Ayşe Arman, Hürriyet Gazetesi'nin 7 Nisan 2016, Perşembe tarihli nüshasında yayınlanan 'Kılıçdaroğlu yüzde 100 haklı' başlıklı yazısıyla sosyal medyanın ilgi odağı oldu.
Onun, CHP genel başkanının, aileden sorumlu olan bakan için sarf ettiği 'Ensar Vakfı'nın önüne yattı' ifadesinde cinsel bir içerik olmadığını iddia eden yazısını doğrusu şaşırarak okudum (http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/ayse-arman_12/kilicdaroglu-yuzde-100-hakli_40083225).
Yıllardır yazdığı yazılarından ve verdiği röportajlardan oluşan o külliyetli müktesebatına baktığınızda, Ayşe Arman'ın; kuşun kanadında, kedinin duruşunda, rüzgâr esintisinde, karıncanın yürüyüşünde, bir yiyecekte, bir melodide, bir gülüşte, gündelik bir sohbette, bir kumaşın kıvrımında, bir binanın kontürlerinde,.... anlayacağınız, aklınıza gelen ve gelmeyen her ne var ise, işte onların tamamında, ne yapıp edip, cinsel anlamda haz alınacak bir unsur teşhis etmekte pek becerikli olduğunu fark etmeniz hiç de zor değildir doğrusu.
Mezkûr yazarın, bu açıdan bakıldığında, doğal olarak, 'önüne yatmak' ifadesinden de cinsel göndermelerle mücehhez erotik alt metinlerin oluşturduğu bir yazı üretmesini bekleyenlerdendim doğrusu. Ayşe Arman'ın beni ve benim gibi düşünenleri ters köşede bırakan bahse konu yazısı yüzündendir yukarıda dillendirdiğim şaşkınlığım.
Önce şu 'önüne yatmak' polemiğine dair görüşlerimi özetleyerek devam ediyorum:
1 - Kılıçdaroğlu yanlış yaptı; niyetinin cinsel bir gönderme yapmak olmadığına inanmama karşın, yine de vakit geçirmeden özür dilemesi gerektiğini düşünenlerdenim.
2 - CHP genel başkanını ahlâken linç edenler politik bir duruşun, ideolojik bir pozisyon alışın eyleyicileridir. Şayet ilke temelli olsalardı, söylenene değil, söyleyene bakmaz, meselâ, bu lâf Muammer Güler tarafından dillendirildiğinde de aynı şekilde karşı çıkarlardı.
3 - Çocukların cinsel istismarı hem Türkiye'de ve hem de dünyada çok büyük bir sorun olmaya devam ediyor. Burada, diğer bütün önemli güncel ve küresel meselelerde olduğu gibi, politik ve ideolojik değil, beşeri ve vicdani tutum almak gerek. Muhalif unsurların iktidarı yıpratmak için çocuk istismarı üzerinden Ensar Vakfı'na ve AKP'ye saldırmaları, saldırıya muhatap çevrelerde kuvvetli bir nefsi müdafaa anlayışının gelişmesine neden oldu. Yukarıda işaret ettiğim ilke temelli değil, politik tutum almak hadisesi bu durumun neticesidir.
4 - Muhalif unsurların hiç de azımsanamayacak bir kısmı, çocukların bir daha istismar edilmeyecekleri bir düzenin inşasına hizmet etmek ve böylesi bir amaca katkı vermekten ('üzüm yemek'ten) çok; 'bulduk bir vesile, hadi bunun üzerinden bağcıyı dövelim' diyen fırsatçı ve oportünist bir anlayışın faillerine dönüşmüş durumdalar ne yazık ki!
5-Hem iktidarı ve hem de muhalefeti pençesine alan bu çıkarcı, pragmatist, marazi, reel politikçi, kısa vadeci, dar görüşlü zihniyet yenilmediği ve etkisi de bütünüyle kırılmadığı müddetçe, 'Türkiye Toplumsal Formasyonu'ndaki hiç bir önemli meseleye çözüm üretmemiz mümkün olamayacaktır. Bu durumda da, çocukların istismarı devam edecektir ne yazık ki.
Gündemi belirlemeye devam eden aktüel bir polemiğe dair görüşlerimi özetledikten sonra, bundan 5 yıl önce yazdığım bir Ayşe Arman kritiğini, mezkûr gazetecinin söz konusu olaya taraf olması yüzünden, yeniden gündeme taşımanın anlamlı olacağını düşündüm.
İşte o Ayşe Arman tenkidim:
'Ayşe Arman sadece mensubu olduğu Hürriyet gazetesinin değil, genel olarak basınımızın en çok okunan ve kamuoyunda popülaritesi en yüksek olan kadın yazarlardan birisidir.
Arman, bu bilinirliğini ve namını hem alanında ‘öncü’ olmasına ve hem de çok ‘cesur’ bir yazar olarak temayüz etmesine borçludur. Öncülüğü, ülkemiz gazeteciliğinde, okuruna (ağırlıkla) kendisini, kendi özel alanını, hususi hayatını anlatanların başını çekmesinden geliyor.
Cesurluğuna gelince…
Evet, Ayşe Arman ‘cesur’, hatta ‘bayağı bayağı cesur’ birisi! Zira o, sıradan bir insanın, sadece çok samimi olduğu birkaç kişinin erişebileceğini düşündüğü bir günlüğe bile yazmaktan çekinebileceği en mahrem eylem, düşünce ve duygularını Hürriyet’teki köşesi üzerinden milyonlarla paylaşmaktan imtina etmiyor ve bunda zerrece beis görmüyor. Bu şeffaflığıyla o tam manasıyla bir ‘cesur yürek’ değil de nedir Allah aşkına?!
Öte yandan, Arman’ın cesareti, öyle özenilecek, örnek alınacak bir tutum mudur, bu da çok tartışmalıdır doğrusu. Öyle ya, o, söz konusu cesaretini; ülkesinin ya da dünyanın can yakıcı sorunlarına ezber bozan, alışılmadık, düzenin verili kabullerinin dışında cevaplar üretmek alanlarında sergiliyor olsaydı, amenna, rahatlıkla ‘işte örnek alınması gereken bir gazeteci, işte rol modeli olmaya lâyık bir aydın’ diye takdim ederdim onu.
Lâkin ‘kazın ayağı’ öyle değil! Ayşe Arman’ın kendisine biçtiği ve kamusal alanda bilinir kıldığı kimliği, böylesi pozitif bir cesaret klâsmanında var olmasını mümkün kılan bir duruşa karşılık gelmemekte. Onun cesareti; regl sırasında kullandığı pedini bedenine nasıl tatbik ettiğini, yatak odalarının büyük kısmını kaplayan devasa bir yatakta partnerleriyle nasıl seviştiğini, kızı, kaynanası ve kankileriyle nelerin dedikodusunu yaptığını, gündelik hayatı sırasında kendisini nelerin tahrik ettiğini, yediklerini, içtiklerini, yaptığı alışverişleri, 'taptığı'(*) markaları, ayakkabı ve çanta koleksiyonunu, gittiği lüks restoranlardaki ambiyansı, gardırobunun bileşenlerini, kimliğiyle / benliğiyle özdeşleştirdiği bedenini bir arzu nesnesine, bir ikonaya ve giderek de 'post-modern bir put'a tahvil etmeye çalışmasının tezahürlerini olanca çıplaklığıyla ve bıkmadan, usanmadan, adeta döne döne kamusallaştırmasından kaynaklanan bir fenomendir.
Böylesi bir cesaretin, bu satırların yazarı tarafından, pozitif, özenilesi ve örnek alınası bir entite olarak tavsif edilmediği, şu ana kadar serdedilen görüşlerden hareketle, anlaşılmıştır sanırım.
Ayşe Arman’ın habercilik ve yazarlık performansı; kendisini pornografik bir nesneleştirme / şeyleştirme / metalaştırma prosesinden geçirip ‘müşterisinin tüketimi’ için ‘ramp ışıklarının altı’na atmasıyla sınırlı bir operasyon değildir. Bu operasyon sırasında Arman, insan benliğine dair bütün gayri maddi unsurları da materyelize etmeye; bir diğer deyişle; ruh', espriye, tine, töze, öze, cevhere dair ne varsa, onları itinayla meta-fizik bağlamlarından koparmaya ve duyu organlarıyla algılanabilir olan maddi - fiziki - dünyevi nesnelerin koordinatlar sistemine dercetmeye gayret eder.
Arman, röportaj yaptığı kişileri de kendisine uyguladığı nesneleştirme / şeyleştirme ameliyesine muhatap kılmakta; onları, kendisine özgü hayal ve tasavvur alemlerinin mahsulü olan maddiyatçı, hedonist hayat fragmanlarına ve röportajlarının daima asli unsurları ve esas aktörleri olarak öne çıkarılan fotoğraflarda kurgulandıkları kadarıyla, gövdenin pornografik suretlerine indirgeyerek pazarlamaktadır.
Hakkını yemeyeyim, Arman, kendisinin merkezi figürü ve imparatoriçesi olduğu bütün bu hedonist külliyatın yanı sıra, sıklıkla toplumsal sorunlara dair röportaj ve yazılar da yayınlamaktadır. Bunlardan hemen aklıma gelenler depremzedeler, çeşitli hastalıklara duçar olanlar, homofobik ve heteroseksist kaygı ve tutumlardan zarar görenler, şiddete uğrayan kadınlar, erken evlendirilen ya da okutulmayan kızlar, çeşitli alanlarda başarı öyküsü yaratmış kişiler, iş yaşamında mobing ve cinsel taciz gibi sıkıntılar yaşayanlar, sağlıklı - güzel - fit olmak için 'reçete'si ya da başarı öyküsü olanlar gibi oldukça zengin bir beşeri ve sosyal sorunlar skalasını kucaklayacak mahiyettedir.
Ayşe Arman, bahsettiğim bu sosyal problemleri de, hiç kuşkusuz, kendi meşrebince dillendirmektedir. Bir diğer ifadeyle, onun yazıları üzerinden konuşan sosyal aktörler, dertlerini, sıkıntılarını, sorunlarını ancak Ayşe Arman’ın hedonist prizmasından kırıldığı haliyle ifade edebilmektedir.
Bu durum bize şöylesi bir mukayese vasatını takdim eder: Toplumsal ve politik kaygılar taşıyan bir demokrat, bir liberal, bir sosyalist ya da bir muhafazakâr, Arman'ın gazeteciliğine muhatap olanlarla (aslında maruz kalanlarla demek daha uygun düşer) konuşmuş olsaydı, saydığım anlayış ve dünya görülerinden olan kalem erbabının kamuoyuyla paylaşmayı tercih edeceği hususlar başka olurlardı. Öyle ki, bu başkalık basit bir başkalık düzeyinin ötesine geçen, (felsefi jargonla dillendirilecek olursa) 'dereceye değil, mahiyete dair' olan bir fark ve başkalıkşeklinde tezahür ederdi.
Meselenin önemine ve okunan metnin merkezi fikri olmasına binaen, tekraren vurgu yapıyorum: Ayşe Arman tarzı beden pornografisi ve tensel haz temelli jurnalizmle, beşeri - sosyal sorumluluk merkezli habercilik arasındaki var olan makas, açıkça görülmektedir ki, kapatılamaz bir uçurum mesabesinde olup, niceliğe (quantite) değil, niteliğe (qualite) tekabül etmektedir.
Post-jurnalist denilebilecek jargon ve anlamlandırma dünyasında, bütün bu beşeri, sosyal ve politik sorunlar yumağının dile getirilmesi; Arman'ın büyük bir maharetle icra ettiği bedenin görünür / pornografik kılınması ve bunun üzerinden gençliğe, güzelliğe, yakışıklılığa, hayattan alınması icap eden hazza dair (sadece ve yalnızca denemese de, ağırlıkla ve esas olarak bunlara dair) konuşulmasını mümkün kılan bir araçsallaştırma (instrumentalization) temelinde yapılmaktadır. Böylece, bir hakem çaldığı bir düdük sırasında; bir gurme çok sevdiği bir yemeği tadarken; bir yazar üzerinde çalıştığı eserini tamamladığında; bir politikacı, teklifini verdiği metnin kanunlaşarak kamu hizmetine sunulduğu sırada; ya da bir adli tıp uzmanı, çözülmesi çok zor olan 'demir leblebi' bir dosyayı CSI metotlarıyla karara bağladığında her nedense hep aynı haleti ruhiyeye gark olmaktadır: Orgazm olmak!
Arman’ın, hem kendisinin ve hem de muhatabının hayatının her enstantanesini ısrarla, özenle ve adeta idefix sahibi borderline bir kimlik ve psiko-patolojik takıntılarla malûl birisi gibi cinsel hazla ve bedeni zevkle irtibatlandırması olgusunu burada daha detaylı bir şekilde mercek altına almayacağım. Söz konusu meseleyi, Sigmund Freud ve Wilhelm Reich gibi cinselliğe odaklanmış sosyal bilimcilerle, onların takipçilerinin müellifi oldukları devasa literatürün oluşturduğu entellektüel - ilmi zeminde kotarılmış bir başka yazımda derinleştirmenin anlamlı olacağına işaret edip, bu kısmı Arman’ın ‘Hocası’na dair bir tespitle tamamlıyorum.
Ayşe Arman’ı Türk basınına armağan eden, daha doğru bir ifadeyle, bu metinde değerlendirdiğim çerçevede yazmaya teşvik eden ve daima kuvvetle destekleyen meslek büyüğü Ertuğrul Özkök’tür. Özkök’ün ‘rahle-i tedris’inden geçen Arman, dürüst olmak gerekirse, tam manasıyla ‘boynuz kulağı geçti’ atasözünü kanıtlayan bir performans göstererek ustasını, Ertuğrul hocasını fersah fersah geçmesini bilmiştir. Öyle ki, daha düne kadar (okunulan satırların başlığında da işaret edildiği üzere) ‘dişi Ertuğrul Özkök’ olarak anılan Arman, bu başarısı sayesinde, artık ustasının ‘erkek Ayşe Arman’ olarak nitelenmesine neden olacak denli janrının kraliçesi olmuştur (Ertuğrul Özkök hakkındaki kritiğim için bknz. http://ziyaversencan.blogspot.com.tr/2012/06/ertugrul-ozkok-islama-dair-yazlarnda.html).
Özetle, Ayşe Arman gazeteciliği, kendi hayatının ve hayatlarına dair konuştuklarının bedenleriyle, o bedenlerin haz ya da acılarına odaklanmış / indirgenmiş skeçlerin yapı taşları olduğu hedonist bir yap-boz ve pornografik bir jurnalizmdir. Cehaletiyle had safhada barışık, üstelik cahilliğinin hudutlarını bilememekten kaynaklanan bir echellikle (bilmediğini bilmemekle) de mücehhez, dünyayı ve hatta kâinatı yaşadığı daracık gettosunun sınırlarından ibaret sanmaktan kaynaklanan marazi (hatta patolojik) bir iyimserlik ve sınırsız bir küstahlık ve kibirle malûl; bedeninin albenisinden, başarısının parlaklığından, zekâsının ve karizmasının sıra dışılığından alabildiğine emin, adeta sınırsız bir kendini ve haddini bilmezliğin mümessili olan Ayşe Arman, çizdiği bu kompleks, saldırgan, sevimsiz, kompleksli ve müstekbir profille, toplumumuzdaki bazı kesimler için başarı timsali ve rol modeliyken, diğer bazıları içinse olabildiğince uzak durulması gereken ibretlik bir numune ve hatta ‘demonik bir fenomen’dir.
Yukarıdaki paragraftaki özneleri Ertuğrul Özkök olarak değiştirdiğinizde, metnin anlamında zerrece bir kayma ve bozulma oluşmaması, ‘usta’ ile ‘talebesi’nin nasıl da simbiyotik bir bütün ve organik bir yekvücutluk içinde olduklarının en somut nişanesi olsa gerektir. Aradaki tek fark, Özkök'ün daha kültürlü ve kaliteli oluşundan ibarettir.
Türkiye’nin en çok okunan kadın yazarının liberter bir sosyalistin prizmasından kırıldıktan sonra ortaya çıkan profili işte böyle bir şeydir(**).
(*) Ayşe Arman(lar)'ın markalara tapması metaforik - mecazi değil, kelimenin ilk akla gelen sözlük anlamıyla mutabık bir ritüeldir. Mezkûr mesele, bir dipnot bünyesinde hesaplaşılamayacak denli 'belâlı', sorunlu (hatta muhataralı) ve karmaşık bir mevzu olduğundan, onun, kendisiyle mütenasip kapsam ve derinlikte ele alınması, müteakip yazılara bırakılmıştır.
(**) Bir blog sahibi olmanın en güzel yanı, yazılarınızı istediğiniz gibi güncelleme imkânına sahip olmanızdır.
Malûm, basılı medya mecralarında, ya da, kontrolü elinizde olmayan dijital ortamlarda yayınlanan metinlerinize bu kabil bir müdahale şansımız yoktur.
Okurlarımın bazılarının malûmu olduğu üzere, buradaki yazılarımın büyük kısmının aktüel hali, (bir blog sahibi olmanın mezkûr avantajlarını tepe tepe kullanmam sayesinde) onun, paylaştığım ilk halinden çok farklıdır. Başka bir ifadeyle, buradaki yazılar; gelen uyarı ve tepkilere ve yazarının yaptığı araştırmaların kazandığı seyre göre defalarca değişmekte, gelişmektedir.
Bu teknik izahattan sonra, bu dipnotun esbab-ı mucibesini paylaşmaya geldi sıra.
Bu dipnotun takip ettiği ana metni, yine burada yayınlanan ve 'İslâmla sosyalizm tevil edilebilir mi?', 'Allahu ekber diyebilen bir sosyalizm mümkün müdür?' tarzı meseleleri ele aldığım diğer bazı metinlerimle birlikte değerlendiren kimi okurlarımdan, 'İslâmcı, şeriatçı, anti-kapitalist müslüman (bununla çoğu yerde eş anlamlı olarak kullanılan İhsan Eliaçıkçı, adil medyacı), yeşil komünist, talibancı, ihvancı' olduğum merkezinde eleştiriler aldım.
Bu nitelemelerin hiç birisi benim tasavvur, tahayyül ve fikir dünyamı hakikatle mutabık olarak resmetmemektedir.
Yukarıdaki metnin final cümlesinde de dile getirildiği üzere, ben, liberter (özgürlükçü), demokrat, şiddeti kategorik (ilkesel) olarak reddeden ve de ukdesinde vicdanı, insafı, irfanı ve izânî mündemiç kılmayı becerebilen bir sosyalizm davasına takmış vaziyetteyim.
Bu bakımdan da, Ayşe Arman(lar)'ın maddi hayat - gündelik yaşamını nasıl yaşadığına zerre miskal mertebesinde karışmam dahi söz konusu olamaz. İstedikleri gibi alışveriş etmelerine, gönüllerince - çılgınca eğlenmelerine, istedikleri gibi giyinmelerine, hatta paşa gönülleri arzu ederse, hiç giyinmemelerine (reşit olmayanlara kötü örnek teşkil etmedikçe) zerrece müdahalem olmaz, olamaz.
Bunlara başkalarınca müdahale edilmesi durumunda da, onların maddi hayat - gündelik yaşamlarının savunulması hususunda 'mösyö (ve / veya madam); görüşlerinize zerrece katılmıyorum; lâkin, onları savunmanız uğruna hayatımı bile veririm!' diyen Voltaire'ce bir duruş sergilemekten de zerrece imtina etmem, bu da bilinsin isterim.
Varoluşu esas olarak hedonizm merkezinde algılayan ve yaşayanların hayatına müdahil olmaz ve olunmasına da karşı çıkarken; onların da benim hayatıma ve hayat tarzıma müdahil olmalarına hayırhah yaklaşmam ve zerrece de tölerans göstermem. Diğer deyişle, bu bağlamdaki mottom, (önemine binaen altını çizerek tekrarlıyorum) 'reşit olmayanlara kötü örnek olunmadığı ve onların ruhen, bedenen, cinsel anlamlarda istismar edilmediği müddetçe 'karışma bana, karışmayayım sana'dır.
Öte yandan, hayatlarını maddi - gündelik bağlamda istedikleri gibi ve gönüllerince yaşamalarına saygılı olmak biçimindeki bahse konu tercihim, Ayşe Arman(lar)'ın topluma empoze ettiği kültürel - ideolojik - sosyolojik - politik tavra alternatif tavır - duruş geliştirmeme de engel değildir.
Ben, insanlığın, Ayşe Arman(lar) gibi yaşamasını arzulayan birisi değilim. Bu yüzden de, insanoğlunun hangi bireysel, toplumsal ve kozmik boyutlarda gelişmesini arzu ediyorsam, işte o doğrultuda konuşmaya, yazmaya ve davranmaya çalışıyorum.
Gündelik yaşam - maddi hayat ile, düşünsel - ideolojik faaliyetleri özenle ayırmamın; ilkine müdahil olmamayı ve müdahil olunmasına da karşı çıkmayı 'temel umdem' olarak lanse ederken; ikincisinin, yani, ideolojik - düşünsel süreçlerin neticesinde üretilen görüş, proje, tasavvur ve tahayyüllerin karşısına da mutlak surette alternatiflerinin çıkarılması gerekliliğini (her türden ve anlayıştan 'mümin'in / dava insanının 'kutsal kâse'si peşinde, adeta ömrünü hacir altına alırcasına gerçekleştirdiği adanmışlıkla örülü o metafizik arayışı / yönelişi gibi) dillendirmemin, kimi okurun nezdinde 'davranış - mesaj' dikotomisi temelli meşru bir itirazın şekillenmesine yol açabileceğinin hiç kuşku yok ki farkındayım.
Zira, biliyorum ki, sıradan bir maddi hayat - gündelik yaşam pratiğinin, görünür hiçbir ideolojik uzantısı olmamasına karşın, bizzatihi kendisinin mesaj olmaklığı söz konusudur.
Öte yandan, 'bizzatihi (doğrudan) bir mesaj olmak bakımından bir mesaj'la, 'bizzatihi maddi hayat - gündelik yaşam pratiği olmak bakımından dolaylı bir mesaj'ın müşterek alanına dair konuşmanın, müstakil bir yazının sağlayabileceği derinlik ve genişlik gibi yazınsal geometriye has parametrelere ihtiyaç hissettirdiği, izan sahibi herkesçe teslim edilecektir.
Öyleyse, bu ehemmiyetli ve bir o kaadar da muhataralı ve kompleks mevzuya dair daha ayrıntılı ve derûni görüş serdetmeyi başka bir yazıya bırakmak salim bir tutum olacaktır.
Okuduğunuz metnin, tarife çalıştığım üzere, sınırlı amaçlara matuf olan mütevazı bir entellektüel gayret olarak algılanmasını isterim doğrusu'.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder