Gökyüzünde bize göz kırpıp duran yıldızların çoğu milyonlarca, hatta milyarlarca yıl önce yok oldular. Gördüklerimiz, yok olup giden o yıldızların 'hayaletleridir'

'12 milyar ışık yılı ötede gözlenen o devasa su kütlesi var ya, o artık yok! ''
Yukarıda yazdığım cümle, Hürriyet gazetesinin 24 Temmuz 2011 tarihli nüshasında okuduğum bir kozmoloji (evrenbilim) haberinden sonra ‘zınkkkk!’ diye gelivermişti aklıma. Akabinde de, ‘bu cümlenin imâ ve vaat ettiği kozmoloji yazısını mutlaka yaz ve paylaş meraklısıyla’ demiştim kendi kendime.

Önce Hürriyet’te çıkan söz konusu yazının linkini vereyim:
http://www.hurriyet.com.tr/planet/18324808.asp

Bazılarınızın okuduğunu sandığım, okumayan

Mütedeyyinlerle ateistler bir arada yaşayabilirler mi? Fikir hürriyeti ile inançlara saygı birbiriyle çelişir mi?


Yazımın başlığındaki soru, şöyle de dile getirilebilirdi:
Müslümanların ezici çoğunluğunu oluşturduğu bir toplumda 'Allah yok, din yalan deme' hürriyeti var mıdır?
Çok tehlikeli, eskilerin deyişiyle 'fevkalâde muhataralı' bir mevzua girdiğimin farkındayım.
Teslim edeceğiniz üzere, böylesi bir konuda görüş belirtildiğinde, tam bir 'aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık' açmazı / dilemması söz konusu olabilmektedir.
Böylesi kritik bir konuda yanlış anlaşılmayı hiç arzu etmem doğrusu. Bu yüzden de, çok dikkatli

Çizgiromanın ve çizgiroman tutkunlarının başı sağolsun! Zagor ve Mister No öksüz kaldı, Sergio Bonelli Öldü; Çizgiroman yazıları - 1

Zagor.jpg

Çizgi roman tutkunları, ama özellikle de Zagor ve Mister No hayranları yasta.

Zira, bu kahramanların yaratıcısı artık yaşamıyor.

İtalya'nın ve Avrupa'nın en önemli çizgi romancılarından Sergio Bonelli (1932 - 26 Eylül 2011) birkaç saat önce aramızdan ayrıldı.

Guido Nolitta takma ismini kullanan Bonelli, çizgiromana

Türkiyenin ana muhalefet partisi Leman - Penguen - Uykusuz - Gırgır mıdır?


Başlıktaki soru garibinize gitmiş olabilir.
Öyle ya, memleketin siyasal partileri var, aydınları var, sendikaları var, basını var, sivil toplum kuruluşları var...
Bu yüzden de, başlıkta dillendirilen

Yurtsever sanatçı, sosyalist aydın, devrimci ozan Ruhi Su 26 yıl önce aramızdan ayrılmıştı


20 Eylül 1985, Pangaltı, Eşref Efendi Sokak, Daniel Susar Apartmanı, daire 9, saat 11.30

Doktor Şahin’in Arnavut inadı tutmuştu bir kere. Nuh diyor, peygamber demiyordu. Ortanca oğluna bas bas bağırıyordu:
‘Gitmeyeceksin dedim o adamın  cenaze törenine, gitmeyeceksin işte!’
28 yaşında ve Petrol Mühendisi olmasına karşın, siyasi nedenlerle mesleğini yapamayan, giriştiği her işte de şansı bir türlü yaver gitmeyen oğlu, koca Arnavutu, babasını daha fazla öfkelendirmemek için olabildiğince alt perdeden dillendirdi itirazını:
‘Ruhi Su benim için çok önemli baba, bu cenazeye mutlaka katılmalıyım, anlamalısın beni’

Babası, öfkeden ve muhtemelen de yükselen tansiyonundan

M. C. Escher'in 'Resim Galerisi' isimli resminin tartışma zeminine davet ettiği meseleyi tartışmaya devam edeceğiz.

 
Escher'in 'Resim Galerisi' isimli eserinin iki varyasyonundan daha popüler olanı budur.

Maurits Cornelis Esher'in özelde 'Resim Galerisi' isimli tablosuna; genelde ise 'kendisine dönen, kendi kendisine gönderme yapan görüntüler; paradokslar, paralel evrenler, imkânsız grafik eserler; parçası olduğumuz '4 boyutlu uzay-zaman sürekliliği'ni aşan (mekânda üçten, zamanda ise birden fazla boyuta sahip) extra zamani ve mekâni boyutlara sahip  yüksek level'lı kozmoslar'ı içeren grafik evreni ve bunları besleyen muhayyele ve mutasavveresine dair olan, Escher'in yarattığı imajlarla desteklenmiş üç deneme için bknz.

İslâm, kadının örtünmesi, erkek cinselliği ve sağlığı, kişisel selâmet, AKP ve Erdoğan

Çok sıkı Erdoğan hayranı olan eksantrik ve enteresan dostum F.Z. ile ilgili olan aşağıdaki yazı bundan bir müddet önce yayınlandığında çok değişik tepkiler almıştı. Yazıyı okuyanlardan AKP’ye yakın olanlar, metnimi, Erdoğan’a temelde haksızlık eden bir çalışma; AKP’ye muhalif olanlar ise üstü örtülü bir Erdoğan güzellemesi olarak algılamışlardı.

Aynı metnin, üstelik de çok karmaşık ve derin olmamasına karşın, bu derece de zıt şekilde yorumlanmış olması beni şaşırttı doğrusu.

Arapça ve Farsça kavramları Anglo - Saksonlar gibi yazıp okumaya çalışmak esaslı bir aşağılık kompleksiyle açıklanabilir ancak.

Hürriyet’in 11 Eylül 2011, Pazar günü verdiği İnsan Kaynakları ekinde yer alan, Burcu Özçelik Sözer’in ‘Güzel İş Kapısı 185 bin kişiyi iş sahibi yapacak’ başlıklı habere ciddi itirazım var.
Söz konusu itirazımı dillendirmeden önce, gelin birlikte ana hatlarıyla habere bir göz atıverelim.
Suudi Arabistan kökenli Abdul Latif Jameel Group, toplumsal sorumluluk programı çerçevesinde kurduğu BRJ’in bir şubesini İstanbul Sancaktepe’de açtı. Ortadoğu’daki işsizlik sorununa çözüm olarak kurulan BRJ, işsizleri çalışan ya da müteşebbis olarak iş sahibi yapmayı amaçlayan bir çeşit özel iş bulma ve risk sermayesi kurumu gibi çalışmakta.
İtirazımın olduğu hususlar, hem yukarıya aldığım Arapça tamlamanın çevirisine ve hem de bu yazıda da karşımıza çıkan kelimelerin okunmasına dair olan tercihleredir.
Bunlardan ilk önce içeriğe, yani anlama ve çeviriye dair olanını mercek altına alalım.
Yazar, makalesinde, BRJ’yi şöyle açıklamış ve çevirmiş: Bab Rizq Jameel, yani Güzel İş Kapısı.
Her şeyden önce, BRJ’yi, şöyle telaffuz ederek okumayı tercih ederim: Bâb – ı Rızk-ı Cemil, yani Güzel Rızk Kapısı. Rızk yazıda (kuvvetle muhtemeldir ki söz konusu Suudi şirketin Türkiye’deki  yöneticilerinin tercihi sonucu) iş şeklinde tercüme edilmiş. Son derece yetersiz, eksik, rızk kavramının içerdiklerini kapsamak ve kuşatmak istidadından yoksun bir tercihtir onu iş ile Türkçe’ye aktarmak.
İslâm varlık, inanç ve değerler manzumesinde rızk; insanın (aslında sadece insanın değil, bütün canlıların), nesli devam etsin diye, bu dünyadaki bütün maddi ve manevi ihtiyaçları için Allah’ın lütuf, ihsan ve kısmet ettiği nimetlerin tamamıdır. Hiç kuşkusuz iş, İslâm itikatında, bu nimetlere erişmek için önemli bir imkândır. Ancak asla rızk’ın tamamı olmayıp onun sadece çok küçük bir parçasıdır.
Meselâ, bir kişi işsiz olmasına karşın, onun bütün temel ve zaruri ihtiyaçları; devlet, belediye, vakıflar, şirketler, özel kurumlar, ya da kişiler tarafından karşılanıyorsa, bu durumda onun rızkının teminine dair bir problem yok demektir. Bu örnekte de görüldüğü üzere, rızk kavramı; vaat ettiği çok katlı anlamlar sayesinde, işi de bünyesinde barındıran bir üst ifade olarak çıkmaktadır karşımıza.
Kelimenin en basit anlamıyla, rızk’ı işle mütekabil kılmak, anlamsal bir daralma ve eksikliği, dilsel bir fakirliği ve içeriksel bir noksanlık ve zayıflığı beraberinde getirecektir.
Çeviriden kaynaklanan içeriksel – anlamsal bu itirazımdan sonra, şimdi de kelimelerin – kavramların telaffuzuna dair  olan itirazımı dillendirmenin sırası geldi.
Batı Medeniyetinin merkez ülkeleri, özellikle de Anglo – Saksonlar, çevre ülkelerin kelime haznesine ait olan kavramları okurken, bunları kolaylarına geldiği gibi ve kendi gramer kurallarına göre yazıp okumakta – telaffuz etmektedir.  Bu durumda, kaynak kelime ile hedef kelime arasında bazen çok büyük telaffuz farklılıkları oluşabilmektedir.  Burada ele aldığımız Cemil’in Jameel şeklinde yazılması ve bunun icap ettirdiği şekilde okunması, telaffuz imkânları göz önünde bulunduğunda, Anglo – Saksonlar bakımından tutarlıdır. Ancak, aslı olan Arapça’ya çok yakın bir şekilde okuma imkânına ve istidadına sahip olan bizlerin, bu kelimeleri,  Anglo – Saksonlar gibi yazıp okumaya çalışmamız manasız bir özentiden ve taklitten öteye gitmemektedir.
Bu yüzen de, Hürriyet İnsan Kaynaklarında çıkan haberdeki şirket ismini Bab-ı Rızk-ı Cemil şeklinde yazmak ve yazdığımız gibi de okumak doğru olan tutumdur.
Böyle yapmayıp, onu, meselâ bir Amerikalı gibi yazıp okumaya kalkmak, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde, aşağılık kompleksinden kaynaklanan bir tercihtir.

Erdoğan ve Kılıçdaroğlu, Penguen'in son sayısının kapak karikatürünü gördüklerinde ne düşünürler acaba?

Fıs Fıs İsmail'i nasıl bilirsiniz?

Yıllardır atv'de yayınlanan ve hemen hepimizin bir dönem şu ya da bu oranda seyircisi olduğumuz sevilen bir dizi var: Çocuklar Duymasın*.
İşte, başlıktaki soruya konu olan Fıs Fıs İsmail; halen, Çarşamba günleri saat 20.00'de yayına giren bu dizinin 2. derecede karakterlerinden birisidir. 
Süleyman Yağcı, ya da dizide canlandırdığı
karakterin ismiyle Fıs Fıs İsmail

Süleyman Yağcı'nın canlandırdığı 'Fıs Fıs İsmail'e dair enteresan bir ayrıntı var. Yağcı, oyuncu olmadan önce ambulans şoförlüğü yapıyormuş. Yılın diziye ara verilen dönemlerinde, eski mesleğine dönüş yapan sanatçının canlandırdığı söz konusu karakter; Fıs Fıs İsmail, zampara, kadın düşkünü, aklı fikri gündelik ilişkiler kurmaya odaklanmış bir Kazanova karikatürü biçiminde şekillendirilmiş.
Bir diğer deyişle, Fıs Fıs İsmail, tam manasıyla başarısız bir zampara taklididir.
Zira, aklını kadınlarla bozmasına, onlarla ilişki kurabilmek için sürekli ağız spreyi kullanmak da dahil olmak üzere bir çok hijyen ve şeklil şartına anormal derecede riayet etmesine karşın; bir türlü 'cinsi lâtif'le arzu ettiği ilişkiyi kurmayı başaramamaktadır.
Karakterin karikatür niteliği öylesine abartılmıştır ki, izlerken doğrusu zaman zaman içimin ezildiğini itiraf etmek durumundayım.
Fıs Fıs İsmail; cevval mizah dergisi Penguen'in son sayısındaki kapak karikatürü yüzünden, bambaşka bir bağlamda olmak kaydıyla, ülke gündemine oturursa şaşırmayacağım doğrusu.
Nedir o başka bağlam? diye soran seslerinizi duyar gibiyim.
Sorunuzun cevabı, ilerleyen satırlarda saklıdır

Siyasiler, Penguen'in son sayısının kapak karikatürünü acaba nasıl yorumlayacaklar?


Bildiğiniz gibi, Kılıçdaroğlu ile Erdoğan arasında bir müddettir bir 'alın öpme, öptürmeme', 'temiz alın, kirli alın' polemiği sürüp gitmekte. Penguen dergisi, bunu hicveden bir kapak karikatürü ile çıktı bu hafta okurunun huzuruna.

Tm da bu noktada merakım şudur: Erdoğan ve Kılıçdaroğlu'nun danuışmanları, asistanları, yardımcıları arasında; yukarıdaki karikatürü 'efendim, bu karikatür,kamuoyunun gözünde sizi; Fıs Fıs İsmail, ya da onun öpmeye kalktıklarıyla özdeşleştiren imalar içermektedir. Bu yüzden de kişisel haklarınıza saldırı ve şahsınıza hakaret var, kanuni haklarımızı kullanalım' şeklinde yorumlayan birisi çıkacak mı acaba?

Doğrusu Kılıçdaroğlu bu gibi konularda oldukça hazımlı ve anlayışlı bir davranış profili verdi şimdiye değin.
Benzer durumlarda çok daha hassas ve reaksiyoner olan Erdoğan'ın da yurt dışında olması, karikatüre karşı ortaya konulabilecek olası tepki için bir müddet daha bekleyeceğimize işaret etmekte bana kalırsa.
Umudum, tabii ki, ne bu karikatürün ve ne de bir başkasının, adli süreçlere nesne olmamasıdır.
Son söz olarak 'inşallah olmaz!' diyor vebu lâkırdıya noktayı koyuyorum efendim.

* Çocuklar Duymasın dizisiyle ilgili bilgiler ve Süleyman Yağcı'ya ait görsel, söz konusu dizinin resmi sitesi olan http://www.mint.com.tr/cocuklarduymasin/ 'dan alınmıştır.

11 Eylül 2001'de Los Angeles'teydim....11 Eylül yazıları - 1

11 Eylül 2001'de Los Angeles'teydim.
Sabah, her zaman yaptığım gibi, erkenden kalmıştım.
tv'yi, mutat olduğu üzere açtım.
Allahım, o da ne!!!
Bütün kanallarda inanılmaz görüntülerin eşiliğinde hep aynı konu vardı:

America under atac!



Görüntüler inanılmazdı, trajedikti, gerçek olamayacak denli sıradışıydı.
Bu sırada ben, bu akıllara seza olayla birlikte çifte şok yaşıyordum.

Neden mi?
Anlatacağım, ama bir sonraki yazımda.

Arap medyası; Erdoğan'ın Mısır, Libya, Tunus (Gazze?) turu öncesi Arap Alemine, İsrail'e, Türkiye'ye, Erdoğan'a ve Filistin Meselesine nasıl mercek tutuyor?

Arap Alemi Filistin meselesini nasıl görüyor ve dünyanın bakiyesini bunun üzerinden nasıl okuyor denildiğinde, esasen, sabahlara kadar tartışacağımız bir mevzunun pimi de çekilmiş demektir.

Öta yandan, bu kâdîm ve neredeyse kanserleşmiş problemi '0 (sıfır) lâkırdı' ile özetlemek, hatta bir karikatüre indirgemek de pekalâ mümkündür.

İşte, küresel medyayı izleyen Arap entellektüellerinin çok itibar ettikleri El Ahram Weekly gazetesinde yayınlanan bir karikatür bu 'hülâsa etmek' işini pek güzel yapmış bana kalırsa*.

Söz konusu medya organının, Filistin meselesi temelindeki Türkiye - İsrail gerilimini ve Arap Alemiyle dünyanın bakiyesinin buna aldıkları aktüel pozisyonları, özelde Mısır, genelde de Arap entelijansiyasının merceğinden algılandığı haliyle özetleyen o güncel karikatürü ilâve söze gerek bırakmıyor:


Mısır’da yayınlanan El Ahram Weekly gazetesinde yer alan ve Arap liderleri yerin dibine sokan karikatür.

Kim demişti, doğrusu hatırlayamadım.
Lâkin, 'Bir görsel bazı durumlarda 1000 metinden daha etkileyici olabilir' diyen hakikaten doğru söylemiş, öyle değil mi?

Bu merkezdeki yayınların; Erdoğan'ın Mısır, Libya, Tunus (henüz netleşmemesine karşın, bu lokasyonlara Gazze de eklenebilir) turu sırasında ve sonrasında çok çeşitleneceği ve patlama yapacağını öngörmek için kâhin ya da dahi olmaya gerek yok.

Küresel medyada, ele alınıp tartışılmayı hak edecek malzeme çıktıkça bu konuya yeniden döneceğiz.

* Yukarıdaki karikatürü, twitter'da verdiği linkle yayınlayarak bundan haberim olmasını sağlayan 'benhanzala direniş ve diriliş' mahlâsı sahibi kullanıcıya teşekkür ederim:-)

kitabın peşinde tutkuyla, coşkuyla ve hatta deli divanece yaptığı koşuşturmacasını 48 yıldır sürdüren şu hâkir kardeşiniz gitti, gördü, etraflıca tetkik etti ve nihayet hükmünü verdi: 5. Beyoğlu Sahhaf Festivali kitap dostlarının kutsal mekânıdır, derhal ve üstelik de birçok kerreler olmak kaydıyla tavaf edilmelidir!



5. Beyoğlu Sahhaf Festivali, Tepebaşı'ndaki yeni, manzaralı, havadar ve ferah feza mahalinde 6 Eylül 2011 Salı günü itibarıyla start aldı.

Kitapların peşinde yaptığım ve hayatımın son 48 yılının en önemli faaliyeti olarak addedebileceğim tutkulu, coşkulu, soluk soluğa ve de heyecanlı koşuşturmacamın hülâsası sayılabilecek bir heyecana ve ruh haline garkolmuş vaziyette dolaştım bu etkinliği bugün 3 saat boyunca.

Öncelikle şunu söylemek isterim; Bu mevzuya dair, yerinden alınmış ve de fevkalâde enteresan olmasına gayret edeceğim görüntülerle süslemeye çalışacağım daha ayrıntılı ikinci yazım da olacaktır 1 - 2 gün içerisinde.

Bu metnimde ise, hadiseye dair ilk intibalarım temelinde; kitapperestlerin, sahhafların, araştırmacıların, kitapdostlarının, kolleksiyoncuların, yazarların, çizerlerin, yayıncıların, bibliofillerin, kitapdelidivanelerinin, selülozmanyakların, kitap e-ticareti yapanların, kitapevi sahiplerinin, bibliomanyakların, kütüphane çalışanlarının, akademya mensuplarının, öğrencilerin, medya mensuplarının ve bilimum matbu ya da elle yazılı ve çizili sahife aşıklarının mutlak surette ziyaret etmeleri gereken birkaç sahafa vurgu yapacağım.

Evet, yukarıda tarife gayret ettiğim eşhas, Beyoğlu Sahhaf Şenliği'ndeki şu adresleri mutlaka, ama mutlaka ziyaret etsin derim.

İşte, mutlaka ziyaret edilmesi gereken sahhaflar listesi - 1:

a-Sahhafların, (o, bu tabiri sevmese de) bana göre ecesi sayılabilecek olan değerli dostum Asuman Bektaş Hanımefendinin Niğâr Sahhafı,
b-Araştırmacı, yazar, yayıncı, kolleksiyoner, hezarfen Emin Nedret İşli ve değerli ortağı Püzant Akbaş'ın Turkuaz Sahhafı,
c-Beyoğlu Aslı Han Sahhaflar Çarçısı'ndan derviş, kalander, gönül insanı Önder dostumun Önder Sahhafı,
d-Anadolu Yakası hurdacılarının ve tablacıların efendisi, hesaplı fiyatlarıyla meraklısına kıymetli kitaplıklar kurma şansı tanıyan benim için tonton nam Üsküdarlı Bayram Koç'un Kırkambar Sahhafı,
e-Avrupa Yakasındaki hurdacıların ve tablacıların efendisi, haksız bir şekilde 'çöp müzayede' diye küçümsenen 'düzensiz müzayede'nin bu topraklardaki duayeni ve de sahasının Cem Yılmaz'ı, Şişman nam Mehmet Çelik ve ortağı Deniz'in Nar Sahhafı,
f-Oluşturduğu 'Dostlar Meclisi' ile sadece ülkenin değil, bana kalısa külliyen insanlığın selâmeti ve aydınlanmasına katkı veren araştırmacı, yayıncı, kolleksiyoner Büyük Lütfü ya da 'Sakallı' nam Lütfü Seymen'in Müteferrika Sahhafı,
g-Moda'daki dükkânı ile, sadece Türkiye'nin değil, zannımca dünyanın da en güzel ve kıymetli sahhaf mekânlarından birisini yaratan çelebi, beyefendi zat, Küçük Lütfü nam Lütfü Bayer'in Babil Sahhafı,
ğ-Sahhafların duayenlerinden ve eli kalem tutanlarından, dağarcığında daima sizinle paylaşacak orijinal bir bilgisi, enteresan bir malûmatı ve çarpıcı bir görsel malzemesi olan, benim, darılmayacağını umarak Asterix nam dediğim Halil Bingöl'ün Barış Sahafı,
h-Çizgiroman sahhaflarının duayenlerinden; çizgiroman yayıncısı, arşivcisi, kolleksiyoneri İlker Özer'in Özer Sahhafı,
ı-Çizgiroman sahhaflarının kraliçesi addedilebilecek zarif Beyoğlu hanımefendisi Nurtap Emir'in 40Ambar Sahhafı,
i-'Babasının oğlu' tabirinin tam mütekabili olan, genç, yakışıklı ve son zamanlardaki imajı ile de benim için 'V for Vendetta' nam Barış Bingöl'ün Kadıköy Barış Sahhafı,
j-Kadiköy Kafkas Pasajı cemaatinin genç, acar ve çalışkan ferdi, atom karınca nam Tolga Gürocak'ın Pâmi Sahhafı,
k-Aslı Han'dan sevgili dostum Gezegen Sedat'ın ve değerli kızkardeşi Kerime Hanımefendinin güler yüzleriyle renk ve değer katıkları Gezegen Sahhaf...

Şimdilik kaydıyla, bahse konu etkinliği ilk ziyaret edişimden sonra, kitapseverlerin mutlaka uğramaları gerektiğine inandığım sahhaflar bunlardır efendim.

Lâkin, tabii ki listenin tamamı bundan ibaret olmayacaktır.

Yazımın girişinde de zikretiğim üzere, yukarıdaki listenin devamını, bazı enteresan malûmatı ve bir de aksilik olmaz ise şayet, bu temaları destekleyen görseleri içeren gelecek yazımı pek yakında paylaşacağım değerli kitap dostları.

Yazımın sonunda, Beyoğlu Sahhaf Festivali etkinliği vesilesiyle, 2 kişiye özel teşekkürlerimi göndermeyi bir borç bilmekteyim efendim.

Teşekkür borçlu olduğum söz konusu eşhas; bu etkinliğin fikir babası, azmettiricisi, müessisi ve mimarı olması hasebiyleTurkuaz Sahhaf'ın ortaklarından Emin Nedret İşli ve son zamanlarda, sokak sanatçılarına ve sokaklara taşan eğlenceye aşırı ve maksadını aşan tepkiler verdiğine inandığım için kuvvetlice eleştirdiğim; ve fakat aynı zamanda da bu hayırlı, faideli ve spektaküler etkinliğin bânisi ve hâmisi olması bakımından kuvvetle takdir ettiğim Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan'dır.

Ben bu cuma, yeniden oradayım inşallah sevgili kitapperestler.

Sizlerle orada görüşebilmek ümidiyle:-)

Değerli bir çeviribilimci olan Profesör Doktor Sâkine Eruz Hanımefendi ile tanışmamızın hikâyesi ve Beyoğlu'nda gerçekleştirdiğim kitap müzayedelerimin, Sâkine Hocam'ın gözünden değerlendirilimesi

Aşağıdaki linkle erişilebilecek olan bir önceki yazımda
http://ziyaversencan.blogspot.com/2011/09/sizleri-her-hafta-ve-bkmadan-usanmadan.html
Beyoğlu'nda gerçekleştirdiğim kitap müzayedelerimin Zaman Gazetesi'nde nasıl yer bulduğunu paylaşmıştım.

Okumakta olduğunuz metin üzerinden, bu sefer Kastamonu'da yayınlanan yerel bir gazetenin müzayedemden bahseden bir makalesine (1) ve bunun gerçek bir idealist, değerli bir biliminsanı, hasbi bir memleketperver olan pek muhterem, pek kıymetli yazarına, Profesör Doktor Sâkine Eruz Esen'e dair hasbıhal edeceğim sizlerle.

Sakine Eruz Hocamı ilk defa bundan 5 hafta kadar önce, kitap müzayedelerimi yaptığım Beyoğlu'ndaki Kelepir - Kaktüs kitap evinde gördüm.

Münadiliğini yaptığım müzayede henüz başlamıştı ve ben, müzayedeye katılan kitapperestlere nefes almaksızın kitapları tanıtıyor, akabinde de taliplisine satışını gerçekleştiriyordum. Profesör Eruz, müzayede alanının arkasındaki kitap raflarına bakarken, etkinliğimiz dikkatini çekmiş olacak ki, bize doğru yöneliverdi. Hocamın, bana göre salonun sol tarafında bir yerde ve arkada ayakta durmasına gönlüm razı olmadı ve onu önlerdeki boş bir sandalyeye oturmaya davet ettim. Sağolsun, kırmadı ve oturdu. İlk katılımında birkaç kitap alan Prof. Eruz, bunu takip eden bazı müzayedelerimize daha katılıp, söz konusu etkinlik temelinde oluşan kitap, kültür, sanat ve muhabbet dostu ailemizin de bir ferdi olmuş oldu.

Değerli Hocam, katıldığı 2. müzayedede bana, yazdığı 'Çokkültürlülük ve Çeviri, Osmanlı Devleti'nde Çeviri Etkinliği ve Çevirmenler' isimli kitabını hediye ederek, kendisine 'Hocam' şeklinde hitap etmemin de objektif zeminini oluşturdu. Zirâ, daha o akşam okumaya başladığım kitabını 2 gün içinde bitirmiş ve bundan hem çok büyük keyif almış ve hem de epeyce de malûmat edinerek çok faydalanmıştım. Bu bakımdan da artık kendimi, Profesör Sâkine Eruz'un talebelerinden birisi olarak addedmekte bir sakınca görmüyorum.

Umarım, Sakine Hocam da bana redd-i talebe muamelesi yapmayacak ve bu ilişki benim tarife gayret ettiğim Usta - Talebe diyalektiğinde ve dostane bir zeminde devam edip ilerleyecektir.

Çok kısaca da olsa Hocam hakkında bilgi vermemin, bu metni bütünleyen ve etkisini kuvvetlendiren bir tercih olacağına inanıyorum.

Ailesinin kökeni Kafkasya, Kastamonu, Selânik ve İstanbul'a dayanan Profesör Eruz'un çocukluğu Almanya'da geçmiştir. Eğitimini Avusturya Lisesi, Goethe Üniversitesi, İÜ Alman Dili ve Edebiyatı ve Avrupa Sanat Tarihi bölümlerinde yapan başarılı çeviribilimci; 1986'dan sonra İÜ Yabancı Diller Okulu, Alman Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı ve Alman Dili Eğitimi Bölümü'nde dersler verdi.

2000 yılından  bu yana Çeviribilim Bölümünde Almanca, İngilizce ve Fransızca Anabilim Dallarında lisans, yüksek lisans ve doktora programlarında öğretim üyeliği yapmakta olan Profesör Eruz, 2005'ten bu yana yurt içi ve yurt dışı birçok akademik ortamda 'Osmanlı Devleti'nde ve Türkiye Cumhuriyeti'nde Çokkültürlülük ve Çevirmenler' konulu konferanslar verdi, sergiler hazırladı.

Yukarıda bahsettiğim kitabı dışında 'Çeviriden Çeviribilime, 2003', 'Akademik Çeviri Eğitimi, 2008' başlıklı 2 kitabı daha olan Profesör Eruz'un, söz konusu akademik metinlerinin yanısıra; kültüre, sanata, tarihe ve insanımızın aktüel sosyolojik hakikatlerine dair makale ve denemeleri de mevcuttur. Bunlar, ulusal ve yerel basında yayınlanmaktadır (2).

Aşağıda, Sakine Hocamla tanışmamıza vesile olan kitap müzeyedemin, Profesör Eruz'un gözünden nasıl algılandığını göreceksiniz.


Profesör Doktor Sâkine Eruz
 'Dün Beyoğlu`nda Kaktüs Kitapevi`ndeydim. Burayı rastlantısal keşfettim. Türkiye`nin çalkantılı yaşamı içinde yine hüzünlendiğim bir olaydan sonra öyle avare geziyordum Beyoğlu`nda, bir dergi arıyordum. Bir ara sokağa girdim ve birden sağ tarafta Kaktüs`ü gördüm, öyle kendi halinde, ikinci el kitapların satıldığı, biraz yerin altında bir dükkan. İçeriden sesler geliyordu, ne oluyor diye merak ettim. Bir kaç basamaktan dükkanın içine, sonra yine bir kaç basamaktan ne oluyor diye merak ettiğim yere ulaştım. 

Kitap müzayedem sırasında bir eserin katılımcılara tanıtımını yapıyorum
Bir masanın etrafında birileri oturmuştu, masanın üstünde envai çeşit kitap vardı, kitaplar üç beş kuruşa el değiştiriyordu. Açık arttırmayı yapan arkadaş kendi alanında bir uzman, büyülenmiş gibi, nereden geldikleri belli olmayan, ilginç, ağır, arkalıksız sandalyelerden birine oturdum ve seyretmeye başladım bu bir liradan başlayan mezatı. Orada bulunanlar da kendi kitaplarını getirmişler, o kitaplar da el değiştiriyordu bu ilginç ortamda.  Sonra öğrenecektim, bu işi bu denli ustaca yapan kişi aslında bir kitap koleksiyoncusu, bir  petrol mühendisiydi. Kitaplara gönül veren  Ziyaver Şencan öyle güzel tanıtıyordu ki kitapları, sanırsınız çok sevdiği yakın akrabaları bu kitaplar. Bambaşka bir evrene taşıyordu orada bulunan kitap dostlarını.  Sonra müdavimi oldum bu açık arttırmaların, Ziyaver Şencan`ın oturduğunuz yerden sizi elinizden tutup zaman ve mekan içinde yolculuklar yaptırdığı bu doyumsuz kültür gezilerinin...
Nadir bir kitabı tanıtıyorum. Hemen solumdaki sırtı
 dönük zat, Robert Kolej tarih hocası ve araştırmacı yazar
sevgili Önder Kaya dostumdur. Müzayede ile ilgili
2 fotoğraflarımı çekip bilâhare de paylaşan
Sakine Hocam'a teşekkür ederim.
 (1) Sakine Hocamın denemesinin tam metni için http://www.kastamonupostasi.com/kposta3/index.asp?fuseaction=home.makale&cid=18406

(2) Profesör Doktor Sâkine Eruz Hocam'ın hakkında daha ayrıntılı bilgiye erişmek için http://www.sakine-eruz.com/

Sizleri, bıkmadan ve usanmadan, her hafta yaptığım üzere, kitap müzayedelerime davet ettiğimde, aslında işte böylesi 'bir kültürel etkinliği' paylaşalım, hatta, paylaşmanın da ötesinde, gelin onu birlikte inşa edelim demeye getiriyorum

2011 Mart ortasından beri, yani, yaklaşık olarak 6 aydır, Beyoğlu Büyükparmakkapı Sokaktaki Kelepir Kitapevinde kitap müzayedeleri yapmaktayım.

Dostum ve aynı zamanda da söz konusu kitapevinin sahibi olan Serkan Özburun'un önerisiyle başladığımız bu faaliyetimiz çok olumlu tepkiler almakta.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim, halihazırda, bütün Türkiye'de, her hafta düzenli olarak bu çeşit bir etkinliğin yapıldığı yegâne ortam / vasat, münadiliğini yaptığım Kelepir Kitapevi müzayedeleridir.

Bununla ilgili olarak ulusal ya da yerel basında çıkan haberleri sizlerle düzenli olarak paylaşacağım.

İşte bu haberlerin ilki: 

Beyoğlu'nda enteresan bir şeyler oluyor!




Taksim'deki Kaktüs Kelepir Kitabevi'nde düzenlenen müzayedede birkaç saat içinde 500'e yakın eski kitap satılıyor. 1 TL'den başlayan açılış fiyatı, kitabın yaşına ve diğer özelliklerine göre 500 TL'ye kadar çıkabiliyor. Her hafta çarşamba ve cumartesi günleri saat 16.00'da başlayan müzayede herkese açık.
Münadi, kitap müzayedesinin birkaç dakika içerisinde başlayacağını söyleyerek her zamanki gibi masanın en başındaki yerine geçiyor. Müzayedeye katılacaklar sandalyelere oturarak, heyecan içinde beklemeye başlıyorlar.
Bu müzayedede kitaplar kelepir fiyatına!
Yılların kitap koleksiyonerleriyle genç kitapseverler yan yana. Münadi, ilk kitabı masanın üzerinden alarak yavaşça havaya kaldırıyor. "İnanılmaz derecede, nadirat ötesi bir kitap" diyerek söze başlıyor. Sonrasında anlatmaya devam ediyor: "Bu tür kitaplara biz, 'azı dişi ya da deve dişi' deriz. Yani çok eski ve iyi korunmuş eserlerdir. Bu elimde gördüğünüz kitap 500 yaşında. Evet, yanlış duymadınız, tam 500 yaşında! Cildi, dana derisinden yapılmış olup bir miktar kurt yeniği bendeniz tarafından incelenmiş, larva yumurtaları özenle temizlenmiştir. 1583 yılında basılan bu kitap, Hıristiyanlıkla ilgili dini öğretileri anlatıyor. Meraklısı için açık artırmayı 1 TL'den başlatıyorum. Bu tür bir kitabın piyasadaki değeri 1500-2000 dolar civarındadır, unutmayın!"
 
Münadinin kitap hakkındaki tanıtım konuşması biter bitmez eller havaya kalkmaya başlıyor. Normal kitapların fiyatları 1 TL artırılıyor. Eğer satışa sunulan eser özel bir nitelik taşıyorsa artış da ona göre şekilleniyor. Masanın diğer ucunda oturan yaşlı bir koleksiyoner elini kaldırarak, "20 TL" diye bağırıyor. Hemen yanında oturan bayan ise "40 TL" diyor. Bir anda fiyat, 100 TL'yi buluyor. "Kitap 500 yıllık. Herhalde birkaç bin TL eder." diye içimizden geçiriyoruz. Ama yanılıyoruz. 160 TL'den sonra el kaldırıp fiyat artıran olmuyor. Münadi, üç kez üs üste kendine has ses tonuyla "Bak satarım!" diye bağırdıktan sonra, en son el kaldıran genç koleksiyonere doğru kitabı uzatıyor ve "Hayrını gör." diyor.
 
Ne zaman yapılıyor?
 
Taksim'deki Kaktüs Kelepir Kitabevi'nde düzenlenen müzayede, her çarşamba ve cumartesi günleri saat 16.00'da koleksiyonerleri bir araya getiriyor. Türkçe, İngilizce, Almanca ve Fransızca yazılmış eski kitapların satıldığı müzayedeye herkes katılabiliyor. Ayrıca isteyenler koleksiyonunu satışa çıkarabiliyor. 40-50 kişilik bir grup müzayedeyi takip ediyor. Bu sayı kış aylarında iki katına çıkıyor. Bazı haftalar katılım o kadar fazla oluyor ki kitabevinin içerisinde adım atacak yer kalmıyor. Fiyat aralığı ise kitabın yaşına ve içeriğine göre değişiyor. 1 TL'ye de kitap alabiliyorsunuz, 500 TL'ye de. Mesela geçtiğimiz ay Dante'nin İlahi Komedya'sının özel bir baskısı 500 TL'ye alıcı bulmuş.
 
En çok osmanlıca kitaplar satılıyor
 
Müzayedenin münadisi Ziyaver Şencan, birkaç gün öncesinden satacağı kitapları didik didik incelemeye başlıyor. Her müzayedede ortalama 500 kitap satan Şencan, hiç ara vermeden iki üç saat boyunca boğaz patlatıyor. Satış esnasında kitapların fiziksel özellikleri, basım tarihi ve konusuyla ilgili kısa bilgiler veren Şencan, "Benim maddi olarak bir beklentim yok. Kitaplara hizmet ediyorum. Eski kitapların yok olmasını önlüyoruz. Bazen çöplerden kitap çıkartıp sattığımız oluyor. Son yıllarda özellikle Osmanlıca eserlere karşı büyük bir ilgi var. Bu ilgiyi müzayede esnasında gözleyebiliyoruz. Münadiliğe ilk başladığım günlerde çok zorlanmıştım. Hatta bir ara bağırmaktan sesim kısılmıştı ama şimdi alıştım. Vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorum." diyor.

Zaman Gazetesinden Bünyamin Köseli'nin yaptığı ve gazetenin 28 Ağustos 2011 tarihli nüshasında yayınlanan haberin orijinal hali için lütfen tıklayınız:

Hem kendisi, hem kendisinin babası ve hem de kendisinin oğlu olan adamın macerası – 2’nin yazım macerası


1 Eylül 2011, Perşembe, 10.19, Zuhuratbaba, Bakırköy.

Ofise gelir gelmez notbook’umun başına oturdum. Sosyal medyayı mutât olduğu üzere kontrol edip ardından da bloguma girdim. Okuduğunuz satırları yazdığımda, inanın bana, gözlerim kapanıyordu. Zira neredeyse ‘0’ uykuyla ayakta durmaya çalışıyordum. Bu sabah 05.00 gibi, ilk edisyonunu yaklaşık olarak 1 ay önce
  
http://ziyaversencan.blogspot.com/2011/08/ayn-anda-hem-kendisi-hem-kendisinin.html

adresine koyduğum bilimkurgu  (politik kurgu ya da fantastik kurgu mu demeliydim yoksa? Belki de üç etiketi birden kullanmak en doğrusudur, kim bilir?) öykümün ilk bölümünün yeniden yazımını nihayet bitirebilmiş ve hemen akabinde de onu twitter ve facebook üzerinden link etmiştim. 05.30 gibi yattıktan sonra, doğru düzgün uyuyamadan 07.30’da da kalkmıştım. Gözlerimden uyku akması bundandı.

10.43.

Yerli ve yabancı basını ve favori bloglarımı taradım. Bu arada içim geçiyor, sık sık başım önüme düşüyordu. Uykuya daha öğle olmadan teslim olmak üzereydim. Yapacak çok işim olduğu için, uyuma fikri bana çok itici gelmişti. Yüzüme su çarpıp birkaç adım yürüyerek uykumu açmaya çalıştım.

11.09.

Yo, hayır, olmuyor, bir türlü açamıyorum uykumu. Yukarıda linkini verdiğim öykümün final bölümünü tamamlayıp bloguma koymak için kendime tanıdığım deadline’ı defalarca aşmış  olmama karşın bir türlü ilerlemiyordu öykü. İlerlemek ne kelime, öykünün finalinin sadece ilk paragrafını yazabilmiştim. O da sinmemişti içime.

12.03.

Yanıma 1 muz, 2 dilim kepekli ekmek ve birkaç ceviz içi alıp Bakırköy - Taksim dolmuşlarına doğru yola çıktım. 'Masa başında oturma ısrarının bir manası yok Ziyaver Şencantu, madem ki uykunu açamıyorsun, öykünde bir adım bile ilerleyemiyorsun, bari ‘Pera Cumhuriyeti’ndeki sahafları gez, dostlarla muhabbet et. Böylece moral bulur, akümüle olur, dönüşte de hikâyeni tamamlarsın, belli mi olur?' diye geçiriyordum içimden.

13.06.

Günün en sıcak zamanında gelmiştim Pera’ya. Üstüne üstlük, rutubet de hissedilen sıcaklığı birkaç derece arttırıyordu. Sahafların bazıları açmamıştı, açanların da sahiplerinden çok çalışanları hizmet veriyordu müşteriye. ‘Galiba boşuna geldim buralara bu sıcakta’ diye düşünmeye başlamıştım. Öyküm için ilham perilerimi seferber edecek bir uyarıcıyı bulamıyor, avare kasnak gibi beyhude dolanıyordum.

14.17.

Tam Bakırköy’e, ofisime dönmeye karar vermiştim ki, tanıdık bir ses, adeta arka arkaya içilmiş 40 fincan kahvenin uyarıcı tesirini icra ediverdi üzerimde. Olmuştu işte, muhayyelem kamçılanmış, beynimin serebral korteks bölümü ekstradan çalışmaya başlamıştı . Bendeki bu değişime neden olan ses, D&R’ın, Cadde-i Kebir'de bulunan eski mağazasının yanındaki Ali Muhiddin Hacı Bekir’in önünde uzun yıllardır sabahtan akşama kadar bıkmadan yorulmadan ‘bu kantar doğru tartar, doğru tartar bu kantar’ tekerlemesi eşliğinde insanları tartarak geçimini sağlayan muhitin sempatik simalarından Abdürrezak’a aitti.  Her zaman yaptığım gibi, Beyoğlu’ndan Sirkeci tren istasyonuna doğru yürürken, önünden geçtiğim bu yarım akıllı, Abdal kılıklı insan evlâdı, ‘gel Ziyaver Şencan’ diye seslenmişti. Eklemişti ardından da ‘gel de bi tartıvereyim seni’.

Sokakta kilomu tarttırmayalı belki 25 yıl olmuştu. Basküle çıktığımda ‘senin ismini bilmem normal, zira bu caddede seni neredeyse herkes tanıyor. Lâkin, sen benimkini nereden biliyorsun, bunu çözemedim Abdürrezak’ deyiverdim. ‘Benim de seni tanımam normal aslında, zira bu caddede seni tanıması gerekenlerin tamamı zaten seni tanımaktalar’ deyip göz kırptı muzipçe Abdürrezak. Sonra adeta fısıldarcasına ‘sorunun çözümü, derdinin dermanı, Bakırköy Zuhuratbaba’da, senin ofisine iki adımlık mesafede. Sahafların olduğu demiryolu köprüsünün hemen çıkışında türkü çığırarak hayatını kazanmaya çalışan o âmâ ozanda var ya, işte o, tamamlayamadığın öykü için yardımcı olacak sana’. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuş, adeta dumura uğramıştım. Nasıl bilebilirdi bunları Abdürrezak, anlamam mümkün değildi.

15.53.

Ona yüklüce bir bahşiş verip hızla Sirkeci tren istasyonuna doğru yürümeye başladım. Bu arada, yola çıkarken yanıma aldığım nevalemi de yemeyi ihmal etmiyordum. Bakırköy’de trenden iner inmez, Abdürrezzak’ın tarif ettiği âmâ ozan’a baktım. Ancak o her zamanki yerinde yoktu.  Dibine çömeldiği ağacın hemen yanındaki simitçiye sorduğumda ‘biraz önce ayrıldı, ‘beni Ziyaver diye biri sorarsa bu notu ver’ diye de tembihledi’ şeklinde bir cevap aldım. Notu koparırcasına elinden alıp ofisime doğru koşturmaya başladığımda ‘bugün yaşadıklarıma mantıklı hiç kimse inanmaz’ diye düşünüyordum. Ofisimin olduğu apartmana geldiğimde, tek satırlık notu ezberlemiştim adeta: ‘karşı kapı komşun Faize Hanım’ın kızı Devâ’ya uğra. Dermanın onda’.
Soluğu Faize Hanımın kapısında aldığımı tahmin etmekte zorlanmadığınızdan adım gibi eminim.

16.04.

Devâ, 27 yaşında olmasına karşın 4-5 yaşlarındaki bir çocuğun zekâsına ancak sahip olabilen dünya tatlısı bir spastik kızcağızdı. Dul anneciğiyle birlikte ofisimin hemen karşısında oturdukları dairenin kapısını çaldığımda Allah biliyor ya ‘yahu bu fukara doğru düzgün iki kelimeyi bir araya getiremez. Bana nasıl yardımcı olacak, anlayamadım doğrusu. Herhalde Faize Hanım devreye girecek’ diye düşünmedim desem yalan olur. Ben tam bunları zihnimde evirip çevirirken, kapı açılıverdi ve Devâ, daha önce bana hiç görünmediği kadar sempatik bir edayla geniş geniş gülümseyerek ‘merhaba Ziyaver abi’ deyiverdi.

Normalde çok pasif, içine dönük ve çekingen olan kızın bu girişkenliği, o gün yaşadıklarımdan sonra bana hiç de garip görünmemişti. Spastik kızcağız meselenin tam da kalbine işaret ederek adeta benliğime damardan nüfûz etmeyi başarmıştı:
‘Ziyaver abi, İngiliz felsefeci Jonathan Harrison’un, hakemli bilim ve felsefe dergisi Analysis’in 1979 çıkan sayılarının birisinde yayınlanmış bir makalesinde, senin bir türlü tamamlayamadığın hikâyeni geliştirip bitirmene yardımcı olacak çok enteresan bir tema var’.

Devâ sözünü tamamlar tamamlamaz, birkaç dakikadır karşımda duran o cıvıl cıvıl, aklı başında, öz güveni yüksek, cerbezeli kız kayboluvermiş; her zaman olduğu gibi ağzının kenarından salyası akan, gözleri patlak patlak bakan, gözbebekleri ayakuçlarına kilitlenmiş ve sanki bir an önce gözlerden ırak bir yerde kaybolmak istermişçesine sol omzunun üzerinden sık sık arkasına bakan o bildik spastik kızcağız yeniden belirivermişti.

Belli belirsiz bir teşekkür lâfı mırıldanıp, 1 metre ötedeki ofisimin kapısını açmaya yönelmiştim ki annesi Faize hanım ıslak ellerini silerek mutfaktan çıkageldi. ‘Devâ, sen içeri git evlâdım, TRTçocuk’da sevdiğin çizgi film başladı. Ziyaver bey, kusura bakmayın, zili duymamışım. Umarım kızım canınızı sıkacak bi şey yapmamıştır. Nasıl yardımcı olabilirim?’ Sudan bir bahane uydurup teşekkür ettim, sonra da adeta attım kendimi ofisten içeri.
‘Olanlardan sonra bugün artık hiçbir şey beni şaşırtamaz’ ifadesi son birkaç saatte üçüncü kez çıkmıştı ağzımdan. Gerçek bir şaşkınlık ve hatta ciddi bir panik içindeydim. Yarım akıllı bile sayılamayacak insanlar, her ne olmuşsa, bugün, adeta Charly (1968) ya da Phenomenon (1996) filmlerindeki mucizevi dönüşümleri yaşayan film karakterleri gibi davranmış ve benim bir problemimi çözmek için sıra dışı bir çabanın içine girmişlerdi.

17.16.

İnternette yaptığım sörf çok verimli olmuş ve Devâ’nın bahsettiği makaleyi bularak indirmiştim. Yer yer zorlanarak da olsa bir çırpıda okuyuverdim metni. Evet, kız doğru söylemişti. Makaledeki zamanda yolculukla ilgili bir tema, hikâyemin içine düştüğü dramatik örgü ve kurgu krizini aşmama yardımcı olacak nitelikteydi. Çok büyük bir hızla, adeta birisi dikte ettiriyormuşçasına hızla yazmaya başlamıştım öykünün devamını.

20.07.

Aniden bir zil, daha doğrusu çok güçlü bir çan sesi duyuvermiştim. Aslında o şey her neyse,  sesi kulaklarımın içinde, adeta kulak zarlarımın bitişiğinde patlayıvermişti.
Aynı anda, alnımda hissettiğim büyük bir sızıyla da irkilivermiştim.
Çalan telefon, saatlerdir pençesinde olduğum 'tilki uykusu'dan uyanmama neden olmuş, tam bu sırada da uyku sersemliğiyle masaya doğru düşen başım notbook’uma çarpmıştı.
Anlayacağınız, 9 saattir masamda, notbook’umun başında uyuklamıştım.
Gün boyunca yaşadığımı sandığım her şey gördüğüm rüyalardan ibaretti.
Çalan telefon sesi ve alnımdaki şişlik ise hayatımın son 9 saatinin yegâne gerçek yaşanmışlıklarıydı.
Bir taraftan alnımı ovuştururken, diğer elimle de halâ ısrarla çalmaya devam eden telefona uzandım.
Arayan annemdi.

‘Bak ne diyicem evlâdım’ diye girdi söze anneciğim, ‘hani bir türlü tamamlayamadığın ve benim de ilk bölümünü severek okuduğum o öykün var ya…. işte ona dair düşündüm ve ....ve sanırım bir çözüm buldum bu kilitlenme durumuna....şu an elimde senin bana verdiğin Sandman külliyatı var. İşte ondan, Nail Gaiman’dan ilham alarak söylüyorum, rüyalarına güvenmelisin evlâdım. Uyandığında, seni yazma aşamanda en zorlayan hikâyenin bile mucizevi bir şekilde tamamlandığını görmen işten bile değildir, inan buna, tamam mı canım oğlum?’

Anneme teşekkür edip telefonu kapattım.
Halâ acıyan alnımı ovuştururken gözüm bir an için ekrana takıldı.

Ekranda gördüğüm şey yüzünden bir an için bayılacağımı sanmıştım.

Bir türlü 3 satırdan fazlasını yazamadığım ‘Hem kendisi, hem babası ve hem de oğlu olan adamın macerası’ başlıklı öykümün finali olan 2. bölümü notbook’umdan bana bakıyordu.