Berberistan'dan bir berber meseli

 

Bir zamanlar yerkürenin bizim ne yazık ki şu an bilemediğimiz bir yerlerinde güzel asûde bir ülke, bu ülkede sevimli ve mütevazi bir belde ve bu belnin de burada hikâyesini paylaşacağım efsanevi bir berberi varmış.
Bu berber o kadar maharetli ve o denli marifetli imiş ki, burada yaşayanlar ülkelerinin atalarından gelen gerçek ismini unutup, ona, bu berbere nisbetle Berberistan demeye başlamışlar.
Berberistan berberinin ünü bütün dünyaya öylesine yayılmış ki, o, bütün insanlık camisının neredeyse en popüler simalarından birisi haline gelivermiş.
Öyle ki, bu berber zaman içerisinde en ünlü sporculardan, en meşhur sanatçılardan, en yetenekli tabiplerden, en mütedeyyin din alimlerinden, en başarılı askerlerden, en ileri görüşlü devlet adamlarından, en maharetli zanaatkârlardan bile daha çok saygı ve muhabbet görmeye başlamış.
O devirde gerek Berberistanda ve gerekse de dünyanın çeşitli yerlerinde, bu berbere özenip onun dükkânının yanında dükkân açmak ve icra-i sanat eylemek isteyen çok sayıda berber varmış.
Ancak bu mümkün olamıyormuş.
Neden mi?
Çünkü, Berberistan'da berberlik diploması almak neredeyse imkânsızmış.
Berberlik ehliyeti, söz konusu  ülkenin en önemli mesleki örgütü olan Berberler Loncası tarafından çok sıkı kurallar çerçevesinde veriliyormuş.
Berberler Loncasının kuralları çok ama pek çok sıkıymış ve bu kurallara uymak da mutlak anlamda zorunluymuş.


Berberistan Berberler Lncasının berberlik kuralları bu bakımdan kutsal kelâm muamelesi görürmüş.
B kurallar -ki bunlara Brberistan Brberlik Aayasası denirmiş- böylesine önemli olmasına karşın aslında çok basitmiş ve sadece 3 maddeden ibaretmiş:

1-Berberistan'daki berber sadece kendisini tıraş etmeyenleri tıraş eder.
2-Berberistanda aynı anda iki berber berberlik yapamaz.
3-Berber, berberlik ehliyetini, uygun gördüğü zamanda yanında çalıştırdığı yardımcısına devreder.

Berberistan'ın berberi sanatıyla, becerisiyle böylesine sivrilince ister istemez dünyanın dört bir yanından insanlar akın akın Berberistan'a gelmeye ve bu beldenin berberinde tıraş olmaya başlamışlar.
Bu yüzden de Berberistan'daki berber dükkânının önünde uzun, ama öyle böyle değil, kilometrelere varan uzunluklarda 'müşteri adayı' kuyrukları oluşurmuş
Dükkânın önündekilere müşteri değil de 'müşteri adayı' denmesinin çok önemli bir nedeni varmış.
Zira, o kuyruğa girenler, kuyrukta saatlerce ve hatta günlerce bekleseler bile, berber tarafından tıraş edilmek mutluluğuna ermelerinin kesin olmadığını biliyorlarmış.
Berberistan berberi, müşterilerini tıraş etmeden önce bir çeşit ritüel (buna sınav demek de mümkün) yaparmış.
İşte, müşteri adaylarından bu sınavı başarıyla geçenler tıraş edilmeye hak kazanırlarmış.


Söz konusu o ritüel (ya da sınav) Berberistan Berberlik Anayasası temelinde yapılan kısa ve basit bir törenmiş.
Buna göre berber dükkânına giren müşterisine, merhabalaşma faslının hemen akabinde sorarmış:
- Berber: Kendi kendini tıraş ediyor musun?
- Müşteri adayı: Hayır!
- Berber: Buna dair kutsal kitabının üzerine yemin eder misin?
- Müşteri adayı: Ederim!
Berber müşterisine, duvardaki yüksekçe bir rafta duran dünyanın bütün kutsal kitaplarını göstererek sorarmı
- Berber: Hangisi üzerine yemin edeceksin?
Müşteri, neye inanıyorsa onu bildirir; berber de o inancın kutsal kitabını indirirmiş.
Kendisini tıraş etmediğine dair kutsal kitabı üzerine yemin etmesinin ardından müşteri adayı müşteri statüsüne kavuşur ve epeydir hayalini kurduğu berber koltuğuna büyük bir bahtiyarlıkla kuruluverirmiş.
Berber de müşterisinin üzerinde sanatının bütün inceliklerini sergileyerek niçin dünyanın en mükemmel berberi olduğunu dosta düşmana bir kere daha kanıtlarmış.
Bu işler böyle olup biterken, dünya alem berberimizin yaptığı tıraşlarla mest olurken, berberimizin içine düştüğü sıkıntıya ise ne yazık ki kimsecikler bir çözüm bulamıyormuş.
Berberimizin derdi ne mi imiş?
Ne olacak, bu berber berberlik ehliyetini aldığı yaklaşık 35 yıldan beri bir kere dahi tıraş olamamış.
Nasıl tıraş olsun ki, berberlik anayasası gereği berberistan da kendisinden başka berberlik ehliyeti sahibi kimse yokmuş. Bu durumda berberimizin kendisini tıraş etmesi gerekiyormuş. Ancak berberlik anayasası tarafından çok kesin bir şekilde yasaklandığından, berberimiz kendi kendisinide tıraş etmeyi aklından dahi geçiremiyormuş.
Bir başka ülkeye gidip oradaki berberlere tıraş olmayı defalarca düşünmesine karşın, her seferinde dükkânının önünde gece gündüz, yaz kış bekleşen binlerce kişiden oluşan mahşeri müşteri adayı kalabalığına bakıp bu fikri kafasından siliverirmiş berber.
Bu yüzden de saçı, sakalı ve bıyığı 35 yıl içerisinde metrelerce uzunluğa erişmiş.
Berberimizin ağırlığının neredeyse büyük kısmını oluşturmaya başlamış olan bu saç, sakal, bıyık yığını  yürürken ayaklarına dolaşıyor, soyunurken, giyinirken, yemek yerken, yıkanırken, yatarken, kalkarken kendisine inanılmaz derecede zorluklar çıkarıyormuş.
Bu durum berberimizin hem özel hayatına, hem sosyal yaşamına ve hem de mesleki faaliyetlerine öylesine ket vuruyormuş ki, zavallı adamcağız artık canından bezmiş, bütün yaşama sevincini kaybetmiş.
Ülkedeki hakimlere, akil adamlara, düşünürlere, kanaat önderlerine danışmış.
Kendisine tıraş olmaya gelenlere danışmış.
Erişebildiği bütün kâdîm, bilgece, kutsal ve ilmî metinleri okumuş,
Ancak bunların hiç birisi berberimizi içine yuvarlandığı bu açmazdan kurtacak çözümün ortaya çıkmasına hizmet etmemiş.
Bir ülkeye ismini veren, şanı bütün cihana yayılan, nâmı toplumdaki diğer her şeyi gölgeleyen, sanatıyla herkesi mutlu eden bu bahtsız ve mutsuz adamın hikâyesi işte böyleymiş değerli dostlarım.
Bu berber meseli kuşaklar boyunca dünyanın her yerinde anlatılıp durmuş.
Anlatıldığı yüzlerce yıl içerisinde, bir Allah'ın kulu çıkıp da bu masala mutlu bir son uydurmayı becerememiş.
Oysa bu masalın, sadece bu satırların yazarının vakıf olduğu, bir de mutlu sonu, olumlu bir de finali varmış.
35 yıldır uzattığı saç, sakal ve bıyıklarıyla artık klinik ve hatta trajedik bir vak'a haline gelen Berberistan'ın, ünü dünyayı tutmuş berberinin derdinin, biraz önce bildiğimi dile getirdiğim çözümünü, sonraki yazılarımda paylaşacağım.

beyoğlu belediyesinin sokakları 'temizleme' operasyonunu doğru okumak lâzım


beyoğlu belediyesinin sokaklarda yaptığı operasyon son günlern yoğun gündemi arasında kendisine yer açtı. öyle ki, söz konusu operasyon yurttaşlar arasındaki muhabbetlere mevzu olan konuların neredeyse en başlarına oturuverdi. bu operasyonu tekil bir eylem olarak değerlendirirsek meselenin gerçek saiklerini, hakiki nedenlerini tespit etmekte ve doğru anlamlandırmakta zorluk çekeriz.
analizlerimizi yaparken, yol haritamızı çizerken herşeyden önce şu derin gerçeği, şu temel hakikatı görmek zorundayız:
türkiye son 4 yılda çok büyük bir transformasyon ve mutasyon geçirmektedir.
2011'in türkiyesi ile 2007'nin ilk 6 ayındaki türkiye arasında dağlar kadar fark var. daha 'lâcivert' bir deyişle, söz konusu 2 türkiye arasındaki fark dereceye değil mahiyete dairdir. böyle felsefi jargonla ifade edince daha mı kuşatıcı oldu ifadem, ona da okuyucu karar verecek artık:-))
evet, bugünün türkiyesi, 2011 temmuz'unun türkiye'si devam eden büyük siyasi davalarıyla, şike soruşturması ile, nerdeyse bütünüyle şantiyeye dönen ülke sathının tamamındaki iktisadi patlamayla, yükselen yeni burjuvazisiyle, pıtarak gibi bitiveren yeni dolar milyarder ve milyonerleriyle, sayıları artan yoksullarıyla, yükselen yeni aydın ve kanaat önderleriyle, bölgesinde ve dünyada artık tamamen (ve umumiyetle de olumlu istikamette) değişen algılanışıyla, ülkeyi yöneten derin devlet aklının yeni vizyon ve projeksiyonuyla, turist ve ihracat (ve tabii ki ithalat) patlamasıyla, thy gibi bazı markalarının imza attıkları küresel başarılarla, farklı fikirlere karşı gösterilen hoş görünün sınırlarında belirgin bir artış gözlenmemesiyle, devam eden davalarda formel huluk kurallarına riayet edilirken kamu vicdanının bir türlü tam manasıyla tatmin edilememesiyle ve tabii ki beyoğlu belediyesinin son operasyonuyla artık 2007'nin türkiye'sinden tamamen farklı bir ülkedir.
2011'in türkiye'si ile 2007'nin ilk yarısındaki türkiye arasındaki fark tabiri caizse, g.afrika cumhuriyeti ile uganda arasındaki farktan hiç de az değildir bana kalırsa.
bu genel girizgâhtan sonra bu yazımın ana mevzuuna, beyoğlu'ndaki 'sokak temizleme' operasyonua dair 1-2 lâkırdı etmek zamanı geldi artık.
1-öncelikle şuna kuvvetli vurgun yapmak durumundayım: beyoğlu'ndaki söz konusu operasyona muhatap esnaf işin tadını son zamanlarda giderek daha çok kaçırmış, kâr uğruna sokakları acımasızca, insafsızca işgâl etmişti. hiç bir kuralın, kanunun tanınmadığı ve söz konusu sokaklardan rahatça geçişin tamamen engellendiği bu metazori işgâli; sabahlara kadar süren ve alkolün su gibi aktığı partiler takip etmeye başlamıştı. son aylarda bu partiler artık istisna değil, nerdeyse beyoğlunun simgesi haline gelen bir yaşam tarzına dönüşmüştü. öyle ki, son dönemlerde söz konusu sokaklar dünyanın en çılgın, en özgür ve en kuralsız sokak partilerinin verildiği yerler olarak küresel eğlence sektöründe dillendirilmeye, kulaktan kulağa fısıldanmaya bile başlamıştı. bu konuda oray eğin'in yazdıklarını ve hürriyet'in kelebek ekindeki magazin haberlerini şöyle bir taramak yeterince done verecektir araştırmak isteyene. son zamanlarda yurt dışından da yoğun katılımlarla yaşanan bu 'dolçe vita', bu anormal gürültülü, şaşaalı, 'renkli', yılbaşı partisi, rio karnavalı ve bir çeşit faşing kıvamındaki kozmopolit hayat tarzı sadece semt sakinlerinin değil, bu hayat tarzına mesafeli olup da yolu bir şekilde beyoğluna düşen çok geniş bir kesimin de tepkisini giderek daha çok çekmeye başlamıştı.
2-bütün bu manzara beyoğlu'nda oturanları, yaşayanları çok rahatsız ediyordu. söz konusu sokakların sakinleri, bir parçası olmadıkları, ancak ceremesine, mihnetine sürekli olarak katlanmak zorunda oldukları bu hengâmeyi sürekli olarak beyoğlu belediyesine şikâyet ediyor, ancak bir türlü sonuç alamıyordu.
3-bunun üzerine şikâyetlerini akp üst yönetimine taşıdılar. kendisi de beyoğlunu sokak sokak ve hatta bina bina tanıyan, tabir-i âmiyane ile âdeta avucunun içi gibi bilen erdoğan zirve yapan bu şikâyetler üzerine nihayet olaya bizzat el koydu. bölgeyi iyi bilen ve çok güvendiği bazı kişileri olayı mahallinde tetkikle görevlendirdi.
4-son üç aylara girilmesinin ardından, arka arkaya gelen kandillerde bile sokaklara taşan sınırsız eğlencenin ve parti hayatının aynen sürdüğünün vazifelendirilen kişilerce gözlenmesi mezkûr operasyon için karar verilmesine neden oldu.

5-düğmeye basıldı, sokaklardaki masa, sandalye vd malzeme kaldırıldı.
6-ramazan boyunca şu andaki durumdakayda değer bir değişiklik olacağını sanmıyorum. ramazan'dan sonra ise belediye ve esnafın oturup akılcı, makul, meşru ve sadece söz konusu dolçe vita'yı yaşayanları değil, ama olayın bütün taraflarını tatmin eden bir çözüm bulacaklarını düşünüyorum.
7-yazımın başında da değindiğim gibi, türkiye değişiyor, ciddi bir transformasyon ve mutasyon geçiriyor. yazmın burasında kısa bir kavramsal açıklamayı faydalı görmekteyim. transformasyon derken fiziğe, dış görünüşe, şekle dair olan değişiklikleri kastediyorum. mutasyon kavramı ise daha köklü değişimleri ima etmektedir. varolan bir olgunu, bir sistemin kimyasını, biyolojisini, genetiğini değiştirmektir mutasyon. kalıcı olan da budur zaten. türkiye değişiyor, hem fiziğiyle-görünüşüyle, hem de kimyasıyla-genetiğiyle oluyor bu değişim. anlayacağınız aynı anda hem transforme oluyoruz, hem de mutasyona uğruyoruz.
8-bu değişimi, dönüşümü anlamak şart. anlayamayan, ya da anlamamakta ısrar edenler bundan büyük zarar görüyorlar. hiç kuşku yok ki, anlamama hali akut değil kronik bir mahiyet arz ederse, bu kesimlerin gördüğü zararlar katlanarak artacaktır.
9-şike tartışmaları da bu konuyla aynı kökenden, türkiye'nin geçirdiği o devasa değişim-dönüşüm sürecinden kaynaklanmakta. çok yakında süper ligden ve 1. ligden ummadığımız takımlar küme düşürüldüklerinde bu değişim-dönüşüm bir kez daha kanıtlanmış, tescillenmiş olacak.
10-aslında devam eden ergenekon, balyoz vd davalar söz konusu değişimin somut nişaneleridir.
11-2007'de türkiye çok ciddi bir kırılma yaşadı. ergenekon davasının açıldığı an itibarıyla, işte o başlayarak aslında 'yeni türkiye' eskisi karşısında, 'eski türkiye' önünde istiklâlini ilân etmişti adeta. son 4 yılda yaşanan ve bazılarımızın ne yazık ki halen tam manasıyla anlamlandırmakta zorlandıkları bütün bu bahse konu gelişmeler; ümraniye'de bulunan o mühimmatın ardından açılan davayla adeta bir çığ gibi günden güne büyüyerek gelişen birbirine bağlı bir olaylar sinsilesiydi. yeni türkiye'nin eski türkiye karşısında mevzi kazanmasının tezahürleriydi bütün bu olup bitenler.
12-türkiye değişiyor-dönüşüyor; türkiye'yi idare eden 'yeni derin akıl', 'yeni devlet aklı', 'yeni encümen-i dânîş'; idare ettiği insanının büyük kısmıyla birlikte daha muhafazakâr, daha mütedeyyin; batı medeniyetine, abd'ye, ab'ye, batı tarzı yaşama karşı daha mesafeli; bir cihan devleti ülküsünü-mefkûresini (osmanlıyı) canlandııp hayat geçirmeye çok istekli, 16. yüzyılın muhteşem 'Ottoman Empire'ını ihya etmeye oriente edildiği anlaşılan bir rotada kendinden çok emin adımlarla ilerliyor.
13-ana muhalefetin ve akp'ye karşı muhalif duruş sergileyen çeşitli tandanslardan kesimlerin bütün bunları çok iyi okuması şart. başta chp kurmaylığı olmak üzere, muhalif duruş sergileyen çeşitli kesimlerin, aşırı kâr hırsıyla yaptıları işgâle son verilen beyoğlu'nun eğlence endüstrisinin menfaatleri haleldar olmuş aktörlerinin başına geçip 'beyoğluna masa kurup oturmak ve içki içip eğlenmek hakkımız kısıtlanamaz!' düzeyindeki muhalefetinin sosyolojik olarak toplumda çok güçlü bir karşılık bulabileceğini sanmıyorum.
14-akp'ye karşı olan her renkten, her anlayıştan kesimin, çevrenin, odağın ve kişinin yeni baştan kapsamlı bir dünya, bölge ve ülke okuması yapmaları şart gibi geliyor bana. üstelik bu 'yeni okumalar' öyle yalapşap, iş olsun, lâf olsun torba dolsun, dostlar alışverişte görsün kıvamında olmama da şart.
15-dünyayı, bölgeyi ve türkiye'yi yeniden, yepyeni bir anlayışla okuması gerek muhalefetin. üstelik muhalefet bu okumayı akp'den çok daha iyi, çok daha kuşatıcı, çok daha derûnî, çok daha kapsamlı yapmaya da mecburdur.
16-muhalif kesimlerin, beyoğlu esnafının başına geçip, onlarla birlikte ellerine bira şişesi alarak istiklâl cadesini turalamalarının toplumu istedikleri rotaya doğru yönlendirmelerine yetmeyecek çok naif, çok yetersiz, verili pratiği kuşatmaktan ve akabinde de dönüştürmek potansiyelinden çok uzak bir eylem profili olduğu kanaatindeyim.
17-beyoğlu'nda toplanan masa ve iskemleler, bu masa ve iskemle toplama operasyonu çok ama çok aşan kocaman bir vizyonun, devasa bir projeksiyonun ve evrensel bir plânın parçasıdır.
18-bu evrensel plân anlaşılmadan beyoğlu sokaklarında 'masamızı, sandalyemizi sokaklara istediğimiz gibi koymak istiyoruz!' şeklinde bağırıp yürüyerek türkiye ve dünyanın değiştirilemeyeceğini görmek gerek.
19-bunu görmeyenlerin kaybettikleri, kaybetmeye devam ettikleri, kaybetmeye belki de mahkûm oldukları bir süreçten geçmekteyiz.
20-büyük düşünmek, olan bitenin küresel bağlantıları görmek şart. görmeyen üzülecek, üzülmeye de devam edecek ne yazık ki.

21-erdoğan'ı padişahlığa özenmekle, hadi gelin daha somut konuşayım, onu fatih sultan mehmed, kanuni sultan süleyman, ya da 4. murat gibi davranmakla suçlayanlar, bu suçlamalarının ne anlama geldiğini oturup ciddi manâda analiz etmek durumundadırlar. şayet erdoğan, sadece taraftarları ve sevenlerince değil; ama, ana muhalefet partisinin önde gelen kurmaylarının da arasında olduğu çok farklı tandanslardaki muhalif aktörler - figürler tarafından da osmanlı imparatorluğunun bu en azametli padişahları ile aynı ayarda görülüyorsa, bu kollektif algılamanın arkasında maddi bir gerçeklik olmaklığı lâzım gelmez mi? erdoğan'ı böylesine kudretli, kuvvetli, azametli bir prizmadan algılayan çeşitli renklerdeki muhalif koalisyonun aktörlerinin, zihinlerinin aleni ya da gizli kıvrımlarında konumlanmış olan mezkûr argümantasyonlarının, sosyolojik olarak hayatın gerçekliğine tekabül eden çok sağlam karşılıkları olduğuna da iman ettiklerini öngörmek çok yanlış ve şaşırtıcı olmayacaktır. şayet durum buysa, erdoğan'ın çapı yukarıda zikredilen sultanlar ayarındaysa; bu takdirde muhalefet cephesinin, kazan kaldıran meyhaneci esnafının söz konusu eylemine önderlik ederek fatih sultan mehmet, kanuni sultan süleyman ya da 4. murat olmakla suçladıkları erdoğan'ın hakimiyetini ve iktidarını ne derecede sallayabileceklerine dair çok ciddi kafa yormaları icap etmektedir.
22-yazımın finalinde, bu metnin önceki bahislerindeki bazı argümanlarımı, bunların önemlerine binaen tekrar edeceğim. başta da değindiğim üzere, muhalefetin akp ile başa çıkabilmesi; ilk adımda çok kapsamlı, çok ayrıntılı ve çok derin dünya, bölge ve türkiye okumaları yapmasına; ardından da bu temelde çeşitli toplumsal kesimlerin katkılarıyla hazırlanmış olan çok kapsamlı faliyet programları geliştirerek bunları toplumun ve dünyanın önüne koymasına bağlıdır. muhalefetin başarısı için bu entellektüel, ideolojik, sosyolojik ve politik pratikler non sine qua non (sürecin olmazsa olmazı)'dur, elzemdir zaruridir, farzdır.
23-unutulmamalıdır ki 'padişahlara', hele de bunların fatih, kanûnî ve 4. murat ayarında olanlarına karşı muhalefet hiç de kolay değildir. hatta bunun çok zahmetli, çok meşakkatli ve pek tabii ki çok da muhataralı olduğu da aşikârdır.
24-çok sevdiğim beyoğlu sokaklarında yaşanan son gelişmeler benim zaviyemden böyle görünmektedir vesselâm :-))

12 milyar ışık yılı uzakta devasa bir su kütlesi bulundu diyorsunuz ama; çoktan yok olmuştur o, aldatmayın lütfen insanları!

12 milyar ışık yılı ötede gözlenen o devasa su kütlesi var ya, o artık yok! 
Yukarıdaki başlık, Hürriyet gazetesinin 24 Temmuz 2011 tarihli nüshasında okuduğum bir kozmoloji (evrenbilim) haberinden sonra ‘zınkkkk!’ diye düşüverdi belleğime ve hayalhaneme. Akabinde de dedim ki kendime ‘bu spotun vaat ettiği kozmoloji yazısını mutlaka yaz ve paylaş meraklısıyla’
     
Önce Hürriyet’te çıkan söz konusu yazının linkini vereyim: http://www.hurriyet.com.tr/planet/18324808.asp
Bazılarınızın okuduğunu sandığım, okumayan meraklıların ise yukarıdaki linki tıklayarak erişebilecekleri mezkûr yazı öylesine özensizlikler, anlam kaymaları (ve hatta yer yer fahiş hatalar) içermekteydi ki, yukarıda da değindiğim gibi, bu temelde cevabi bir metin inşa etmek farz olmuştu adeta bana.
Çok da uzun olmayan o kozmoloji haberi, yerküremizden 12 milyar ışık yılı uzakta, bir kuasar (quasar)ın etrafında döner vaziyette gözlemlenen ve dünya okyanuslarının içerdiğinin 140 trilyon katı su ihtiva eden devasa bir su buharı bulutu hakkındaydı.
İşte bu kozmoloji haberini aşağıda otopsi (teşrih) masasına yatırıp, okuyanda yanlış anlamalara yol açabilecek bazı noktalara açıklık getirmeye çalışacağım.
Öncelikle şunun altın çizmek zaruridir bana göre:
Şayet kozmolojiye dair asgari bir temeliniz yoksa, yukarıda linki verilen haber sizi; gerçeklerle mutabık olan kimi bilgilerin arasına sıkıştırılmış bazı fahiş hatalar içeren argümanlarıyla ciddi olarak yanıltmaya namzettir.
  Yok, konuyu aç çok biliyorsanız, bu kez de yazıdaki doğru önermeleri, bunların altı yeterince doldurulamadığından, gerçek bağlamlarına oturtarak anlamlandırmakta zorlanacaksınız demektir .
   
   Bu yüzden de bahse konu yazı esas olarak kötü, faydasız, hatta yer yer zararlı bir metindir.
Yazının kozmolojiye dair bilgisi olmayan, ya da çok az olan okurda oluşturacağı kanaatin kabaca şu şekilde şekillenmesi riski yabana atılamayacak denli yüksektir:
‘Evrenin bir yerlerinde, orası oldukça uzak da olsa, devasa boyutlarda su bulunmuş. Demek ki evrenin en azından o mıntıkası canlı yaşama elverişliymiş ve de su kıtlığı yaşadığımızda da gidip alacağımız neredeyse sonsuz miktarda su varmış elimizin altında. Bu iyi haber, zira bizlerin, çocuklarımızın temiz su sıkıntısı çekmeyecekleri gün gibi ortada’
Oysa kazın ayağı hiç de öyle değildir.
Yazının içerdiği sayılı doğru unsurdan olan şu informasyona dikkat:
Bulunan su kütlesi dünyadan 12 milyar ışık yılı uzaktadır. 
      theory of relativity
Bu demektir ki, yolculuğumuzun tamamını saniyede 300,000 km hızla yapmamız durumunda [1]su kütlesine erişebilmek için (öyle böyle değil) tam 12 milyar yıl seyahat etmemiz gerekmektedir. Diyelim ki, Rölativite Teorisinin ışık hızına dair kat’i kısıtını ‘bir şekilde’ aşmayı başardık. Bu durumda 12 milyar yılda, bunun tamamında ışık hızıyla hareket etmemiz durumunda, alacağımız yolun km cinsinden karşılığı şudur:
300,000 x 60 x 60 x 24 x 365.25 x 12,000,000,000
bu devasa mesafenin tam olarak kaç km'ye karşılık geldiğini hesaplamayı (yazının içine çekerek tartışmanın tarafı haline getirmek adına) okuyucuya bırakıyorum :-)
Dolayısıyla bu derece uzaktaki bir kaynaktan güncel fizik müktesebatı ve bunların temelinde gerçekleştirdiğimiz teknolojik alt yapı ile yararlanmamız mümkün değildir.
Sorunlu ve özensiz diliyle, yukarıdaki iddiayı, sanki söz konusu kaynaktan yararlanmamız pratikte mümkünmüş gibi bir intiba edinmemize yol açacak şekilde argümante etmesi, didiklediğimiz metnin içerdiği hataların aslında en tehlikelisi değildir. Buradaki asıl vahim anlam kayması, bana göre, zamana dair oluşturduğu yanlış algıdır.
Einstein’in Genel Rölativite Teorisiyle kozmolojiye kattığı yeni boyut, zamanın (mekâna dair olan o 3 adet klasik Newtonian boyuta ilâve olarak) 4. boyut şeklinde evrenin mimarisine dahil edilmesiydi. Bir başka deyişle zaman, Einstein’le birlikte artık sadece birbirini belirli bir neden – sonuç ilişkisi içinde izleyen olayların kronolojik sırasını veren (psikolojik, kozmolojik ve termodinamik tesirleri ve veçheleri de olan kompleks) bir fiziksel entite olmaktan çıkmış, bizatihi bir mekânsal boyut, doğrudan bir uzaklık ölçüsü haline gelmişti.
Her geçen gün menzili artan ve elde ettiği görüntü kalitesi daha da mükemmelleşen gözleme sistemleri sayesinde astronomlar, son 100 yılda giderek evrendeki daha uzak noktaları gözleyebilir hale geldiler.
Öyle ki, 13.7 milyar yıl olduğu varsayılan ve kozmologlar ve kozmogonistlerce kozmosun da müsebbibi olarak gösterilen Big Bang’ten kısa bir sonrasının bile yakın zamanda uzaya gönderilecek olan gelişmiş teleskoplarca gözlenebileceği düşünülmektedir.
Nitekim, burada mercek altına aldığımız gözlemin 12 milyar ışık yılı öteye ait olması yukarıdaki savı teyit eder mahiyettedir.
Kozmosta ne kadar uzağa bakarsak aslında zamanda o kadar geriye gideriz demektir. Meselâ, güneşe her bakışımızda onun baktığımız sıradaki durumunu değil, aslında 8.5 dakika önceki halini görüyoruz anlamına gelir bu.
12 milyar ışık yılı öteye dair yapılan bir gözlem de haliyle, gözlediğimiz lokasyonun ya da fenomenin 12 milyar yıl önceki halini yansıtacaktır bu durumda.
Einstein’ın Genel Görelilik Teorisinin 4 boyutlu uzay – zaman sürekliliğini anlamlandırmamıza getirdiği  bu devrimci yeniliğin kozmolojiyi bir bilim haline getirdiği hem bilim tarihçileri, hem kozmologlar ve hem de fizikçiler tarafından ittifakla kabul edilen bir husustur.
Bu teorik zeminden, Hürriyet’in haberindeki o en tehlikeli anlam kaymasına sıçramanın aslında tam zamanıdır.
Haberde iddia edildiği üzere, gözlemin yapıldığı o lokasyonda, yani 12 milyar ışık yılı uzakta (Einstein’ın, ışığın kat etiği yolu geçen zamana eşitlediği o ufuk açıcı transformasyon kaidesi sayesinde) artık ne o gözlemlenen olgunun merkezinde olduğu varsayılan kara delik, ne onun tesiriyle oluşan kuasar (ak delik) ve ne de etrafındaki yörüngede kümelenmiş olan o devasa su buharı kütlesi mevcuttur artık. Bunlar çok büyük bir ihtimalle geçen 12 milyar yıl içinde evrenin içine dağılıp gitmişlerdir.
Hürriyet’in anlam kaymalarıyla malûl, bu yüzden de yanlış anlamalara neden olma olasılığı çok yüksek olan sorunlu haberine güvenip sakın ola ‘elimizin altında bol bol su kaynağı var’ şeklinde bir iyimserliğe gark olmayalım.
Zira o su kaynağı çoktan başka moleküller ve başka formlar haline dönüşmüştür bile.
Demek ki neymiş, 12 milyar ışık yılı ötede gözlemlenen o su kütlesi var ya, o artık yokmuş!
Bu durumdan çıkarılabilecek muhtemel vazifeleri, konunun önemine binaen, tekrarlamakta yarar görüyorum:
1 - Dünyamızdan çok ötelerde, öyle emrimize amâde devâsa bir su kütlesi falan yoktur. Evrenin 12 milyar yıl önceki haline güvenip dünyamızdaki suyu çarçur etmeye kalkmayalım, sonra susuz kalıverir ve pişman oluruz! 
2 - Medyadaki popüler bilim haberlerininin bilimsel gerçeklerle mutabık olup olmadıklarını ciddi manada sorgulamamız gerekir,
Aman dikkat!


[1]Son 90 yılda sayısız kereler sınanarak kesin surette ispatlanmış olan rölativite teorisine göre; atom altı partiküller düzeyinde değil, fakat en az moleküler düzeyde kütlesi olan bir malzemenin dahi hareketi sırasında ışık hızına yaklaşması mümkün değildir. Bu durumda, 12 milyar ışık yılı uzaktaki bir su kütlesinden faydalanmak için ona doğru yapılacak yolculukta kullanılacak olan uzay aracının, bırakınız ışık hızıyla seyahat edebilmesini, bu hıza yaklaşmasının dahi söz konusu olamayacağı aşikârdır. Bu ise, söz konusu aracın yukarıda verilen uzaklıktaki lokasyona erişmek için harcayacağı zamanın yüzlerce milyar yıla erişmesini bulmasına neden olacak bir fiziki kısıttır.   
  

Vicdanlı ve insaflı bir insan evlâdı olmaya gayret eden fanatik bir GS'lının, FB'nin ve Aziz Yıldırm'ın başına gelenler karşısında dillendirmeyi zorunlu gördüğü fevâlâde şahsi duruşudur

Öncelikle şunu söylemeliyim:
Ben koyu bir GS'lıyım.
Bu anahtar niteliğindeki açıklamadan sonra, şunları da eklemek durumundayım: şikeden tiksiniyorum ve kim yaparsa yapsın cezalandırılsın düşüncesindeyim.
Şayet GS yapmışsa, 47 yıldır taraftarı olduğum takımım da en ağır biçimde cezalandırılmalıdır.
Bu konuda çok netim, çok objektifim, çok müsterihim.
Anlayacağınız, temiz bir toplum, temiz bir ülke, temiz bir spor, temiz bir futbol isteyenlerin arasına yazılmasını isterim adımın.
Aşağıdaki yazının yukarıda sıralamadığım argümanlarn ışığında okunup değerlendirilmesini tercih ederim.

TFF, UEFA'nın telkinleri ve 'şayet dediğimi yapmazsan milli takımların da dahil olmak üzere Türk takımlarına 8 yıla kadar hak mahrumiyeti cezası verebelirim' tehditleri üzerine, FB'yi Şampiyonlar Liginden men etti.
Bu süreçte Lig TV'nin de, bu merkezde bir karar çıkması için aktif katkı verdiği, gelişmeleri yakından izleyenlerce savunulmaktadır.
FB'nin yerine Şampiyonlar Ligine UEFA'nın açıklamasına göre, Trabzonspor gidecek.
TFF, FB'nin şampiyonluğunu elinden almadan onu Şampiyonlar Liginden men etmesi çifte standarttır.
Şayet TFF, FB'nin şike yaptığına dair kanaate sahipse onu neden küme düşürmüyor?
Yok, TFF bu merkezde bir kanaate sahip değilse, o zaman da neden UEFA'nın şantajına ve tehdidine boyun eğiyor.
TFF bu süreci hiç ama hiç iyi yönetemedi.
Bütün bu olanlardan sonra, TFF'nin yaptığı hataların altında kalan sadece futbol endüstrisi değildir. TFF'nin şike soruşturması sürecini yönetememesinin, toplumsal barışı zedeleyecek kuvvetli etkilerinin olabileceğinden korkanlardanım.
Aziz Yıldırım bu olaylar patlayana değin çok da hayırhah yaklaştığım birisi değildi.
Onu despot, aşırı hırslı, mütehakkim, hedefine erişmek için her yolu deneyebilecek birisi olarak görürür ve bu yüzden de benden uzak, şeytana yakın!' anlayışıyla değerlendiriridim yapıp ettiklerini.
Ancak, 3 Temmuz 2011'den beri yaşananlardan sonra bende çok kuvvetli bir kuşku peydah oluverdi.
Kendimi, operasyon adım adım ilerledikçe 'bütün bu olup bitenler temiz spor - temiz futbol endüstrisi yaratmak için değil, Aziz Yıldırım'ı etkisizleştirmek, giderek de yok etmek amacıyla yapılmaktadır' diyen cenahın dediklerine daha çok kulak vermeye başlar buldum.
TFF'nin UEFA'ya başka, iç kamuoyumuza başka tavır sergilediği dünkü eyleminden sonra ise, yukarıdaki komplo teorisini dillendirenlerin serdettikleri eleştiri ve kuşkularla, bu olaya verdiğim tepki arasındaki mesafenin giderek kapandığını gördüm.
Koyu, hatta kimi FB'li arkadaşlarıma göre de fanatik addedilebilecek bir gs'lı olarak diyorum ki:

FB'yi yenmeden alınabilecek bir şampiyonluğun benim için kıymeti yoktur!
FB'yi 7 - 0 yenmenin benim gözümdeki kıymeti şampiyonlukla eşdeğerdir!
FB, bu ligin şike yapan yegâne takımı değildir!
Hele de, Aziz yıldırım, hedefe erişmek için her yolu mübah gören yegâne iş adamı hiç değildir!

Bu lâkırdımla anlamlı, mütecanis bir bütün oluşturacağınainandığım ve 21 Temmuz 2011'de yazdığım bir metni de buraya ekliyorum muhterem dostlarım.
İşte yukarıdaki düşüncelerimin tamamlayıcısı parçası olan söz konusu o yazım:



bir gs'lı, üstelik de fanatik bir taraftar olarak 2 kelâm edeceğim ezeli rakibimizin, fb'nin yaşarken efsaneleşen karizmatik başkanı hakkında.
önce şunu söyleyeyim: öyle böyle değil, tam 47 yıldır gs'lıyım.
yani, anlayacağınız, dünkü takımdaş değilim.
bu zaman zarfında takımım çok başarılara imza attı, beni ve camiamızı çok ama pek çok sevindirdi.
lâkin meselenin bir başka veçhesi, madalyonun bir başka yüzü daha var.
o da şudur:
aziz yıldırım'ın türkiye sporu ve sporcuları için yaptıklarının, dillendirdiğim 47 yıl zarfında  görev yapan gs başkanlarının ve yönetimlerinin tamamının yaptığı icraatların, hizmetlerin toplamından daha önemli, daha faydalı, daha kalıcı, daha hayati olduğuna can-ı yürekten inanmaktayım.
fikirlerime katılmayan dostlar, özellikle de iflah olmaz fb ve aziz yıldırım düşmanları bu iddiamdan, dile getirdiğim bu argümandan dolayı n'olur kusura bakmasınlar.
ancak dillendirdiğim mesele benim baktığım yerden böyle görülmekte, bu şekilde algılanmaktadır.
peki, aziz başkan'ın yaptığı hatalar, yanlışlar yok mu?
vardır tabii.
kimin yok ki?!
işte ben lâkırdımın burasında, bu toplumun bir vatandaşı olarak diyorum ki:
sevapların günahlarından, doğruların yanlışlarından, artıların eksilerinden kat be kat fazladır aziz başkan.
şayet geçmişse, hakkımı sana helâl ediyorum, helâl ediyorum, helâl ediyorum!
sen de n'olur hakkında yaptığım gıybetten, yargısız infazdan ve ölçüsüz, mesnetsiz konuşmalarımdan dolayı sırtımda, boynumda, vicdanımda ve şuurumda binlerce mega tonluk bir haç gibi taşıdığım o beşeri hakkını helâl et bana ey büyük başkan!
bu yazıyı fb'nin resmi sitesindeki aziz başkan'ın mektubunu okuyunca yazdım.
yazmasam çektiği azaptan dolayı korkarım vicdanım infilak edecekti.
anlayacağınız okumakta olduğunuz satırları yazmasam duramazdım.
duramazdım, rahat olamazdım, nefes alamazdım.
zira ben vicdanlı birisiyim.
işte beni yukardaki satırları yazmaya icbar eden o mezkûr mektup:
Ben Aziz Yıldırım, Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı. 1952 yılında Diyarbakır Ergani’de doğdum. Bu ülkenin insanıyım. İnşaat mühendisiyim. Bugüne dek kendi ülkem ve milletim için çalıştım ve gözlerimi de vatanımda yumacağım.

Spor sevdalısı, ama daha da fazla Fenerbahçe sevdalısıyım. Betondan da, futboldan da anlamam ondandır. Ama voleyboldan da anlarım, yelkenden de anlarım, basketboldan da anlarım, masa tenisinden de anlarım, yüzmeden de anlarım, kürekten de anlarım, atletizmden de bokstan da anlarım.

2000’e yakın sporcu evladım vardır benim. Hepsi birbirinden değerlidir, çünkü onlar Fenerbahçe forması giyerler. Onlar Fenerbahçe formasını çıkarır milli formayı giyer; ülkemin insanlarının yurtdışında göğsünü kabartır, gözlerini yaşartır mutluluk gözyaşı döktürürler.

Ben evlatlarımın hepsini ismen tanırım, nereden geldiklerini, nasıl sporcular olduklarını bilirim. Ben hepsinin akıttıkları helal terin, kazandıkları her başarının kefiliyim, hamisiyim. Çünkü ben Fenerbahçe Spor Kulübü’nün Başkanıyım. 1990’dan bu yana kulübüme hizmet ettim. 1998’de "bir oy" farkla seçimi kazanıp başkan oldum. Herkesten de "bir farkım" oldu hep, çünkü ben Fenerbahçe’yi herkesten çok, canımdan, hayatımdan, kendimden çok sevdim.

Fenerbahçe’ye hayatımı adadım. Eşimi, çocuklarımı, işimi bıraktım gece demeden gündüz demeden Fenerbahçe’nin yolunda yürüdüm. Bu yolda hep doğru bildiklerimi yaptım. Kimsenin karşısında eğilmedim, bükülmedim. Çok eğilenler, çok sürünerek, yanımdan geçip gitmeye çalışanlar oldu ama zamanla hepsi ya ezildiler ya yok olup gittiler.

Sevenim de çok oldu sevmeyenim de. Beni kendilerine benzetemeyenler beni eğip bükemeyenler nefret etti benden. Kimsenin adamı olmadım,  sadece Fenerbahçe’nin Başkanı, Fenerbahçe’nin adamı oldum. Asırlık bir çınara liderlik ettiğimi, Ulu Önder Atatürk’ün kulübüne başkanlık yaptığımı hiç aklımdan çıkarmadım. Onun gösterdiği yolda sporu sevdim, öğrettim, uyguladım. Hiç yanlış yola sapmadım, sapmak isteyene beni yanlış yola çekmek isteyene de hiç müsade etmedim.

Çalıştım, hep çalıştım. Amatör sporların Türkiye’nin geleceği gençler için ne kadar önemli olduğunu gördüm. Bu alanda liderlik ettim amatör şubelere devletten daha fazla yatırım yaptım. Popülizm yapıp tüm kaynakları futbola ayırmadım. Ülkemi, ülkemin uluslararası müsabakalarda, boksta, yelkende, atletizmde dalgalanacak şanlı bayrağını düşündüm.

Tesisler yaptım. Yeni sporcular yetişsin, "Bu ülkeden sporcu çıkmaz" diyenler Türk gencinin başarısını görsünler diye. Genç çocuklar önce Fenerbahçeli olsunlar, sonra ülkelerine milletlerine faydalı fertler olsunlar diye her yanda tesisler yaptım. Gençleri hep heveslendirdim, cesaretlendirdim. Minik takımdaki sporcularımın bile isimlerini öğrendim, antrenmanlarına gittim onlara moral verdim. Fenerbahçelilik nedir, nasıl Fenerbahçeli olunur, o çubuklu forma nasıl kutsaldır, öğrensinler diye mücadele ettim.

Çok mücadele ettim; sağlığımı verdim. Sağlığımdan ödün verdim ama Fenerbahçe sevdamdan ödün vermedim. Ameliyat masasından kalkıp takımımın başında deplasmana gittim. Beni gören taraftar stadyumları salonları doldurdu. Önce, onlar da bana kızdılar. Tribünde küfür ettirmedim, kavgaya, kargaşaya izin vermedim. Ama sonra onlar da anladılar her şeyin daha büyük bir Fenerbahçe yaratmak için olduğunu. Büyük Fenerbahçe taraftarı benim yaptıklarımı görüyor, biliyor. Onların bilmesi, onların görmesi kafi. Onların sevgisi bundan sonra bana yeter.

Beni eğip bükemeyenler, beni kendilerine benzetemeyenler meyve veren ağacı taşlayanlar baktılar ki taşladıkça ağaç inadına daha da büyüyor yakmaya karar verdiler ağacı. Kurguladıkları bir senaryo ile bugün beni hayatımın en büyük sevdası Fenerbahçe’den kopardılar. Yaktılar ağacı, yanan ağacın yerine yenisinin dikilemeyeceğini bilmeyenler. Ama ben de tükendim. Bu süreç beni çok yordu. Ruhum, bedenim iflas etti, artık daha fazla taşı da ateşi de taşıyamaz hale geldim. Bu süreci atlattığımda hayatımın geri kalan bölümünde Fenerbahçe artık sadece yüreğimde bir sevda olarak kalacak. Şimdi sadece bu yaşamakta olduğumuz süreçte yine kulübüme hizmet etmeye devam edeceğim. Bu geçiş sürecinin ardından da artık gururla taşıdığım ve namusumla, onurumla yerine getirmek adına gecemi gündüzüme kattığım şerefli görevim son bulacak. Ama içimdeki Fenerbahçe sevdası asla bitmeyecek.

Fenerbahçe sevdam cehennem donana kadar sürecek. Dar ağacında olsam da son sözüm hep Fenerbahçe olacak…


Tüm bu duygu ve düşüncelerin içerisindeyken, 14 vatan evladının hain saldırılar sonucu şehit olduğunu öğrenmem sıkıntımı ve üzüntümü daha da artırdı. Kaybettiğimiz, Mehmetçiklerimize Allah’tan rahmet, kederli ailelerine ve ulusumuza da en derin duygularımla başsağlığı dileklerimi iletmek isterim.


Saygılarımla,

Aziz Yıldırım

insanlık alemi, medeniyetimiz küresel bir faşizme ve nükleer bir dünya savaşına doğru koşarak ilerlerken, yani insanoğlu topluca intihara teşebbüs ederken, bu yaşananları ancak 'akıl tutulması' tabiri açıklayabilir. işte bir akıl tutulması yazısı!

yaşadıklarımı, bu topraklarda yaşadıklarımızı, orta doğu'da yaşadıklarımızı ve genel olarak da insanlık aleminin küresel bağlamda yaşadıklarını akılla, mantıkla açıklamak mümkün müdür?
bana göre değil.

insanlık, medeniyet, uygarlık sanki dört nala küresel bir otoriterizme, global bir faşizme ve nükleer silâhlarında kullanılacağı toptan bir savaşa, yani 3. dünya savaşına doğru koşar adımlarla ilerliyer gibi geliyor bana.
maden insanlığın, madem medeniyetin aklı tutuldu, öyleyse bu satırların fukara yazarı da pekalâ bir akıl tutulması yazısı yazabilir, öyle değil mi?



işte o akıl tutulması yazım efendim:-)

bir davetteydim geçen akşam.
çıkışta ev sahibi 'dur, ceketini tutayım' dedi.
tutturmadım tabii, zira sevmem, hatta itici ve kendime çok da uzak bulurum bu tarz hizmetleri.
birden dökülüverdi şu lakırdı işte o an dudaklarımdan:
'sen bakma ceketimi tutturmadığıma, aklımı tutabilirsin istersen, ona itirazım olmaz. akıl tutulması yaşayan bir toplumun ferdiyim ne de olsa, epeydir akıllar tutulu bu beldede, bu elde. aydan ve güneşten ziyade'
dumur olmuş, ağzı bir karış açık vaziyette bırakıp onu, eşi sevimli ev sahibesine döndüm.
'eline koluna sağlık, herşey çok mükemmeldi, sağolasın'
ev ve davet sahibesi tam cevap faslından olmak üzere o bildik beylik cevaplardan birsini gevelemeye başlamıştı ki kesiverdim sözünü insiyâkî bir hareketle:
'ah, birbirimizi hakkaten anlayabilseydik, ne iyi olurdu, öyle değil mi? birbirimizi anlamaktan bahseden ben, gerçi kendimi anlayabilmekte miyim, bu da şüphe götürür ya, neyse....'
dumura uğrayarak bir karış açılmış ağzıyla bakma bayrağını eşinden devralan güzel ve nazik kadına nihayet vurdum o dramatik final darbesini, o öldürücü epik sadmeyi:
'şayet, şahsi muhakeme yeteneğimle anlayabileceğim kadar basit olsaydı benliğim, bu basitliği yüzünden kendi kendisini anlamasına hizmet edecek yetkinlikte bir muhakeme merkezini içeremez; bu primitive doğası ve fundamentallarına dair noksanlığının sonucu kendisine yeterince derinlemesine nüfûz edemeyip, gerektiğince mevcudiyetini ihâtâ edemeyerek asla tam manasıyla anlayamazdı özünü, esasını. bilmem  anlatabildim mi?'
güzel ve zarif ev sahibesiyle onun yakışıklı, sıhhatli ve sportmen görünümlü eşini küfür mü, beddua mı, yoksa 'ebelep gübelep' kıvamında bir mırıldanma mı olduğunu tam manasıyla ayıramadığım bir ses dalgaları aranjmanı üretme fazında bıraktım kapılarının eşiğinde, kaderlerinin arefesinde.
asansöre doğru kararlı ve muzip adımlarla sekerken cinayetimin son perdesini nasıl sahneleyeceğime çoktan karar vermiştim bile.

'söylediklerimde anlam aramayın. akıllı lâkırdı beklemeyin benden artık bu memlekette. tam burada ve şimdi mânâ diye tepinmek niye? türkiye toplumsal formasyonunun absürdistan'a dönüştüğü şu çağda ne mânâsız değil mi tutturmak mânâ diye!? akıllı uslu, anlamlı ve manalı lakırdı tasarruf etmemi talep etmeniz büyük haksızlık olur bana. yani şimdi, şu günde ve burada halâ ve illâ da mânâ ha, quelle d'alâka?!?'
asansöre bindiğimde tavan yapmış şaşkınlıklarıyla bakakalmışlardı arkamdan; işte tam o sırada apokaliptik, katastrofik ve kaotik finali yapıverdim olacanca bıkkınlık, bedbinlik, hodbinlik, nikbinlik ve çaresizliğimle:
'akıl tutulması!'
'akıl tutulması!'
'akıl tutulması!'
 


a k ı l   t u t u l m a s ı tarz-ı hayatı mıdır nedir insanımın?
böyle midir?
bu mudur?
?!?

hayatın anlamı mı dediniz? iyi güzel de, siz aslında ne demek istediniz?


üzerinde çalıştığım ne çok metin olmuş öyle Allah'ım!
bunlardan iki tanesini; 'sen şimdi müslüman mı oldun?' diyen kadim dostuma cevaben yazdığım yazıya dair girizgâh mahiyetindeki bir metin ile; kuantum dalga mekaniğinin etrafında kurulduğu merkezi kavram olan belirsizlik prensibine reddiye için schrödinger tarafından yaratılan düşünce deneyi olan 'schrödinger'in kedisi'ni merkez alan ve kuantum evreninin tekinsizliğine ve sağduyu karşıtlığına dair bir zihni idman denemesi olarak okunabilecek olan bir diğer yazımdan fragmanları burada paylaşmıştım.