siyasal İslam'dan muhafazakar demokratlığa *


Modern siyasal İslam Erbakan’la başlar. Türkiye’de modern siyasal İslam Erbakan’la başlar. Sosyolojik olarak Türkiye büyük sermayesine (TÜSİAD) karşı Anadolu sermayesinin (Anadolu Kaplanları, MÜSİAD) siyasal temsilcisi olmak iddiasıyla ortaya çıkan Erbakan, doğrusu uzunca bir sure küresel sistem ve onun Türkiye’deki ayağı tarafından çok da ciddiye alınmamıştır. Erbakan’ın AB, ABD, NATO karşıtı siyasetlerinin 1996 sonuna kadar sadece retorik seviyesinde kalması, bahse konu siyasal akım tarafından bu söylemin oplumsal karşılığının, somut pratiklerinin yeterince inşaa edilememesi Türkiye müesses nizamını (Turkish establishment), 'Hoca'yı her değerlendirmesi gerektiğinde, görünürde 'sözde endişeli' bir edaya, kapılar arkasında ise 'bıyıkaltından gülme' moduna icbar etmiştir. Erbakan Gelişmekte olan Sekizler (D8)’in kurulmasına önderlik ederek İslam Dinarı, İslam NATO’su, İslam Ortak Pazarı için somut adım attığında ise manzara değişivermiştir.

28 şubat 1997 Türkiye siyasal İslamının mecrasında çok ciddi bir kırılmadır. Kapitalist sistemin, arka arkaya girdiği krizlere çözüm olarak dünyaya dayattığı küreselleşme projesine zarar verebilecek bu yaklaşım yüzünden Erbakan 28 Şubat operasyonu ile iktidardan uzaklaştırılmıştır. Böylece Erbakan, siyaset hayatında 3. partisinin kapandığı bir merhaleye gelmiştir. Bu durum, başını Erdoğan ve Gül’ün çektiği ve kendilerine ‘Yenilikçi’ diyen kanadın küresel sistemle barışmadan iktidar olamayacaklarına kanaat getirmelerine ve milli görüşten ve bunun siyasal ifadesi olan Erbakan’ın ekibinden ayrılmalarına yol açmıştır. Daha sonra AKP’yi oluşturacak olan bu oluşum bir iddiaya göre daha milli görüşçü iken küresel efendiler tarafından ‘devşirilmişlerdir’.  Bir başka ifadeyle AKP 90’lı yılların ortasından itibaren ABD tarafından dizayn edilen bir siyasi harekettir. Ben, işin daha ziyade komplo teorileriyle ilintirilendirilen bu kısmını bırakıyor ve Erdoğan ve AKP’nin geçirdiği zihni transformasyona birlikte bakmamızı teklif ediyorum.

Siyasal İslamdan merkez sağa seyreden AKP. Kurulduktan 1 yıl sonra iktidar olan AKP, silahlı ve silahsız bürokrasiyi geriletmek için AB (ve ABD)yi arkasına almaya çalışmış, bunda da büyük ölçüde başarılı olmuştur. AKP bunu 2003 – 2005 döneminde uygulamaya soktuğu reform paketlerinin stümüle ettiği o çok güçlü AB rüzgarıyla becermiştir. 2006 2008 döneminde, Türkiye kurulu düzeninin sahipleri AKP’nin adım adım inşa ettiği yeni bir düzenle yaşamaya alışmak zorundaydılar. 2008’de genişleyen Ergenekon soruşturması, Türk gladiosunun ABD tarafından gözden çıkarılmış kanadının tasfiye edilmesiyle duruşma aşamasına geldi. Ergenekon süreci aşağıda bağımsız bir başlık altında değerlendirilecektir. Burada şu kadarını söylemeden geçemeyeceğim: Ortak paydaları AKP, ABD ve AB karşıtlığı olan ulusalcı, Avrasyacı çevreler, gerçeklerin aşırı zorlanması ve çoğunlukla da tepe taklak ettirilmesiyle iyice siyasileştirilen Ergenekon’a dahil edilmişler, bu suretle de ülkedeki muhalefet potansiyeli zayıflatılmıştır.

Bu toprakların 300 yıllık güç, servet ve iktidar topoğrafyası değişiyor. 7 Ocak 2009’da yapılan 10. dalga tutuklamalarıyla birlikte yeni bir faza giren Ergenekon süreci bize şu tespiti yaptırmaktadır: Ülkemizdeki siyasal dengeler büyük ölçüde altüst olmuştur. Şimdi biraz geriye gidip bugüne nasıl geldiğimize kuşbakışı bakalım. 2007 seçimini, asker-sivil bürokrasi, muhalefet, İstanbul Dükalığı (TÜSİAD) ve bunlarla organik eklemlenme içindeki medya ve aydınların fahiş hataları yüzünden çok kolay bir şekilde zafere tahvil eden AKP’nin yaşadığı son ciddi sıkıntı kapatma davasıydı. Adli bürokrasinin iyi tasarlanmadan sahneye koyduğu bir hamlesi olarak tavsif edilebilecek bu dava, yeterince sosyal destek devşiremediğinden akim kaldı. Bunda, birçok dinamiğin yanı sıra, küresel iktisadi krizin giderek daha çok hissedilen etkileri ve Kürt sorunundaki olası vahim devam yolları tayin edici faktörlerdi. ‘Adli darbe’ teşebbüsünün başarısız olmasındaki diğer önemli nedenlerine gelince, hiç şüphesiz bunlar AKP ve Erdoğan’ın içerde silahlı bürokrasi ile, dışarıda ise Washington-Londra-Brüksel ekseniyle tesise muvaffak olduğu uzlaşmalardır. Böylece, sayılı günlerin kaldığı 2009 yerel seçimi öncesinde AKP; sermaye, medya, akademya ve yargıdaki operasyonlarına hız verdi. Polis ve adli bürokrasi zaten epeydir büyük ölçüde politize olmuş, neredeyse malum cemaatin ve iktidarın ‘özel kuvvetler’i gibi çalışmaya başlamıştı.

İstanbul Dükalığı (TÜSİAD) partiyi kaybediyor mu? 2007’ye kadar kendisini ‘ülkenin sahibi’ addeden İstanbul Dükalığı, bu gelişmelerle birlikte büyük ölçüde kan kaybeder olmuştu. Refah Partisinin 1994’deki büyük yerel seçim başarısıyla belediyelerin ihaleler pastasından giderek daha çok pay almaya başlayan muhafazakar sermaye, 2. kez kazanılan merkezi iktidarın kendilerine sağladı imkanlarla ciddi manada sermaye, ilişki, know-how, yetişmiş insan gücü stoğu sahibi oldu. Mezkur sermaye grubu, elde ettiği imkanların desteğiyle, sadece Türkiye’de değil, başta Orta Doğu, Afrika, Orta Asya, Balkanlar, Kafkaslar olmak üzere nerdeyse yerkürenin her yerinde ‘bayrak gösterir’ hale gelmişti. Basında da benzer bir manzara oluşuyordu. İstanbul Dükalığı ilk kez karşısında bu denli güçlü bir (iliştirilmiş, embeded, yandaş, organik, eklemlenmiş) aydın ve medya kuvveti buluyordu. Erdoğan kendisine yakın işadamlarının medyadaki varlığını destekliyor, kolaylaştırıyordu. Bu alandaki operasyonların en kayda değeri sabah-atv iktisadi bütünlüğünün ‘bizim Çalık’a verilmesi olmuştu. Aslında iktidarların kendilerine tabi bir sermaye ve basın oluşturma gayretleri bu topraklarda 1908’de beri yaşanan vakıalardı. Öte yandan AKP ve Erdoğan’ın bu gelenekten farkı çok daha planlı, ‘akıllı’ ve cüretkar olarak davranmalarıydı.

Fabrikalar, tarlalar, siyasal iktidar, her şey bizim olacak! 12 Eylül öncesinde Türkiye sol haritasındaki renklerden birisi de Emeğin Birliği idi. Bu yeterince yığınlarla buluşamayan siyasetin, politik arenadaki gücüyle hiç de uyumlu olmayan iddialı bir sloganları vardı: ‘fabrikalar, tarlalar, siyasi iktidar, her şey emeğin olacak!’. AKP’nin son yıllardaki pratiğine baktığımda bu sloganının bir versiyonunun Erdoğan ve kurmaylarına çok yakışacağını görüyorum: fabrikalar, tarlalar, siyasal iktidar, her şey bizim olacak! Aslında Erdoğan ve arkadaşları bu sloganın ifade ettiklerinden çok daha fazlasına talipler. Onlar sanırım şöyle yemin ediyorlardır bazı mahfillerde: ‘Allahım, bize bu ülkenin, yok yok ülke yetmez bölgemizin, yok yok, o dahi yetmez, bütün dünyanın fabrikalarını, tarlalarını, ormanlarını, madenlerini, minerallerini, petrolünü, doğal gazını, suyunu, havasını, tersanelerini, oto yollarını, demir yollarını, uçak filolarını, gemilerini, medya organlarını, internetini, üniversitelerini, araştırma enstitülerini, bürokratik aygıtlarını, yerel yönetimlerini, merkezi yönetimlerini, ordularını, ticaret imkanlarını, ibadethanelerini, din adamlarını, aydınlarını, sivil toplum kuruluşlarını ve insanlık aleminin bütün fertlerinin bilinç ve algı dünyalarını nasip eyle ne olursun, amiiinnn!’. Şaka gibi mi geldi, aslında hiç de şaka değil.

‘Büyük Birader’i çok seviyorum’ ya da ‘Çankaya muhtarından köşke uzanan anlaşmış bir ekip’ özleminin tercümesi. 2007 temmuzu, seçimlerden hemen  önce Egemen Bağış’ı cnbc-e’de konuk ediyorlar, ben de izliyorum. AKP’nin en önemli simalarından Bağış mealen şöyle diyor: ‘Cumhurbaşkanı bizi çok engelliyor. Çankaya’ya iktidarla uyumlu birisinin çıkması çok önemli. Muhtarlardan belediyelere, hükümetten köşke birbiriyle uyumlu kişilerin vatandaşa nasıl daha fazla hizmet edeceğini bir düşünsenize’. Evet, Erdoğan’ın uluslar arası ilişkilerdeki en önemli kurmaylarından Bağış, her kademedeki yöneticilerin tamamının AKP’li olmalarının olumlu yanlarına işaret ederken, acaba kafasındaki (yoksa Erdoğan’ın kafasındaki mi demeliydim) ülke yönetim şemasının neyi ima ettiğinin farkında mıydı? Bu model İsmet Paşanın tek partisine çok güzel uyar. Hiç kuşku yok ki, Bağış’ın modeli SSCB’nin aslında devletin bizatihi kendisi demek olan Bolşevik parti örgütlenmesine de, Hitlerin nasyonal sosyalist devlet aygıtına da tıpatıp uymaktadır. Peki ama, AKP ve Erdoğan AB derken, gelişmiş ve ileri demokrasi derken böylesi bir totaliter tek partici modeli mi koyuyorlardı Türkiye’nin önüne? Hayır, tabii ki hayır. Seçim meydanlarında AKP sözcülerinin milletin önüne koydukları model AB tarzı bir devlet millet ilişkisiydi. Acaba Bağış bunları sehven mi söylemişti? Aslında çok hayati olan bu sorunun cevabını bir başka problemle, Erdoğan’ın muhalif basına gösterdiği anormal derecede sert tepkinin nedeniyle birlikte izahatın sırası geldi. Bunlar, Erdoğan ve AKP’nin genlerini oluşturan ‘hakikat rejimi’nin, siyasal islamın tabii tezahürleridir.

Siyasette ‘hakikat rejimleri’ne sadakat, otoriter, totaliter yönetimleri doğurur. Bir önceki bölümde anons ettiğim üzere, siyaset felsefesinde ve sosyolojisinde önemli yer işgal eden ‘hakikat rejimi’ ve bundan kaynaklanan ‘büyük anlatı’ kavramına kısaca değineceğim. Gündelik pratiklerimizde pek çok sosyal ilişki kurar, konuşur, anlaşır, ya da anlaşamayız. Konuşurken kullandığımız kelime hazinemiz (vokabüler) gündelik kelimeler, kavramlar, terimler, mecazlar ve sembollerden oluşur. Bunların hepsinin gerçeklikle, fiziki dünyayla şu veya bu düzeyde irtibatı vardır. Konuşmamız ise bilgi içerikleri (enformasyon) taşıyan bildirimlerdir. Bunlar dış dünya ile mutabıklarsa doğru, değillerse yanlıştırlar. Dış dünya, kendimizden, benliğimizden gayrısı; yani diğer insanlar, doğa, maddi varlıklar vb.dir. Yaşadıklarımızın gerçek dediğimiz kısmı, var oluşun aktüel, güncel görüngüleri(feneomenleri)dir. Bunlar an be an değişirler. Değişen bu gerçeklerin üstünde (bazı anlayışlara göre ilahi bir menşeyden doğan, diğerlerine göreyse tamamen doğanın ve onun bir parçası olan insan aklının marifeti olarak) değişmeyen tözler (hakikatler) yer alırlar . Mesela kainatın yaratıcısı, sahibi ve kadir-i mutlakı olan Yaradan. Mesela evrenin sırlarına vakıf olabilme potansiyeline sahip ve maddenin nihai amacı olarak ‘kendisinin farkına varma’nın tezahürü olan akıl. Yaradan ve akıl, tarih boyunca çoğunlukla rakip hakikat rejimlerinin kaynağı olmuşlardır. Bunlar var oluşun, mevcudatın bütün sırlarına vakıf olduklarını ve insana kişisel selamet imkanı sağlayacak olan yolun kendilerine, prensiplerine ram etmek olduğunu vaz ederler.

Hem selamet ve hem de sıkıntı kaynağı olarak hakikat rejimleri. Emmanuel Kant’ta zirvesini bulan akli, rasyonel paradigma (aydınlanma hakikat rejimi) bütün olumlu sonuçlarının yanı sıra, faşizm ve komünizm gibi totaliter sistemlerden ve neden olduğu büyük krizi insanlığın şu günlerde yaşamakta olduğu köktenci Anglo-Amerikan piyasacılığı gibi sözde liberal devam yollarından sorumludur. Yaradan merkezli kişisel selamet reçeteleri (İslamın Sünni hakikat rejimi, Evangelic hakikat rejimi, Katolik hakikat rejimi vd) de olumlu yorumlarının insanlığa sunduğu çözüm yollarının yanı sıra, kimi ortodoksi yorumlarıyla da asırlarca süren din savaşlarını tetiklemişlerdir. Günümüzde de mezkur ortokdoksilerin neden olduğu sıkıntılar devam etmektedir. Bir hakikat rejimi içinden konuştuğunuzda sosyal pratiklerinize yön veren bir reçete, bir yol haritası, özetle bir büyük anlatınız vardır elinizde. Buna, yani ‘büyük anlatınıza’ (yol haritası, kişisel selamet imkanı, reçete, Kitap) uymayanları hayatın her alanında rahatlıkla sapkın, hain, dönek, zındık, kafir, fasık olarak niteleyebilirsiniz. Hakikat rejimlerinin insanlara sundukları kişisel selamet reçeteleri, bu sistemlerin kitlelerle bağ kurmasını temin eden diskurlarının, yani büyük anlatılarının en hayati parçasıdır. Bir hakikat rejiminin ve onun büyük anlatısının içinden konuşarak başka hakikat rejimi bağlılarına ‘yanlış yola sapmışlar, fasıklar, zındıklar, küfr içinde olanlar’ tabirlerini nispet ettiğinizdeyse, onları ötekileştirirmiş oluyorsunuz. İşte bu yüzden de toplumları ileri götüren liderler, bir hakikat rejimine mutlak manada sadık olmayan, bir başka deyişle ortodoks olmayan kişilerdir.  Devlet adamı mayası taşıyan bu liderler, toplumdaki her hakikat rejiminden kişileri kucaklamak adına, problemlerin çözümüne katkı verebilecek bütün imkanları, mevcut bütün hakikat rejimlerinden seçebilme, derleyebilme basiretini gösterirler. Öyleyse sosyo-politik süreçlerde problem çözen tarz-ı siyaset, herhangi bir hakikat rejimine ortodoksça bağlı olmamak, farklı hakikat rejimlerinden realistçe, pragmatikçe seçmeler yapmaktır (pozitif eklektisizm).

Mehdi sendromu ile malul bir müstekbir. Erdoğan ve AKP, İslamın Sünni hakikat rejimiyle Köktenci Anglo-Amerikan piyasacılığına ortodoksi sadakat gösterdiğinde büyük sıkıntılar hasıl olmakta, toplum ciddi ‘ötekileştirme ameliyesi’ne maruz kalmaktadır. Başbakanın ‘çıkardım’ dediği ‘Milli Görüş’ gömleğinin bazı vasıfları aslında onun set-up’ında, hard diskinde, genetiğinde kazılıdır. Dahil olduğu hakikat rejimine ortodoksi sadakati (bu sadakat işaret ettiğim üzere genetiğinden geliyor), pratiklerinde başarılı oldukça kendisine olan güveninin tehlikeli bir şekilde artması ve etrafındaki riyakarlar ordusunun ‘efendim siz insanlık için büyük nimetsiniz, küresel lidersiniz’ şeklindeki yağcılıklarının zamanla zıvanadan çıkarak ‘efendim siz İslam aleminin bayrağısınız, ümmetin kurtarıcısısınız, Mehdi aleyhisselemsiniz’ seviyesine varmasıyla Erdoğan’ın bazen reel dünyayla bağları zayıflamakta, hatta bazı kritik anlarda tamamen kopabilmektedir. Başbakanın muhalif şeyler söyleyen basına, iş alemine ve diğer herkese büyük bir öfke içinde saldırdığında, benliğini, egosunu esir alan ruh hali aşağı yukarı şöyle bir şey olmalı: ‘ben sizin için, sizi kurtarmak için ölesiye çalışırken, üstelik de bu iş için Allah’ın seçtiği çok özel birisiyken, siz nasıl olur da bunu anlamaz ve benim kadrimi kıymetimi bilmezsiniz?'. Erdoğan’ın kendisine yapılan muhalefete olan tahammülsüzlüğünün arkasındaki kritik nedenleri araştırırken, her çağda ve her coğrafyada liderlerin etrafını saran menfaatperest çetelerin pompaladığı lideri firavunluğa teşvik eden yaklaşımların, liderin elinde giderek daha çok güç biriktirmesiyle devam eden bir süreci beslediğini, ardından tekeline aldığı iktidarla liderin daha da büyük bir yağcılık ve riyakarlık çemberiyle çevrildiğini, bunun da liderin daha çok kudret ve iktidarı tekeline almaya heveslendiği bir sarmalı mümkün kıldığını göz ardı etmemeliyiz. Kendisini besleyen bir kısır döngü gibi işleyen bu sarmalla lider sonunda mutlak iktidara sahip olduğu zehabına dahi kapılabilir. İşte bu durumda hatırlanması gereken ‘iktidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar’ şiarı olmalıdır. Başbakanın etrafında olan akil adamların, zaman zaman kendisine ‘böbürlenme, kibirlenme başbakanım, eninde sonunda sen de sıradan bir fanisin, senden büyük, hem de çok büyükler var, her şeyden önce Allah var!’ demelerinde çok büyük faydalar görmekteyim. Yoksa, ‘Mehdi sendromu’ içinde olan ve her geçen gün daha da mağrur ve daha da müstekbir bir ruh hali sergileyen Erdoğan, hem kendisine ve hem de memleketine hakikaten çok büyük zararlar verebilecektir.

Yurtta fetih ve ganimet, cihanda fetih ve ganimet. Erdoğan’ın 6 yıla mütecaviz iktidarına damgasını vuran kritik husus, başbakanın ‘Ulubatlı Hasan’ kıvamındaki ‘evlad-ı fatihan’ tavrıdır. Kendisine ‘canı-ı gönülden bağlı güçlü bir yandaş medya kurması ve yine kendisine çok şey borçlu olan bir sermaye kesimini her geçen gün destekleriyle daha da semirtmesi Erdoğan’ın ‘yurtta büyük fetih hamlesi’nin kendisi ve yandaşları bakımından başarılı sonuçlarıdır. Başbakanın Fatihliği uluslararası arenaya da, cihana da sirayet etmiştir. Erdoğan; ABD, AB, İsrail, Rusya vd. küresel aktörlerle icra ettiği ‘çok taraflı ritmik diplomasi’ (hem ifadenin ve hem de mezkur politikanın sahibi Ahmet Davutoğlu’dur) ile görünüşte ülkesi adına küresel bir ağırlığa sahip olmaya çalışırken, esasta ise kendisine ve destekçilerine küresel ganimet pastasından daha çok pay kapmaya çalışmaktır. Hatırlayalım: ABD’nin Irak’a yönelik 2003 işgali Erdoğan tarafından onaylanmıştı. Buna karşı çıkanlar, 2007 seçimlerinde Erdoğan tarafından partiden tasfiye edilen Milli Görüşçü ve milliyetçi kanattı. Nitekim, 1 Mart 2003 tezkeresi Erdoğan’ın arzusu hilafına, Bülent Arınç, Turan Çömez, Ersönmez Yarbay’ların gayretiyle AKP grubundan 99 fire verilmesiyle reddedilmişti. Ardından, Erdoğan’ın gayretleriyle bu ‘hata’ ‘telafi edilmiş’ ve ABD ile AKP yeniden el ele yürümeye başlamıştı. Erdoğan’ın başta Irak işgali olmak üzere, İslam coğrafyasında sınırlarının değiştirileceği deklere edilen 22 ülkeye yapılacak olası ABD müdahalelerini desteklemesi, mezkur İslam coğrafyasından mürekkep olan ‘ganimet - ziyafet’ sofrasına oturabileceğini sanmasındandır. Böylelikle kendisi ve yandaşları, sadece ‘dahili fetihler’le yetinmeyecek, ABD’nin yanında giriştikleri ‘cihanşumül fütühat hamlesi’ sayesinde küresel ganimetlere de ortak olabileceklerdir. Bu ‘kendin yapamıyorsan güçlü bir efendi bul ve onun fetihlerinden sebeplen’ anlayışının bir tezahürüydü. BOP’un eş başkanı olduğunu gururla beyan eden başbakan şu günlerdeyse tam manasıyla zıt bir profil vermekte. Gazze olayıyla birlikte İsrail’e ve dolayısıyla da ABD’ye ‘sert mesajlar’ gönderen Erdoğan, küresel müttefiğini mi değiştirmektedir, yoksa bütün bunlar iğrenç bir vodvilden, 3. sınıf bir tuluattan mı ibarettir, bunun cevabını pek yakında öğreneceğiz.

İnşallah Erdoğan yakın çevresinin bu çok tehlikeli fetih planını uygulamaz! Bu bahsi kapatırken bir önemli uyarıda bulunmak istiyorum. Başbakanın etrafında olan eşhasdan bazıları (Erdoğan’ın iç kabinesindeki en hırslı, en maceracı, en doymaz, en arsız figürleri kastediyorum) başbakanın kulağına şunları mı fısıldıyorlar acaba: ‘Efendim, Amerika ve Avrupa bu krizle büyük sıkıntıya düştüler. TÜSİAD’çılar da bunlarla içiçeler, onlar da çok kan ve kaynak yitirdiler. Özellikle de Koç ve Doğan Gruplarının büyük sermaye erozyonu içinde oldukları ortada. Bunların varlıklarını size yakın kişilere transferin tam zamanıdır. Yapılacak şey TÜSİAD’ın başta Koç , Özyeğin ve Doğan olmak üzere size ve AKP’ye sıcak bakmayan üyeleri için hızlandırılmış bir operasyon icra etmektir. Hazır Ergenekon operasyonu ve davası büyük bir hızla ilerliyorken ve kamuoyunda da ‘bu operasyonun sermaye ve medya ayağına ne zaman sıra gelecek’ beklentisi bize yakın çevrelerce oluşturulmuşken, elimizde de bu gibi durumlar için biçilmiş kaftan olan ‘Uzan Yasası’nı mevcutken çok vakit kaybetmeden hamle etsek iyi olacak efendim’. Erdoğan ve AKP’nin bu en iddialı ve hiç kuşku yok ki en tehlikeli ‘dahili fetih hamlesi’ne girişip girişmeyeceği, girişecekse ne zaman girişeceği belli değil henüz. Ancak ben bu çok tehlikeli hamle için sanki geri sayım içindeymişiz gibi bir zehaba kapıldım her nedense! Ne diyeyim, Allah akıl fikir ihsan eylesin, Allah encamımızı hayırlara tahvil eylesin inşallah! Allahım, ihtirası ve kibirleri boylarından büyük sapmış kullarından ve şeytandan sana sığınırız, yüzünü bizden çevirmezsin inşallah Allahım, amin!

* 15 ocak'ta teslim ettiğim kapsamlı bir çalışmamdan alınan yukarıdaki metin ilk olarak http://www.tahinpekmez.org'/ ta 18 şubat 2009'da yayınlanmıştır. 

bu kriz o kriz mi? *

1929 büyük depresyonu dünya ekonomisini alt üst ederken sisteme, düzene, kapitalizme muhalif yorumcular, analistler, ekonomistler ‘işte bu kriz o krizdir. İşte bu kriz bütün krizlerin babasıdır, bu kriz kapitalizmi mezara sokacak krizdir’ demişlerdi yıllarca. Yanıldılar, 1929’da başlayan kriz ‘o kriz’ değildi. Dünyayı altüst etti, çok trajedik bir dünya savaşına yol açtı bu kriz, ama kapitalizm yıkılmadı.
80 yıl sonra 2009’da dünya yeni ve büyük bir krizi daha yaşıyor. Şimdi de muhalifler ‘bu kriz o kriz, kapitalizmin sonunu getirecek, mezarını kazacak kriz’ diyorlar. Gerçekten de bu kriz o kriz mi? 
kriz vites büyüttü, Lehman Brothers’ın batmasına izin verildi. 15 Eylül 2008’de dünyanın en köklü ve önemli yatırım bankası Lehman’ın batmasına izin verildi. Bu, finans sermayeye verilen bir göz dağıydı. Her biri kapitalizmin ve finans sermayenin sembolü durumunda olan sayısız finans devi kısmen ya da tamamen devletleştirildi. Bu açıkça liberal Pazar ekonomisinin, kapitalist sistemin kendisini inkar etmesi demekti.
Otomotivciler süründürüldü. Otomotiv sektörü kapitalizmin amiral gemisi olan ABD’nin 1980’lerin sonuna kadar temel sektörlerindendi. Sektör 1990’dan sonra bu vasfını yitirmiş, lider ve öncü rolünü Japon ve Koreli markalara kaptırmıştı. ABD devletinin kurtarma operasyonu sırasında otomotivin 3 dev firmasına tabiri amiyane ile ‘kök söktürmesi’ akıllara ‘ABD otomotiv sektörünü gözden mi çıkardı?’ sorularını getirdi. Finans kapitalin burnunun sürtülmesinden sonra otomotivin de böyle acımasız yollarla ‘terbiye edilmesi’ kapitalizmin yeni bir faza girdiğine işaret etmekteydi. Evet, kapitalizmin doğasında, sermayenin organik bileşenlerinde dramatik değişimler oluyor. Komplocu bir zaviyeden şunu söylememek mümkün: ‘Sistemin efendileri’ finans kapitali kontrol altına almak ve otomotiv endüstrisinin de genetiğini değiştirmek için çıkarılmış olabilir! Çok  mu uçuk geldi bu tespitim? Öyleyse gelin şimdi daha realist ve ilmi yaklaşımlarla mercek altına alalım kriz olgusunu.
Krizin fazları nelerdir? Yaşadığımız küresel iktisadi krizi her şeyden önce mali kriz olarak tavsif ve tarif etmek hatalı ve sakıncalıdır. Mali kriz iktisadi krizin ilk fazıdır. Finansal piyasalardaki köpük mali krizle alındıktan ve mezkur sektörde konsolidasyon sağlandıktan sonra kriz 2. fazına geçer; yani başta imalat olmak üzere ticaret ve hizmetler fasılllarından mürekkep reel ekonomiye sirayet eder. Krizin bahsi geçen 2. fazında reel ekonomi dairesinde hasıl olan köpük alınır ve finans sahasından sonra bu sefer de reel ekonomide konsolidasyon süreci yaşanır.
Krizin temel nedenleri (fundamentals) nelerdir? Krizin öncü göstergelerinin başlamasından dibe, ardın da yukarı yönlü dönüşe kadar 3 - 5 yıl süren bu iktisadi çevrimlerin esas sebebi ise iktisadi üretim hatlarında oluşan fazla üretim kapasitesi, ya da talep yetersizliğidir. Başta ABD olmak üzere küresel kapitalist sisteminin merkez ülkeleri son 30 yılda, ama özellikle de 11 eylül 2001'den sonra uyguladıkları makro iktisadi tercihleriyle sürdürülemez ve duvara toslaması mukadder bir iktisadi politikalar bütünü uygulamışlardır. 1978 - 2002 arasinda, kapitalizmin mezkur ve kriz doğurması kaçınılmaz olan yapısal problemlerini; başta sistemin amiral gemisi ABD'nin en önemli iktisat politikası yapıcılarından olan fed ve onun guvernörü 'maestro olmak üzere politika belirleme konumundaki diğer etkili figürleri, 'hokus pokus' denilse abartı sayılamayacak bitmez tükenmez köpük yaratma tercihleriyle sürekli olarak ötelediler. 2002 - 2007 dönemi, bu karar alıcı zevatın finansal küreselleşmeyi son çare olarak ve neredeyse can havliyle geometrik ve hatta exponantiel olarak büyüterek reel ekonomiden tamamen kopardıkları ve yarattıkları sentetik türev enstrümanlarıyla duvara toslamayı bir müddet daha geciktirebildikleri dönem olarak iktisat tarihi ve literatüründeki yerini almıştır.

Kriz şu anda artık finansal değil ekonomiktir. Kriz, aktüel bir uğrak olarak 15 Ocak 2009’da artık mali değil, ekonomik olarak tavsif ve tarif edilmesi icap eden bir mahiyettedir. Krizin küresel ölçekte derin ve vahim sonuçlar doğuracı ve belki de 1929 depresyonu da aşan yıkımlara yol açacağını öngörmek kara kehanette bulunmak olmasa gerektir. Küresel iklimde, global psikolojide, soluduğumuz aktüel havada ne yazık ki 1939 eylül kıvamı, tadı ve espirisi mevcuttur. 
Acaba dünya savaşı kapıda mı? Sistemin karar alıcılarının; krizin iktisadi süreçlerde hasıl olan köpükleri almak ve akabinde de konsolidasyonları sağlamak şeklindeki klasik çözümünün yeterli olamayacağına; kapitalizmin ancak küresel bir paylaşım savaşıyla kapasite fazlası gibi yapısal problemlerini aşabileceğine kanaat getirmiş olmalarından endişe edenlerdenim.
Ayrışma (decoupling) masal mı, gerçek mi? 2007 Ağustos - 2008 Eylül periyodunda finansal cambazlıkların sorumluları, cingözlüklerine devamla 'ayrışma (decoupling)' diye bir kavram icat ettiler. Sistemin, merkezden (New York, Londra) başlayarak çökeceğini hisseden bu akıldaneleri, bu kez de yükselen pazarların bu krizden etkilenmeyeceğini ileri sürerek bu ülkeler liderliğinde dünyanın büyümeye devam edeceği masalını anlatmaya başladılar. Eylül - Aralık 2008 bahsedilen tarzda bir ayrışmanın olmadığını gösterdi. Kriz küreseldi ve yükselen pazarları da hükmü altına alıyordu.
Yükselen pazarlar farklı mı? Türkiye ve diğer yükselen pazarlar, her ne kadar sentetik enstrümanlara merkez ülkeleri kadar meyletmemiş olsalar da, küreselleşmenin finansallaştırma ve özelleştirme operasyonları sonucunda vardığı boyut gelişmiş ve gelişmekte olan pazarları birbirine sayısız teğellerle ve kopçalarla, üstelik de koparılamayacak denli güçşü olarak bağlamıştı. Bu yüzden de, dolar ve euro'nun dahi çökebileceği bir yakın istikbalde, bizim gibi pazarların  büyüme devam ederek krizden daha az etkileneceklerini, hatta krizin Türkiye'ye teğet geçeceğini iddia etmek hakikatle olan irtibatı bütünüyle kaybederek, tabirimi mazur görünüz, tam bir hayal aleminde yaşamak anlamına gelmektedir.
Krizin dibi görüldü mü? Krizin dibi daha görülmedi ve bu kriz ne yazık ki çok derin olacak, hiçbir şeye benzemeyecek. Sıkıntılarımız çok ama çok  büyük olacak. Öyle ki, 1929 büyük depresyonundan bile daha yıkıcı bir iktisadi manzaranın oluşma olasılığı çok yüksek. ‘Krizin dibini gördük, 2009 ortasında yukarı yönlü toparlanma hareketi başlar’ diye ahkam kesen Polyanna bozuntularına sakın ha prim vermeyin. Siz siz olun hesabınızı-kitabınızı krizin gerçek tahribat gücünü ve yıkıcılığını henüz göstermediği, hatta bu bakımdan neredeyse henüz hiçbir şey yaşamadığımız; belanın esaslısının, yıkımın anasının, dertlerin babasının, ızdırabın katmerlisinin henüz ekonomik rasyoları, iktisadi süreçleri ve biz iktisadi aktörleri pençesine almamış olduğu kabullerine göre kurgulayın. Ve bir de kendinizi psikolojik olarak 6 – 9 ay içinde kopacak olan iktisadi kıyamete hazırlayın.
 
Olacakların boyutunuönceden kestirmek mümkün mü? Ne yazık ki hayır! Yakın istikbalde olanların ayrıntılarını şimdiden kestirmek ve dillendirmek imkansızdır. 1929 – 1935 dönemini simüle ederek sadece başımıza gelecek belaya dair bazı sezgilere erişebiliriz, o kadar. Nedir bunlar? İşsizliğin çığ gibi arttığı, çok ciddi ve yapısallaşmaya meyyal asayiş problemlerinin görüldüğü, politik depremlerin yaşandığı, iktidarların alaşağı olduğu, hiç umulmadık marjinal siyasi hareket ve politik figürlerin yığınlarla kucaklaşabildiği çok muhataralı, çok tekinsiz bir dönem olacak önümüzdeki birkaç yıl.  
Yaşayacaklarımız hiçbir şeye benzemeyecek. 1929’a da benzemeyecek. Hiç ama hiç benzemeyecek. Bu yüzden de geleceğe dair ancak genel geçer şeyler söylemek makuldur. Aynen benim bu çalışmamda yaptığım gibi. Geleceğin ayrıntılı resmine dair, yani sektörel ve kurumsal risklere dair konuşanlara ise sakın inanmayın. Zira atıyorlar, uyduruyorlar demektir. Kale almayın onları! Bu kabil gevezeliklerle de vaktinizi boşa harcamayın.
Özetle, ‘yaşayacağız, ezileceğiz ve acılarımızdan ve sıkıntılarımızdan öğreneceğiz’.  
İşsizlik dünyayı perişan edecek. 2009’da başta K. Amerika olmak üzere AB ülkelerinde, Rusya’da, Ortadoğu’da, Türkiye’de, Çin’de, Hind kıtasında, Orta ve Güneydoğu Asya’da, Afrika ve Latin Amerika’da makro ekonomik göstergeler, özellikle de işsizlik verisi tahammül edilemeyecek denli kötüleşecek.
Dünyayı büyük bir asayişsizlik fırtınası etkileyecek. Bahis konusu ülkelerde - ki neredeyse dünyanın tamamında, coğrafyaların kısm-ı azamisinde ve ülkelerin ezici çoğunluğunda - büyük sosyal huzursuzluklar çıkacak. Bunların ciddi bir kısmı Yunanistan’da geçen günlerde yaşadığımız spontane isyanlara benzeyen türden sosyal patlamalara dönüşecek.
ABD devleti, çıkması beklenen yaygın sosyal patlamalara ve iç savaşa karşı faşizme başvurmaya hazırlanıyor. IMF başkanı ‘ülkelerin yöneticileri toplumu değil elitleri kurtarmaya yönelirlerse, extremistler bütün dünyada güşlenecekler’ dedi.  Dominique Strauss-Kahn aynı beyanatında ‘merkez ülkelerde yaygın iç isyanlar yaşanabilir’ tespitinde de bulundu. ABD’de bir süredir bu beyanatları doğrulayan vahim gelişmeler olmakta. Mesela bir süredir Afganistan ve Irak’tan dönen askerlerini ABD devleti iç güvenlikte görevlendiriyor. ABD Federal Acil Yönetim Ajansı (FEMA, Federal Emergency Management) tarihinde ilk kez silahlı kuvvetleri iç güvenlik için dizayn ediyor. Bunun için NorthCom’a, ABD Kuzey Komutanlığına bağlı ilk askeri birim kuruldu bile. İç savaşa evrilme potansiyeli taşıyan yaygın toplumsal kaos, nükleer saldırı gibi sıradışı durumlarda kullanılmak üzere FEMA’nın milyonlarca kişiyi enterne edebilecek kapasiteye sahip toplama kampları kurduğu bile speküle edilmekte.  
Toplama kampı fikri iyi bana kalırsa! Evet, kategorik olarak toplama kamplarına karşı değilim, yeter ki bunlara koyacağınız kişileri doğru seçmeyi bilin. Dünyanın bütün finansçılarını, spekülatörlerini, manüplatörlerini, aç gözlü kapitalistlerini toplama kamplarına doldurmak bana bütün bu yaşadığımız iktisadi rezaletlerden sonra fevkalade doğru, ahlaki, adil ve zaruri geliyor.
Güvenlik mi özgürlük mü? Önümüzdeki süreçte güvenlik algısı ile geçim ve ekmek kaygısı özgürlük ve demokrasi taleplerinin önüne geçecek. Mevcut rejimler özetlemeye çalıştığım bu vahameti dinamik bir şekilde artan olgu ve proseslerin sıkıştırmasıyla anormal derecede zorlanacaklar, verili iktidarların büyük kısmı da toplumlarını yönetemez hale gelerek yıkılıp gidecekler.
Totaliter bir dünyaya doğru giderken. Bunlar gerçekleşirken, insanlığın algısı ve psikolojisi adım adım değişecek, bunun bir adım sonrasında ise otoriter, hatta totaliter rejimleri besleyen bir umumi resim oluşacak. ABD parçalanacak,AB ideali ve Euro çatırdayacak, büyük olasılıkla da bu entitelerin yıkılmasının yolu açılacak.
Finans kapital ezilecek. Küresel efendiler, sermayenin finansal bileşenini zapt-ü rapt altına almaya çalışacaklar. Bu keyfiyet, finansal sermaye ile reel ekonomi arasında sadece ekonomik bileşenden ibaret olmayan kapsamlı ve küresel bir savaşın çıkmasını dahi olasılıklar skalasına dahil etmektedir. Bir başka deyişle, finansçılarla reel ekonomiciler kozlarını iktisadi süreçlerin dışında da paylaşabilecekler. Bunun sonucunda da taraflardan birisinin hakimiyeti tesis olacak.
Küreselleşmenin mezarı kazılıyor. Küreselleşmeye karşı çok ciddi tepkiler gelişecek. Diğer bir ifadeyle, küreselleşmeye karşı dalga küresel bir mahiyet kazanacak.
Ulus, ulusalcılık, ulus devlet ‘in’, küreselleşme ‘out’ olacak. Ulus devlet, ulusal ekonomi, ulusal değerler, ithal ikameci yaklaşımlar gibi kamunun ekonomiye müdahalesi, giderek de kamusalcı, sol-keynesyenci tarzında politikalar itibar kazanacak ve küresel hakimiyet tesis edecekler. Küresel neo-liberal söylem büyük ölçüde itibar, sosyal zemin, güç ve meşruiyet yitimine uğrayacak.
Finans kapitalin karşı atağı ne olabilir? Küresel efendiler tarafından ‘kolu kanadı kırılan’ finans kapitalin küreselleşmeyi yaşatmak için son bir atağı, çırpınışı, debelenmesi olabilir. Hatta bunlar kendilerini zapt-u rapt altına almaya kalkan ‘reel ekonomiciler’le ittifak kurarak ‘Dünya Devleti’ kontr-atağını geliştirmeye kalkabilirler. ABD, küresel efendilerin dünya devletini kurmaya kalkabilir. Ancak bu durumda karşısında Avrasya önderliğinde neredeyse dünyanın geride kalan tamamını bulacaktır.
Krizi ne takip edecek? Resesyon fazından sonra önce depresyona, ardından da 1929’da olduğu gibi büyük-derin depresyon fazına geçecek olan küresel kriz, kapasite fazlasını yok ettikten sonra küresel karar alıcıları, sosyal patlamaları önlemek, dünyanın kaynak, pazar ve imkanlarını yeni oluşan güç dengeleri çerçevesinde yeniden dağıtmak ve tanzim etmek için küresel bir savaş açmaya icbar edecek. Bu savaş nükleer silahların yaygın olarak kullanıldığı çok yıkıcı sonuçlara sahip bir hesaplaşma olacak.
Bu ihtimalin gerçekleşmesi çok uzak bir gelecekte mi olacak? Zikrettiğim savaş için ne yazık ki çok beklemeyeceğiz. Önümüzdeki 24 36 ay arasında bu savaşın bütün nesnel ve öznel koşulları oluşmuş olacak.
Türkiye’nin durumu ne olacak? Türkiye, bünyesindeki çok vahim sosyolojik fay hatları yüzünden, bu krizi ne yazık ki  en derin ve en dramatik tarzda yaşayan ülkelerden birisi olacak. Küreselleşmeci, liberaldemokrat politikalar, anlayışlar ve çevreler Türkiye’de büyük güç, mevzi, itibar ve meşruiyet yitirecekler. Küresel sermayenin yarattığı finansal köpük üzerinde ‘ustaca’ sörf yaparak 2002’den beri ülkeyi yöneten (ABD’nin  algısı ve değerlendirmesine göre ‘ılımlı İslamist’) siyasal yapı, Atlantikçilerin ‘köktenci serbest pazarcı’ paradigmasını terketmezse, millet tarafından seçimlerde tasfiye edilecek. Bir başka ifadeyle, bir ekonomik krizin var ettiği bu siyasal hareket, başka bir ekonomik kriz tarafından tasfiye edilecek.

* 14 ocak 2009'da yaptığım kapsamlı bir çalışmadan alınan yukarıdaki metin ilk olarak 18 şubat 2009'da http://www.tahinpekmez.org'/ ta yayınlanmıştır.

23 şubat tegv etkinliğinin başıma sardığı şu tatlı belâya bakar mısnız?

23 şubat gecesi, yani bir hafta sonra, türk eğitim gönüllüleri vakfı (tegv) bir gece düzenleyerek eğitime muhtaç çocuklarımız için yardım toplamaya çalışacak. ülkemizin en zengin, en güçlü, en popüler, 'en enleri (iş insanları, sanatçılar, şovmenler, gazeteciler vd)'nden bazıları mezkur gecede hobileri, merakları temelinde marifetlerini sergileyecekler: kimisi dans edecek, kimisi tiyatro yapacak, kimisi enstrüman çalacak, kimisi de şiir okuyacak. işte, o gecenin mimarlarından olan, ülkemizin en önemli iş adamlarından ve kanaat önderlerinden birisi için yazmıştım aşağıdaki şiiri. o gecede okusun diye. ancak o (yine benim önerdiğim) başka bir şiiri okumaya karar vermiş galiba ve o şiir de bu yüzden 'piç oğlan' gibi kalakaldı ortalık yerde. ben de 'bu emek boşa gitmesin, madem memleketin oligarklarıyla teşerrüf edemedi, o halde tp ailesinin mümtaz simalarıyla buluşsun' zehabından hareketle, şiiri sizinle paylaşayım dedim. malum 'müşterisiz mal zayi' ve 'iltifata tabi olmayan marifet illet'tir! şiirin muhteva ve üslubuna gelince..... bahse konu gecenin ruhuyla uyumlu olması bakımından şiir esas olarak çocuklar ve eğitim ekseninde kurulmuştu. öte yandan, şiirin beslendiği çok sayıda kadim kültürel kod da ana metin boyunca bize seslenen alt metinlerinin içerisinden kendilerini ele veriyorlardı. şiiri tp'de * yayımlamaya karar verdiğimde bir sorun zuhur ediverdi: metnin tamamını defaten yayımlamak acaba doğru muydu? zira şiir için tercih ettiğim üslup, terennüm edileceği atmosferle mütenasip olarak 'bir miktar ağdalı'ydı. sonra şöyle dedim kendi kendime bütün iyi niyetimle: 'mezkur metnimi parça parça paylaşırsam, tp ailesi bunu daha kolay benimser'. ve nitekim öyle de yaptım. lakin ummadığım bir tepkiyle karşılaştım. ne olmuştu da olanlar olmuştu? sanırım bazı arkadaşlar metin temelli eleştiri yapmaktan ziyade başka saiklerle davrandılar, mesela bazı fenomenlerle hesaplaşmalarını malum metin üzerinden yapmayı tercih ettiler. neyse, önemli değil, olur böyle yanlış anlaşılma vak'aları diyor ve minicik de olsa hadise yaratan metni, bu kez tamamını defaten olmak kaydıyla, bir kez daha görücüye çıkarıyorum efenim. umarım daha soğuk kanlı karşılanır ve inşallah esas olarak metin temelli eleştirilere muhatap olur şiirim bu sefer demeyi de ihmal etmiyorum bu uzunca girizgahın sonunda.

İşte o şiir:  


düşen Söz'ü ve İnsan'ı kurtaracak Alim Çocuklar destanı 

Birçok tariften biri, düşünen hayvandır insan, düşünen ve eğitilebilen 
Lakin tashihe muhtaç bu tarif, insan canlıdır ve düşünüp eğitilebilen  

Düşünmek ve eğitim bir müfredat icap ettirir yani söz, logos ve kelam
  İlm, irfan, hikmet dediğin hepsi kelamdan sadır olmuş cümlesi hasıl-ı kelam 

Bidayette kelam var idi, evvelde söz diye başlar hatırla bir kutsal metin
  Ve Oku emriyle açılır ilay-ı kelimetullah oku zira vazifen pek zor ve çetin 

Biz cennetten düştük biz kovulduk ve söz de bizle pislendi ve dünyalı oldu
  Âdem ademe mahkum, kirlenmiş ve günahkar, kelâm ise ilme hal oldu 

Uygarlaştık, bilimselleştik, ilerledik; cosmosu ve higs parçasını keşfettik
  İzanı, insafı ve vicdani, adaleti, şefkati ve Kitab'ı lakin bu yolda kaybettik 

  Seyran ettik avucumuzdaki çeri çöpü, kaybımıza aldırmadan, bayram ettik
  Dünya çivisinden, işler şirazesinden kurtuldu neden diye bir de sual ettik 

Bir kürsüden bir cemiyete seslenmenin mesuliyeti var, zilletten ağır vebali 
  Kürsü, iddiam var denilen yer, kemalin makamı ve ama ele de verebilir zevali

 Kürsü, çünkü Adem’in dünyaya duhul ettiği kaya, Musa’nın vahiy aldığı mekan
  Kürsü, İsa’nın sırtında haçıyla çıktığı o tepe, ben sana muhtacım denilen o an 

 Kürsü, Muhammed'in Miraç ettiği nokta, natıkın nutkunun tutulduğu bir zaman
  Kürsü, öğrencilerden bir öğrenci olan öğretmenin ödünç aldığı o kutsal mekan 

‘Dinledim öğrendim, söyledim öğrettim’e inanıyorum, benim amentüm olsun
  ‘Bir ferd-i hakir-i fakir-i Taliban-ı hakikatim’ lafzı benim samimi rehberim olsun 

Öğretmen ve anne muazzez ve mukaddestir, çünkü mürebbi-i beşerdir onlar
  Terbiye eder, tenvir eder ve tedris ederler, zira müessis-i medeniyettir onlar 

Çocuklar, ahh çocuklar, onlar O’na en ziyade muhtaç olan Allah’ın saf kulları
  Çocuklar çoğu yerde zulm altındalar ve ölüyorlar ve dolduramıyorlar okulları  

Söz düştü demiştim, Söz yerde ve Söz O’nu kaldırmaya yemin etmiş olanı bekliyor
  Dünyanın bütün çocukları Söz’ü kaldırmak için sözleştiler ve okullar onları bekliyor 

Ben bizden ümitsizim, bütün ümidim çocuklarda, çocuklarsa o  kulları bekliyor
  O  kullar ki çocukların ihtiyaç duyduğu okulları inşa için hamiyetli kulları bekliyor  

Yetmiş yedi kuşak ötesine yetecek denli zengin olmak, ne demek Karun olmak 
  ‘Harun gibi geldim Harun gibi gideceğim inşallah’tan sonra ne demek Karun olmak 

Karun ol, eyvallah, lakin Harun gibi de hayır et, okul bekliyor çocuklar senden bak
  Sözü kaldırmak için, bizi kurtarmak için okul bekliyor çocuklar senden durma kalk

 Çocuklar dünyanın her yerindeler, isyandalar ve ‘biz Sözüz, Söz Biziz’ diyor
  Çocuklar isyan ettikçe Söz silkiniyor, kendine geliyor Söz ve yerden kalkıyor  

 Söz ve çocuklar kadim ‘Evami-i Aşere’ için, İnsan Ahd-i Kadim için uğraşmakta
  O Ahd-i Kadim ki bizim için; bizi, Sözü ve çocukları kurtarmak için uğraşmakta 

Eeyy şair de ki onlara şiir ve şuur akrabadır, şair ise şuurun tecessüm etmiş hali 
Şair gönlünde daimi bir çocuk tecessüsü besleyen insanın hesapsız dervişane hali 

Eyy hazirun, tükendi söz ve muhabbet nihayet hidayete erdi 
 Umarım o  okullar ve o çocuklar beraber sonunda kifayete erdi  

* yukarıdaki metin ilk defa (önce kısımlar halinde, ardından da tamamlanmış haliyle) ocak ve şubat 2009'da http://www.tahinpekmez.org/ 'da yayınlanmıştır.

test metodu, girdi, mantık-matematik münasebetine dair mülâhazat

1***son 'girdi'mde *, daha sonra sizlerle tartışmayı düşündüğüm kimi fikirlerime zemin oluşturacağını sandığım bir matematik (yoksa mantık mı?) bilmecesini paylaşmıştım.
buraya tekrar alıyorum onu:
'levent ve bülent oğullarıyla birlikte balığa giderler. levent'in oğlu berent 3, babası ise onun 2 katı balık tutar. bülent de oğlunun iki misli balık tuttuğuna ve tutulan toplam balık adedi 21 olduğuna göre her biri kaçar balık tutmuştur ve bülent'in oğlunun adı nedir?'
biraz dikkatli bakınca kolaylıkla anlaşılacağı üzere balığa çıkanlar dede(bülent), baba(levent) ve torun(berent) üçlüsüdür. tuttukları balık sayısı ise dededen başlayarak 12, 6 ve 3'tür.
peki, nasıl muhakeme edelim ki, bu soruyu bi bakışta çözelim?
aslında çok basit, öyle değil mi?
problemde 'verilen bilinenler seti' bize balığa 2 baba ve 2 oğulun gittiğini ima etmekte. bundan hareketle onların 4 kişi oldukları intibaını ediniyoruz başlangıçta. lakin, bilinmeyenlere (bülent'in oğlunun ismi ve kaçar balık tuttukları) baktığımızda 2. oğlun isminin mevcut veri seti içerisinden saptanamayacağını anlayıveriyoruz. o zaman da onların 4 kişi olmadıkları hükmü çıkıveriyor ortaya. '2 baba ve 2 oğuldan tertip edilen bir hey'et 4 kişi değilse, hiç kuşkusuz 5 kişi ya da 2 kişi olamayacağınına göre, olsa olsa 3 kişidir ve bu da dede, baba, oğul trinity'sidir deyip 'şıp diye' çözüyoruz meseleyi. o zaman da tutulan balık sayısı 3, 6, 12 serisi şeklinde oluşuyor. aslında, sorunun balık adetlerine dair olan kısmının, balığa çıkanların sayısının 4 olduğu kabulü üzerinde yükselen bir de 3, 6, 4, 8 şeklinde olan 'doğru' cevabı var ki, bu 'uygunluk' hususu soruya muhattap olanların bir kısmını yanıltabiliyor.
evet, mezkur sorunun ezbere dayanmayan ve bu bakımdan da bana göre 'makbul' sayılması gereken 'hal tarzı' budur efendim.
peki, tam da burada bütün ağırlığı ve meşruluğu ile girmiyor mu şu an içerisinde nefes aldığımız 'negotiation sphere'e şu soru:
'8 yaşındaki bebelere bu soruyu çözdürmek için onlara 'çoktan seçmeli test' mantığına uygun 'çözüm yolları' ezberletmek çocuklarımızın mantık-matematik muhakemesini mi geliştirir, yoksa onları 'başkalarının çıkma aklına muhtaç olan' mukallitlere, papağanlara mı dönüştürür?
işte, çocuklarımızın verili 'çoktan seçmeli test' temelli eğitim vasatları karşısında cevaplamamız gereken hayati sual budur!
 2***'girdi' mi doğru, 'giriş'mi? mes'elesine geliyorum 'girdi'min 2. adımında.
efendim, bu suale dair fikir serdederken farklı metotları kullanmak mümkündür:
gramatik - sentakstik metot veya hermenötik - semantik metot gibi.
gramatik metodu kullanarak çözüme erişmeyi bu platformada doğrusu çok da 'sevimli' bulmuyorum. zira, bu yol çok teknik, fevkalade kuru ve sıkıcı gelebilir bu sahaya yabancı eşhasa.
kaygımı bir örnekle somutlamaya çalışıcam.
girmek: fiil; giren: fail; girilen: mef'ul
peki, bu tirinity'de 'giriş' nereye oturuyor, fiil makamına mı, fail postuna mı, mef'ul mevkiine mi?
buradan hareketle, aslında 'giriş' tercihinin 'galat'ı meşhur' derekesine erişmiş sakil ve fevkalade yanlış bir terim olduğunu ispatlamak benim için inanın çok kolay.
ama yapmıcam bunu.
tartışmanın bundan sonrasını, katılımın daha çok olacağına inandığım semantik - hermenötik üzerinden yapacağım.
ha, bu arada bazılarınızın 'hop, orda dur bakalım zahir, dil konvansiyonel bir sistemdir ve 'galat-ı meşhur lügat-ı fasığa evladır'!' diye seslendiğinizi duymadığımı sanmayın.
evet, dil temelde, özünde 'uzlaşımsal' bir tertiptir, buna eyvallah. lakin, ikinci argümana, yani mevzuun 'galat' bahsine teslim olmaya hiç niyetim yok doğrusu. ben burada, sakil duran ve 'galat' olan giriş yerine 'girdi'yi 'teklif ediyorum' ve benim bu teklifimi paylaşacak eşhasla birlikte, buna dair bir konvansiyon inşa etmeye uğraşıyorum.
bir kere şunda anlaşmamız gerekiyor:
girdi çok geniş kullanımlı bir terimdir. ekonomik literatür bu terimin tasarruf edildiği sahaların sadece birisidir, salt birisi değil!
modernite sonrası 'inter-disipliner' çalışmalarda, esasen terimler ait oldukları disiplinlerden ödünç alınarak çok farklı anlam kümelerini tarif ve tavsif için de kullanılır olmuşlardır.
'girdi' ve 'çıktı' gibi birçok sistem analizi terimi inter-disipliner perspektifle yöneylem araştırmalarında, lineer akış şemalarında, sibernetik dolayımlarda, feed - back mekanizmlarında, uzaktan kontrol problemlerinin çözümlerinde, yazılımlarda kullanılır olmuşlardır.
bu bakımdan 'girdi', ekonominin dar kalıplarına, 'input - output' analizlerine mahkum olmaktan kurtulalı aşağı yukarı bir 50 yıl oldu diyebiliriz.
sizi bilmem, ama ben yukarıdaki gerekçelerden dolayı 'giriş' yerine 'girdi'yi tercih ediyorum.
sizin tercihinize de karışmıyorum.
3***'girdi'min başındaki bilmece mantık sahasına mı, yoksa matematiğe mi aittir?' sorusuna gelince, bu sanırım üzerinde hemen ittifak edeceğimiz denli sarih bir cevaba maliktir.
mantık ve matematik arasındaki hudutlar çok fludur ve bu disiplinleri farklı medyumlar olarak görmeyen çok önemli bilim ve felsefe insanları vardır.
ben burada birçokları arasında sadece russell ve whitehead'ı ve onların o anıtsal eserlerini, 'principia mathematica'yı hatırlatmakla iktifa edeceğim.

malumunuzdur, matematiksel mantığın ve mantıksal matematiğin bible'ı addedilen mezkur eser; mantık ve matematiğin arasında varolan 'görülür ve görülmeyen sayısız kılcal irtibat'ın onları farklı disiplinler olmaktan çıkardığına ve 'janus'un kafasındaki birisi öne, diğeriyse arkaya bakan iki yüz gibi bir fenomenin farklı 2 veçhesi kıldığına işaret eder.

ki, ben de bunlara iştirak etmekteyim naçizane.
bu yazı, pardon, bu 'girdi' bu kadar olsun, efendim!

* yukarıdaki metin, yazının ilk kez yayınlandığı http://www.tahinpekmez.org/ terminolojisinde yazarların siteye koydukları metinlere verdikleri ad (giriş, girdi, entry vb..) etrafında yapılan tartışmaya dair bir fikir beyanı olup bundan evvel bu bloğa konulmuş olan yazının da devamıdır.

'teğet geçti' tartışmasına gecikmiş bir müdahale

Bir nebzecik de olsa matematik ve fekat hasseten de geometri tedris etmiş olanlar bilirler ki; teğet geçen teğet geçtiğini etkilemez. 
'Niçün?' diyen o güzel sesleriniz buralara değin intikal ettiğ'içündür ki, bu hususa dair azıcık kalem oynatma zarureti, kedisini bir nev'i 'ferd-i-hakir-i-fakir-i taliban-ı hakikat' addeden şu kardeşcağzınızda hasıl olmuştur efendim.
Öyleyse azıcık ilm'edelim.
Akademik tanımını biraz vulgarize ederek alıyorum buraya: teğet geçmek bir doğrunun bir eğriye bir noktadan değmesidir. Dikkat, buradaki kritik husus ‘bir nokta’ ifadesidir. Öyleyse, matematiksel nokta tanımı hatırlamanın tam da sırasıdır: Mezkur subject boyutsuz bir matematiksel cisim(nesne)dir. Boyutsuz olduğu için sonsuz küçüktür; fiziki bir varlığı, reel dünyada bir mütekabili ve gerçeklik (dikkat, Hakikat değil, gerçeklik dedim. yakında bu hususa da gireceğiz inşallah) üzerinde hakiki bir tesiri, hükmü yoktur. Konunun önemine binaen tekraren yazıyorum: Matematikte nokta, tanımı gereği, sanal, sanki, sözde, imaginary bir cisimdir. İmdi, noktanın ve teğetin tanımları matematik ilmine göre böyle ise, teğet geçmek hadisesi söz konusu olduğunda bundan bizim anlamamız gereken husus, doğrunun eğriye bir noktadan ‘sanki’ değmiş olduğu, bir başka ifadeyle ‘değmiş numarası yaptığı’ keyfiyetidir. Bu değme imaginary, sanal, sözde olduğundan, ne değen doğru ve ne de değinilen eğride spin, moment, hız, istikamet, ivme bakımından bir değişikliğe neden olmaz. Bu bakımdan, şayet matematiksel tanımlarla ve bu disiplinin bize sağladığı imkanlar ve 'alet çantası'yla akıl yürütecek olursak, gerçek hayatta, reel dünyada bir şeyin bir diğer şeye teğet geçtiği hallerde, bu iki şeyin durumlarında, değerlerinde ve pozisyonlarında, bahis konusu teğet geçmekten kaynaklanan bir değişiklik olmamaklığı icap eder.
Zaten ismi üzerinde değil mi: teğet geçti deriz de teğet değdi demeyiz.
Matematikçi zaviyesinden 'teğet geçti - deldi geçti' polemiğinin esası budur efendim

matematik üzerinden, üstelik de şenlikli olanından devam edelim

son zamanlarda bazı köşe yazarlarının değindiği sevimli ve bir o kadar da basit bir matematik bilmecesine yer vereceğim burada. yıllardır popüler matematik mecralarında (mesela bilim ve teknik dergisinin standart bölümlerinden olan zeka soruları, ya da matematik kulesi bölümlerinde) yer alan bu bilmece mealen şöyle:
'levent ve bülent oğullarıyla birlikte balığa giderler. levent'in oğlu berent 3, babası ise onun 2 katı balık tutar. bülent de oğlunun iki misli balık tuttuğuna ve tutulan toplam balık adedi 21 olduğuna göre her biri kaçar balık tutmuştur ve bülent'in oğlunun adı nedir?'
evet, bu sevimli bilmecenin bu yakınlarda basınımıza malzeme olmasına neden olan kaynak neşriyat ilköğretim 3. sınıf bebelerine, yani 8 yaşındaki yavrularımıza yönelik olarak yayımlanan bir dergiydi yanılmıyorsam.
imdi, değerli tahinpekmez cemaatinin muhterem azalarından arzu edenler hiç kuşku yok ki bu girdime, problemin çözümünü de içeren yorumlarını göndereceklerdir.
müteakiben bendeniz de, bu problemi gündeminize taşımama neden olan 'problemler'i paylaşacağım inşallah.




Paylaş

Allah-u Ekber diyebilen bir sosyalizm mümkün müdür? *

1979’dan 2009’a siyasal İslam: sömürüsüz, zulümsüz bir düzenin tesisini sağlayacak vicdani bir sosyalizmin inşası için bir zihni idman.
(Reel) Sosyalizm insanlığa ümit vermişti. Sosyalizm; uygulamadaki çeşitli aksaklıklarına, özellikle de 1930’lardaki Moskova Duruşmaları, 1956 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya işgali gibi ‘sosyalist – komünist ütopya’ ile tevili gayrı kabil negatif hamlelerine rağmen, 1919 – 1979 döneminde verili sisteme, kapitalizme, sömürüye, emperyalizme, kolonyalizme karşı bir duruş sahibi olmak isteyen kişi, kurum, parti ve uluslara muhalefet dairesinde büyük imkanlar sunmuştu. Sosyalistlerin içinden konuştukları ‘hakikat rejimi’nin ve bunun bir parçası olan ‘büyük anlatı’larının mezkur dönemde prestiji, moral üstünlüğü o denli güçlüydü ki, yukarda saydığım rezaletler dahi reel sosyalizme nispet edilen menfi hükümlerin, aydınların ve kitlelerin nezdinde hakim ‘algı’ haline gelmesine mani oluyordu. 1979 sonu bu hakim algılama bakımdan tam bir kırılma noktası oldu (Bu kısımda sık sık atıf yaptığım ‘hakikat rejimi’ ve ‘büyük anlatı’ kavramlarının ilerleyen bölümlerde ayrıntılı açıklaması yapılacaktır.).
Sosyalizm irtifa kaybederken, Siyasal İslam yükseliyor. Sovyetler birliği, yıkılmasına giden yolu kısaltan ölümcül bir hata yaparak 1979’da Afganistan’ı işgal etti. Aynı yılın sonunda 20. asrın son büyük devrimi olan İran İslam Devrimi gerçekleşti. Bu, cidden pek mühim kitle hareketi, kendisini mümkün kılan bütün hususi Şii vasıflarına karşın, hem o ana değin Şia’yı pek de makbul addetmeyen ve ama sistemle şu ya da bu seviyede problemler yaşayan çok çeşitli anlayışları da ihtiva eden bir Sünni İslam dairesinin pek çok unsurunu ve hem de küresel bağlamda anti-amerikancı (anti-emperyalist okunabilir) mücadelenin içindeki ulusların, partilerin, hareketlerin ve aydınların en azından bir kısmını kalplerinden, vicdanlarından yakalamayı başardı. Bir başka deyişle,tarihin bu kesitini analiz ettiğimizde, siyasal İslamın içinden konuştuğu ‘hakikat rejimi’nin ve bunun tezahürü olan ‘büyük anlatı’nın sosyalist hakikat rejimine ve büyük anlatısına adım adım galebe çaldığını teslim etmek durumundayız. 1989’da devrilen Berlin Duvarı 1991’de Sovyetlerin ve Sosyalist Sistemin yıkılışının öncü göstergesiydi aslında. Sistem (ABD ve bağlaşıkları), Sovyetleri yıkmak için hem El - Kaide tarzı sistemin marjındaki para-militer unsurları, hem de Mısır ve Suudi rejimleri gibi sistemin, düzenin merkezindeki ‘sivil’ mekanizmaları maharetle kullandı. Bu arada, 1979’de Teacher’la başlayan ve 1981’de Reagan ile güçlenerek devam eden çok etkili bir neo – liberal dalga, dünyanın her yanında olduğu gibi İslam aleminde de hayatın bütün alanlarına, kılcal damarlar misali, arsızca nüfuz etmesini bildi. Tabiri caizse, neo-Liberal hakikat rejimi ve büyük anlatısı yeryüzünde etkilerini sürdürüyor.
Siyasal İslam radikalleşiyor, extremist kamp güç kazanıyor. Kapitalizmin yapısal sorunlarının neticesinde arka arkaya ortaya çıkan Meksika, Sterlin, Rusya, Uzak Doğu, Türkiye, Arjantin, gayrı menkul, borsa, emtia, internet ve ileri teknoloji krizleri dünyada olduğu gibi İslam aleminde de servetlerin çok küçük azınlıklar elinde temerküz etmesini hızlandırdı, gelir dağılımını olağanüstü bozdu. Bu ekonomik tablo, İsrail’in Filistin sorununu çözmek yerine Filistinlilere sistematik zulmü tercih etmesi ve Amerikanın 1991’de Mukaddes Topraklara asker sokmasından sonra 2003’den itibaren de Irak’ta (ve Afganistan’da) tatbike koyduğu gayrı insani politikalarla birleşince dünyanın her köşesindeki görece yoksullaşan Müslüman orta sınıflar, mülksüzler ve proleterler için Hamas, İslami Cihat, Hizbullah, Taliban, El Kaide cazibe merkezi oldular.
11 Eylül 2001: Hiçbir şey eskisi gibi değildi artık. Yoksul, mülksüz, umutsuz Müslümanları silahlı extremist yapılara yönlendiren süreci okurken, hiç kuşku yok ki 11 Eylül 2001’den sonra vites büyüten küreselleşmeyi ve bunun başta emtia olmak üzere, hisse senetleri, gayrı menkul, özel kesim ve kamu borç kağıtları gibi bütün varlık fiyatları üzerindeki ‘çarpan tesiri’ni analizlerimize dahil etmek zorundayız. Varlık fiyatlarının bu exponasiyel artışı yukarıda değindiğim gibi, yoksulların hayatlarında kayda değer iyileşmelere neden olmazken, özellikle enerji fiyatlarındaki yukarı yönlü ralli körfezde ve Rusya’da çok büyük fonların birikmesine yol açtı. Petrol zengini Rus ve Arap ‘elitleri’, komplex ve izahı problemli birçok dinamik nedenin yanı sıra, çok aşikar bir sebepten, fonlarını tahvil etmeyi tercih ettikleri para birimi olan dolar yüzünden, ABD ve Sistem ile kaçınılmaz bir iş (ve suç) birliği geliştirmek durumunda kaldılar.
Rönesans şansını yitiren Araplar ve Putin farkı. Rusya eliti, Putin’in basiretli ve vizyoner yaklaşımıyla oligarklarını zapt-u rapt altına almayı bildi. Benzer bir liderlik imkanından yoksun olan Arap zenginleri ise paralarını (zirvesini Dubai’deki sınır tanımayan hedonizmle yapan) arsızca, hayasızca, utanmazca harcamaya devam ettiler. Bu durum yoksul Arapların extremist politik yapılara olan ilgisini beslemeye devam etti. El Kaide gibi, ABD ve Sistemin ‘her başı sıkıştığında’ ona yardım eli uzatan, bu yüzden de en hafif ifadelerle ‘karanlık’ ve ne idüğü belirsiz nitelemeleriyle tavsifi hak eden bir oluşumun bile hala İslam aleminde sempatizan ve partizan devşiriyor olmasının arkasındaki dinamikler kabaca böyledir.
ABD’nin en yakın müttefikleri kimlerdir? Amerika(system)nın en yakın müttefikiyse sanılanın aksine İngiltere ve İsrail değildir. Bana göre bu üç devlet zahiren 3 devlet gibi görünen, ancak esasen ve batında tek bir devlet olan komplex bir bütündür. Mezkur devletler, küresel ölçekte işbölümü yapmıştır ve tek bir organizasyon olarak düşünüp davranmaktadırlar. Bir bütünün organları olan bu ülkelere bu bakımdan ortak demek yanlış olur. Amerikanın en önemli müttefikleri, gerçek ortaklarıysa S. Arabistan, Mısır ve Türkiye’dir. İsrail’in son Gazze saldırısı bu durumu bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. İsrail; Mısır, Ürdün, Türkiye, S. Arabistan, Kuveyt, Dubai, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’ın şu veya bu düzeylerdeki tasviplerini, desteklerini yanına alarak saldırmıştır Gazze’ye. Mısır’ın şu an itibarıyla maskesi düşmüştür. Mübarek rejimi, ‘son firavun’un bu sınırsız amerikancı tercihinin sonuçlarına, ülkesinin yakında içine yuvarlanması olası sosyo-politik türbülansları ima ederek iddia ediyorum ki, katlanmak zorunda kalacaktır.
Siyasal İslam sömürüye karşı mıdır? Türkiye’nin bu vakıa ile kristalize olan durumunu ise, konunun bize ait olmasına ve bu bakımdan da önemine binaen aşağıda bağımsız bir başlık altında analiz edeceğim. 1979 – 2001 arasındaki reel sosyalizme dair beslenen ümitlerin büyük ölçüde söndüğü dönemde sisteme, ABD’ye, kapitalizme, emperyalizme, zulme, süper sofistike sömürgeciliğe karşı olan politik duruşlar içinde en ümitvarı olarak temayüz eden ve başta aydınlar olmak üzere verili sistemle problemi olan çok kişiye ‘acaba İslam sosyo-politik bir Rönesans yaşayıp sömürüsüz, adil, hakkaniyetli bir düzeni tesise muvaffak olabilir mi?’ sualini sorduran İslami paradigma 2001’den sonra ne yazık ki bu ümitleri boşa çıkaran bir resim vermiştir. Çökmekte olan ikiz kulelerden elele tutuşarak atlayan sıradan insanların görüntüsünün hafızalara nakşolmasıyla birlikte, politik İslam ve onun koç başlığını yaptığı iddiasındaki El Kaide gibi extremist İslami duruşlar insanlığın artık sadece en ümitsiz, en çaresiz, en nihilist kesimleri için cazibe merkezi olabilmektedir.
Huntington ve El Kaide elele. Samuel Huntington’ın ‘medeniyetler çatışması’ tezini her eylemleriyle sanki haklı çıkarmaya soyunan İslamist aksiyonerler, sergiledikleri şiddet temelli politik hatla, başta batı medeniyet dairesindekiler olmak üzere, küresel ölçekteki çok sayıda gönüldaşını, müttefiğini, taraftarını kaybetmeye başlamışlardır. Saflarındaki akil ve sağduyu sahibi insanlar bakımından kan kaybeden extremistler (El Kaide), ABD ve İsrail’in zorbalıklarına aynen cevap vermekten başka bir politik hatla ilgilenmez olmuşlar, bu da onları mazlumken zalim moduna girmek tehlikesiyle kucak kucağa bırakmıştır. Biraz önce dillendirdiğim gibi, özellikle El Kaide, şu veya bu nedenle sıkışan ABD’nin ihtiyaç hissettiği politik şiddet temelli çıkışı hemen yaparak sisteme nefes almak ve inisyatif kullanmak imkanı vermeyi temel politika bilmiştir. Politik İslam’ın Mısır, Türkiye S. Arabistan ve körfez ülkeleri gibi ılımlı kanadı ise sistemle, ABD ile tam bir uzlaşma çizgisi izlemektedir.
Ilımlı İslam Projesinin gözbebeği: Türkiye ve Erdoğan. Ilımlı İslamın göz bebeği Türkiye ve AKP’dir. Siyasal İslamın silahlı, extremist kanadı sistemi değiştirme irade ve potansiyeli taşıdığını şu ana değin kanıtlayamazken, üstüne üstlük bir de ihtiyaç hissettiğinde sisteme, subjektif niyeti ne olursa olsun, objektif olarak payanda vazifesi görmektedir. Siyasal İslamın ılımlı kanadına gelince, bu cenah da, sistemle tam bir mutabakat içerisinde davranarak sistemin ‘ali menfaatleri’ni kollamaktan başka bir hatt-ı siyaset izleyememektedir. Bunun karşılığında da sistem (ABD) ılımlı İslam’ın (iş insanları, politikacılar, aydınlar, akademya azaları, medya mensupları gibi) unsurlarına (suç ortaklığı bedeli ve sus payı olarak) büyük maddi imkanlar  aktarmıştır.
2009 ocağında Siyasal İslam ve sosyalizmin muhalefet imkanları. 1970 – 2001 sürecinde siyasal İslam, kendisine hayat veren hakikat rejiminin ve bunun ifadesi olan büyük anlatının içinden konuşan baskın aktörlerin güçlü retoriklerinin vaat ettiği muhalefet imkanlarıyla, reel sosyalizmin içinden konuştuğu hakikat rejimine en ciddi alternatif olmuştu. 2001’den sonra ise, siyasal İslam bu prestijini, kah politik şiddeti kutsileştirerek, fetişleştirerek (El Kaide) ve kah sisteme (zulme, sömürüye) gayrı meşru ve ahlaksızca eklemlenerek (Mübarek ve Suud rejimleri ve kısmen de AKP) kaybetmiştir, terk etmiştir. Dünyanın 1929’dan beri yaşadığı en büyük kriz olarak tarif edilen mevcut iktisadi durum (ve bu durumun beslediği sosyal, politik, kültürel, psikolojik sonuçlar) tarafından verili devasa yoksullar orduna katılan yeni yoksulların; sırtlarında bir çarmıh gibi taşıdıkları ümitsizliği, çaresizliği, karamsarlığı, tükenmişliği silkeleyip atacakları, sol ve sosyalist düşünce ve politikalarla buluşacakları konjonktür gelmiştir, çatmıştır artık. Bir başka deyişle, bundan 30 yıl önce Siyasal İslam’a peyderpey kaptırmaya başladığı psikolojik, moral, entelektüel ve vicdani üstünlük ve avantajlarını yeniden eline alacak gibi gözüküyor emekten yana muhalif duruşlar. En azından, 2009 başı itibarıyla benim zaviyemden, benim bulunduğum noktadan verili ‘büyük resim böyle algılanmakta, bu şekilde idrak edilmekte ve böyle görülmektedir.
Bir din devrimci bir programatiğe sahip olabilir mi? ‘Devrim’den ne anladığınıza bağlı olarak verilebilir bunun cevabı. Dinlerin üretim tarzlarının değiştiği, dönüştüğü büyük devrimci alt üst oluş dönmelerinde önemli rolleri olduğu aşikardır. Musevilik ilkel komünal toplumdan köleci topluma, erken dönem hristiyanlığı ve İslamiyet kölecilikten feodal topluma ve nihayet prostestanizm de feodalizmden kapitalizme geçiş süreçlerinde önemli tesirler ve katkılar icra etmişlerdir. Peki, benzer bir mantıkla sömürünün, zulmün, sınıfların olmadığı bir düzene ve dünyaya geçişte dinin, spesifik olarak İbrahimi (Semavi) dinlerin ve münhasıran da İslamiyetin katkısı olamaz mı? Hayır, ne yazık ki olamaz! İbrahimi dinler, özleri gereği, esas olarak mahiyetleri aynı ama dereceleri farklı olan sosyal sistemler arası kırılmalar ve geçişlilikler mevzubahis olduğunda devrim sürecine olumlu katkı yapabilirler. Yukarıda saydığım toplumsal devrim çağlarında dinler, bir sınıflı (sömürü, tahakküm ve zulme dayanan) sistemden bir başkasına geçişte devrimci bir katkı vermişlerdir. Oysa şimdi insanlığın önünde duran devrim bütün  bunlardan mahiyeti, kalitesi, niteliği, özü itibarıyla farklıdır. İnsanlık; sınıflı, sömürüye, zulme, zora, tahakküme dayalı bir toplumdan sömürünün, tahakkümün, zorun, zorbalığın, sınıfların olmadığı bir topluma geçişin arifesindedir. Eşiğinde durduğumuz sömürüsüz, zorbasız, zulümsüz sosyal sistem ile insanlığın son 12,000 yıldan beri pratiklerini yaşadığı malum sosyal sistemler arasında mahiyet, öz, kalite, nitelik farkı vardır. Bu yüzden de, bu geçiş İslamiyet veya bir başka İbrahimi dinle sağlanamaz. İnsanlık bu geçişi, sol-sosyalist politikaları İslami kimi anlayışlarla harmanlayarak sağlayabilir ancak. Bir başka ifadeyle, 2009 başında insanlığı, onun eko-sistemini ve genel olarak yeryüzünü kurtarmak için ne tek başına siyasal İslamın hakikat rejimi içinden konuşan İslamibüyük anlatı ve ne de yalnızca sosyalizmin hakikat rejimi içinden konuşan sosyalist büyük anlatı yeterli olamayacaktır.
İhtiyaç ‘Allah-u Ekber!’ diyen bir sosyalist harekettir! Gazze işgali protestolarında başı çeken siyasal İslam fraksiyonunu (Milli Görüş) veri alıp, bunu aşırı yoruma tabi tutarak, ‘toplumu sömürüsüz, zulümsüz bir istikamete doğru toptan değiştirme ameliyatının anahtarı siyasal İslamın Milli Görüş versiyonudur’ derseniz, yukarıda serdettiğim argümanlar muvacehesinde size ‘yanılıyorsunuz!’ derim. Sömürüsüz, zulümsüz bir dünya için ‘aranan kan’ İslamiyetin Hz. Ömer yorumuyla sosyalizmin usulünce, edebince yapılmış bir harmanıdır. Doğrusu ben, sosyalistlerin, hiç kuşku yok ki kalben inanmaları kaydıyla, kamusal alanda en gür ve gürbüz sesleriyle ‘Allah-u Ekber!’ demelerinden, diyebilmelerinden çok şey umuyorum. İnsanlığı selamete erdirecek formülün, çözümün, yolun, projenin ‘Allah-u Ekber’ diyen Hz. Ömer sosyalizminde yattığına kalben inanıyorum. Bu sosyalizme de ‘vicdani sosyalizm’ diyorum. Yazımın bu kısmını Einstein’a ait olan bir ifadeyi adapte ederek tamamlıyorum:
Allah-u Ekbersiz sosyalizm yeterince vicdanlı ve insaflı, sosyalizmsiz Allah-u Ekber de yeterince sosyal eşitlikçi ve adaletçi olamaz.
Gazze eylemleri neyi söylüyorlar öyleyse? Günlerdir Türkiye’yi ayağa kaldıran ve esas olarak Saadet Partisi ve ona yakın olan sivil toplum ağının (Mazlumder, Anadolu Gençlik Teşkilatı vd.) patronajında cereyan eden gerçekten büyük, yaygın, ehemmiyetli ve anlamlı gösteriler (ki bunlardan bazılarına ben de katıldım) yaptığım bu analizin özüne zarar veren vakıalar değildir. Serdettiğim argümanlara rağmen burada sıraladığım iddialarıma; özellikle de son Gazze protestolarının sağladığı moral doping zemininde karşı çıkan (sosyalizmle ve Hz. Ömer anlayışıyla tahkim edilmemiş, sadece verili haliyle kamusal alan çıkmış) siyasal İslamın (milli görüş) taşıdığı muhalefet imkanlarının düzeni devrimci bir tarzda değiştireceğini iddia eden iyi niyetli dostlara karşı bu bahisteki son sözüm şudur:
Geçtiğimiz Pazar (4 Ocak 2009) yaklaşık olarak 1 milyon kişinin katıldığı Çağlayan ve Diyarbakır mitingleriyle zirve yapan zulme karşı duyarlık gösterileri, ne yazık ki o her renkten ve rayihadan çiçeğin bittiği İslam Bahçesinin ancak uzak sınırlarında, ancak bu bahçenin ihmal edilmiş, göz ardı edilen eteklerinde  neşv-ü neva bulabilen yabani çiçeklerdir. Bahçenin en göz alıcı, en müstesna, en mümtaz yerlerinde ( mesela merkezinde) ise esas olarak zengin mekanlarının timsali olan güller ve lalelerden mürekkep düzen (sistem) içi aristokrat, ‘asil’ çiçekler ve bunların terkibinden oluşan ‘mes’ud’ aranjmanlar boy göstermektedir.
Vicdani sosyalist muhalefet illa payidar ve muzaffer olacaktır demiyorum! Yok böyle bir iddiam. Olabilir de, olmayabilir de. Bu, tamamen bu davaya gönül verenlerin maddi ve manevi bütün güçlerini, imkanlarını bu davanın arkasında seferber edebilmeleriyle ilgili bir husustur. Şayet aynı anda hem ‘Allah-u Ekber!’ ve hem de ‘kahrolsun emperyalist kapitalizm!’ diye haykırabilenler tarihin, insanlığın, vicdanın, izanın, Kitab’ın önlerine koyduğu vazifelerini bi hakkın yapamazlarsa vay halimize! Şayet siyasal İslam’ın ve sosyalizmin hakikat rejimlerinden ve büyük anlatılarından, bu varlık ve anlayış dairelerinin akil insanlarının usulüne uygun olarak yapacakları seçmelerle terkip edilecek uygun bir argümanlar, imkanlar ve olgular manzumesi tesis edilemezse vay halimize! Bu takdirde, hiç şüphem yok ki, bundan sonra gelecek olan dalga barbarlığın zirvesidir, nükleer dünya savaşıdır, küresel faşizmdir. O zaman da ‘veyl insanlığa, veyl mağluplara!'
Ya vicdani sosyalizm, ya küresel faşizm ve nükleer dünya savaşı, insanlığın önünde başka yol kalmadı artık! 
* yukarıdaki metin kapsamlı bir çalışmanın parçası olup, ilk olarak 2 şubat 2009'da http://www.tahinpekmez.org/ 'da yayınlanmıştır.