Yurtsever sanatçı, sosyalist aydın, devrimci ozan Ruhi Su 26 yıl önce aramızdan ayrılmıştı


20 Eylül 1985, Pangaltı, Eşref Efendi Sokak, Daniel Susar Apartmanı, daire 9, saat 11.30

Doktor Şahin’in Arnavut inadı tutmuştu bir kere. Nuh diyor, peygamber demiyordu. Ortanca oğluna bas bas bağırıyordu:
‘Gitmeyeceksin dedim o adamın  cenaze törenine, gitmeyeceksin işte!’
28 yaşında ve Petrol Mühendisi olmasına karşın, siyasi nedenlerle mesleğini yapamayan, giriştiği her işte de şansı bir türlü yaver gitmeyen oğlu, koca Arnavutu, babasını daha fazla öfkelendirmemek için olabildiğince alt perdeden dillendirdi itirazını:
‘Ruhi Su benim için çok önemli baba, bu cenazeye mutlaka katılmalıyım, anlamalısın beni’

Babası, öfkeden ve muhtemelen de yükselen tansiyonundan
dolayı kıpkırmızı kesilen bir surat ve şişmiş boyun damarlarıyla yürürken üzerine, bir taraftan öfkeyle söyleniyordu:
‘Aklını başına al, toparla kendini, haytalıktan, sosyalistlikten vazgeç. ‘Koptum, onlarla değilim’ demene karşın, hala koparmadın eski çevrenle ilişkini. En azından gönül bağın var, sakın yok deme, inanmam zirâ. Bak, siyasete bulaşman nelere mal oldu? Siyasi nedenlerle okuldan atılmadan ve hapse düşmeden önce fakültenin en parlak talebelerindendin. Ya şimdi?! Şu haline bak, yıllardır bir türlü doğru düzgün bir baltaya sap olamadın. Ne TPAO, ne Shell ve ne de Mobil işe almadı seni işte. Parçası olduğun onca işin, projenin tamamı fiyaskoyla sonuçlandı. Halâ benim verdiğim 3 kuruşa muhtaçsın, yaşın oldu 27, evden aldığın sadakayla yaşamak nasıl ağırına gitmiyor, anlamıyorum’

Genç adam, babasını dinlerken ‘haklısın baba, bir türlü istediğim gibi tutunamadım hayata. Ne mesleğimi, petrol mühendisliğini yapabiliyorum, ne de birkaç yıl içinde üst üste giriştiğim yazarlık, dergi çıkarmak, yayıncılık, gençlik kültür mekânı işletmeciliği, reklâm ajansında metin yazarlığı gibi işlerin herhangi birisinde başarılı olabildim. Evet, 27 yaşımda halâ evden para almak ağırıma gidiyor, ancak bunlar bu günün konuları değil’ diye geçiriyordu aklından.
Babasının sert azarlarına maruz kalan genç adam, Ruhi Su’nun cenazesine katılmaya kelimenin tam manasıyla fixe olmuş, ondan başka hiçbir şeyi göremez hale gelmişti.
Bu cenazeye katılırsa, her şey yoluna girecekti sanki.
Böylelikle, kendisine yakışan onurlu, iyi gelirli bir iş bulabilecek, yıllar önce fiziki bağlarını kopardığı sosyalist arkadaşlarının gözünde yeniden muteber adam olabilecek ve nihayet sosyalist mücadeleye de, koşullarına uyan bir bağlamda olmak kaydıyla, yeniden katkı verebilecekti. Bu düşünceler içinde sokak kapısına doğru yürürken: ‘baba, abartma, ciddi bir riski yok bu törenin. Zaten, hepi topu 2 saatlik bir seremoni  işte. Şişli Camiinin bahçesinde toplanılacak, polis izin verirse bir müddet de cenazenin arkasında kortej halinde yürünülecek, hepsi bu’ diye geveledi hızla.

Babası, kolundan çekip kendine döndürdü oğlunu ve sıkılı vaziyetteki yumruklarını göğsüne doğru kaldırarak sordu: ‘son kez söylüyorum, o kapıdan çıkarsan, bir daha dönemezsin, duyuyor musun beni?’. Oğlu ‘sen bilirsin’ diye belli belirsiz geveliyordu ki, aniden yedi babasının sağ yumruğunu yüzünün sol yanına. Yugoslavya’da tıp okurken boksa başlayan doktor Şahin, 1954 muhacir akınıyla İstanbul'a gelip yerleştikten sonra da boksu bırakmamıştı. O gün aldığı gard ve aniden çıkardı yumruk bunun açık bir kanıtıydı.

Yediği yumruğun etkisiyle yere kapaklanan oğlu, kırılan kanlı dişlerini tükürürken salona giren annesi babasına yalvarmaya başlamıştı.
Genç adam yerden kalktı, annesini itti, babasına öfke ve nefretle dolu bir bakış fırlattıktan sonra kapıyı sertçe açıp dışarı çıktı.

Aynı gün, Şişli Camii avlusu, saat 13.00

Güvenlik güçlerinin oluşturduğu baskı ve sindirme iklimine rağmen binlerce aydın, öğrenci, sanatçı, işçi ve sendikacı doldurmuştu caminin avlusunu. Bu tören, Türkiye siyasal tarihine, 12 Eylül askeri faşizmine karşı yapılan ilk büyük kitlesel gösteri olarak yazdıracaktı kendisini.
İşsiz petrol mühendisi, diliyle, babasının kırdığı 2 dişinin boşluğunu kontrol ederken, aynı zamanda da büyük ustaya son vazifelerini yapmaya gelen devrimci, yurtsever ve sosyalist yığınları izliyordu memnuniyet dolu bakışlarla. Ne kadar çaba sarf ederse etsin, bir türlü mani olamadığı göz yaşlarını silmeye ve saklamaya çalışırken; bir taraftan babasına ve kör talihine verip veriştiriyor, diğer taraftan da tanıdık simalara üstünkörü selâmlar göndermeyi ihmal etmiyordu.

Ruhi Su, onun devrimci olmasında etkili olmuş bir sanatçıydı. Daha 1970’lerin ilk yarısındayken başlamıştı sanatçının plâklarını dinlemeye. Bu harikulâde ozan ve yorumcunun herkesten farklı ve kaliteli bir şekilde yorumlamayı başardığı türkülerini üst üste onlarca kez dinlemekten bıkmazdı genç adam. Onun için Ruhi Su’yu dinlemek dini bir ritüelle eşdeğerdi. İnsanlar Ruhi Su'yu ne kadar çok dinlerlerse, ülkedeki ve dünyadaki haksızlık ve adaletsizliklerin de o denli kolay ve çabuk hallolacağına dair olan naif inancının, bilincindeki özel bir kompartımanda varlığını sürdürdüğüne o tören sırasında daha fazla iman etmişti.



Nihayet cenaze namazı bitmiş, Ruhi Su’nun nâşı arabaya konmuş, onu izlemek isteyen kitle ile güvenlik kuvvetleri arasında yürünecek güzergâh pazarlığı başlamıştı.
İşsiz petrol mühendisi, işte tam o sıralarda hızlı adımlarla terk etti kalabalığı.
Eylemi erken terk etmesinin nedeni, çıkabilecek olası bir arbedede, polis tarafından yakalanmasının, evdeki durumunu içinden çıkılamaz bir hale getireceğini bilmesindendi.
Bir an ne yapacağını sordu kendine. Hemen ardından da, hiç tereddüt etmeden, canının sıkkın, moralinin bozuk olduğu her durumda yaptığı gibi okuluna, Maçka’daki Maden Fakültesi binasına doğru yürümeye başlamıştı.
Bu yürüyüş sırasındaki muhasebesi sonunda, babasından yediği tek yumrukla nakavt olmasını bir türlü içine sindiremediği ortraya çıkmıştı .
Bu gibi durumlarda hep yaptığı üzere, detone sesiyle politik şarkılar ve marşlar söylemekte buldu çözümü.
Başta ‘Şişli meydanında üç kız’ olmak üzere, Ruhi Su’nun bildiği bütün parçalarını bağıra çağıra söylüyor; bu sayede de, siyasal rejime, babasına, talihine ve hatta evrenin kendisi dışındaki bakiyesinin tamamına kafa tutup, onların bileğini büküyormuşçasına bir doyuma ulaştığını hissediyordu.

Maden Fakültesinin kirli gri renkteki görkemli binasının karşısındaki Maçka parkının önünde yer alan ağaç ve çalıların arasından geçerken sol yumruğunu havaya kaldırmış, ‘kahrolsun faşizm, yaşasın sozyalizm, yaşasın devrim!’ diye bağırmıştı. Koyduğu tek kişilik eylemle adeta tatmin ve mutlu olmuştu.

20 Eylül 2011, Salı, Şişli Camii - Zincirlikuyu Mezarlığı güzergâhı, saat 13.00 – 14.00 arası

Ruhi Su’nun ölümünden tam 26 yıl sonra, bugün, onun cenaze töreninde tamamlayamadığım 'eylem'i yaptım ve Şişli Camiinden Zincirlikuyu Mezarlığına kadar yürüdüm. 26 yıl önce, ben Şişli Camisinin avlusunu terk ettikten sonra, sayıları binleri bulan sosyalistlerle, onların, cenaze arabasının arkasında kortej halinde Zincirlikuyu Mezarlığına kadar yürümesini engellemeye çalışan güvenlik güçleri arasında ciddi gerilimler ve arbedeler yaşanmış, yüzlerce devrimci, ilerici ve yurtsever gözaltına alınarak haftalarca hürriyetlerinden edilmişlerdi.

Bütün bunları, o güzergâhta yürüdüğümde, adeta yeniden yaşadım bugün.
Sık sık da, dilimle yanağımın sol tarafını yoklayıp, 26 yıl önce, aynı zamanda amatör boksör olan babam doktor Şahin Şencan’ın kırdığı dişlerimden arta kalan boşluğunu kontrol ettim bilinçsizce.
Kanser olmasına karşın, tedavi için yurt dışına gitmesine 12 Eylül rejiminin oluşturduğu ağır baskı iklimi ve Turgut Özal hükümetince izin verilmeyen Ruhi Su’ya bu gaddarlığın, bu barbarlığın nasıl olup da yapılabildiğini sordum bir daha kendime.

Bu sorgulama, tansiyonumun yükselmesine ve bir miktar da kalbimin sıkışmasına neden oldu galiba.
Sancıyarak sinyal veren sadece göğsüm ve sol omzum değildi. 26 yıl önce rahmetli babamın, ‘Arnavut Şahin’in kırdığı 2 dişimin kökleri de, sanki yeni kırılmışlarcasına hatırlatmışlardı kendilerini.



20 Eylül 2011, Ataköy 4. Kısım,saat  23.50

Ruhi Su ile ilgili yazımın son satırlarını yazıyorum şu an.
Bu ülkenin  gelmiş geçmiş en kaliteli, en değerli, en farklı sanatçılardan olan Ruhi Su’nun, Şilili ozan Victor Jara gibi; müziğinden, halkından, ülkesinden ve onurlu bir parçası olduğu insanlık camiasından koparılmasını halâ içime sindirebilmiş değilim.

Victor Jara’sız, Ruhi Su’suz, Pablo Neruda’sız kalan halklar, türkülerini daha cılız söyler, isyanlarını daha arzusuz dillendirir ve vicdanlarının sesine çok da itibar etmeyebilirler gibi geliyor bana.

Ülkemde ve dünyada artık hiç kimseye, özelikle de Ruhi Su gibi halkının türkülerini, ezgilerini söyleyenlere zulmedilmemesini diliyor ve Ruhi Su’ya Allah’tan rahmet diliyorum.

Nur içinde yat devrimci ozan.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder