TRT Radyo 1, Sayfaların Dilinden Programı, metinler - 18



01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan mezkûr metinlerden 06 Mayıs - 10 Mayıs döneminde yayınlanacak olanlar aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.





91) Konu: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, kitap: Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Yakup Kadri Karaosmanoğlu, bahsedeceğimiz kitap Yakup Kadri Karaosmanoğlu. 

27 Mart 1889’da Kahire’de doğan yazar, gazeteci, siyasetçi ve hariciyeci Yakup Kadri Karaosmanoğlu Osmanlı’nın son yıllarıyla Cumhuriyetin ilk yarım asrının düşünce hayatını etkileyen önemli entelektüellerdendir. Manisa’nın ileri gelenlerinden Karaosmanzâdeler, 1833’de yöreyi işgal eden Kavalalı İbrahim Paşaya yardımcı olmuş, Osmanlıyla yaptığı savaş bitince de paşayla Mısır’a giderek sarayına yerleşmişti. Babası Abdülkadir Bey Mısır Hidivi sülâlesinden İkbal hanımla orada tanışıp evlenen Yakup Kadri, Kahire’de doğduğu sarayda dadılar arasında büyük bir şatafatla geçen, bir prens gibi şımartıldığı çocukluğunun ve ana dili gibi vakıf olduğu Fransızcasından okuduğu parnasist ve sembolist ediplerle, elitist - aristokrat Marcel Proust ve pesimist Guy de Maupassant’ın tesirlerinden ömrü boyunca kurtulamamıştır. Bu durum köylüler gibi eğitimsiz, yoksul insanlarla kurduğu ilişkileri olumsuz etkilemiş, eserlerine sinen karamsarlığı ve depresifliği beslemiştir. Ailesiyle 1895’de Manisa’ya dönen, babasının ölümü üzerine annesiyle tekrar Mısır’a giderek İskenderiye ve İsviçre’de eğitim gören Yakup Kadri, İstanbul’da Mekteb-i Hukuk’ta 2 yıl okumuş, yakalandığı tüberkülozu İsviçre’de atlatıp 1919’da İstanbul’a döndükten sonra İkdam gazetesinde Millî Mücadele’yi destekleyen yazılar yazarken Kiralık Konak ve Nur Baba romanlarını yayımlamıştır. 1920’de Ankara Hükümetinin çağrısıyla Anadolu’ya geçen Yakup Kadri, 1921’de Ankara’ya yerleşerek Gazi’nin yakın çevresine katılmış, 3 dönem TBMM’ne seçildiği bu süreçte gazete yazarlığı ve imtiyaz sahipliği yapmış, ses getiren edebi metinler yayımlamıştır. Anadolu Ajansı’nın reorganizasyonuna yönetici olarak katılan, Türk Dil Kurumu’nun da kurucularından olan Karaosmanoğlu; İsmail Hüsrev Tökin, Burhan Asaf Belge, Şevket Süreyya Aydemir ve Vedat Nedim Tör’le birlikte 1932 – 1935’de 36 sayı çıkardıkları Kadro Dergisi üzerinden Cumhuriyet rejimine ve Gâzi’ye istikamet tayin etmeye ve sosyalist doktrine müzahir bir ideolojik sistematik dayatmaya kalkışınca, gözden düşmüştür. 1934 – 1955 döneminde ‘zoraki diplomatlık’ yapan Yakup Kadri; Tiran, Prag, Lahey, Bern, Tahran ve tekrar Bern’de elçi olmuş, bu dönemini otobiyografik eseri Zoraki Diplomat’ta anlatmıştır. 27 Mayıs İhtilâlinin ardından Kurucu Meclis üyeliği, Manisa milletvekilliği ve Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu başkanlığı yapan yazar, 13 Aralık 1974’de vefat etmiştir.

Edebi eserleri ve fikir yazılarında Tanzimat’tan beri yaşadığımız büyük değişimleri incelemiş, başlangıçta Servet-i Fünun’a tepki olarak doğan ‘sanat şahsi muhteremdir’ ve ‘sanat, sanat içindir’ mottoları gereği ferdiyetçi anlayıştaki Fecr-i Âtî’ye katıldıysa da, akabinde gerçekçi ve toplumcu anlayışı ve dilde sadeleşmeyi benimsemiştir. Mistik ve bedbin içerikli Erenlerin Bağından ve Okun Ucundan ile mensur şiir geleneğinin Cumhuriyetteki önemli mümessili olmuş; deneme kitaplarında ve romanları Kiralık Konak, Hep O Şarkı ve otobiyografik mahiyetli Bir Sürgün’de batılılaşma – modernleşme – taklitçilik - köksüzlük problematiğini; Sodom ve Gomore’de İşgal İstanbul’undaki alafranga züppeliği, yozlaşmayı ve ihaneti; Nur Baba ve Hüküm Gecesi’nde müesseselerin yozlaşarak çöküşlerini; Yaban’da aydınımızın toplum gerçeklerinden kopukluğunu ve köylülerin sefaletini, otobiyografik Ankara ve Panorama I – II’de yeni rejimin başarı ve başarısızlıklarını; Politikada 45 Yıl’da İsmet Paşa merkezli anılarını paylaşmıştır.

Başvuru kaynaklarımızdan olan edebiyat teorisi, edebiyat öğretimi ve edebi metin sahalarında yoğunlaşmış akademisyen, yazar, şair Prof. Dr. Şerif Aktaş’ın yazdığı Yakup Kadri Karaosmanoğlu monografisi, mercek altına aldığımız mevzuyu derinlemesine incelemek isteyen için faydalı bir referanstır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.  

92) Konu: Blucin, kitap: Belki Duyulur Sesim

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Blucin, bahsedeceğimiz kitap Belki Duyulur Sesim. 

Halil İnalcık bir metninde mealen şöyle diyor: '15. ve 16. asırda Denizli ve Akhisar çevresinde üretilen kaba lifli pamuktan dokunan kalın kumaşlar dayanıklı ve ucuz olduklarından beğeniliyor, Osmanlının Avrupa’yla yaptığı ticaretinde önemli yer tutuyordu. İtalyan ve İspanyollar, bunları Anadolu’dan ithal edip, orta ve Güney Amerika’daki plantasyonlarda çalışan işçi ve kölelerin patronlarına satıyordu. Önceleri pamuk renginde olan bu kumaşlar, daha sonra çivit mavisine boyandıklarından indigo diye anılırdı.’ Halil Hoca’nın blucinin geçmişine ışık tutan tespitleri, şu anlatıyla bütünlenmekte: ’15. asırda Cenova’da üretilen, dayanıklı ve ucuz olduğundan yoksullarla emekçilerinin tercih ettiği kumaş türüne, Fransa’da, geldiği yere nispetle ‘genes’ denmiş; bu isim İngilizceye ‘jean’ olarak geçmişti.’ Modern blucinleri her bakımdan andıran ilk örnekler, 19. asrın ortasında altın aramak saikiyle California eyaletine yapılan o büyük ‘kavimler göçü’yle araziye yayılan maceracılar ve yoksul madencilerle, ‘Yeni Dünya’da büyükbaş ve küçükbaş hayvan çobanlığı yapan kovboyların giydikleri işçi tulumlarıyla pantolonlardı. 19. asrın 2. yarısında Fransa’da üretilen daha ince, kaliteli ve yumuşak kumaşın adı olan ‘serge de Nimes’, diğer dillere ‘denim’ olarak geçmiş, bu, blucin kategorisinin jenerik isimlerinden olmuştur. Altın arayıcılarına çadır, iş elbisesi, alet edevat satan San Francisco’lu tüccar Levi Strauss’la, terzi Jacob Davis’in 1873’de mavi pamukludan ortaklaşa ürettikleri, tasarımı Strauss’a ait olan, iş elbiseleri, bildiğimiz manadaki ilk blucinler olup, bu olay, 1.5 asırdan fazla bir zamandır süren bir modayla, bir giyim – kuşam markası ve efsanesinin milâdıdır. Dilimize blucin karşılığı olarak giren kot’un ilginç öyküsü ise şöyledir: Arnavut kökenli Edremitli bir ailenin çocuğu olan Muhteşem Kot, Paris’te terzilik eğitimi aldı, İstanbul’a dönüşünde Galata’da atölyesini açıp tüccar – terzi olarak mesleğe atıldı. Fransa’da tanıdığı, Amerika’daki geçmişini de bildiği blucinleri ‘Kot’ markasıyla üreten girişimci, ürünleri ucuz, rahat, dayanıklı ve pratik olduğundan, başarılı oldu. 1958’de vefat edince işi devralan oğlu Aytaç, ‘Kot’ markasını tescil ettirdi ve üretimi arttırdı. Özellikle kır emekçilerinin gözdesi olan ‘Kot’ markası, ilki 1950’lerde İncirlik’de kurulan, 1960’lardaysa Türkiye’nin her yanını yayılan Amerikan Pazarları - PX’lerde satılan ABD menşeyli kotlar yüzünden, satış rakamlarını olmasa da, eski havasını kaybetti. 1960’lardan sonra ABD’de doğup, bir pandemi misali, gezegenin büyük kısmına yayılan anti-kapitalist, anti-emperyalist, savaş karşıtı, özgürlükçü, çevreci, feminist dalganın alametifarikalarından biri de kot giymekti. Kot modası giderek bir ‘kotmania’ halini almış, bu akıma, onun siyasal – ideolojik kökenlerine katılmayanlar da, salt ‘havalı’ görünmek adına, eklemlenmişlerdi. Türkiye’deki üslerde çalışan ABD’lilerin eşya ve giysilerinin satıldığı, en büyüklerinden biri Tophane’de olan PX’ler 1955 – 1984 döneminde, insanımızın kota erişim adresiydi. 1984 sonrasında Özal liberalizasyonunun getirdiği ithalat serbestisi bu durumu değiştirecekti.12 Eylül Darbesi öncesi âdeta bir üniforma gibi mavi kot üzerine yeşil parka giyen solcular 'hani Amerika'ya karşıydınız?!' diye eleştirildiğinde, 'bunu emekçiler giyiyor ama!' diyerek savunurdu kendini. 

MÖ 2000 yılında Fenikeli gemicilere yelken bezi üreten Anadolu dokumacılığının global fenomen blucin üretimindeki merkezi rolüne işaret eden referans metnimiz, Derya Bengi ve Erdir Zat tarafından yazılıp derlenen ‘100. Yılında Cumhuriyet’in Popüler Kültür Haritası 2 (1950 – 1980) – Belki Duyulur Sesim’, adeta ‘Kırk Ambar’ niteliğindeki ansiklopedik içeriğiyle muhatabına zevkli ve bilgilendirici okumalar vad’etmekte. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.  

TRT Radyo 1, Sayfaların Dilinden Programı, metinler - 17


01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan mezkûr metinlerden 29 Nisan - 03 Mayıs döneminde yayınlanacak olanlar aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.

86) Konu: Yirmi Sekiz Çelebi Mehmet Efendi, kitap: Paris'te Bir Osmanlı Sefiri(*)

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, bahsedeceğimiz kitap Paris'te Bir Osmanlı Sefiri

Peç seferinde şehit düşen yeniçeri ocağı mensubu Gürcü kökenli Süleyman Ağa’nın oğlu Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi tahminen 1765’de Edirne’de doğdu. Babası gibi yeniçerilere katılan Mehmed Çelebi, kurumun 28. taburunda yetiştiği için 28 mahlasını aldı. Sırasıyla çorbacılık, muhzırbaşılık, hâcegânlık, darphâne nâzırlığı ve Sultan’ın başmuhassipliğini yapan Mehmed Çelebi, ikinci murahhas âzâ olarak katılıp büyük yararlılık gösterdiği Pasarofça Antlaşması müzâkerelerine müteakip, 1720’de, bir meselenin halli için geçici bir süre uygulanan tedbir manasındaki ad hoc bir icraatla, reformist sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın önerisi ve Padişah 3. Ahmed’in iradesiyle muvakkat ve fevkalâde elçi olarak Fransa’ya gönderildi. Mehmed Çelebi; Osmanlının duraklama döneminin nihayetiyle gerileme döneminin başlangıcı kabul edilen ve ciddi toprak kayıplarını belgeleyen 1699 tarihli Karlofça Antlaşmasıyla, küçülmenin devamını resmileştiren 1718 tarihli Pasarofça Antlaşması sonrasında, imparatorluk asker – sivil bürokrasisiyle münevverlerinde askeri sahada işlerin kötüye gittiği, bunun harp usul ve teknolojilerinde Avrupa devletlerinin gerisinde kalınmasının sonucu olduğu, mezkûr ülkelerin eriştikleri seviyenin yerinde tetkikinin faydalı ve şart olduğu kanaatinin oluşmasıyla Fransa’ya gönderilirken, kalabalık heyetine, 1755'de sadrazam olduğunda İbrahim Müteferrika'ya Osmanlının ilk Müslüman matbaasını kurduracak olan, kendisi gibi kıvrak zekâlı, açık fikirli oğlu Sait Efendi’yi de katmıştı. Memlekete dönüşünden sonra da önemli görevler ifâ eden Mehmed Çelebi, Patrona Halil isyanıyla 3. Ahmed halledilip sadrazam öldürülünce, onlara yakın olduğundan, gözden düşerek Lefkoşe’ye sürülmüş, 1731’de orada vefat etmiştir. 

O güne değin Avrupalıların sadece askeri imkân ve kâbiliyetlerini bilen Osmanlılar, 1719’da Viyana’ya geçici elçi olarak gönderilen İbrahim Paşa ve 1720 – 1721 döneminde Fransa’da bulunan Mehmed Çelebi ve heyetinin yerinde ve doğrudan deneyimleri sayesinde, ilk defa hasım medeniyetin mimarlık, şehircilik, sınai ve zirâî hayat, musikî, opera, tiyatro, giyim kuşam, yeme içme, eğlenme, tıp ve eczacılık uygulamaları, eğitim, yerel ve merkezi idare, insan ilişkileri gibi envai çeşit veçhesiyle tanışırken; bu ziyaret Avrupa'da da bir aydınlanmaya yol açmış, Kral 14. Louis’nin önerisiyle Molière’in Türkleri aşağılayan bölümler eklediği Kibarlık Budalası komedisi de dahil, çok sayıda faktörün beslediği Osmanlı – Türk düşmanlığının izalesine ve başta giyim kuşam, mimari, iç dekorasyon, yeme – içme kültürü, musiki olmak üzere hayatın her alanına yayılmış Turquierie modasının başlamasına vesile olmuştur. Ahmet Hamdi Tanpınar ve Enver Ziya Karal gibi otoriteler süreci ‘Garp Alemine açılmış ilk önemli pencere’ olarak nitelemiştir.

Osmanlı hariciye literatüründe sayıları 40’ı aşan sefâretnâmeler içinde Mehmed Çelebi’ninki en çok yankı uyandıranı; verimli müzakereleri en çok tetikleyeni ve gelecek 2 asırda imparatorluğun çehresini ve ahalinin istikbalini temelden değiştirecek reformların da ateşleyicisiydi. Lâle Devri uygulamaları, 3. Selim’in Senedi İttifak da dahil Nizâmı Cedîd reformasyonu, başta Vaka-i Hayriye olmak üzere 2. Mahmud restorasyonu, Tanzimat, 1. Meşrutiyet, 2. Abdülhamid’in ıslahatları, 2. Meşrutiyet ve 1923 – 1938 erken Cumhuriyet uygulamaları gibi kabaca 220 yıllık modernleşme, muasırlaşma ve Westernization sürecimizin işaret fişeği, ilham kaynağı, yol haritası ve program hülasası olan Mehmed Çelebi Sefaretnamesi’nin Şevket Rado tarafından sadeleştirilerek dilimize kazandırılan versiyonunu içeren Paris’te Bir Osmanlı Sefiri – Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin Fransa Seyahatnamesi, konunun ilgilisince mutlaka okuması gereken bir kaynak eserdir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.  



87) Konu: Benedictus de Spinoza, kitap: Spinoza: Bir Yaşam

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Benedictus de Spoinoza, bahsedeceğimiz kitap Spinoza: Bir Yaşam.

‘Meleklerin ve kutsal kişilerin hükümlerine dayanarak, Tanrı’nın ve kutsal cemaatin tamamının rızasıyla, kutsal kitaplarımızın ve içlerinde yazılı 613 buyruğun önünde, Baruch de Espinoza’yı ihraç ediyor, kovuyor, lanetliyor ve ona beddua ediyoruz. Gün içinde kahrolsun, akşam kahrolsun; yattığında kahrolsun kalktığında kahrolsun. Dışarı çıktığında kahrolsun, içeri girdiğinde kahrolsun. Tanrı onu hiçbir zaman bağışlamasın, Tanrı’nın gazabı ve kıskançlığı hep bu adamın üzerinde tütsün; yasa kitabında yazılı bütün lanetler onun üzerine olsun ve Tanrı ismini göğün altından sonsuza dek silsin!’ İnsanlık tarihinin kayda geçmiş en ağır beddualarından olan bu yakarış, 1656’da, Amsterdam’daki Portekiz menşeyli Yahudilerin sinagogundaki çok kalabalık bir Şabat ayininde, 1670’de yayınlanır yayınlanmaz yasaklanacak olan Tractatus Theologico-Politicus’ta olgunlaştıracağı heretik ve heterodoks argümanlarının öncüllerini dindaşlarıyla paylaştığı için Baruch Spinoza’nın, Yahudi Cemaatinden tard edildiği herem, yâni, aforoz ayininde dillendirilmişti. Hollanda tarihinin en keskin zekâsı ve orijinal mütefekkiri, metafizikçi, Eski ve Yeni Ahit eleştirmeni, rasyonalist ve ahlâki filozof, ‘peki, bununla ne yapacağı?’ diyen pratik ve faydacı düşünür, siyaset bilimci, mercek yontucusu, başarısız tüccar Baruch Spinoza 24 Kasım 1632’de ticaretle uğraşan zengin ve nüfuzlu bir sefarad ailenin çocuğu olarak Amsterdam’da doğdu, hayatını kazandığı cam perdahlama işinin ciğerlerine yüklediği cam tozları yüzünden de 1677’de 44 yaşında öldü. Aforozuna müteakip Benedictus olarak değiştirdiği ismi, doğumunda verilmiş Baruch ve yakınlarının ona yakıştırdığı Benito gibi aynı anlama geliyordu: KUTSANMIŞ KİŞİ! Descartes’ın fikirleriyle meczettiği kutsal metin tefsirlerini Galileocu ve Kopernikçi kozmolojiyle bir potada eriterek inşâ ettiği dünya görüşüyle Spinoza, Yaradan idesini paranteze alan bir ateist, Tanrı sevgisiyle dolu bir metafizikçi, savunduğu ‘varoluş Tanrı’dan başka bir şey değildir’ mottosu gereği bir panteist ve her argüman ve praksisi ‘bu ne işe yarar?’ diye sorgulayan şüpheci bir pratisyen olarak değerlendirilmiş, bu suretle de düşünce tarihinin en yanlış anlaşılan fikir insanlarından olmuştur.

Töz’ ve ‘İde’ gibi muğlak kavramları bile matematik bir kesinlikte ifade etmek için, modern geometrinin kurucusu Öklid’in abidevi yapıtı Elementler’e benzer bir yazım tekniğini kullandığı Ethica’nın Tanrı’yı Varoluş’la özdeşleştiren ilk kısmı olan ‘De Deo – Tanrı’ya Dair’i 1663’de, kalan 4 bölümünü ise 1675’de tamamlayan Spinoza; eserin 5 bölümünü içeren tek cilt birlikteliğindeki tamamının basılmasından birkaç ay önce ayrılmıştı anlayışsızlık, bağnazlık, ötekileştirme ve düşmanlıkla dolu çilekeş Dünya hayatından.

Meşhur mottosu ‘Deus sibe Natura – Tanrı yâni Doğa’ bağlamında ve ‘her şey BİR’dir ve Tanrı denilen tözdür’ temelinde plüralist ve düalist yaklaşımları reddederek mutlak bir monizmi savunan Spinoza’nın bütün eserleri, düşünürün 21 Şubat 1677'de ölümünün ardından, yakın çevresince Amsterdam'da Opera Posthuma başlığıyla yayınlanır. Bugün olanlar dün olanlarca tayin edilmiştir, yarın olacakları ise belirleyecektir!’ hipotezini savunarak mutlak determinizmi esas alan, bu suretle de özgür iradeyi yadsıyan Spinoza, ya yanında, ya da karşısında konumlanarak görüş serdeden ardılları Hume, Novalis, Friedrich Schleiermacher, Jacobi, Moses Mandelssohn, Goethe, Schelling, Hegel, Deleuze ve Althusser gibi filozof ve teologları derinden etkilemiştir. Steven Nadler’in yazdığı başvuru metnimiz Spinoza: Bir Yaşam, gerek Nadler’in bir kuyumcu titizliğiyle yaptığı arşiv çalışması temelli ana gövdesi, gerekse de ülkemizin en önemli spinozacısı Ulus Baker’in usta işi önsözüyle konunun meraklısı için vazgeçilemez bir kaynak mahiyetindedir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.  

TRT Radyo 1, Sayfaların Dilinden Programı, metinler - 16



01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan mezkûr metinlerden 22 Nisan - 26 Nisan döneminde yayınlanacak olanlar aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.

81) Konu: Evren Tutumludur, kitap: Doğanın En Temel Davranışı

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Evren Tutumludur, bahsedeceğimiz kitap Doğanın En Temel Davranışı. 

‘Hayvan ve bitkilerin büyümesi gibi organik süreçlerden, cansız doğadaki gelişmelerden ve astronomik proseslerden damıtılan hareket yasalarıyla bunların türevleri olan diğer tabiat kanunları, esasen varoluşun temelindeki en az eylem ihtiyacının bir sonucudur.’ İlmi yaklaşımıyla Newton fiziği savunucusu, felsefi duruşu bakımındansa ampirist ve pozitivist olan 18. asrın önemli Fransız bilimci ve düşünürlerinden Pierre Louis Maupertuis’in müktesebatından özetle ve mealen aktardığımız bu görüşler varoluşun tunç yasası, hayatın olağan akışı, eşyanın tabiatı diyebileceğimiz bir prensibe işaret eder: EN AZ EYLEM İLKESİ! Minimum iş prensibi de denen bu hipotez; kuantum fiziğine konu atom altı süreçlerden astrofiziğin sahasındaki galaksiler arası olgu ve olaylara değin Kozmos'taki bütün ‘oluş – yok oluş – oluş’ sarmallarının, enerjinin bir biçimden bir başka biçime, bilgi ve maddenin bir mahiyetten bir başka kaliteye doğru evrilmesi ve dönüşmesinden ibaret olduğunu; bütün bunlar olurken de Kâinat’ın son derece ‘eli sıkı’ davranıp ekonomik adımlar attığını ve yaptığı her ne ise, işte onu en kısa yolu kat ederek, en az çaba ve enerji harcayarak gerçekleştirdiğini vaz’eder.

5000 yıl önceki kadim medeniyetlerde yeşeren ilkel öncüllerinden başlayan ve Galilei, Descartes, Newton, Maupertuis , Lagrange, Hamilton, Euler, Leibniz, Dirac, Schrödinger, Feynman'ın geliştirdikleri En Az Eylem İlkesi, hareketin – değişimin – dönüşümün olduğu neredeyse bütün varoluş süreçlerinin asal prensibi olup, doğa bilimlerinin ecesi olarak nitelen fiziğin optikten klasik mekaniğe, genel görelilikten kuantum fiziğine değin bütün bahislerinin de temel koyucu, kanonik ve birleştirici ilkesidir.

Mezkûr ilke; bir ışık huzmesindeki fotonların ve her şeyin yapıtaşları olan atomaltı parçacıkların hareketlerinden uzay-zaman sürekliliğindeki astronomik ve kozmik nesnelerin sergiledikleri davranışlara değin, Evren’deki çok geniş bir olgu, olay ve süreçler manzumesinde geçerliyken, insanın merkezinde olduğu beşeri ve sosyal süreçler En Az Eylem İlkesi’nin hükmünü icra edemediği bir istisna kozmosu olarak belirirler. Türümüz homo sapiens sapiens’in öznesi, bilinçli faili ve nesnesi olduğu olay ve süreçlerin neredeyse tamamına yakınında, amaçlanan hedefe erişmek için mevcut yollardan ve çözümlerden çoğunlukla uzun, masraflı ve zahmetli olanını seçmesi, başta zaman olmak üzere imkân, kaynak ve kâbiliyetlerini israf etmesi gibi tercihleri insana ister istemez şu sorgulamayı yaptırmakta: ‘kaynak israfı temelli tarzımızla kozmosun bizim dışımızda kalanından ayrı düşmemiz, En Az Eylem İlkesi gibi varoluşun çimentosu sayılabilecek temel bir kritere çoğunlukla aykırı davranmamız genomumuzun yol açtığı yapısal bir anomali mi, yoksa sömürüye ve sınıflı topluma dayalı son 12,000 yıllık yerleşik yaşam tarzımızın bize yüklediği sonradan edinilmiş bir anormallik mi?’ Bu ehemmiyetli bir sual-i kebirdir ve türümüzün selâmeti ve istikbali bakımından cevaplanması zaruridir.

Matematik öğretmeni Sibel Çağlar’ın kurucusu ve yazarı olduğu matematik.org sitesindeki Doğanın En Temel Davranışı: En Az Eylem İlkesi yazısı programımızın referans metinlerinden olup, konuya ilgi duyanlar de için ideal bir başlangıç metnidir. Mezkûr dijital platform, doğrudan matematikle ilgili olan konuların yanı sıra, bir şekilde matematikle ilintili olan bütün varoluş halleri hakkındaki popüler bilim yazılarına da yer verdiğinden, türün meraklısı için başvurulası bir adrestir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.  



82) Konu: Fatma Aliye, kitap: Uzak Ülke

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Fatma Aliye, bahsedeceğimiz kitap Uzak Ülke. 

Tarih, edebiyat, felsefe, kadın hakları konularında eserler veren ülkemizin ilk kadın romancısı ve Osmanlı döneminin ilk feministlerinden Fatma Aliye Topuz 22 Ekim 1862’de İstanbul’da doğdu. Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı olan Fatma Aliye, özel hocalardan iyi bir eğitim aldı, mükemmel Fransızca öğrendi. II. Abdülhamid’in yâverlerinden Kolağası Fâik Bey’le yaptığı evlilikten olan 4 kızını yetiştirirken yazı hayatına girdi. Okuma ve tercüme faaliyetlerini eşinden gizli yaparken, 1889’da yayımlanan ilk çevirisi ‘Meram’ı ‘Bir Hanım’ muhtasarıyla neşretmesine müteakip bu uğraşılarını alenileştirdi. Ahmet Midhat Efendi tarafından övülmesi ve ‘evlâd-ı maneviyemdir’ diye sahiplenilmesiyle Fatma Aliye bir anda meşhur oldu. Dönemin en etkili kültür insanıyla böylece başlayan, karşılıklı gönderilen mektuplarla da pekişen ilişki, ikilinin birlikte yazdıkları Hayal ve Hakikat romanının 1891’de neşredilmesiyle zirveye taşındı. İlk romanı Muhadarat’ı kendi adıyla 1892’de yayımlanan Fatma Aliye’nin akabinde diğer edebi anlatıları Udi, Ref’et, Enin, Levayih-i Hayat neşrolunmuş; muhafazakâr açıdan kadın sorunları ve haklarıyla ilgili incelemeleri Hanımlara Mahsus Gazete’de tefrika edilmiştir. İslâm Alemi’nde kadının durumunu tasvir ve tahlil ettiği İngilizce ve Fransızcaya çevrilen, ABD ve Avrupa’da ses getiren ve ödüller alan Nisvan-ı İslâm’ı 1892’de yayımlayan yazarın popülaritesi, Ahmet Midhat tarafından yazılmış biyografisi Bir Muharrire-i Osmaniye'nin Neşetinin yayımlanmasıyla pekişmiştir. Yazarlığının yanı sıra 2. Abdülhamit tarafından ödüllendirilen başarılı sosyal sorumluluk faaliyetlerinde bulunan Fatma Aliye Hanım, Nisvan-ı Osmaniye İmdat Cemiyeti’nin kurucusu ve Hilal-i Ahmer’in de ilk kadın üyesidir. Döneminin sosyo-politik ve sosyo-ekonomik panoramasının arka plânını oluşturduğu âsârında; fert olmayı başarmış, geçimini sağlayarak erkeğe bağımlılıktan kurtulmuş, bazı muhafazakâr kodlara sadık olmakla birlikte, modern hayatı da arzulayan kadınların sesi ve temsilcisi olan yazar, evlilik hayatında aşk, sevgi, saygı, anlayış ve uyumun önemine kuvvetli ve sürekli vurgu yapmıştır. 1914’de yayımlanan son yapıtı Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı eserinde dillendirdiği görüşleri İttihat ve Terakki rejiminin topluma dayattığı resmi anlatılarla çeliştiğinden, kültürel ve sosyal hayattan dışlanmış, unutulmaya terk edilmiştir. Vefat ettiği 13 Temmuz 1936’dan bu yana Feriköy Mezarlığı'na medfun olan Fatma Aliye hanım’ın zikrettiklerimizin dışında Taaddüd-i Zevcât’a Zeyl, Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife, Tedkîk-i Ecsâm, Târîh-i Osmâniyye’nin Bir Devre-i Mühimmesi - Kosova Zaferi ve Ankara Hezîmeti gibi kuramsal eserleri mevcuttur. Osmanlının hâce-i evvel, yâni ilk öğretmen kabul edilen Ahmet Mithad ve Ahmet Cevdet’in tesirinde yazılmış edebi kalitesi vasat, ancak içerdiği değerler seti ve sosyolojik kodlar bakımından belge mahiyetindeki kurmacalarıyla Tanzimat Edebiyatına eklemlenen yazar, ‘Doğu’nun mânevî değerlerini ve İslâm’ın umdelerini koruyarak Batı’nın ilim ve tekniğinden faydalanmalıyız’ tezini savunan münevverlerdendi.

Fatma Aliye Hanım’ı 100 yıldır terk edildiği nisyan ve zulmet kuyusundan çekip çıkararak ülke gündemine yeniden dahil eden sosyolog ve romancı Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun yazdığı hakikatlere sadık 2007 tarihli biyografik roman Uzak Ülke’dir. Bu ‘docu-drama’ sayesinde hatırlanan yazar, 2009’da tedavüle giren 50 liralarda yer alan portresiyle toplumsal hafızaya kök salmış, akabinde de külliyatı çeşitli yayımcılar tarafından tekrar ve tekrar basılarak okuruyla yeniden buluşmuştur. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 

TRT Radyo 1, Sayfaların Dilinden Programı, metinler - 15

















01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan mezkûr metinlerden 15 Nisan - 19 Nisan döneminde yayınlanacak olanlar aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.

76) Konu: 1 Nisan Şakası, kaynak: Wikipedia

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu 1 Nisan Şakası, bahsedeceğimiz kaynak Wikipedia. 

Bilinen geçmişi kabaca 6.5 asra yaklaşan güçlü bir global eğlenme ve sosyalleşme geleneği olan 1 Nisan Şaka Günü etkinlikleri, 20 yıl önce, internet küreselleşmeye başladığında, eski ağırlığın kaybetmeye, akıllı telefonlar ve sosyal medya kullanımının pandemik bir antite haline gelip 8.1 milyar kadın ve erkek dünyalıyı hükmü altına aldığı son 10 yılda ise iyiden iyiye gündem dışı kalmaya başladı. Bunun nedeninden önce, mezkûr günde şaka yapma, hediye verme ve yalan haberle kandırarak eğlenmenin tarihi kökenlerine, fikri – sosyolojik – psikolojik – mitolojik kaynaklarına kuş bakışı bakıverelim. Asırlarca Lingua Franca olarak global iletişimi sağlayan İngilizce ve Fransızcada konuya dair en eski referanslar Geoffrey Chaucer imzalı, 1392 tarihli ilk modern anlatılardan Canterbury Hikâyeleri’ndeki ‘Rahibenin rahibinin öyküsü’ ile, 1508’de Fransız şair Eloy d’Amerval imzasını taşıyan şansonlardır. İlk defa Fransızcada görünüp diğer dillere sirayet eden ‘Poison d’Avril’, yâni Nisan Balığı, ya da Nisan Şakası ifadesinin İngilizce konuşulan toplumlardaki mütekabili ‘April Fools' Day’, yâni Nisan Aptallar Günüdür. Bu geleneğin kanonik zemini, Hristiyanlık öncesi pagan inancıdır. Çok tanrılı ve panteizme yatkın olan paganlar, yeni yılı İlkbahar Ekinoksu olan 21 Mart’a müteakip, 25 Mart – 1 Nisan döneminde kutlardı. 1564’de Fransa kralı IX. Charles, Katolik Kilisesi Trento Konsili’nin kararı gereğince yeni yıla artık 1 Ocak’ta girileceğini içeren bir ferman yayımlamasına karşın, ülkenin birçok yerinde, özellikle de büyük kentler dışında ve kırsalda, zirvesi 1 Nisan günü yapılan faşingler olan yeni yıl kutlamaları sürmüştür. Başta Paris olmak üzere şehirlerde yaşayan burjuva halk, pagan köylülerin 1 Nisan’da yeni yılı kutlamaya devam etmesini onların geri kalmışlığına, saflığına ve heterodoksiliğine bağlamış, bununla alay etmek için de köylülüğü, kırsal yaşamı ve pre-hristiyan itikadı hicveden gerçek dışı haberler ve şakalar üretmiş, kendilerinden olanı olumlamak adına da birbirlerine hediyeler vermiştir. Böylece gelenekselleşen 1 Nisan Şaka Günü kutlamaları Kıta Avrupası ve Birleşik Krallık’tan sonra Kuzey ve Güney Amerika, Asya – Pasifik, Afrika ve Avustralya’daki kolonilere sirayet etmiştir. ‘Bu gelenek niye sönümlenmekte?’ suali, son 20 yıldır giderek ağırlığı ve derinliği artan ekonomik krizler, küresel gelir adaletsizliği, bölgesel savaşlar, kitlesel göçler, kuraklık – kıtlık – tabii afetler şeklinde tezahür eden global iklim krizi, başta covid-19 olmak üzere pandemi ve endemiler gibi gailelerin insanlığı şakalaşmak temelli sosyalleşmelere mesafeli durmaya sevk ettiğiyle açıklanabilir bir miktar. Bu gerilemenin sıklet merkezi ise, 1 Nisan etkinliklerinin Sevgililer Günü, Anneler Günü, Noel, yılbaşı, Ramazan ve Kurban Bayramları, Şahane Cuma dediğimiz, orijinali ABD'de Şükran Günü'nden sonraki ilk Cuma günü kutlanan Black Friday aksiyonları gibi kapitalize edilememiş, sermayenin ve pazar ilişkilerinin emrine amade kılınamamış, tüketim toplumunun alâmet-i fârikası olan ‘en çok tüketen en makbuldür’ zihniyetine dahil edilememiş olmasıyla açıklanabilir.

Programımızın kaynakları olan Dijital ansiklopedi Wikipedia’nın İngilizce edisyonunun April Fools’ Day ve List of April Fools’ Day Jokes maddeleri, konuya dair daha detaylı malûmata erişmek isteyenler için ideal referanslardır. Bunların, diğer birçok Wikipedia maddesi gibi, bir an önce eksiksiz ve hatasız olarak Türkçe çevrilmesini ve Türkçe okuma yapmak isteyenlerin hizmetine sunulmasını diliyoruz. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 



77) Konu: George Berkeley, kitap: Hylas ile Philonous Arasında Üç Konuşma.

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu George Berkeley, bahsedeceğimiz kitap Hylas ile Philonous Arasında Üç Konuşma. 

Filozof, subjektif idealizmin, yâni immateryalizmin kurucusu, akademisyen ve Protestan din adamı George Berkeley 1685’de İrlanda’da doğdu. Trinity College'ı bitirip 1707’de profesör olan Berkeley, 1709’dan öldüğü 1753’e değin, son 20 yılında piskopos olmak üzere, İrlanda Protestan Kilisesi’ne hizmet etti. İlk üç eseri Yeni Bir Görme Kuramı Üzerine, İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine Bir İnceleme ve Hylas ile Philonous Arasında Üç Konuşma başyapıtları olup, 24 – 28 yaş döneminde yayımlamıştır. Akabinde İngiltere’ye giden Berkeley, Londra’da büyük ilgi uyandırmış, dâhi bir hiciv yazarı ve emperyalizm ve savaş karşıtı bir politikacı olan Jonathan Swift tarafından saraya takdim edilmiştir.

Esse est percipi, yâni, var olmak algılanmaktır mottosuyla özetlenen ve aşırı bir yorumu sadece düşünen özneye varlık imkânı tanıyan solipsizme kadar giden felsefesinin yanı sıra Berkeley, üstün ikna gücüyle de sivriliyordu. Amerikan yerlileriyle İngiliz yerleşimcilere Anglikanizm adına misyonerlik yapmak için, evlenir evlenmez eşiyle gittiği Kuzey Amerika’da 1728 – 1731 döneminde yaşamış, umduğunu bulamayınca dönme kararı almış, Londra’ya hareketinden önce evini ve kütüphanesini Yale Üniversitesi’ne bağışlamıştı. Mezkûr kurum ona duyduğu şükrana binaen bir fakültesine, cemaati ise Kaliforniya’daki bir kente ismini vererek onu onurlandırmıştır. John Locke, David Hume, Thomas Hobbes ve Roger Bacon gibi İngiliz ampirizminin, Ada duyumculuğunun ve Anlosakson deneyciliğinin zirvelerinden olmasına karşın Berkeley; Lockçu ampirizmin ‘Tanrı’nın ilahi müdahalesine ihtiyaç duymayan, bütünüyle mekanik temelde ve kendiliğinden işleyen’ niteliğiyle materyalizme ve ateizme giden yolu açtığını, bunun inancı ve ahlâkı tehlikeye attığını savunuyordu. ‘Varlığından ve gerçekliğinden emin olabileceğimiz olgular, algılarımızın zihnimizde oluşturduğu fikirlerdir’ diyen Berkeley, buradan alâmet-i fârikası olan o kesin hükme varıyordu: ‘var olmak algılanmaktır!Kimse tarafından algılanmayan bir şeyin var olmadığına mı inanıyorsun?’ sorusunu ‘o durumda da, her yerde hazır ve nazır olan Tanrı tarafından algılandığından, mezkûr şey var olmaya devam eder’ cevabını veren filozofun argümantasyonları, bilimsel devrimler ve teknolojik atılımlarla beslenen pozitivist ve neo-pozitivist ekollerce 1750 – 1900 periyodunda bastırılsa da, 20. asrın başından günümüze değin Ernst Mach, Albert Einstein, Niels Bohr, David Bohm gibi görelilik teorisi ve kuantum fiziği çalışan bilimcilerin katkılarıyla yeniden popüler olmuştur. Zaman, 21. asırda görüşleri kuramsal fizik, kozmoloji, felsefe, edebiyat, teoloji ve popüler kültür alanlarında etkili olmayı sürdüren Berkeley’in özgün ve önemli bir filozof; onu ‘Behey Berkley! behey on sekizinci asrın filozof peskoposu. Felsefenden tüten günlük kokusu başımızı döndürmek içindir. Hayat kavgasında bizi dizüstü süründürmek içindir. Behey Berkley, behey on sekizinci asrın en filozof katili, behey bir karış boyuna bakmadan Karpatları inkâr eden cüce!’ diyerek tekfir ve demonize eden Nazım Hikmet’in ise iyi bir şair, ama kötü bir felsefeci olduğunu kanıtladı bizlere.

1713’de 28 yaşında bir akademisyen ve kilisesi hiyerarşisinde yükselmeye namzet bir rahip iken yayımladığı başvuru kaynağımız Hylas ile Philonous Arasında Üç Konuşma, Berkeley’in sübjektif idealist müktesebatının ve immateryalist külliyatının temel metni, kurucu anlatısı ve kanonik ifadesi olup; kolay anlaşılır üslûbu sayesinde, genel okur için de asırlardır cazip bir teorik seçenek olagelmiştir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 

TRT Radyo 1, Sayfaların Dilinden Programı, metinler - 14



01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan mezkûr metinlerden 08 Nisan - 12 Nisan döneminde yayınlanacak olanlar aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek, Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.

71) Konu: 'Coğrafi Keşifler', kitap: Antik Dönemden Günümüze Haritacılar.

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu ‘Coğrafi Keşifler’, bahsedeceğimiz kitap Antik Dönemden Günümüze Haritacılar. 

Batı merkezli tarih yazıcılığında ‘Keşifler Çağı’ olarak nitelenen periyodun satırbaşları şöyledir: İskandinavyalı ve İzlandalı Vikingler 10. asırda Grönland ve Kanada’da koloniler kurmuş; Venedikli Marko Polo 13. asırda babası ve amcasıyla 24 yıl süren Asya seyahatini gerçekleştirmiştir. Portekizli Bartolomeu Dias 1488’de Afrika’nın en güneyindeki Ümit Burnunu kat etmiş, böylece Avrupalı gemicilerin uzun süredir peşinde olduğu Hindistan’a deniz yoluyla gidişi mümkün kılmıştır. Portekizli Vasko da Gama, Bartolomeu Dias’ın açtığı yol üzerinden 1498’de Hindistan’a denizden ulaşan ilk Avrupalıdır. Gerçekte nereye gittiğini anlayamayan Cenevizli Kristof Kolomb, tamamını Hindistan’ın doğusundaki adalar sandığı Küçük Antiller’e 1493’de, Trinidad’a 1498’de, Orta Amerika’nın doğu kıyılarına ise 1502’de giderken; Portekizli Ferdinand Macellan 1519 – 1522 arasında gezegendeki bütün okyanusları kat ettiği, bütün meridyenlerinin üzerinden geçtiği 70,000 kilometrelik seyahatinde, mürettebatıyla birlikte, Dünya’nın etrafında tam bir tur attığı belgelenen ilk insanlardan olmuştur. Geç Orta Çağ’la erken Modern Dönemi kapsayan bütün bu faaliyetin temel motivasyonu iktisadi temelliydi ve Batılı tarihçilerin ‘Eski Dünya’ dediği Avrupa toplumlarının hakim sınıflarıyla fikri ve siyasi elitlerinin, önce Arap ve Farsların, akabinde de Osmanlıların kontrolünde olan İpek ve Baharat Yolu üzerinden yürütülen ticarete hakim olmak; giderek de, yine Batı Aleminin telifi olan ‘ana akım literatür’ün kavramsallaştırmasıyla söyleyecek olursak, Yeni Dünya’nın, yâni Asya, Afrika ve Amerika’nın yerüstü ve yeraltı kaynaklarına ve zenginliklerine doğrudan erişerek, bunların kontrol ve kullanımını ele geçirmek düşüncesiydi. Hristiyanlığı yaymak merkezli misyoner faaliyeti, insan türünün bilinmeyeni keşfetmek noktasındaki sonsuz heves ve hırsı bu süreci güdüleyen diğer faktörlerdir. Kolomb Takası denen bir kavramı genelleyerek söyleyecek olursak, mezkûr süreçte ilk defa karşılaşan toplumlar arasında bitki, hayvan, maden ve mineral, kültürel – teolojik - sosyolojik kodlar ve normlar, endemik enfeksiyonlar, alet - edavat, araç - gereç temelli teknoloji değiş tokuşu yapılarak küreselleşmenin ilk ciddi adımları atılmış; oluşan sermaye temerküzü ve yığınsal köle emeği kullanımıyla klasik sömürgeciliğin ve emperyal kapitalizmin temelleri atılmıştır. Coğrafi keşifler nitelemesine belki de en çok uyan etkinlikler, 1909 – 1911 de yapılan Kuzey ve Güney Kutbu seferlerinde Arktika ve Antarktika’nın keşfedilerek haritalanması olmuştur. İnsanların uzun süredir yaşadığı bir coğrafyaya başka yerlerden insanların ilk defa gelmesi, akabinde de oraları talan edip sömürmesi insanlık adına değil, olsa olsa yeni gelenler adına bir keşiftir ve esasen de sömürgecilik olan insafsız ve ahlâksız bir faaliyettir. Ezcümle, Batılı toplumların ‘coğrafi Keşifler’ dediği antite, arkasında neredeyse 1000 yıllık bir suçlar ve günahlar galerisi olan ayıplı ve ahlâksız bir tarihsel külliyata referans verir.

Batılıların gezegenimizi keşfetmesi konusunda uzman olan Kaliforniya kökenli araştırmacı yazar Beau Riffenburgh’un hazırladığı ciltli, özenle tasarlanıp basılmış görsel şölen mahiyetindeki içeriği ve bunu destekleyen, kartografinin 25 asırlık tarihinin en önemli numunelerinden olan 15 adet harita ilâvesiyle Antik Dönemden Günümüze Haritacılar kitabı; konuya dair okuma yapmak isteyene şayanı tavsiyedir. Bu önerimizi, yazarın, ele aldığı mevzuyu ‘Dünya'nın keşfi, insanın evi bildiği gezegenimiz hakkındaki bilgilerini arttırması ve bunun üzerinden medeniyetin ilerlemesi’ şeklinde yorumlayarak emperyal güçlerin asırlara sâri sömürgecilik faaliyetlerini temize çeken bir mantaliteye sahip olduğunun gözden kaçırılmaması gerektiği uyarısıyla yapıyoruz. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 



72) Konu: Schrödinger’in Kedisi, Kitap: Schrödinger’in Kedisinin Peşinde

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Schrödinger’in Kedisi, bahsedeceğimiz kitap Schrödinger’in Kedisinin Peşinde.

Bilimin, özellikle fiziğin, ele aldığı bir hipotezi doğrulamak ya da yanlışlamak adına kurguladığı deneylerden maddi hayata uyarlanması mümkün olmayan, bu yüzden de salt teorik düzlemde kalan, spekülatif yanlar da barındırabilenlerine Düşünce Deneyi denir. Bunların en popülerleri Maxwell’in cini, Laplace’ın şeytanı ve Schrödinger’in Kedisi’dir. Kuantum mekaniğinin kurucularından olan fizikçi ve bilim kuramcısı Erwin Schrödinger, 1933’de Paul Dirac’la Nobel Fizik Ödülünü paylaşmıştı. Schrödinger; 1922 Nobel Fizik Ödülü sahibi Niels Bohr’un müellifi olduğu gözlemcinin, gözlemlediği olayları etkilediğini ve değiştirdiğini savunan Kuantum Mekaniğinin Kopenhag Yorumuna şiddetle karşı çıktığını, 1935’de yayımladığı, bahsettiğimiz düşünce deneyini de içeren çok ses getiren makalesiyle deklere etmişti. Mezkûr deney, içinde olup bitenler dışardan görülemeyen bir kutuya konmuş bir kedi, bir dedektör, radyoaktif ışıma yapan bir madde, bir çekiç ve öldürücü zehir içeren bir cam kap üzerinden kurgulanmıştı. Seçilen radyoaktif madde % 50 olasılıkla saatte bir elektromanyetik ışıma yaymaktadır. Bir saatin sonunda gözlemlemediğimiz kutuda gerçekleşecek sürecin kuantum mekaniğinin Kopenhag Yorumuna göre gelişimi şöyledir: 1- radyoaktif element % 50 olasılıkla ışıma YAPAR, bu ışıma dedektör tarafından saptanır ve çekici harekete geçirir, çekiç cam kabı kırarak içindeki zehrin kutuya yayılmasına ve kedinin ölümüne neden olur; 2- radyoaktif element % 50 olasılıkla ışıma YAPMAZ, dedektör bir şey algılayamayacağı için çekiç tetiklenmez, şişe kırılmaz, zehir de kutuya yayılıp kediyi öldürmez. Bu iki olası hal de, Kopenhag Yorumuna göre aynı anda gerçekleşirler. Kapalı kutudaki manzara, onu açıp içini gözlemlemediğimiz sürece, her iki olası durumu temsil eden kuantum dalga mekaniği denklemlerinin üst üste bindikleri bir süperpozisyon halindedir. Bir diğer deyişle, gözlemlemediğimiz sürece kedi aynı anda hem ölü, hem de diri olduğu bulutsu bir mahiyette ve bir Araf düzlemindedir! Kutuyu açıp içine baktığımızda, iki olası halin üst üste bindiği süperpozisyon durumu, hallerden birinin kuantum hal denklemine çökerek onun işaret ettiği olasılığı maddileştirir. Kopenhag yorumunun sağduyuyu iptal eden bu izahatı Hugh Everet III’ün 1957’de paylaştığı Çoklu Dünyalar Teorisi ile aşılmaya çalışılmıştır. Buna göre, bir olayın olası bütün hallerini yansıtan kuantum hal denklemleri sadece gözlenmediklerinde değil, gözlendiklerinde de çökmezler; kuantum hal denklemlerinin karşılık geldiği fiziki gerçekliklerden birini görüp deneyimleriz, diğerleri ise haberdar olamayacağımız çoklu dünyaları, paralel evrenleri varlık alanına çıkararak onlarda yoluna devam eder.

‘Kimsenin gözlemlemediği bir olay varlık sahnesine çıkamaz mı? Gözlemci, gözlediğini etkileyip değiştirebiliyorsa, bizler aslında süper güçlere mi sahibiz? Bu evrende dolar milyarderi olan, bir başkasında sersefil yaşıyor olabilir mi?’ gibi soruları akla getiren mezkûr düşünce deneyi felsefe, psikoloji, bilimkurgu, popüler kültür, sinema, komplo kuramları ve teoloji alanlarında derin etkiler yaratmıştır.

Popüler bilim kitapları yazarı, astrofizikçi, akademisyen John Gribbin’in yazdığı, 1984’de yayımlanan Schrödinger’in Kedisinin Peşinde – Kuantum Fiziği ve Gerçeklik, aradan geçen 40 yılda, Sicim Kuramı gibi radikal atılımlar yapılmasına karşın, güncelliğini ve geçerliliğini korumakta. İddiaları her gün sayısız kere ispatlanan kuantum fiziğiyle, onun kozmolojiye tatbikatının sonuçlarından olan Çoklu Evrenler gibi spekülatif argümanların popüler versiyonlarını çok satan kitaplara dönüştürmekte mahir olan Gribbin’in eseri, konuya giriş yapmak isteyenlere olduğu kadar, içeriğine aşina olanlara da faydalıdır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.

TRT Radyo 1, Sayfaların Dilinden Programı, metinler - 13












01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan mezkûr metinlerden 1 Nisan - 5 Nisan döneminde yayınlanacak olanlar aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek, Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.


66) Konu: Evren, kitap: Zamanın Kısa Tarihi

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Evren, bahsedeceğimiz metin Zamanın Kısa Tarihi. 

Stephen Hawking’in Zamanın Kısa Tarihi’nin final paragrafını hatırlayalım: ‘Günün birinde eksiksiz bir birleşik kuram bulursak, bu, yalnızca birkaç bilimci tarafından değil, genelinde herkes tarafından anlaşılır olmalı. İşte o zaman bir hepimiz, feylesoflar, bilimciler ve sokaktaki adam, ‘biz ve evren niçin varız?’ sorusunu tartışabileceğiz. Hele bunu yanıtlayabilirsek, insan aklının en yüze zaferi olacak- çünkü o zaman Tanrı’nın aklından neler geçtiğini bileceğiz.’ Genel kabule göre Evren, her biri Güneş sistemimiz büyüklüğünde yüzlerce milyar yıldız sisteminden oluşan yüzlerce milyar galaksiden mürekkep bir koleksiyondur. Sicim Kuramı Kozmolojisi başta olmak üzere, mantıki devam yolu çoklu evrenleri gerektiren ve spekülatif yanı ağır basan çok sayıda kozmolojik argümantasyon bize, evrenimiz gibi sonsuz sayıda evrenin içine gömüldüğü ve bilimden ziyade bilim kurgunun konusu olan 11 boyutlu bir uzay-zaman sürekliliğini gerektiren bir meta evreni vaz’eder. Evreni, hatta sonsuz evrenler mimarisini ve giderek de bütün bu telifin müellifi olan bir Metafizik Fail’in aklından geçenleri anlamaktan bahsetmeyi; Görelilik Kuramının yazılı olduğu bir sayfada yuvalanmış bir mikroorganizmanın, yaşam alanı kıldığı o sayfadaki mezkûr kuramı anlayabileceğini iddia etmesi kadar kibirli ve absürd de bulabilirsiniz; insanın, varoluş dairesinin tamamını anlamak noktasındaki azim ve kararlığına yorup bu gayreti takdir de edebilirsiniz, tercih sizin. Biz, söz konusu kitap ve yazarı üzerinden devam edelim sohbetimize.

Önsözünü Carl Sagan’ın yazdığı, 2018’de 76 yaşında vefat eden İngiliz kozmolog, kuramsal fizikçi, akademisyen ve yazar Stephen Hawking’in kaleme aldığı Zamanın Kısa Tarihi – Büyük Patlamadan Kara Deliklere yapıtı, basıldığı 1988’den bu yana gerçekleşen 30 milyona yaklaşan satışıyla popüler bir bilim eseri için inanılması gerçekten güç olan bir tirajı yakalamıştır. 1955 kaybettiğimiz milenyumun bilim insanı olarak tarif ve tavsif edilen Albert Einstein’dan sonra gelen en parlak kuramsal fizikçi ve kozmolog olarak nitelenen Hawking, yakalandığı ölümcül amyotrofik lateral sikleros hastalığı yüzünden hayatının önemlice bir bölümünü tekerlekli iskemlede geçirmişti. Bu süreçte konuşamadığı için bir yazılımın sağladığı ses simülasyonu üzerinden iletişim kurabilen ve göz kapaklarından başka hiçbir istemli kasını hareket ettiremediği bir umumi felç tablosunda yaşamasına karşın, son nefesini verene değin ilmi çalışmalarını sürdürmeyi başarmış tepeden tırnağa irade ve zekâydı o. Hawking’in mezkûr eserini ‘bedeni tekerlekli sandalyenin tutsağı, ama beyni o denli hareketli ki, evrenin gizlerini gün ışığına çıkarabilmek için zamanın ve uzayın uçsuz bucaklığında sanki dört nala koşuyor’ diyerek manşete taşıyan prestijli Time Gazetesi gibi mecraların altını çizdiği üzere kuantum fiziği, kuantumlu genel görelilik kozmolojisi, kara delikler, Big Bang, genel görelilik gibi fiziğin bir çok önemli bahsinde insanlığın ufkunu açan tezlerin sahibi olan Hawking, ‘evrenin doğası nedir? Onun içindeki yerimiz ne, o ve biz nereden geldik? Evren niye böyle?’ sorularının peşinde kanat çırptığı hayatının son 55 yılında, Nobel Fizik Ödülü alamamasına karşın, bu ödülü kazananların çoğundan daha fazla hizmet etmiştir insanlığın imajinasyonunun ve kavrayışının zenginleşmesine. Bu bölümün kaynak metni olan söz konusu eserin, ‘kozmoloji ve kuramsal fiziğe giriş yapmak istiyorum. Kısa, özlü, vurucu, faydalı ve dahice olan tek bir kitaba ayıracak vaktim var, bana hangi eseri önerirsiniz?’ şeklindeki bir arayışın faili olanlar için biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyoruz. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 



67) Konu: Fatih zehirlendi mi?, kitap: Helvahane Defteri ve Topkapı Sarayı’nda Eczacılık 

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Fatih Zehirlendi mi?, bahsedeceğimiz metin Helvahane Defteri ve Topkapı Sarayı’nda Eczacılık.  

Üzerinden 543 yıl geçmesine karşın, Fatih Sultan Mehmed’in gut hastalığından mı öldüğü, yoksa zehirlenerek mi öldürüldüğü kesinleştirilememiştir. 


Âşıkpaşazade Tarihi'ndeki bir şiirin yorumlarına ve ilk baskısı 1953’de yapılan Franz Babinger'in Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı başlıklı meşhur monografisinde Vatikan arşiv belgelerine dayandırarak ileri sürdüğüne göre Fatih, Venedik Devleti tarafından zehirlenerek öldürülmüştür. 1954’de yayınlanan makalesinde Naşid Baylav, Fatih Sultan Mehmed'in zehirlenerek öldürüldüğü iddiasını Osmanlı medikal kayıtlarına dayandırarak ispata çalışmıştır. Makale büyük yankı uyandırmış, Fatih'in kabrinin açılarak nâşı üzerinde tıbbi tetkik yapılması bile gündeme gelmişti. 

Söz konusu makalesinde Baylav, Roma’yı fethetmek üzere Üsküdar - Gebze arasındaki Hünkârçayırı'nda devasa bir ordu toplayan Fatih Sultan Mehmed’in 3 Mayıs 1481'de vefat edişini, Papalığın casusu olduğunu savunduğu ve sultanın çok güvenerek vezirlik verdiği 30 yıllık doktoru Venedikli Yahudi dönmesi Yakup Paşa, yâni Jacobus Maestro tarafından ilacına katılan çok zehirli bir bitki extresiyle zehirlenmesi sonucunda gerçekleştiğini, o zamana değin yayınlanmamış olan ve Osmanlı saray doktorlarının reçetelerini içeren, söz konusu ettiğimiz, çok nadir bir yazma esere dayanarak, kanıtlamaya çalışmıştır. 

Helvacıbaşı, padişah dahil sarayda yaşayan ve çalışan binlerce insana yemek hazırlayan çok geniş bir ekibin başındaki kişi olup, saray protokolünde yeri olan önemli bir makamdı. Helvacıbaşının, padişahın doktoru olan hekimbaşı'nın nezaretinde hazırladığı kimi çay, macun ve iksirler çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılırdı. Bu yönüyle helvacıbaşı, aşçılığın yanı sıra, bir çeşit eczacı gibi de çalışmaktaydı. Daha önce, Vatikan arşiv belgeleri gibi yabancı kaynaklara dayandırılarak temellendirilmeye çalışılan bu olayı Naşid Baylav, ilk kez bir Osmanlı vesikası üzerinden ve medikal zeminde delillendirerek dile getirmişti. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Nil Sarı'ya göre, bahse konu el yazmasında yer alan reçetelerden bir tanesinde, Topkapı Sarayı'nda padişaha medikal servisler sunan hekimbaşlarının 'kargabüken' bitkisinin tohumlarından elde edilen striknin extresinden faydalandıklarına işaret edilmektedir. Yemeklere belli bir dozda katıldığında öldürücü olan bu zehrin gerçekten de Fatih'in yemeklerine eklenip eklenmediği, Fatih'in nâşından alınacak bir numude zehir aranması türünden tetkikler yapılmadan kesinleştirilebilecek bir husus değildir.

 

Fatih boğazına aşırı düşkün olduğu için gut hastalığından mı vefat etti, yoksa istilâ edilmekten korkan Venedik ya da Vatikan’ın bir suikastına mı kurban gitti, bilinmez; ancak Naşid Baylav'ın mezkûr makalesi, İstanbul'un Osmanlı İmparatorluğu'nca fethinin 500. sene-i devriyesi kutlamalarının yapıldığı sosyolojik, psikolojik ve fikri atmosferde büyük yankı uyandırmış ve söz konusu mevzunun tekrar ramp ışıkları altına altına taşınarak yeniden ve yeniden tartışılmasına vesile teşkil etmiştir. Tarihçilerin kutbu Halil İnalcık başta olmak üzere, çok sayıda üstadın ‘olabilir’ diyerek açık kapı bıraktığı bu önemli mevzu günümüzde de esrarını muhafaza etmektedir.

Arslan Terzioğlu imzalı 1992 tarihli Helvahane Defteri ve Topkapı Sarayı’nda Eczacılık, Topkapı Sarayı’nın Eczanesi olan Helvahane’de 1608 – 1767’de yapılan 186 ilacın reçetesini, Osmanlı tıp ve eczacılığının genel bir resmini ve kadim medeniyetlerden devraldığı birikim ve mirası ilmi açıdan tetkik etmekte olup çok önemli bir belgedir. Mevcudu epeydir olmayan bu eserin bir an önce yeniden basılması elzemdir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.