Zeki Müren'in maço & muhafazakâr bir toplumun sosyo-kültürel enigması olarak portresi




1 - prologue - medhal:

Türkiye Toplumsal Formasyonu'nun (halk, millet, ulus yerine kullandığım bu kavramsallaştırma bundan sonra TTF kısaltmasıyla belirtilecektir), bir çok durumda, ilke temelli bir retorik ile pragmatik - fonksiyonel - eklektik bir eylem hattını senkretik bir zihniyetle kombine etmeyi başaran kompleks ve bir o kadar da ayrıksı / tekil / a-tipik bir mahiyet arz ettiğini düşünüyorum(i). Bu iddia, ilerleyen satırlarda, 'Zeki Müren ( 6 Aralık 1931, Bursa -  24 Eylül 1996, İzmir) Problematiği' merkeze alınarak sınanmaya çalışılacak; bir diğer deyişle, mezkûr argümantasyonun bahse konu kişi üzerinden delillendirilip delillendirilemeyeceği sorunsalı mercek altına alınacak, bu iddianın sağlaması yapılmaya gayret edilecektir.

Eşcinselleri genel olarak aşağılarken, başta Zeki Müren olmak üzere, cinsel tercihleri bahse konu merkezde olanların show ve sahne dünyasındaki kimi unsurlarını baş tacı edişimizi, yukarıda işaret ettiğim konuyu çalışmadan önce, enigmatik bir fenomen olarak görüyordum doğrusu. Söz konusu araştırma sürecinde edindiğim farkındalık sonrasında ise, bu halin enigmatik falan olmadığı dank etti artık kafama. Bunun iki belirgin sebebi vardı: 1***TTF'nun - yukarıda işaret ettiğim argümantasyonun nispet - iddia - imâ ettiği o -  
pragmatik, eklektik ve senkretik yapısı / mahiyeti; 2***
ilerleyen satırlarda paylaşacağım bir anekdot üzerinden yapacağım rasyonalizasyon / teorizasyon çabasının işaret ettiği 'obskürantizm temelinde yürütülen sistemli bir karartma, perdeleme ve engelleme faaliyetleri toplamının oluşturduğu bir algı operasyonu'nun etkili oluşu (ii)

Okunulmakta olan satırların ele geçirmeyi hedeflediği 'Kutsal Kâse'; potansiyel okurunu, TTF'nun, enigmatik gibi durmasına karşın, öyle olmadığını ispata çalışacağım 'popüler eşcinsel figürler karşısındaki müsamahakâr tutumu / duruşu'nun nedenine dair olan (yukarıda ana hatlarına vurgu yapılan) tezlere olabildiğinde ikna edebilmektir.

2 - Kadınımız bile maço

Öncelikle malûmu ilâm ediyorum: erkek egemen (maço, maskülenist, pederşâhi, patriyarkal) bir toplum olduğumuzun inkâr edilemez bir vakıa olduğuna işaret etmek, bu metnin kuşatmaya çalıştığı merkezi sorunsalı mercek altına almak bakımından, 'sine qua non (olmazsa olmaz)' bir tespittir. 

Bu keyfiyet; hem erkek sosyal aktörlerin ve hem de kadın toplumsal figürlerin, kısaca bütün sosyal faillerin / toplumsal öznelerin, sosyolojik dokularımızı en ücra hücrelerine ve en uçtaki kılcallarına, en ıssız ve metruk (öksüz ve yetim diye de okunabilir) topoğrafyalarına, en popüler komponentlerine ve de beşeri uzay-zaman sürekliliğinin en bakir, en bilinmez koordinatlarına varıncaya değin inşa eden varoluşsal faaliyetlerine nüfûz eden (katı, sert, tavizsiz sıfatlarını lâyığıyla kuşanmış) erkeksi (ve yanı sıra da erkekçil) yaklaşımların (aksiyonlar ve kont-aksiyonların) müellifi / müessiri olmaları şeklinde tezahür eder.
Tansu Çiller Başbakanlığı sırasında değme maço erkeğe taş çıkartan maskülenist bir söylem tutturdu. Bülent Ersoy, Fatih Ürek ve Kuşum Aydın, TFF'nun tölere ettiği popüler eşcinsel figürlerden sadece üçüdür. 

Sosyal bünyemizdeki kadın öznelerin - sadece toplumsal ortalamaya denk düşenlerin değil, kanaat önderi konumundakilerin, hatta toplumsal piramidin / sosyal hiyerarşinin (Tansu Çiller gibi bir dönem Başbakanlık yapmış olan) en tepesindeki bir figürün dahi - erkek egemen söylemi üretmeleri ve yeniden üretmeleri, TTF'nun en belirgin karakteristiklerindendir. Mahiyete dair olan bu ıra vasfı, kadın faillerin TFF'nda 'kadın dili'ni, 'kadın hali'ni yitirdikleri, bir deyişle onu 'erkek dili' ve erkek hali' ile trampa ettikleri manasına da gelebilir. Bu böyleyse, sosyolojimizdeki kadın öznelerin mâdun (öğrenilmiş - öğretilmiş acziyet sonucu düşkün, aciz) olarak nitelenmeleri onların hakikatleriyle çelişen bir tanımlama olmayacaktır. 

Yukarıdaki fotoğrafta Tansu Çiller, başbakan olduğu sırada, dönemin muktedir erkekleriyle gerçekleştirilen bir açılış sırasında girmiştir kareye. 'Bunca erkek arasında tek başına eril dile nasıl karşı koysun, nasıl dişil dili ve kadınsı tahayyülü ve duruşu üretsin ve yeniden üretsin?!?' diyerek onun kuşandığı maço üslûp temize çekilemez, meşru gösterilemez. Zirâ, bunu başaran kadınlar da yok değil Dünya'da. Yeni Zelanda Başbakanı Jakinda Ardern, yedi aylık hamileyken Afganistan'daki askerlerini denetleyen İspanyayol savunma bakanı Carme Chacon ve Alman şansölye Angela Merkel, dişil duruşlarını ve dillerini kariyerlerine yedirmeye muvaffak olan aktörlerdendir.

Maço söylem ve erkeksi duruşları tercih etmeden, kendileri olarak, kendileri gibi davranarak siyaset yapmayı başaran üç kadın: Carme Chacon, Jakinca Ardern ve Angela Merkel.

Kadınlarımızın kendilerine özgü dil ve duruşlarını yitirmelerine dair açtığım bu parantezin akabinde, sosyolojimizin erkek eşcinselliğiyle olan enteresan ve komplike ilişkisine dönüyorum yeniden.

Kadınımızın, genellikle, kendi dilini yitirmesi ve erkekçil bir lisânla, bazen de doğrudan maço bir söylemle 'kendisini' ifade etmesi sosyolojik patternimizi tayin ettiğinden, ortalama insanımızın (sokaktaki adam, ordinary people, average person) eşcinsellerle olan ilişkisinde, kimliğinin ve toplumsal rolünün maço mahiyetini kanıtlayan oldukça karakteristik ve tipik bir davranışlar ve normlar repertuarına müracaat etmesi de ister istemez kaçınılmaz olmaktadır. 

Nitekim, mezkûr sosyolojik antitenin toplumsal karşılığının (izdüşümünün) kolektif davranışlar patternine nispet eden tezahürleri de 'verili / belirli bir şeyin sadece olabileceği gibi olması ve asla 
olamayacağı gibi ol(a)maması' ontik ilkesinin ete kemiğe bürünmüş hali şeklindedir ister istemez (iii).

Bu kuramsal çerçevenin, bu teorik girizgâhın okunmakta olan metni, geldiği tam da bu noktada, serdetmeye icbar ettiği görüşlerin başında, hiç kuşkusuz şu tespit gelir:


‘Ortalama insanımız’ diye paranteze aldığım 'TTF'nun ‘özgül ağırlığı’nın en baskın unsuru olan sosyolojik bileşenleri, toplumsal vektörü; eşcinsellere doğrusu hiç de hoşgörüyle, hiç de hayırhah yaklaşmaz; onların yapıp ettiklerini, özellikle de cinsel tercih ve yaşantılarını tasvip etmez. Bu sürece genel olarak damgasını vuran tutumlar entervalinin karakteristik renkleri, davranışlar skalasındaki 'aşağılama, ötekileştirme ve hor görme' adreslerine gönderme yaparlar ne yazık ki.


zeki müren ile ilgili görsel sonucu

3 - Türkiye'de eşcinsel olmak


Türkiye Toplumsal Formasyonu'nda eşcinsellik, (insanlık aleminin diğer bazı komponentlerinde olduğu gibi) ahlâki, dini, kültürel ve ideolojik bagajların tesir ve domine ettiği olguların ve süreçlerin ortaya çıkmaya icbar ettiği; sürekli olarak aşağılanan, ötekileştirilen, tekfir edilen tercihlerin kristalize olup söylemler ve pratikler halinde varlık alanına çıkmasıdır özetle.

Sosyal dokumuzun çeşitli alt kültürlerinin eşcinselliğe dair takındıkları / ürettikleri 
pratiklerinde, konuşmalarında (özellikle de kendilerine özgü özel bir alt lisan olan argolarında / jargonlarında) ortaya koyduğu pattern, kabataslak, yukarıda resmedilmeye çalışıldığı gibidir. 


İşte Zeki Müren, bu sosyolojik arenada, toplumsal fenomenlerin bu girift kanaviçesinde, (az sayıdaki diğer bazı sahne ve gösteri sanatçılarıyla birlikte) ayrıksı (tekil, a-tipik, sıra dışı, anomik) bir vakıa olarak ortaya çıkmıştır. Onun hayat pratiklerine, parçası olduğu fenomene dair verilen sosyolojik tepkiler, (TTF hakkında konuştuğumuz unutulmasın), eşcinselliğin geneline dair olan konvansiyonel yaklaşımlara, kurallara, normlara bir istisna teşkil eder.


4 - Zeki Müren diğer eşcinsellerden ayıran neydi?

Zeki Müren, 'Türkiye insanın, yukarıda serdedilen yerleşik değer yargılarının ve davranış normlarının kendi özeline uygulanmasını (bir şekilde) engellemiş; cinsiyetçi / homofobik yaklaşımların hayat tarzını tayin etmeye yönelik tasarruflarını paralize etmiş, kendisine yönelik negativizasyon teşebbüslerini etkisizleştirmiştir. Bunların, yukarıda altı çizilen 'TTF'nun pragmatik - fonksiyonel - eklektik - senkretik karakteri'nden kaynaklanan nedenlerine bu yazıda girilmeyecektir. Bu, sosyologlarca araştırılması gereken kapsamlı bir mevzudur.

Okunulan satırlar boyunca, her ne kadar bir çok kere, Zeki Müren'in bütünüyle enigmatik bir vakıa olarak nitelenemeyeceğine vurgu yapsam da, eşcinseli askere bile almayan toplumsal mutabakatımızın nasıl olup da Türkiye’nin en ünlü, en önemli eşcinseline, 'Sanat Güneşi' kavramının gönderme yaptığı antitenin hakikatiyle ontik ve epistemik mütekabiliyet ve örtüşme taşımasının aksine, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en üst rütbesine yapılan göndermeyle ‘Türk Sanat Musikisinin Paşası’ gibi (ontolojik bir mütekabiliyetsizlik içeren) bir diğer kabul görmüş lâkabı lâyık görmüş olmasının, kısmi bir enigma olduğunu da teslim etmek zorundayım doğrusu. 


Ortada (demin işaret ettiğim parsiyel olanlar haricinde) külli / kapsayıcı bir enigma olmamasının sosyolojik nedenlerinin araştırılması mükellefiyetini yukarıda sosyologlara havale etmiştim. Olayın obskürantizmle ilgili yanını ise aşağıda formüle etmeye çalışacağım. Böylelikle oluşmasına (okyanusta karınca sidiği derekesinde de olsa) katkı vereceğimi düşündüğüm 'hakikatiyle mutabık Zeki Müren portresi'nin, TTF'nun sanatçıyla kurduğu diyaloğun verili paradoksal, çift şahsiyetli (şizoid), iki yüzlü, sorunlu ve patolojik halinin (tam manasıyla mükemmel bir ikamesi olamasa da) olabildiğince anlamlı, kapsayıcı bir alternatifi olacağını düşünüyorum.

5 - Bir tespit ve bir teşekkür


Yeri gelmişken, bir tespit ve arkasında da, bir teşekkürle devam ediyorum.

Bursa ile ilintili beşeri ve sosyal olguların, futbol maçları başta olmak üzere, neredeyse bütün spor karşılaşmalarında ve TTF'nın (bütün kesim ve katmanlarında, ama, galiba, daha çok da) alt gelir ve düşük kültür düzeyine sahip bireyleri arasında cereyan eden münakaşa ve kavgalarda; fevkalâde terbiyesiz ve saldırgan bir üslûpla ele alınıp, iğrenç bir cinsiyetçi içerikle irtibatlandırılmaya çalışılmasının, Zeki Müren'in Bursa doğumlu olmasıyla ilintilendirilebileceğini düşünüyorum.


Öte yandan, bu satırların yazarı gibi insanların cinsi tercih, dini inanç, etnik köken, politik duruş, ideolojik bagaj gibi vasıfları yüzünden hakaret görmesine, ötekileştirilmesine ve nefret suçunun nesnesi kılınmasına şiddetle karşı duran herkesin de, genel olarak Bursalılara, tam da bu noktada, esaslı bir teşekkür borçlu olduklarına kuvvetle inanmaktayım. Erkekçi (erkeksi) söylemin bu denli ağır presine ve tahakkümüne karşın, Bursalılar, kendileriyle ilişkilendirilmeye çalışılan mezkûr iğrençliklerden, hemşehrileri Zeki Müren'i sorumlu tutmayı 
düşünmemişlerdir. Onlar, yaklaşık 60 yıla mütecaviz bir süredir, Zeki Müren’i, en mümtaz evlâtlarından birisi olarak bağırlarına basmakta hiç bir beis görmeyerek, dillendirdiğim teşekkürü ziyadesiyle hak etmişlerdir doğrusu.




6 - Türk Sanat Musikisini transforme ve deforme etti

Önce övüp, akabinde de eleştireceğim sanatçıyı.


Zeki Müren hakkında, bu satırların yazarının yapmaya çalıştığına benzer bir entelektüel kuşatma gayreti içerisinde olduğunuzda, şunu teslime mecbursunuz: Zeki Müren '10 parmağında 11 marifet olanlardandı'. Bestekâr, söz yazarı, şair, Türk Sanat Musikisi icracısı, sahne sanatçısı, show dünyasını kökten değiştiren bir yenilikçi, Türkçe hitabet ustası, sinema oyuncusu, tiyatro oyuncusu, dekorcu, kostüm - ayakkabı - aksesuar tasarımcısı, radyo programcısı, desinatör'dü o.

Böylesi çok boyutlu ve önemli bir kültür ve sanat ikonunu salt cinsel tercihler üzerinden ele almanın, onun işaret ettiğim yanlarına hiç değinmemenin, en hafif tabirle, kusurlu ve noksan bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. 

Öte yandan, Müren'in sanatının / sanatçılığının, toplumun ana akım yaklaşımlarını sorgulayan bir bakış açısıyla (eleştirel bir tonla) masaya yatırılmasının, okunulan metnin misyonuna ve tarzına yakışacağı kanaatindeyim.

Yakışanı yapılabilirliği nispetinde yapmak icap eder; yapmaya çalışayım öyleyse.


Sadece Kemalist reformasyon / transformasyon sürecinin (1922 - 1950) realizasyonu sırasında değil, yüzümüzü ('ilmini, fennini, tekniğini alalım; dinimizi, örfümüzü, harsımızı ise muhafaza edelim!' anlayışı çerçevesinde) net bir şekilde ‘Batı’ya döndüğümüz 1839 Tanzimat Fermanı’ndan beri, şiddetini giderek arttıran bir tempoyla, Türk musikisinin bütün versiyon, varyasyon, harmoni, aranjman, orkestrayon, tandans, tını ve tezahürlerine muhalif olan pozisyonunu, mesafeli durmaktan tiksinerek bakmaya (ve hatta yer yer tekfir etmeye kalkışmaya) kadar değişen oldukça zengin bir entervalde inşa eden 'Batı Kültürü (Medeniyeti) muhibi 'seçkinimiz', söz konusu olan Zeki Müren’in yorumladığı ya da bestelediği eserlerse, aniden bir bilinç dönüşümü yaşar ve pekalâ arabesk olarak nitelenebilecek bahse konu eseri, ‘paşasının’ ağzından, huşu içerisinde, adeta mukaddes bir şerbeti yudum yudum içermişçesine dinleyiverir! 


Bununla da yetinmez, ‘paşasının’ ne denli büyük bir sanatkâr olduğuna, onun ülkenin ve toplumun kültürel hayatının düzeyinin yükseltilmesinde nasıl da büyük bir imkân ve şans olduğuna dair kendi çapında ahkâmlar keser.


Yüzünü 'Batı'ya dönmüşlerimizin pek de alışılmadık ve ezber bozan bu tutumlarının sebebi, sanatçının vurgu yaptığım olağanüstü sesi, icra kapasitesi, Türkçeye olan vukufiyeti, sahne sanatçılığına kattığı devrimci boyutlar gibi meziyetleri bünyesinde meczetmesinden olsa gerektir. İsteyen bunu, Zeki Müren'in kişiliğinin (şimdilerde çok revaçta olan o kavrama müracaat etmenin tam sırası:) 'karizmasının' ve yarattığı algının (auranın demek daha isabetli olurdu sanırım) parçası olan o parsiyel enigmasına da yorabilir. 

Bu bahsi, Murat Belgenin Tarihten Güncelliğe kitabındaki 'Kahır Mektubu' başlıklı metninden bir alıntı ile kapatıyorum:

'Arabesk modası bütün ülkeyi sarınca, arabeskin yıldızları bir çeşit ulusal kahraman kimliği kazanınca, bir başka tür hafif müziğin yaratıcısı ve temsilcisi olan Zeki Müren de, kendini bu yeni alanda ispatlama gereği duymuş olmalı. Dakikalarca süren kahır mektubu'nda arabeskin söze ve müziğe ilişkin öğelerini, kendi üslubundan da bir şeyler katarak, sonuna kadar kullanıyor. İddiasını gerçekleştiremediği söylenemez; değme arabeskçiye gıpta ettirecek bir arabesk çıkarıyor ortaya: arabeskin oratoryosu gibi bir şey. Hacimli bir parça olduğu için arabesk öğelerinin kapsamlı bir dökümünü içeriyor. Bu bakımdan kahır mektubu üstüne bir metin analizi, bu türün hem statikliğinin hem de olduğu kadar değişkenliğinin yapısını gösterebilir.'(iv)

7 - Muhafazakârlar da onu tölere etti


Kültürel alandaki bu alışılmadık manzara, bu anomik vakıa, toplumsal yelpazenin salt bir kesimine özgü bir yaklaşım değildir. Bir diğer deyişle sadece Batıcılar, laikler, modernistler, liberaller ve demokratlar gibi, beşeri entervalde kendilerine yer açabilmiş bütün yaşam tarzlarına (nispeten) daha hayırhah yaklaşmalarıyla öne çıkan anlayışların ülkemizdeki mümessilleri değil; her çeşit 'eşcinsel hakkı' talebine karşı ’eyvahlar olsun, bunlar ortalık yerde böyle davranırlarsa, Sodom ve Gomore’u ihya edecekler, sonra da başımıza taş yağacak!!’ diye telâşa kapılan ve bu çerçevede vaziyet ve tavır alan kimi muhafazakârımızın da Zeki Müren’in sanatı ile yüzleştiklerinde aldıkları pozisyon enteresandır.


Müren'in, eğitimini aldığı ve parçası olduğu klasik, neo-klasik ve modern ekollerinin eserlerini başarıyla seslendirdiği Türk Sanat Musikisi'nin ana damarından kopup, Mısır ve Lübnan'dan gelenler başta olmak üzere, Arap ezgilerinin harmonisine teslim olan bir üslûp üzerinden yaptığı icraların muhafazakâr kulak tarafından çok daha rahat tölere edilmesi beklenirdi; nitekim öyle de oldu. Ünsal Oskay'dan alıntılayacağım kısımda işaret edilen dinamikler (mekanikler) çalışmış ve Zeki Müren Türk Sanat Musikisi'ni sonsuza kadar değiştirmiş, transforme ve deforme etmişti.


8 - Bilim insanları buna eğilmeli


Doğrusu bu ya, (en liberalinden en muhafazakârına değin, bütün sosyo-kültürel katmanların komponenti olduğu) ortalama erkek egemen bilinç (algı) düzeyimizin, ‘gönüllerin paşası'nın marjinal yaşamını (bu, aşağıda bir anekdotla somutlaştırılacağı üzere, buram buram eşcinsel kodlarla örülmüş olsa da ) hoş görmesi, tölere etmesi, içine sindirmesi (az önce sadece sosyologları çağırmıştım göreve, şimdiyse davetin hudutlarını genişletiyorum) sosyal psikologlar, kültür tarihçileri, sosyal antropologlar ve davranış bilimciler gibi diğer beşeri bilim disiplinlerinden uzmanlarca da ciddiyetle mercek altına alınmalı, teşrih edilmeli, diseksiyona tâbî tutulmalıdır.

Genel olarak eşcinsellere hiç de olumlu yaklaşmayan bir toplumun, bir eşcinsele neden bu denli sevgi, muhabbet ve hoşgörü beslediğinin yeterince ve lâyığınca araştırılmamasının, yukarıda zikredilen bilimsel disiplinlerde çalışan akademisyen ve aydınların mesleklerine ve toplumlarına olan entelektüel borçlarından birisini ödemediği şeklinde tercüme edilebileceğine / okunabileceğine dikkatlerinizi çekmek isterim.


Bir diğer deyişle Zeki Müren Enigması'nın (tabii varsa böyle bir şey!) deşifrasyonu / dekodasyonu, bu metinle yapmaya çalıştığım entelektüel kuşatmanın sınırlarını aşan bir ilmi ve akademik eforla mümkün olabilecektir ancak. 


Şimdi sıra, Ünsal Oskay'ın, yukarıda kendisine referans verdiğim tespitlerini paylaşmaya geldi. İnsanımızın inşâ ettiği (insanımızın aklına 'inşa edilen / indirilen / dowloaded') Zeki Müren algısı hakkında neler yazmış bakın Oskay: 

"Zeki Müren ise, 1950’lerden itibaren kentlerimizdeki yeni insanların ‘arandığı’ bu iç mekanın sesini getirdi bize.. Altıyol’un Kuşdili Çayırı’nda, Kurbağalıdere’ye çıkan sokakların, her biri kendi ‘uzletinin’ sessizliğine çekilmiş eski evlerindeki musiki alemlerinin tersine, ‘Zeki Müren’, kentlerde kalabalıklara dönüşen yeni insanlarımızın hem gürültülü hem de biraz ‘işveli’ iç mekanının sesini sundu bize.. 


Alıştığı mekanlarını, yakınlarını, coğrafyasını yitirip kentlerin yeni oluşan hayatına karışan insanlarımız çoğalıyordu.. Onların bu geleneksizleştirici kalabalıklaşma içinde sığındıkları uzleti dile getirmek için, tane tane, her kelimesi ilk kez duyulduğunda da bu geleneksiz kalmış insanların bile hemen anlayıvereceği bir müzik dili oluşturdu ‘Zeki Müren..’ Yeni uzletin bu ilk ortak dillerinden birini oluşturduktan sonra, çoğumuzun hayatta hiç görmediğimiz ’manolyalardan’ söz ederken, kentin ‘hiçleştirici’ hayatında artık idealize ettiğimiz, erişilmezleştirdiğimiz aşklarımıza sunacağımız çiçekleri de soyutlamamızı öğretti bize.. Sevgililerimizi ‘madonnalar’ olarak yaşamaya başladığımız bu ilk yıllardan sonra biz de ‘Zeki Müren’ de değiştik.. kentlerimiz , kentlerimizin dışındaki hayat alanlarımız hırçın bir hüzne bürünmeye başladı.. ‘Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyişiyle, kendi kültür tarihinde dram geleneği oluşturamamış bir toplumken, 1950’lerde melodramlara merak sardık.. Sonraları, bizi yitirmekte olduğumuz geleneksel dünyamıza bağlayan ‘Türkan Şoray’ların ‘gözlerinden’ de koparak, ‘vamp kadınlara’ oradan da, ‘soyunan’ ve ‘horlanırcasına hemen yere yatırılan’ kadınlarla dolu porno filmlere yöneldik.. 

1950’lerin başlarında bile ‘okuyanın adam olacağına’ ve ‘çalışanın zengin olacağına’ inanılan bir dünyamız varken.. 1960’ların sonlarında, okumakla çalışmakla değil, fırsatlardan yararlanmayı bilmekle, güçlülerin önünde fırsatlar kollamakla ‘adam’ olabileceğimizi düşünmeye başladık.."(
v).






Ünsal Oskay ve Murat Belge, hiç kuşkusuz Zeki Müren antitesine odaklanan yegâne bilim insanı / akademisyen değillerdir. Buraya almamış olmam, o fasileden başkalarının Müren'e dair kayda değer şeyler söylemedikleri anlamına gelmiyor. Nitekim, burada dillendirilen tespitlerin - hadi şöyle deyip giyivermiş olayım mahfiyetkârlık hırkasını - en kuşatıcıları ve parlakları, bilim insanları ve kanaat önerlerinin erişebildiğim müktesebatının bende kalan tortusunun ürünüdür. Ama yetmez. Her konuda olduğu gibi bu konuda da, çok daha fazla entelektüel efora ve semereye ihtiyaç var. Anlayacağınız, vaktiyle çok beğenilen o reklâm filmindeki ufaklığın söylediği gibi: 'çok çalışmamız lâzım, çookkk!'

9- Bir anekdot, bir farkındalık ve bir tespit


Çoğumuzun bir grafik sanatçısı (karikatürist ve illüstratör) olarak tanıdığımız Tan Oral, kariyerinin birçok evresinde, grafik işlerini, eğitimini aldığı mimarlıkla birlikte yürütmüştür. 1960'ların sonu gibi, iki iç mimar arkadaşıyla birlikte Tan Oral'a, Çeşme'nin o dönem en önemli simalarından olan Dr. Halis Temel tarafından, Temel'e ait olan küçük, mütevazı bir moteli büyütme projesi verilir. Ekip çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra, Zeki Müren, oldukça kalabalık bir hizmetliler ordusu ve arkadaşlarıyla birlikte, motele gelir. Müren bonkördür. Neredeyse her gün, birçok masayı birleştirerek olu
şturduğu büyük sofrasında, hem moteldekileri ve hem de çevreden kendisini görmek için motele gelenleri ağırlar. Bir taraftan da, ortalama 30 - 40 kişi civarında olan sofra ahalisinin sohbetini büyük bir ustalıkla yönlendirmekte, modere etmektedir sanatçı. 

Bu arada, Tan Oral'ın ekibinden olan Ertan isimli yakışıklı iç mimara aşık oluverir Sanat Güneşi. Bu karşılıksız bir aşktır. Birkaç gün sonra da, Ertan'ın İzmir'de yaşayan sevgilisi motele gelir (Müren'in giderek artan ve bunaltıcı hale gelen 'arkadaşlık teklifleri'nden kurtulmak için Ertan davet etmiş olabilir onu diye düşünüyorum, zş). Kızın gelişi tek kelimeyle yıkar Müren'i. Derin bir melankoliye, giderek de depresyona gömülür. O devasa sofralar artık kurulmaz olmuştur, Zeki Müren insanlara küsmüş, deniz kıyısındaki kayalıklarda uzun süre oturarak geçirmeye başlamıştır artık günlerini. Tan Oral Zeki Müren'in yaşadığı bu çaresiz duruma üzülmektedir. Nihayet, kayalıklarda oturduğu bir sırada, yanına giderek, onunla sohbete başlar. İnsanın sadece gönül meselelerinin olmadığını, Türkiye'nin ve dünyanın çok önemli bir sosyo-politik mücadele sürecinden geçtiğini, toplumun bütün bireylerinin de buna ellerinden geldiğince katkı vermeleri gerektiğini falan anlatmaya çalışır. Anlayacağınız Oral, Zeki Müren'i Türkiye Sosyalist Hareketi'nin sempatizanı yapmaya soyunmuştur (12 Eylül 1980 darbesinden önceki süreçte buna sol jargonda 'kafa - kol atmak', ya da 'kafalamaya çalışmak' denirdi).


Zeki Müren, Tan Oral'ın anlattıklarıyla ilgilenmediğini yansıtan bir jestle 'o benim kıymetimi bilmedi. O kız yarın öbür gün onu bırakacak. Halbuki ben onu gerçekten seviyordum' der ve ağlamaya başlar. Kolaylıkla anlaşılacağı üzere, Tan Oral'ın Zeki Müren'i teselli etme ve sol hareket saflarına katma / kazanma teşebbüsü başarısız olmuştur (vi).

Şöhretinin zirvesinde olan, ülkenin en sevilen, en prestijli ve en çok kazanan sahne sanatçısı, sıradan birisi tarafından reddedilmiştir. Para, şöhret ve kudretin sınırları olduğunu hatırlatan ibretlik bir anekdottur bu.


'kitabın adı budur Tan Oral Kitabı'ndaki bu anekdotu okuduğumda, kelimenin gerçek manasıyla, 'jeton düşmüştü' bende. 


Zeki Müren'in hoşlandığı erkeklerle, uzun ya da kısa süreli olmak üzere, sayısız macerası olmalıydı. Bunların, en azından bazılarının da, ilişkinin diğer / karşı tarafının rızası hilafına ve Müren'in maddi ve manevi baskılarıyla gerçekleştiğini iddia etmenin, eşyanın tabiatı ve olup bitenlerin hakikatiyle ters düşmediğini söylemek mümkündür pekalâ. 


Öte yandan, sahne sanatçılarının (hele de Zeki Müren gibi, ünü sınırlarımızı zorlayan süper starların) hayat enstantanelerini bire bin katarak yazan magazin basını ise, yer vermemek konusunda (omerta / suskunluk yasasına uymayı kabul etmiş mafia mensupları misali) anlaşmış olmalıydı ki, gazetecilerle sahne ve sinema sektörlerinin profesyonelleri dışında kalan hiç kimsenin haberi olmuyordu bunlardan. Zeki Müren'in, bilinse toplumun gözünden düşmesine neden olacak olan aşk ve sex hayatı, basın ve gösteri dünyasının baronları (ve yöneticileri) tarafından 'tabu' haline getirilmişti; bunları yazmak adeta yasaktı.


Mezkûr kitabın ilgili kısmını okuduktan sonra bende oluşan farkındalık (jeton düşmesi); muhafazakâr bir toplumun, kodlarıyla ve genetiğiyle pek mütenasip olmasa da, eşcinsel bir sanatçıyı baş tacı etmesi şeklinde tezahür eden enigmatik sempatisinin arkasında, ağırlıklı olarak, böyle bir obskürantif mekaniğin, tarife gayret ettiğim tarzda bir algı operasyonunun, bir karartma ve örtme operasyonunun çalışmış olabileceğini sezmemdi.


Nitekim, 1930 - 1980 döneminde, Holywood başta olmak üzere, Batı sinemasının ve sahne sanatlarının birçok eşcinsel ünlüsünün aşk ve sex hayatı; bahse konu starların etrafında örülen efsanelere (ve dolayısıyla da onlardan beslenen / nemalanan eğlence / show endüstrisine) halel gelmemesi için, Türkiye'dekine benzeyen obskürantif metotlarla, perdeleniyor, karartılıyor; bunların kamusal alana taşınarak bilinirlik kazanmalarının önüne geçiliyordu.


10 - Hüküm


Yazıya, Türkiye toplumsal formasyonunun 'ilke temelli bir söylem ile, pragmatik, eklektik ve senkretik bir eylem hattının (faydacı ve işlevsel yanı ağır basmak kaydıyla) enteresan ve orijinal bir kombinezonunu hayata geçirmeyi başaran oldukça kompleks ve bir o kadar da ayrıksı / tekil / a-tipik bir mahiyet arz ettiği'ne işaret ederek girmiş; ardından da, bu iddiamı 'Zeki Müren Problematiği' etrafında sınayacağımı taahhüt etmiştim.


Yukarıda birçok yerde işaret edildiği üzere, TTF'nun Zeki Müren hakkındaki sempatisi, onun eşcinsel pratiklerinden haberdar olmak zemininde gelişmiş olsaydı şayet, yukarıdaki iddia / argümantasyon, Zeki Müren özelinde delillendirilmiş olacak; yanı sıra da, toplumumuzun Zeki Müren sempatisi için 'enigmatik' nitelemesi uygun düşecekti. Zeki Müren efsanesinin, basın ve eğlence endüstrilerinin, onun cinsel yaşamına dair olan haberleri on yıllara sârî bir süreçte (çok sert ve acımasız olduğunu düşündüğüm bir çeşit 'Omerta Kuralı' çerçevesinde icra ettikleri - düzenli aralıklarla magazin basınında yer alan 'Zeki Müren'den çocuk aldırdım' haberlerinin öznesi olan magazin figürlerinin açıklamalarının parçası olduğu - kapsamlı bir algı operasyonu yoluyla) sistematik olarak karartmasının neticesinde geliştiğini söylediğim bir üstteki bölümden sonra, finalde şu hüküm cümlesini serdetmek farz olmuştur artık:


Zeki Müren efsanesinin (eşcinsellik gibi azınlığa ait farklı cinsel tercihlerin toplumca tölere edilmesi noktasında şekillenmiş) bir enigmatik veçhesi ve bu istikamette şekillenmiş açıklanmaya muhtaç bir anomalisi yoktur!


11 - epilog: özlüyoruz paşam!


Zeki Müren algımızın zihinlerimize davet ettiği kaleydoskopvari o çok renkli puzzle'ı (yapboz), daha fazla teorize etmenin manasız kaçacağını düşünüyor; 24 Eylül 1996’da, TRT tarafından kendisine verilecek bir ödülün takdim programında kalp krizi geçirerek aramızdan ayrılan sanatçıyı muhabbetle ve minnetle anıyorum. 


Seni dinlemeye devam ediyoruz ve sesini, yorumunu, orijinaliteni, yaratıcılığını özlüyoruz paşam(vii), (viii), (ix), (x).


dipnotlar ve kısa bibliyografya:

(i): Senkretizm (bağdaştırmacılık) için bknz. http://tr.wikipedia.org/wiki/Senkretizm
(ii):Obskürantizm (bilmesinlercilik, karanlıkçılık, karanlıkta kalsınlarcılık) için bknz.
****https://tr.wikipedia.org/wiki/Bilmesinlercilik
****https://en.wikipedia.org/wiki/Obscurantism
(iii): 'Verili / belirli bir şeyin sadece olabileceği gibi olması ve asla olamayacağı gibi ol(a)maması' halinin ontik bir ilke olduğu kadar, totolojik bir ifade olduğu da aşikârdır. 'Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde' deyişini andıran bir totolojidir ilk ifadenin mantıki değeri. Dillendirdiğim her iki argümanın da virgülden sonra gelen ikinci bölümleri (ilâve bir bilgi içermeyip, ilk kısımdaki bilgiyi farklı bir lafızla tekrarlamış olmaları bakımından) gereksizdir; işte bu yüzden, kısmi de olsa totolojik olmaları hakikatle mutabıktır ve caridir. Felsefe meraklıları, bu bahis için ileri okuma yapabilirler. Bu noktada temel mecra Kantçı analitik ve sentetik önermeler bahisleri olacaktır.
(iv): Murat Belge'nin 1970'lerde ve 1980'lerin başlarında yazdığı gündelik hayat eleştirileri, Türkçe literatüre bu alanda yapılmış öncü katkılardandı. Günaydın Gazetesi'nin gençlik sayfası da dahil, çoğunlukla popüler mecralarda boy göstermiş bu metinlerin derlenip toplandığı Tarihte Güncelliğe, bu bakımdan kültür tarihimizde kendine özgü bir yeri olan eserlerdendir. İlk baskısı 1983'te Alan Yayıncılık tarafından yapılan kitap 2000'li yıllarda İletişim Yayınları tarafından 4 kere basılmış, yeni kuşaklar bu sayede çığır açan mezkûr eserle tanışma fırsatı bulmuşlardır. Murat Belge'nin, daha önce bir başka aydınımızın girmediği bu alanda boy gösteren entelektüel verimleri, 1975 - 1985 döneminde Türkiye'nin Roland Barthes'i olarak anılmasına yol açmıştı. Bu dipnotu, koleksiyonerleri ve ilk baskı meraklılarını enterese edeceğini sandığım bir tespitle tamamlıyorum: Tarihten Güncelliğe'nin Alan Yayınlık tarafından 1983'de yapılan ilk baskısından Nadir Kitap'ta tam 62 tane olması ve bunların 'eli - yüzü düzgün' bir kısmının da 3 - 4 - 5 lira gibi gibi komik ederlerle satışa sunulması, kitap müzayedesi moderatörü ve nadir kitap eksperi olarak, garipsediğim bir konudur doğrusu. İlk baskının bu kadar çok kitap sahibi tarafından gözden ve elden çıkarılmamasını, satışa çıkarılmış ikinci el nüshalarının taban fiyatının ise, hiç olmazsa, 10 liradan başlamasını beklerdim. Bu kitabın eli yüzü düzgün bir ikinci eli  3 - 4 - 5 liradan daha fazlasını hak ediyor, inanın  bana. 


Semiyolojinin kurucu babalarından Roland Barthes ve 1970'lerde ve 1980'lerde onun Türkiye acentası olarak anılan Murat Belge.

(v): Bu alıntının kaynağına maalesef erişemedim.
(vi): Kitabın adı budur 'Tan Oral Kitabı', söyleşi: Aydın Engin, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006, s. 534 - 535 (http://www.kitapyurdu.com/kitap/tan-oral-kitabi--kitabin-adi-budur/77453.html&filter_name=kitab%C4%B1n%20ad%C4%B1%20budur)
(vii): Zeki Müren'in hayatı ve kariyeri hakkında komprime bilgi için:
(viii): Zeki Müren'in 2 farklı biyografisi için bknz.
***Zeki Müren Şimdi Uzaklardasın, yazan: Ceyhan Gür, AD Yayıncılık, İstanbul, 1996 (www.nadirkitap.com/zeki-muren-simdi-uzaklardasin-ceyhan-gur-kitap6803038.html).
***Zeki Müren, yazan: Nalân Seçkin, Bilgi Yayınevi, 1998. (http://www.idefix.com/Kitap/Zeki-Muren/Nalan-Seckin/Sanat-Tasarim/Sanatcilar/urunno=0000000063640).
(ix): İşte benim Zeki Müren, sergi kataloğu, YKY, İstanbul, 2015 (http://www.idefix.com/Kitap/Iste-Benim-Zeki-Muren/Kolektif/Sanat-Tasarim/Sanatcilar/urunno=0000000622287).
(x): Bu blogun 2013 Eylül'ünde paylaştığım ilk versiyonu şöyleydi:

2 yorum:

  1. Merhaba,nasılsınız ? Blogunuzu yeni keşfettim ve hemen takibe aldım.Sizi de beklerim,sağlıcakla kalın.
    https://dizifilmkitaptavsiye.blogspot.com/

    YanıtlaSil
  2. Teşekkürler dostum, ben de sizi izlemeye aldım. Bâkî selâmlar...

    YanıtlaSil