve dinsizlik’le suçlandı, üyeleri sürüldü. Cemiyetin maskeli bir Mason Locası, üyelerinin de gizli masonlar oldukları iddia edilse de bunu destekleyen sağlam kanıtlar ortaya konulamamıştır.

Ataullah Efendinin önemi. 19 asrın ilk yarısının en önemli hezarfenlerindendi. Tarihçiliği ve hekimliğiyle kendisinden sonraki alimlere yol göstermiş, model teşkil etmişti. Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca ve Latince bilen Şanizade döneminin en parlak alimlerindendi. 3. Selim, 4. Mustafa ve 2. Mahmut dönemlerinde , çoğunlukla Ortaköy’de İsmail Ferruh Efendinin yalısında toplanan ve bizim Royal Society’miz sayılabilecek olan Beşiktaş Cemiyet-i İlmisinin en aktif üyelerindendi. Tıp, biyoloji, cebir, geometri, astronomi ve astroloji Şanizade’nin üstadlık mertebesinde vakıf olduğu alanların arasındaydı. Başyapıtı olan Tarih-i Şanizade esasen 5 kitap olarak tasarlanmışsa da, 4 cilt olarak basılmıştır. Deniz ve kara coğrafyasına, sahra ve kale tahkimatına, deniz harplerine dair birçok eseri çevirdi. Özellikle Vesayaname-i Seferiyye bu alandaki çevirilerinin en önemlisidir. Büyük Friedrich’in subaylarına yazdığı bu kitap Yeniçerilerin yok edilmelerinden sonra girilen Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi sürecinde önemli rol oynamıştır. Çevirileri sırasında ilgili bilimin ıstılahlarını (terim) Türkçeye kazandırmakta çok titiz davrandı. Alim olmanın olmazsa olmazı olan hezarfenliğinin doğal bir parçası olarak sanatçı yönü fevkalade kuvvetli idi. Musiki, resim, hat Şanizade’nin olgun eserler verdiği sanat disiplinlerinin bazılarıydı. Şiirlerinde Ata mahlasını kullanan Ataullah Efendinin bir nüsha yazma Divançesi İstanbul Üniversitesi kütüphanesindedir. Tarih kitaplarından dolayı döneminin İbni Sina’sı, musiki sahasındaki faaliyetleri yüzünden zamanının Farabi’si olarak anılmıştır. Büyük alim Cevdet Paşa ise onu ‘ilk ilmi lügati yazan alim’ olarak tavsif etmiştir. Zarif, nazik, mütevazı kişiliğiyle Şanizade kötü niyetli muhterisler dışında herkesin sevdiği birisiydi. Resim yapmak, tambur çalmak, saat tamir etmek, 6 bilim dalında 18 eser vermek gibi vasıfları bu satırların yazarını Şanizade için hezarfen deyimini kullanmaya icbar etmektedir.

Tıp ve eczacılığa katkıları. Özellikle tıp alanındaki verimi gerçekten öncü çalışmalardan oluşuyordu. Şanizade tıp terimlerini ilk defa Türkçeye çevirmiş, ilk resimli anatomi kitabını basmıştı. Tarihsel kayıtlar bize Şanizade’nin Süleymaniye Tıp Medresesinde dönemin en önemli hekimlerinden Hekimbaşı Numan Naim Efendiden ders aldığını, dışarıdan gelen yabancı hekimlerle sık sık görüşerek mesleki bilgi alışverişinde bulunduğunu,  hem teorik ve hem de pratik tababet uygulamaları içinde olduğunu aktarmakta.
Özellikle de tıp terimleri alanında yaptığı çeviriler çok uzun süre bu disiplini tayin eden dinamiklerden oldu. Kaynaklar, tıp terimlerini ilk olarak O’nun tercüme ettiğine işaret ediyorlar.
Tababetle ilgili başyapıtı Hamse-i Şanizade’dir. Yaptığı çevirilere kendi tecrübelerini de ekleyerek yazdığı tercüme-telif nitelikli bu yapıta, İbn-i Sina’nın anıtsal eseri Kanun’a hürmeten, Kanun-i Şanizade de demiştir.  Basımı 3 yıl süren kitabın devlet ricaline hediye için olan lüks baskısının (anatomik resimler renklidir) yanı sıra, ‘avam’ için bir de ucuz edisyonu yapılmıştı. Haleflerine uzun süre rehber kitap mahiyetindeki eser 3 ana bölümden oluşur:
1-Mir’at-ül-Ebdan fi Teşrih-il-A’za-il-İnsan: İlk resimli anatomi kitabımız. Şanizade’nin Eyüp Kadılığı dönemine denk düşer. Bu yapıt, önsözünde de belirtildiği üzere, döneminin birçok muteber anatomi atlasından faydalanılarak oluşturulmuş bir derleme olmasına karşın yazarın kendi gözlem ve çalışmalarına da içermektedir. Kitap 56 anatomik çizimi havidir. Çizimlerin bir kısmı telif olup Erzurumlu Agop’a aittir. Türkçe ve Latince anatomi terimleriyle bezeli kitap anlaşılır bir Türkçe ile yazılmıştır. Ostolocya(kemik bilimi) ve Sarkolocya(kas bilimi) olmak üzere 2 kısımdır.
2-Usulü’t-Tabia: İlk fizyoloji kitabımız. Kitap ‘yemek, çiğnemek, içmek, sindirmek, üremek, nefes almak, kan dolaşımı, ter, his, uyku, görme’ fonksiyonlarını ve bunların hastalıklarını (sebep ve belirtileriyle) içerir. Önsözü ve başlıkları Arapça, metni anlaşılır bir Türkçedir.
3- Miyar-ül-Etibba: Avusturya İmparatoriçesi Marie Therese’in sertabibi, Avusturya Tıb Fakültesi Dekanı Baron Anton von Stoerck’in aslı Almanca olan Pratik Tıbbi Öğrenim yapıtının İtalyanca çevirisinden çevrilmiştir. Hastalıkların Türkçe karşılıkları verilmiş, belirtileri ve tedavi şekilleri aktarılmış, kullanılması gereken 319 drog kitabın arkasında listelenmiştir. Buradaki en ilginç husus, terkibinde şarap bulunan droglara da aynen yer verilmesidir.
Kavanin-i Cerrahin (Cerrahların Kanunları) kitabında bölüm bölüm cerrahi rahatsızlıklara yer vermiştir. Önce hastalıkların türleri, ardından nedenleri, belirtileri, ilaçları ve nihayet yapılması gereken cerrahi müdahaleleri içeren kitap cerrahlar için bir rehber mahiyetindedir.
Mizan-ül Edviye basit ve bileşik ilaçlar üzerine bilgiler veren Müfredat-ı Ecza-ı Tıbbiye (İlaçların İlkel Maddeleri) ve Mürekkebat-ı Ecza-ı Tıbbiye (İlaçların Bileşimleri) isimli 2 yapıttan mürekkeptir. Bu kitaplarda ilk kez yüksük otu(digitali)nun fizyolojik etkileri anlatılır. 1801’de Jenner’in çiçek aşısı üzerine yaptığı çalışmaları 3 yıl sonra çevirmiştir. 1811’de Jenner ve Mardini’nin bu çalışmalarını inekler üzerinde denediklerini öğrendiğinde, bunu Kağıthane’deki inek çiftliklerinde başarıyla tekrarlamış ve çiçek aşısı elde etmiştir. Burada bir aşı merkezi kurmak istemişse de, ihtiyacı olan desteği bulamamıştır. Sultan Abdülmecit’in çiçek olmasına müteakip bu destek kendiliğinden sağlanmış, İstanbul/Osmanlı bir aşı merkezine kavuşmuş, çiçek aşısı da zorunlu hale gelmiştir. 1812 yılında İstanbul’da baş gösteren veba salgını sırasında onca gayretine karşın karantina uygulamasında başarılı olamamıştır. İstanbul’da ilk modern karantina 20 yıl sonra uygulanmıştır.

Trajik son. Muarızlarının iftiralarıyla Tire’ye sürülen Şanizade, bir yandan yerinin doldurulmasının (dile kolay, tam 7 dil bilen bir Rönesans insanından bahsediyoruz) ne denli zor olduğunun yokluğuyla net bir biçimde anlaşılmasıyla, beri yandansa başta Padişah olmak üzere bazı etkili figürlerin alime yapılan isnatların temelsiz olduğuna kani olmaları yüzünden kısa zamanda affedildi. Af fermanını evine getiren görevlinin yaptığı trajedik hata gerçekten antolojik bir ahmaklık olarak tarihteki yerini almıştır. Gece geç vakit Şanizade’nin evine ulaşan görevli, ‘affına’ anlamına gelen ‘ıtlakına’ diyeceğine yanlışlıkla öldürülmesi manasındaki ‘ıtlafına’ deyiverince karşısındakinin idam fermanını taşıdığını zanneden Ataullah Efendinin yorgun zihni ve bedeni bu gerilimi kaldıramamış, Şanizade kalp krizinden vefat etmişti. Habercinin ikinci kez düzelterek yaptığı tebligat sırasında Şanizade ne yazık ki artık yaşamıyordu. Dehası ve çalışkanlığı yüzünden muasırlarınca çok kıskanılan ve sevilmeyen Şanizade, başarılarının bedelini iftiralara uğramakla, hak ettiği makamlara gelememekle, sürülmekle ve bütün bunların bünyesinde yol açtığı derin tesirler yüzünden, daha çok şeyler üretebileceği bir yaş olan 55’inde terk-i dünya ederek ödemiştir. Onun erken ölümünün yol açtığı süreç, bugün hala yaşadığımız kimi sıkıntıların da vasatını oluşturur.

‘İslam terakkiye mani midir?’ Bu soruyu asırlardır sorar dururuz. Şanizade’nin yaşadığı 18. asrın son ve 19. asrın ilk çeyrekleri, Osmanlının yaşadığı derin çöküş yüzünden bu sorunun sık sık gündem edildiği dönemlerdi. Hedef Sağlık’ın 26. sayısında yazdığım Gazali biyografisinde bu hususa değinmiş ve kendimce yanıtlamıştım. Hayır, İslam gelişmeye, ilme, akla mani değildir. İslam Aleminin yaşadığı olumsuzluklar, ‘sultanların, iyi niyetle dahi olsa, düşünce, hikmet, felsefe ve bilim üzerinde kurmaya çalıştıkları kontrol mekanizmaları ile onların etraflarını kuşatan çapsız, derinliksiz ‘düzmece/sahte alimler’in sebep oldukları fikri kuraklık, felsefi çoraklık idi. Fatih’in İstanbul’u fethine müteakip yürürlüğe koyduğu dünyanın, bilhassa da İslam Alemi’nin önde gelen alim ve filozofları için payitahtı cazibe merkezi kılma projesi yarım/akim kaldı. Bu projenin merkezi figürü olan  Ali Kuşçu’nun misyonunu tamamlayamadan 1474’deki terk-i dünya eylemesi bunda rol oynadı. Gerçi, Kuşçu daha uzun süreler yaşasa ve Fatih’in projesi realize olsa dahi 8. - 11 . asırlar arasında Arap kıtasında ve 9. – 14. asırlar arasında Endülüs’e yaşanan fikri canlılığı aşmanın, hatta tekrarlamanın dahi çok zor olduğunu öngörmek mümkündür. Zira, ne kadar iyi niyetli ve ne denli bilge olursa olsun, sultanın patronajında / kontrolünde özgür ve özgün felsefe ve ilim yapmak neredeyse imkansızdır. Fatih’ten sonra gelen sultanların çaplarını, kapasitelerini göz önünde bulundurursanız; buna bir de Kuşçu’dan sonraki dönemlerde ulemayı ‘temsil eden’ Cinci Hoca, Hatipzade, Halet Efendi gibi ‘sözde/sahte  alimler’in yıkıcı tesirlerini eklerseniz, İslami Düşünce, felsefe ve ilimin, özellikle Sünni toplumlarda gerilemesin nedenleri kolaylıkla anlaşılır.

Eserleri.
Hamse-i Şanizade (3 kitaptan oluşur: Mirat-ül-Ebdan fi Teşrih-il-A’za-il-İnsan, İstanbul, 1819 + Usulü’t-Tabia + Miyar-ül-Etibba (Doktorların Ölçüsü, İstanbul, 1819), Tarih-i Şanizade (esasen 5 kitaptan oluşması tasarlanmışken 4 cilt olarak basılmıştır, İstanbul, 1867 – 1875, birçok basımları mevcuttur, 1808 – 1821 arasındaki olayları kapsar); Kavanin-ül-Asakir-il-Cihadiye (Savaş Askerlerinin Kanunları, İstanbul, 1819); Tanzim-i Piyadegan ve Süvariyan (Piyade ve Süvarilerin Düzenlenmesi); Kavanin-i Cerrahin (Cerrahların Kanunları, Mısır, Bulak, 1828); Istılahat-ı-Etibba (Doktorların Terimleri); Müfredat-ı Ecza-ı Tıbbiye (İlaçların İlkel Maddeleri); Mürekkebat-ı Ecza-ı Tıbbiye (İlaçların Bileşimleri); Usul-i Hisap (Matematik); Usul-i Hendese (Geometri); Ta’rifat-ı Sevahil-i Derya (Deniz Kıyılarının Anlatımı); Kavanin-i Asakir-i Cihadiye (Savaş Askerlerinin Kanunları, İstanbul, 1815) ; Usulü’t-Tabia, Vesayaname-i Seferiye (ölümünden sonra, 1832)

(*)Ben aslında ‘ilm’in öncülerini yazıyorum. Benim nokta-ı nazarımdan, bilim ve ilm birbirlerinin yerine kullanılabilecek, birbirilerinin ikamesi olan kavramlar değildir. Bilim ve ilm farklı manalara nispet ederler ve bu fark da dereceye değil mahiyete dairdir. Bilim modern zamanların kavramıdır ve modern dünyada maddi karşılığını bulur. Bilim adamı (= bilimci?), sınırlı bir alana dair uzman olan teknisyendir, en fazla zanaatkardır. O, çocuk ya da kardiyoloji doktorudur, makro ya da mikro ekonomisttir, yol ya da baraj mühendisidir, peyzaj ya da iç mimarıdır, futbol ya da atletizm yorumcusudur,  muslukçu ya da elektrikçidir ilnh… Bu bakımdan, bilim adamı/insanı sadece alanının bilgisine vakıftır. Öte yandan, uzmanı olduğu alanın, sahibi olduğu ‘malumat’ın diğer alanların bilgisiyle, malumatıyla irtibatlarını kuramaz. Zira, diğer alanlara dair bilgisi ya yoktur ya da çok sınırlıdır. Descartes’çı ‘kartezyen düşünce’ ile kendisine felsefi bir varlık zemini bulan bilim adamının ilm adamına pratik sahada tam manasıyla galebe çalması 1. Dünya Savaşı sonrasına denk düşer. Bilim adamı bilgindir. İlm adamı (bilici?) ise döneminin mevcut bütün bilgisine, kapasitesi nispetinde vakıf kişidir, bilgin değil alimdir. Alim sanatkardır. Alim, modernizm öncesi dönemin hakim paradigması olan klasik anlayıştaki eğitimine üstatlarından, mürşitlerinden aldığı mantık dersiyle başlar. Bunu  retorik, gramer, matematik, müzik, fizik ile ilgili tedrisat izler. Fizik dediğimde bundan doğal bilimlerinin (fizik, kimya, tababet, astronomi vb.) tamamınnı anlaşılmasını murad ederim. Alimin eğitim süreci metafizik Alemle tanışmasıyla mahiyet değiştirir, taçlanır. Metafizik tedris eden alim/alim adayı artık döneminin maddi ve manevi bütün malumatına vakıftır. Bu durumda malumat artık kelimenin hakiki manasıyla ‘bilgi’ seviyesine ‘terfi etmiş’tir. Alim, sadece asrın bütün bilgisini, bütün muasır malumatı kucaklamakla kalmaz, o, aynı zamanda mürşitlerinden elde ettiği bakış açılarıyla,  ölene değin ‘talebe’ kalacağının da şuuruyla davranır. O, daimi suretle ‘Hakikat’ı taleb eder. O, ‘Hakikat’ talebesidir, ‘ferd-i hakir-i fakir-i taliban-ı Hakikat’tır. Öğretirken öğrenir, öğrenirken öğretir. Bilgini bekleyen en önemli handikap bilgiçliğe düşmek, malumatfuruş olmakken; Alim ise, bu bahiste ancak bir kısmına işaret edebildiğim keyfiyet yüzünden, asla bilgiç/malumatfuruş olamaz. Olabilecek ‘Adam’a da zaten ‘Alim’ denmez. Demek ki, ‘Bilen İnsan’ın bilgiçliğe tevessül etme potansiyeline haiz olanına bilgin, asla bilgiçlik taslayamayacak tıynette olanına ise alim diyoruz. Bilgin konjonktürün, çağının insanıdır, tek boyutludur, madde ve insan merkezlidir; Alim zamanla ve mekanla kayıtlı değildir, çok boyutludur, mana ve insanötesi merkezlidir. Bilgin tek fenlidir, dünya odaklıdır; Alim hezarfen (bin fenli)dir, rönesanas adamıdır, Alem merkezlidir. Bilgin (genellikle) soru sormaz, cevap yetiştirir; hiçbir şeye şaşmaz/şaşamaz, o katı bir erişkindir. Alim ise çocuk gibidir; daima hayret ve hayranlık makamındadır. Dedim ya, ben burada aslında ilmin tarihine dair debeleniyorum, bilmin değil. Benim işim Alim’le; her an bilgiçliğin, çok bilmişliğin, malumatfuruşluğun sığ sularına yuvarlanıverecek olan bilginle değil.

Kaynakça:
İslam Ansiklopedisi, ilgili maddeler, MEB
İslam Ansiklopedisi, ilgili maddeler, Türkiye Diyabet Vakfı
Türk Ansiklopedisi, ilgili maddeler, MEB
Türk ve dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, ilgili maddeler, Anadolu Yayıncılık
Meydan Larousse, ilgili maddeler, Meydan Neşriyat
Osmanlı Türklerinde İlim, Adnan Adıvar, Remzi Yayınları
www.edebiyatdergisi.hacettepe.edu.tr, İlk Türk Bilim Akademisi, Cahit Bilim www.firat.edu, Kethudazade Arif Efendi ve Felsefi Görüşleri, İsmail Erdoğan
Bu Mülkün Sultanları, Necdet Sakaoğlu, Oğlak Yayınları
Asklepios, sayı 1, GSK
Hedef Sağlık, sayı 26, Bilimin Öncüleri: İmam-ı Gazali, Z. Şencan, Hedef Alliance


* Daha önce Hedef Sağlık dergisinde ve http://www.tahinpekmez.org/ 'ta yayınlandı.




Paylaş

kırkambar - 6: Bir film nasıl okunur? *

James Monaco, çeviri: Ertan Yılmaz, Oğlak yayıncılık-bilimsel kitaplar-sinema
Kitap yazıldığı 1977’den beri sinema ve medya üzerine en temel kaynaklardan birisi olmaya devam etmekte. Yazar, en dinamik sanatı, sinemayı, çok farklı alanlardan hareketle inceliyor. Bir sanat, bir zanaat, bir duygu, bir bilim, bir gelenek, bir teknoloji olarak sinemanın etkileyici bir öyküsüne muhatap olmak isteyenlerin, sinema tutkunlarının, genel olarak da el attıkları hemen her konunun künhüne vakıf olmak isteyen münevverlerin ellerinden bırakamayacakları, başuçlarından ayıramayacakları bir baş yapıt. Mutlaka kitaplığınıza kazandırın diyorum.

Başkomser Nevzat Ahmet Ümit-İsmail Gülgeç, Doğan Yayınları, çizgi roman dizisi
Poliye yazınımızın usta temsilcisi Ahmet Ümit’in insanın ruhunu tırmalayan, içini ezen hikayesini İsmail Gülgeç resimlemiş. Pek de güzel yapmışlar bunu üstelik. Önerim, bu çizgi romanı alıp okumanız, sonra da kitaptaki hoş İstanbul resimleri için aklınıza estikçe kitaba müracaat etmeniz. İnanın bana, önerimi hayata geçirdiğinizde pişman olma olasılığınız çok zayıf.

Okumanın tarihi Alberto Manguel, çeviri: Füsun Elioğlu, Yapı Kredi Yayınları-edebiyat
Şu aralar, yine aynı yayınevinin yayınladığı ‘hayali yerler sözlüğü’ ile okura parmak ısırtan yazarın kitaplara, yazıya, yazmaya, okumaya, koleksiyona, öğrenmeye dair güzellemesine okuma dostlarının kolay kolay bigane kalamayacakları kanaatindeyim.16 yaşında J.L.Borges’e kitap okuyan yazar, okurluk macerasını 5 dilde okuyarak, yazarak, çevirerek, derleyerek sürdürmekte. Her kitaplığın süsü olmaya namzet bir inci ile karşı karşıyayız.

Baudolina Umberto Eco, çeviri: Şemsa Gezgin , Doğan Yayıncılık , dünya edebiyatı, roman
Gülün Adı ve Fucoult sarkacı ile edebiyat alanında kendisine geniş bir okur kitlesi edinen Eco’nun sondan bir önceki romanı. Kutsal Roma-Germen imparatoru Frederich Barbarossa’nın ve evlad-ı maneviyesi ‘atmasyoncu-uydurukçu Baudolino’nun sıra dışı hayatları etrafında 12. ve 13. asır Avrupa ve Asya’sının, özellikle de Haçlı Seferlerinin alternatif tarihi yazmayı denemiş üstat. Keskin tespitler, zekice oyunlar kitap boyunca hükmünü icra ederken biz okur taifesi de şu kabil mevzuların muhasebesini yapmaya icbar ediliyoruz: ‘kurgu ne, gerçek ne?’, ‘tamamen hayal mahsulümüz olan bir şeyin gerçek hayatta maddi karşılığının oluşmasına katkısı var mıdır?’, ‘kutsal şeylerin kutsallığının kaynağı bizim ötemizdeki aşkın bir varlıktan mı sadır olur, yoksa bu kutsallık bize içkin midir?’. Bu, her biri doktora tezi olabilecek sorunsalları dert edinen okur için Eco tam bir entelektüel lider fonksiyonu ifa etmekte. Alın, kolayca okuyacak, derin derin de düşüneceksiniz.

Fiziksel realite meselesine giriş Ahmet yüksel Özemre, Açılım kitap
Çernobil gündem olduğunda, Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim merkezindeki sorumluluklarından dolayı ismi olumsuz sıfatlarla nitelenen yazarın en son ve en yoğun eserlerinden birisi. Özemre hoca Türkiye’nin ilk atom mühendisidir. İlmi ve yönetsel olarak pek çok önemli pozisyonda bulunan yazarın sosyal, pozitif ve dini konularda 350’den fazla makalesi, bir kısmı ders kitabı olmak üzere 40’a yakın telif ve 15 kadar da tercüme kitabı var. Bu son derece de üretken, velud hocanın hatıralarıyla oluşmuş olan ‘akademik yıllarım’ ve ‘portreler, hatıralar’ tarzı eserleri ‘bilim dünyasının magazinini yapmakta, bu bakımdan da çok canlı ve tartışmalı bir atmosfer oluşturmaktadırlar. Özemre’nin algıladımız fiziksel realiteyi sorgulayan söz konusu kitabı şimdiden kült filmler haline gelen ve küresel ölçekte heyecan yaratan Matrix üçlemesindeki temayı derinlemesine sorgulamakta: ‘olduğunu sandığımız şeyler aslında olduklarını sandığımız şekilde olmamış olabilirler mi?’. Bu ve buna benzer ‘ağır’, ‘baba’, ‘derin’ sorulara-sorunsallara dair ‘derdi’ olanlar için edinilmesinde ve acilen okumasında sayısız fayda olan bir kitapla karşı karşıyayız anlayacağınız.

Kitap müzayedesine gidiyoruz ** Son zamanlarda Simurg Sahaf’ın, Antikahane’nin ve Alif Art Antikacılık’ın yaptığı kitap müzayedeleri, satışa sundukları nadir bulunan, hatta bir kısmı sanat eseri niteliğindeki kitaplarla, bir taraftan bu piyasanın olağanüstü hareketlenmesine neden olurken, öte yandan da kitap kurtlarının (bibliophile) yüreklerinin bunlara sahip olmak hırsı ve aşkı ile tutuşmasına  yol açtılar. Birçoğu az bulunan, nadir, antika mahiyeti arz eden kitap, harita ve belgeler oldukça yüksek fiyatlarla yeni sahiplerinin oldular. Bundan sonraki ilk müzayedeler 17 Aralık 2005’de Simurg Sahaf ve 21 Ocak 2006’da Antikahane tarafından düzenlenecek. Kontak için http://www.simurg.com.tr/, http://www.alifart.com/  ve Antikahane tel: 0 216 449 18 29- 449 18 30.
* Daha önce Hedef Sağlık dergisinde ve www.tahinpekmez.org 'ta yayınlandı.
** 2 yıla mütecaviz bir zaman önce yazılan bu yazı, tahmin edilebileceği üzere, müzayede ile ilgili kısmı bakımından aktüalitesini yitirmiştir.


kırkambar - 5: ‘Büyük Fizikçiler, Galileo’dan Hawking’e Büyük Hayatlar’ *

William H. Cropper, Oğlak Bilimsel Kitaplar. Bir miktar mürekkep yalayıp da bu kitaba yabancı kalabilecek insan zor bulunur kanımca.
Bakar mısınız arka kapak yazısına: 'Bu kitap bilime adanmış hayatları, daha kesin bir deyişle 'fizik panteonunun otuzları'nın hayatlarını anlatan bir hikâyedir. Adlardan bazıları (Newton, Einstein, Curie, Heisenberg, Bohr) bildik olmakla birlikte, bazıları (Clausius, Gibbs, Meitner, Dirac, Chandrasekhar) tanıdık gelmeyebilir. Ama en azından işledikleri konular kadar hayranlık uyandırıcı ve olağanüstü insanlardı hepsi, ki hâlâ da öyleler. Bu kitaptaki kısa biyografiler hem insanların hem de fiziğin hikâyesini anlatıyor. Derim ki muhterem okurum, bu kitabı alacağız, okuyacağız ve dahi okutacağız.
Ludwig Wittgenstein, Zettel, Nisan Yayınları. Wittgenstein’ın kitaplarının Türkçe çevirileri ne yazık ki çok az, sadece 2-3 tane. Bunların tamamının kütüphanemizde bulunması neredeyse zorunlu. Hatta, çantamızda bunlardan birisini, tercihen de ‘Tractatus Logico Philosophicus’u sürekli olarak taşıyalım. Metni anlamasak bile önsözünü ve sonundaki notları okuyalım. En azından havamız olur, karizma yaparız. Ne demek istediğimin anlaşılması için işte Zettel’en kısacık bir alıntı:
"...Güçlük -Diyebilirim ki- çözümü bulmakta değil, sanki çözüme hazırlıkmış gibi görünen bir şeyi çözüm olarak tanımaktır. Her şeyi zaten söyledik. Çözüm bundan çıkacak bir şey değil. Hayır, çözüm bunun ta kendisi."
İntiharlar Sözlüğü, Eric Volant, Sel Yayınları. Sevimsiz bir konu intihar.  Ancak hayatın önemli bir realitesi. Bu konuda yazılmış en ilginç, en kapsayıcı, en aydınlatıcı kitaplardan birisi bu. İntihar olgusunu sosyolojik, psikolojik, ilahiyat, siyaset bilimi, ahlak, sanat başta olmak üzere birçok disiplin açısından ele alan kitap başucunuzda bulunsun derim.
Çizim: Mimarlıkta ve sanatta yaratıcı bir süreç, Francis D. K. Ching, YEM Yayınları. Resim yapanlar, resim biriktirenler, mimariye ilgi duyanlar, görsel malzemenin estetik ve işlevine dikkat edenler…Evet, sizlerin yabancı kalamayacağınız bir kitap bu. Çizmeyi, bir düşünce ve iletişim aracı olarak kullanmak isteyen herkese benzersiz bir rehber sunuyor kitap. Alalım, okuyalım, çizelim, güzelleşelim arkadaşlar.
Yahudilik Ansiklopedisi, Yusuf Besalel, Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş. Arap-İsrail anlaşmazlığı hala çözülemediği gibi, üstüne üstlük 11 Eylül 2001 sürecini de besledi. Günümüzde dünyanın yaşadığı küresel terör sürecinin arka planında büyük ölçüde Orta Doğudan kaynaklanan kültürel-ideolojik-dini-sosyolojik olgular yatmakta. Bu çerçevede, özellikle de Soğuk Savaş’ın bitiği 1991’den bu yana dünyamızda ne olup bittiğini anlamak isteyenlere, Musevi Cemaati'nin içinden birisinin yazdığı ve bahse konu topluluğun tarihine, dinine ve geleneklerine dair her şeyi kapsayan bu 3 ciltlik otantik çalışmayı hararetle öneriyorum.

İzle, arşivini yap, muhabbetlerine mevzu et
Günah Şehri (Sin City) Yönetmen:
Robert Rodriguez-Frank Miller-Quentin Tarantino
Oyuncular:
Bruce Willis , Mickey Rourke, Jessica Alba...
Tür: Aksiyon-Suç-Gerilim
Amerika’nın 1 asırdan fazla bir zamandır yaptıklarının; 1929 büyük depresyonunun, Hiroşima’nın, Vietnam’ın, Afganistan’ın, Irak’ın, Ebu Garib’in, Guantanamo’nun, Las Vegas’ın, Bush’un, Bill Gates’in, robot askerlerin, dünyanın en zengin ülkesinde açlıktan ölenlerin, neredeyse her 100 kişiden birisinin hapiste oluşunun nedenlerini daha iyi anlamak için seyret bu filmi. Quentin Tarantino’nun hususi katkılarını esirgemediği, Robert Rodriguez ve Frank Miller’in birlikte yönettiği film Frank Miller’in efsanevi çizgi romanının uyarlaması. 
Mickey Rourke, Clive Owen, Bruce Willis gibi Holywood’un ağır toplarının yer aldığı film görsel bir şölen ve bir sadistlik ve sapıklık abidesi. İbret için gidile ve seyredile diyorum.
Çarpışma(Crash) Yönetmen:
Paul Haggis
Oyuncular:
Sandra Bullock , Don Cheadle, Matt Dillon.
Tür: Dram-Suç
Bir durun ve şu karakterler galerisine bir bakın lütfen: Tamamı Los Angeles’de yaşan Brentwood’lu bir ev kadını, savcı kocası. İranlı bir dükkan sahibi. Aynı zamanda sevgili olan iki polis memuru. Zenci bir televizyon yöneticisi ve karısı. Meksikalı bir anahtarcı. İki araba hırsızı. Acemi bir polis. Koreli orta yaşlı bir çift.  Film, 36 saatlik bir süreçte bu karakterlerin çatışması üzerine kurgulanmış.
Yönetmenin otobiyografik skeçlerden oluşturduğu senaryo özellikle 11 Eylülün ardından farklı etnisite, din ve kültürden insanların yaşadıkları güvensizlik, anlayışsızlık ve yobazlıklara eleştirel bir nazarla yaklaşmakta.  ‘Küresel Şerif’in korkularını, zaaflarını, ‘ev içi’ ruh halini anlamak için önemli ipuçları ve kod çözümleri sunan filmi hiçbir şey için olmazsa sosyolojik bir vakıa olarak izleyebilirsiniz. Ve tabii yine bir miktar ibret için.
Fedakar Kız (Samaritan Girl) Yönetmen:
Kim Ki-Duk
Oyuncular:
Ji-min Kwak, Min-jeong Seo, Eol Lee
Tür: Dram
Güney Kore'li usta "Boş Ev" ve "Fedakar Kız"la yeniden karşımızda. Güney Doğu Asya’daki kız çocuklarla seks yapma sapıklığının geldiği seviyeyi ele veren bir ibret belgesi bu film. Özellikle kız çocuk büyütenlerin mutlak suretle izlemeleri gereken çok sarsıcı bir film Fedakar Kız. Bu arada yeri gelmişken, bahse konu coğrafyaya seks turizmi için giden ve çocuğu, hatta torunu yaşındaki ‘seks köleleri’yle ‘beraber olan’ları Allah’a havale ettiğimi de ekleyeyim. Beylik bir lafla bitiriyorum: sarsıcı, hatta yer yer yıkıcı sekanslar barındıran bir seyirlik. Kaçırma, izle, arşivle.
 "Gözlerimi de Al" (Take My Eyes) Yönetmen:
Iciar Bollain
Oyuncular:
Laia Marull, Luis Tosar, Candela Pena
Tür: Dram-Aile-Romantik
Tam bir ödül canavarı ile karşı karşıyayız: 22 festivalde alınmış 48 ödül. İspanyol sinemasının son yıllardaki atağının genç neferlerinden Iciar Bollain’in üçüncü uzun metrajlı filmi. Aile içi şiddet İspanya’da bize kıyasla daha büyük sorun değil bildiğim kadarıyla. Hal böyleyken, bu sorunu büyük konuşmadan, slogan atmadan, felsefe paralamadan çok duyarlıca işleyen bu filmi neden bizim sinemamız yapamadı diye sorası geliyor insanın. Eşine, karısına, çocuğuna, sevgilisine, partnerine, arkadaşına şiddet uygulayan herkesin, bir lokmacık vicdan, azıcık utanmak ve mebzul miktarda sıkılmak adına ‘bir daha asla şiddet uygulamayacağım’ yeminini etmesine vesile olabilecek bu filmi izlemeleri gerek.  Özellikle de ‘sert’, ‘asabi’, ‘yüksek testosteron’ sahibi maço karakterli okurlarım kaçırmasınlar derim.
Üç Sıra dışı(Three...Extremes) Yönetmen:
Fruit Chan/Park Chan-Wook/Miike Takashi
Oyuncular:
Byung-hun Lee, Hye-jeong Kang, Jung-ah Yum
Tür: Komedi / Korku
Takashi Miike, Park Chan-Wook ve Fruit Chan gibi Uzak Doğunun üç sıra dışı yönetmenin bu korku mu komedi mi kestirilemeyen, (yoksa her ikisine birden de mi dahil etmemiz gerekiyor?) filmi benim gibi yöre sinemasının tutkunlarının izlemeleri, mümkünse arşivlemeleri şart kanaatindeyim. Bu kadar diyor, uzatmıyorum. Zira biliyorum ki erbabı mesajı aldı.

* Daha önce Hedef Sağlık dergisi ve http://www.tahinpekmez.org/ 'ta yayınlandı.

Gazali mes'elesine bir zorunlu ilave

Niçin Gazali? Niçin ‘şimdi’?(*)
Günümüzde, yaşadığımız coğrafyada, İslam Aleminin en önemli mütefekkir, mütekellim (kelamcı), feylesof, mutasavvıf ve ilahiyatçılarından Gazali hakkında tam bir cehalet, ön yargı ve kötü niyet iklimi hüküm sürmektedir. Her vesile ile, nüfusunun kahir ekseriyetinin Müslüman olduğuna vurgu yapılan Türkiye’de, bırakınız ortalama insanımızı, aydın diye tavsif edilenler dahi, İslam dinini (özellikle Sünni nokta-i nazardan bakıldığında) büyük bir buhrana (belki de muharref (tahrif edilmiş) hale ) düşmekten kurtaran bu çok önemli sima konusunda, hakikatle mutabık olmayan bir kanaatler ve tasavvurlar silsilesine sahip olduklarına işaret eden beyan ve tavırlar sergilemektedirler. Bunlar, kelimenin gerçek manası ile dehşetli derecede seviyesizdir, yanlıştır, cahilanedir, kötü niyetlidir. Konuşanların kısm-ı azamisi piyasada tedavül edilen yanlışları, önyargıları, klişeleri ve dahi zırvaları tekrarlamaktan başka bir şey yapmazlar. Hiç kuşku yok ki, çalışmamın nihayetinde paylaştığım kaynakçayı herkesin tetkikini beklemiyorum. Ancak şunu bekliyorum doğrusu: Herkesin evinde, bira ara gazetelerin kupon karşılığı bol bol dağıttığı ansiklopedilerden yok mudur Allah aşkına? Söyleyin lütfen, her evde, neredeyse istisnasız her evde, yukarıda zikrettiğim manada temellük edilmiş, bir Meydan Larousse, ya da Ana Britannica seti bulunmuyor mu? Öyleyse, hiç olmazsa taife-i münevveranın mezkur kaynaklardan Gazali hakkında şöyle 1-2 saifecik de olsa kıraat etmelerini beklememiz çıtayı çok mu yükseğe çekmek sayılmalıdır? Değilse  niye okumazlar? Hiç olmazsa, vazgeçtim Gazali’nin felsefisine derinlemesine vakıf olmalarından, muhabbetlerde saçmalamalarına mani olacak ansiklopedik malumata erişmelerine mani olan nedir: Tembellik? Zihni melekelerinin dumura uğraması? Kötü niyet? Tevhid / İslam karşıtlığı? Batılın ajanı olmak? Allah bilir!

Neyse ne!
Evet, işte Gazzali hakkında çokça söylenen, bir nevi efsaneleşmiş zırvaların hülasası: ‘İslam Aleminin Batı Alemi karşısındaki gerilemesinin, aklın ve tenkitçi düşüncenin iptal edilmesinin, felsefe ve bilimin terk edilmesinin baş müsebbibi O’dur. 2006’nın dünyasında İslam Alemi’nde yaşanan sıkıntıların kahir ekseriyeti O’nun tercihleri, teorileri, teklifleri yüzündendir.’ Bunlar külliyen yalandır, yanlıştır. Bu yazı bu büyük yalana karşı oluşturulmuş ummanda, o büyük literatürde bir katre mesabesinde olan mütevazının mütevazısı bir gayret olarak ele alınmalıdır.

Niçin ‘şimdi’ Gazali? Sorusuna gelince…Ortadoğu’da yaşananlar dünyayı nükleer bir çılgınlığın eşiğine taşıma potansiyeline sahip. Yaşadıklarımız, birçok ekonomik/politik/ideolojik/kültürel/sosyal argümanın yanı sıra, bir yanıyla da her biri Hz. İbrahim’den neşet eden 3 semavi dinin tarihsel birikimlerinin ve birbirleriyle olan girift münasebet ve mücadelelerinin patronajında/vesayetinde cereyan etmekteler. Gazali’yi layığıyla tanır, onun görüşlerini hıfzedersek, etrafımızda olup bitenleri daha sağlıklı değerlendirir; gerektiğinde de doğru zeminlerde müdahil olabiliriz inancındayım. Gazali’nin sistematiği ve öğretisinin mahiyeti, özellikle de Ortadoğu’da ‘sahneye konulan’ ve giderek de yayılma istidadı, potansiyeli taşıyan bir büyük tehlikeden, Sünni – Şii savaşının kapanından kurtulmak noktasında, verimli çözüm potansiyelleri sunmakta.
İşte bunun için Gazali ve ‘şimdi Gazali’.

(*) Gazali çalışmam, burada sizlerle paylaştığım diğer birçok çalışmam gibi bir sektör dergisi için yapılmıştı. Buraya aldığım pasajlar ise, mezkur yazının ilk versiyonunun giriş kısmı olup; sert üslubu ve yazının bütününe kıyasla nispeten daha radikal bir mahiyette oluşları yüzünden okuruyla buluşamamıştı. tahinpekmez camiasından  bu satırları saklamayı doğru bulmadım doğrusu.
hamiş: Yukarıdaki yazı Hedef Sağlık dergisinde çıkan Gazali çalışmamın yayınlanmayan kısmı olup ilk defa http://www.tahinpekmez.org/ 'ta yayınlanmıştır.