İngrid Bergman'ın (1925, Stokholm - 1982, Londra) gelmiş geçmiş en güzel sinema yıldızlarından biri olduğu müşterek kabullerimizden birisidir. |
'Başıma ciddi bir şey gelmemesi'ni dileyip; en fazla, 'eşek hoşaftan ne anlar! türünden târiz ve tenkitlere muhatap olmakla içinden sıyrılmayı umduğum bir badireye atılıyor, ve; dünya sinemasının gelmiş geçmiş en güzel aktrislerinden birisi olarak kabul edilen İngrid Bergman için ‘aslında fazla güzel değildi’ diyorum.
Hemen ardından da, adeta aldığım riskin katsayısını artırmak istercesine ‘harakiri’ kıvamında bir adım daha atıyorum ve kazandığı sayılamayacak kadar çok ödül arasında 3 de Oscar olan sanatçı için ‘İngrid Bergman aslında iyi bir oyuncu falan da değildi’ diye eklemeyi ihmal etmiyorum.
Yoo, durun lütfen! Peşinen akıl sağlığımdan şüphe etmek, ya da beni, kendini had safhada beğenmiş ukalâ bir 'bildimcik böceği(1)' olarak nitelemek arasında gidip gelen bir hükümler setine sahip olmadan önce, yazımın tamamını okuyuverin bir zahmet.
Ondan sonra vereceğiniz yargı, tabii ki başım gözüm üzeredir, bu da böyle biline J
Hakkında kallavi ‘gıybet yaptığım’, arkasından ‘acımasızca çekiştirdiğim’ ve de bu türden münasebetsizliklerime yazımın ilerleyen bölümlerinde de (yazımın vaat, nisbet ve ima ettiği mesajın salimen okura geçmesi bakımından) devam edeceğim İngrid Bergman (Stokholm, 1915 – Londra, 1982), dünya sinemasının ve tiyatrosunun en spektaküler addedilen aktrislerindendi. Sanatçı aynı günde, 29 Ağustos’ta doğdu ve öldü. Bu tesadüf, ölümünden sonra hakkında yapılan sayısız yayının ortak noktalarındandı.
Emmy, Golden Globe, BAFTA, NYFCC, Tony, NBR, Cesar, NSFC gibi sinema ve tiyatronun en prestijli ödüllerine onlarca defa aday gösterilen ve bunların hepsini en az birer kere kazanan sanatçı; 2 kere ‘en iyi kadın oyuncu’ dalında (Gaslight, 1945 ve Anastasia, 1957) ve 1 kere de ‘yardımcı kadın oyuncu’ dalında (Murder on the Orient Express, 1975) olmak üzere, toplamda 3 kez Oscar ödülüyle onurlandırılmıştır. Bu satırların haddini bilmez yazıcısının oyunculuğunu ‘hesaba çektiği’, aktrisin filmografisi, sektörün duayenlerince işte böyle taçlandırılmıştı.
Hayır, benim, tesiri okumakta olduğunuz mütevazi metnin mücavir alnıyla sınırlı olan bu hesaba çekişim bir şey değil de, Bergman’ın, Roberto Rosselini ile evlendikten sonra ABD’nin en önemli muhafazakâr - mütedeyyin Cemaati olan Evanjeliklerce eleştirilmesi, eleştirilmek ne kelime, üstüne üstlük bir de düpedüz tekfir edilmesi vardır ki, işte o hakikaten görülmelere değerdir! Söz konusu Cemaatin bu eleştirisini deşifre ettiğimizde, hakikatle mutabık olduklarına sizi ikna edebileceğime inandığım sanatçıya dair iddialarıma karşın, Bergman’ın neden bu denli yüceltildiğinin de kodlarını dekode etmiş olacağız.
Evanjelizm; Martin Luher tarafından 16. asrın başında kurulmuş, 17. asrın ortasında ABD’nin temellerini atan püritenlerce geliştirilmiş ve 19. asrın son çeyreğinde ise, İncil dışındaki kutsal metinleri yazılarak diğer Hristiyan itikatlarıyla arasına ciddi farklılıklar koymayı başarmıştır. Kapitalist sistemin, kriz ve depresyonu çok sert bir şekilde yaşadığı dönemler olan 1880 – 1890 ve 1929 – 1933 periyotlarında serpilip güçlenen Evanjelizm, son 150 yıl boyunca, modern ikna mekanizmalarıyla reklâm ve propaganda yöntemlerini en iyi kullanan dini cemaat olarak sivrilmiştir. Başarılı sporcuların, politikacıların, toplumsal hiyerarşinin sivrilmiş kanaat önderlerinin ve özellikle de sahne ve sinema sanatçılarının ‘adı skandallara karışmamış’ olanlarından Evanjelistlerce seçilerek 'devşirilen'ler, bu dini Cemaatin tamamen ve kısmen kontrolünde olan medya organlarınca fikri – ideolojik saiklerle, Cemaatin kontrolü dışında olanlarca da tiraj, reklâm vb motiflerle desteklenmiş, 'parlatılmış', ‘köpürtülmüş'tür.
Cemaatin ideolojik hegemonyası sadece ‘gözdelerini parlatmaya, köpürtmeye’ hizmet etmiyordu. Dünya görüşlerini ve yaşam tarzlarını beğenmediği kişileri çok ağır eleştirmek, onları haksız töhmet altına sokmak ve hatta aforoz kampanyaları açarak bazılarını mesleki olarak çalışamaz hale getirmek de Evanjeliklerin sık sık başvurdukları yöntemlerdendi.
1950’ye kadar Cemaatin ‘propaganda yüzleri’nden olup ondan çok yoğun destek alan İngrid Bergman, bu tarihte Roberto Rosselini ile yaptığı evlilikle birlikte bu desteği kaybetmiş ve giderek de kara listeye alınmıştır. Niye mi? Çünkü, Rosselini bu işe kalkıştığında evliydi ve Bergman ile bir arada olabilmek için yuvasını dağıtmak zorunda kalmıştı.
Sanatçının kazandığı ödüllere baktığımızda, bu evliliğin kazasız belâsız sürdüğü yıllar boyunca (1950 – 1955) Bergman’ın kayda değer hiç bir başarısına rastlayamayız. ‘Bu doğru değil! Bergman, evliliği sırasında, Anastasia ile 1956’da NYFCC ve 1957’de Academy ödüllerini kazanmadı mı?’ diyen itirazlarınızı duyar gibiyim. Bu muhalefet şerhlerinizde, üzülerek söylüyorum, haklı değilsiniz. Biraz önce paylaştığım üzere, Bergman ile Rosselini’nin evlilikleri hukuken sona ermeden yıllar önce, zaten fiilen bitmişti. Ünlü aktris, bu evliliğin kariyerinde açtığı tamir edilmesi güç zararları kompanse etmek adına, Cemaatin sinema alanındaki kanaat önderleriyle boşanmadan çok önce temasa geçerek ayrılacağını müjdelemişti. Bu taahhüt üzerine de, 1955’dan itibaren kara listeden çıkarılarak yeniden ‘dostlar listesi’ne eklenen Bergman, önemli ödülleri yeniden kazanmaya başlamıştır.
Evliliğinin başlangıcında, Evanjeliklerin ağır eleştirilerini; başına gelebilecekleri kestirememenin verdiği bir ‘cahil cesareti’yle adeta ‘kuyruğu dik tutarak’ ve ‘Jan Dark’ı oynadım diye onun gibi azize olmaya ne niyetim ve ne de takatim var. Ben, hatalarıyla ve günahlarıyla basit bir insan ve sıradan bir kadınım’ tarzındaki ilkeli bir üslûpla ile göğüslemeye çalışan Bergman, 1956’dan itibaren bu tarz söylemlere bir daha asla girmemiştir. Ve bu tutum değişikliğinin hasadını da; musluğu yeniden açılan ödül çeşmesinden testisini cömertçe doldurarak fazlasıyla yapmıştır.
‘Casablanca’, ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’, ‘Notorius’, ‘Anastasia’, ‘Brams’ı sever misiniz?’, ‘Doğu Expresinde Cinayet’ filmlerindeki rolleriyle, ilk adımda, sürece Evanjelizm açısından yaklaşan sinema eleştirmenlerinin, ardından da, onların manüple ettiği genel izleyicinin büyük 'beğenisini kazanan' aktris, esasen 2. sınıf bir oyuncu olmasına karşın, açıklamaya çalıştığım bu dinamikler sayesince 1. sınıf sanatçı muamelesine tabi tutulmuştur.
Bergman üzerine bu denli yoğun kafa yormadan önce, onun özellikle 1940’larda rol aldığı filmlerini her izleyişimde, ‘İnsanlığın ortak muhayyelesindeki Hz. Meryem imajı, işte bu suratın temsil, vaat ve imâ ettiği şey olsa gerek!’ diye düşünürdüm. Sanatçının, ‘Bakire Meryem’ ikonunu andıran ve bu dönemdeki rollerinin asgari müştereği olan bu duruşunun büyük ölçüde Evanjelik mentorlar tarafından önerilmiş, öğretilmiş bir eda olduğunu idrak ettiğimde, söz konusu sezgimin gerçeklikle olan güçlü irtibat ve mütekabiliyetine sevindiğimi teslim etmeliyim. Evanjelizm – Holywood - Bergman irtibatlarını deşifre ettikten sonra; aktrisin, bahse konu öğretilmiş ‘rol kesme’ tarzının, retrospektifinin / filmografisinin tamamına hakim oluşuna artık şaşırmaz olmuştum. Konuya dair bu çeşit bir ‘aydınlanma hali’ yaşadıktan sonra, Bergman’ın çevirdiği 100’e yakın filmde ve sahne aldığı çok sayıdaki tiyatro oyununda bir kere bile olsun kelimenin gerçek anlamıyla soyunmaması, sevişmemesi ve hatta tutkulu öpüşme sahnesinde dahi oynamaması benim için artık son derece normaldi.
Ve yine, ‘Cemaat – Bergman simbiyotik yaşam’ şifresini çözdükten sonra, İsveçli aktrisin, 50 yıla yaklaşan mesleki kariyeri boyunca nerdeyse oynamadığı rol, parçası olmadığı janr kalmamasına karşın, nasıl olup da hep aynı rolü oynadığı, hep aynı kadını canlandırdığı hakikati ile benim idrakim arasındaki perdeler artık birer birer kalkmıştı ortadan.
Bergman’ın gençliğinde, olgunluğunda ve yaşlılığında oynadığı onlarca karakterin bileşenleri olan ve her biri insanlık halinin farklı bir kipine tekabül eden ‘mazlum, şaşkın, saf, acemi, yakarıcı, masum, istismara müsait, kıt kavrayışlı, a-seksüel, talihli, steril hatun’ duruşlarının tamamının, aslında onun hayatı boyunca döne döne oynadığı ve büyük ölçüde de evanjelik cemaatin telkin, katkı ve rehberliğiyle şekillenmiş, ete kemiğe bürünmüş olan tek ve yekpare bir karakterin asli yapı taşlarını oluşturduğunu, bu satırları yazarı, tam da bu satırları yazdığında kelimenin gerçek manasıyla yerli yerine oturtabilmiştir.
İsveçli aktrisi, dünya sinema ve tiyatrosunun en seçkin yıldızları arasında anmak biçiminde tezahür eden aşırı yorumun; 20. asrın sinema seyircisinin yaşadığı ve menşei belirsiz bir kolektif illüzyonun sonucu olmadığı, arkada çalışan ve yukarıda paylaştığım türden örtülü, saklı dinamikler olduğu benim açımdan netleştiğinde; onun, vasatın biraz üzerindeki oyunculuk yeteneğinin esasen temsile ehil olamadığı insanlık hallerini, etrafına yaydığı ‘öğretilmiş / öğrenilmiş’ ‘Bakire Meryem’ aurası sayesinde, nasıl olup da ‘temsil edebildiği’ bana artık çok sıradan, çok anlaşılabilir bir vakıa olarak gözüküyordu.
Sadece oyunculuğunu değil, hatırlayacaksınız, güzelliğini de tartışmaya açmıştım Bergman’nın.
Yüzünün fotojenik oluşunun, aktrise, olduğundan daha alımlı ve daha güzel gözükmek gibi bir avantaj sağladığını tespitle başlayayım bu bahse. Çok sayıda profesyonelin, olduğundan daha güzel ve alabildiğine masum görünebilmesi için, sinema tarihinde o güne değin görülmemiş ölçüde ve ustalıkla katkı ve takviye yaptığı İngrid Bergman, bütün bu profesyonel desteklere karşın, iddia edildiği gibi sinemanın en güzel kadınlarından birisi haline getirilememiştir. Onu, yaklaşık 80 yıldır fevkalâdenin fevkinde bir güzellik timsali olarak sunan ve pazarlayan çevreler, bu merkezde halâ hakim paradigma olmaya devam eden çok sağlam bir efsane inşa etmeye de muvaffak olmuşlardır doğrusu.
Ne güzelliğiyle ve ne de oyunculuğuyla vasatın çok da üstüne çıkamamış olan İsveçli aktrisin, yukarıda açıklamaya çalıştığım dinamikler tarafından, insanlığın ortak bilinçaltındaki en köklü, en güçlü, en kuşatıcı sembollerden birisi olan ‘Bakire Meryem kültü’ ve onun Jean Darc gibi daha güncel sürümleriyle özdeşleştirilmesi sayesinde, gelmiş geçmiş en güzel ve en başarılı aktrisler sıralamasında sanki zirvedeymişçesine pazarlanması, sinema ve inanç tarihinin en büyük operasyonlarından, en yerleşik illüzyonlarından ve en parlak projelerindendir.
Esasen müstakil bir yazının konusu olan bu bahse dair bir teaser verip kapatacağım bu konuyu.
Dünya sinemasındaki birçok mesleki figür gibi, Yeşilçam’ın son 50 yılına damgasını vuran Türkân Şoray, Hülya Koçyiğit ve Filiz Akın troykasıyla bunları filmlerinde oynatan sinema insanları da, İngrid Bergman’ın hem oyuncuğundan ve hem de duruşundan çok etkilenmişlerdir. Bu konuya dair verilebilecek en belirgin örnek ‘Türkân Şoray Yasaları’dır. Bu yasalar ithal olup gerçek, otantik müellifi İngrid Bergman’dır.
Dediğim gibi, bu bahis ayrı bir yazıyı hak eden bir öneme sahip olduğundan burada daha fazla üzerinde durulmayacaktır.
İngrid Bergman’ın doğum ve de ölüm yıldönümünün küresel kamuoyundaki izlerinin yansımalarından hareketle yaptığım bu analiz, sanatçıya dair olan anormal derecede abartılı pozitif önyargıların sorgulanması sürecine okyanusta karınca sidiği, ya da zerre miskal mertebesinde katkı verebilirse, doğrusu kendimi bahtiyar addedeceğim.
(1) Bildimcik böceği, kullanıma sokulmasını teklif ettiğim bir isim tamlamasıdır. Onun, her şeyi bildiğini sanan ukalâların tanımlanmasında fonksiyonel olduğunu düşünüyorum. Google, bildimcik böceklerinin hem temel beslenme kaynağı, hem ana kraliçesi; ve, hem de bir ne'i 'sanctum sanctorum'udur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder