Kenan Evren öldü, ya onu alkışlayan zihniyet?




12 Eylül askeri darbesinin 37. yılında, Türkiye Toplumsal Formasyonu'nu derinden sarsan ve etkilerini halâ da hissettiren bu sosyo-politik kırılmayı, muhtasaren de olsa, mercek altına almanın (üstelik de, FETÖ'cü darbe teşebbüsünün muhasebesini yaptığımız bir konjonktürde) anlamlı olacağını düşünüyorum.


'1 - Kenan Evren öldü işte nihayet

Evren'in (17 Temmuz 1917 - 9 Mayıs 2015) ölüm haberini 9 Mayıs'ı 10 Mayıs'a bağlayan saatlerde, bir diğer deyişle, gecenin oldukça ilerleyen bir vaktinde almıştım. Ondan bu yana geçen zaman zarfında benliğime hakim olan duygu durumunu tarif için en uygun, en ehil, en mümeyyiz kavramın 'karışık' olduğunu düşünüyorum. Oysa o ana değin; baş rolünde olduğu sürecin doğrudan mağdurlarından olduğum, daha da önemlisi, karar verme merci durumundaki arkadaşlarıyla birlikte Türkiye'ye kalıcı hasarlar verdiğini düşündüğümden, Evren'in ölümünün beni sevindireceğini düşünürdüm. 

Peki, ne olmuştu da, ismi 12 Eylül askeri faşist rejimiyle özdeşleşen bir diktatörün ölümü, bende o sandığım sevince neden olamamıştı? Buna cevap vermeden önce, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin nelere mal olduğuna ve bu darbenin (perde gerisindeki gerçek beyin takımı ve asıl azmettiriciler anlamındaki) hakiki müelliflerine kısaca bakmakta yarar var.

Osmanlı İmparatorluğu'ndan günümüze Türkiye'de akıl hastalıkları ve Mazhar Osman Usman



 α - medhal / prologue (i):
Akıl (sinir, ruh ?)  hastalıkları ve bunların tedavi yolları, derinden etkilendiğim konulardandır. Bunlara dair olan okumalarım / izlenimlerim / tecrübelerim sayesinde, 
mezkûr alan hakkındaki bazı sorular(ım)a (kuşatıcı ve tatminkâr olmayan kısmi) cevaplar bulabildiğimi itiraf etmeliyim (ii). Bu esnada, bazı başka (enteresan / derin / deli?) soruları(mı)n alametifarikası olan istifham işaretlerinin zihnimde yeşermesine, yer etmesine ve giderek de yerleşmesine engel olamadığım ise diğer bir itirafım olmuş olsun.

İtiraflar (Confessiones) ile başladı bu kapsamlı tıp tarihi merkezli deneme. Ki, bu bir tesadüf, ya da, yazarının bilinçsiz bir tercihi olmasa gerektir. Öyle ya; 'aklın kendisine, kendisinin hastalıklarına ve bunların tedavilerine dair konuşması', özü itibarıyla bir (örtük / dolaylı / gizli) itiraf hamlesi değildir de nedir ki?

Böylesi bir ilgi alanı olanın, bahse konu 'problemle (akıl hastalıkları) onun çözüm (tedavi) mantığına / metoduna işaret eden problematiğin nispet ettiği anlam dairesi'nin Türkiye'deki izdüşümleriyle yakından ilgilenmesi beklenir. Türkiye'de, 20. asrın başından bu yana geçen 110 yıla mütecaviz bir süredir, mezkûr alanda gerçekleştirilen praksislere dair yaptığım aşağıdaki 'kuş bakışı' rasat, işte bu beklentiyi teyit eder mahiyettedir.