ABD borç tavanı krizi bu sefer de
atlatıldı, ama…
Bütün
dünyanın, adeta nefesini tutarak ve endişe içerisinde izlediği ‘bilek güreşi’
nihayet sonuçlandı; ABD Kongresi'ndeki Demokrat’larla Cumhuriyetçiler, oldukça
çetin geçen bir müzakere ve münakaşa maratonunun ardından, federal hükümetin
borç tavanının arttırılması konusunda anlaştılar. Uzlaşı tasarısını jet hızıyla
onaylayan Barack Obama, bu anlaşmanın sağlanmaması halinde, ABD’nin uluslar
arası borçlarını ödeyemeyerek temerrüde düşme riskini de, ‘şimdilik’ ortadan
kaldırmış oldu.
‘Şimdilik’ ifadesinin kullanılması,
federal borçlar (ABD devletinin genel kamusal borçları) alanında yaşanan bu
tıkanmanın ne ilk ve ne de son olacağına gönderme ihtiyacındandı. ABD’nin, son
35 yılda, buna benzer tam 17 temerrüt krizi daha yaşadığı hatırlandığında,
bugün itibarıyla savuşturulmuş olan 18. borç limiti krizinin, bu halkanın son
zinciri olamayacağını öngörmek için kahin olmak gerekmeyeceği aşikârdır. Kamu borçları
konusunda uzman sayılan kimi kişilerin ve çevrelerin (bunların, ABD ölçülerinde
solcu sayılan Demokrat partiye yakın duran kişiler olduğunu belirtelim) üzerinde
ittifak ettikleri husus, bu borçların ödenmesi (yönetilmesi) prosesinde, ‘kamu
yararını ve ABD’nin yoksul kesimlerini gözetmek’ temelinde gerçekleştirilecek radikal
bir zihni dönüşüm yaşanmadığı ve devrimci bir restorasyona gidilmediği
koşullarda, borç tavanı alanında yaşanacak olan yeni krizlerin çözülmesi, son
krizin alt edilmesi için harcanan enerjiden çok ama çok daha fazlasını
gerektireceğidir.
Son kriz, tarihi bir arka plânın üzerinde
şekillenmiş ve, ABD sağını etkisine alan ‘Obamania’ ile tetiklenmiştir. Burada,
‘Çay Partisi’ denen olguya parantez açmakta fayda vardır.
Çay
partisi: faşist, ırkçı, köktenci evanjelist, emek düşmanı, pro-israil,
federalist, militarist bir hareket
2008 Kasım’ındaki başkanlık seçimlerini
Obama’nın kazanmasıyla birlikte, ABD sağında başlayan Obamania (takıntı
düzeyinde gelişen Obama korkusu), Demokrat başkanın 2. hizmet döneminde giderek
kuvvetlendi.
Seçmenlere verdiği sözlerle
kıyaslandığında, Obama’nın icraatlarının, Cumhuriyetçi tabanının hassasiyetlerini
gözeten bir çizgide geliştiği ve özellikle de kendisine oy veren yoksulları derin
hayal kırıklığına uğrattığı söylenebilir. Buna karşın, kırpılarak da olsa,
yasama organlarından geçen sosyal güvenlik ve sağlık reformlarının, bu
halleriyle bile, ABD sağını çıldırttığı, onu çığrından ve şirazesinden
çıkardığı bir vakıadır.
Bu durum, Sarah Palin gibi yarım akıllı
para-militer kafalı, ırkçı figürlerin başını çektiği ‘Çay Partisi’nin söylem ve
eylemleri mercek altına alındığında rahatlıkla görülmektedir.
Muhaliflerin, özellikle de zencilerin ve solcuların,
Amerikan argosunun, oldukça ağır cinsel imalar içeren ‘tea baggers’ ifadesiyle
istiskal ettikleri ‘Çay Partisi’ hareketinin izleyicileri, tarihsel olarak
dayandıklarını iddia ettikleri ABD bağımsızlık hareketinin fişekleyicisi olan ‘Boston
Çay Partisi’nin (16 Aralık 1773) ruhuna ihanet eden bir anlayışın temsilcileridir
aslında. Onların, ilerici ve reformist bir öz taşıyan Amerikan bağımsızlık
süreciyle olan irtibatları, bahse konu hareketin tam zıttı, ya da negatifi
olmalarından ibarettir.
18. asrın 2. yarısının ihtiyaçlarına göre
şekillenen bir ‘anayasa (constitution)’ ve ‘kurucu babalar (founder fathers)’ kültüne
(sözde) harfiyen riayet etmek şeklindeki bir anakronizmle (eski bir tarihsel
sürecin çözüm setini, çok sonra ortaya çıkan problemlere uygulamak çabası) 21. asrın
ABD’sinin ve dünyasının sorunlarını okuyabileceğini ve çözebileceğini savunan
bu özürlü kafa; Teksas, Waco’daki bir çiftlikte, 51 günlük bir kuşatmanın
sonunda, takip edenlerince Mesih olduğuna inanılan
liderleri David Koresh’in de arasında olduğu 86 kişinin öldüğü katliamla
ortadan kaldırılan federalist, para-militer Branch Davidians Kilisesi
inanlıları gibi, merkezi (federal) hükümet düşmanı milislerle, aşağı yukarı,.aynı yerde durmaktadır.
Çay Partisi Hareketinin, Demokrat Parti
tabanıyla, Cumhuriyetçilerin sağduyulu kesimlerinin tüylerini diken diken eden
politikaları, Kuzey Amerika’nın 3 asır öncesine özgü para-militer ve federalist
zihniyetlerine verdikleri destekle sınırlı değildir. Söz konusu hareketin, ideolojik
ve teolojik gıdasını extremist evanjeliklerden alması; yapısındaki neo-con
unsurların yönlendirmesiyle derin bir İslamofobi ile malûl olması ve İsrail’i hemen
her konuda kayıtsız koşulsuz desteklemesi; Filistin sorununu, (İsrail’in ve
pro-israilci Batılı kaynakların merceğinden kırılmış haliyle) İran’ın nükleer enerji
programını ve Hamas’la Hizbullahın tarafı olduğu itilafları nükleer silah kullanarak
çözebileceğinin ipuçlarını vermesi; yabancı ve göçmen düşmanlığından beslenen
ırkçı ve hatta yer yer faşist motifler taşıması; ağırlıkla silah lobisi,
savunma ve Petro-kimya endüstrilerine dayanması; ekolojik duyarlılığının,
dünyaya düştüğünde, ondaki yaşamı toptan imha edecek bir meteorun sahip olduğu çevre
bilincinden bile geri olması; eşcinseller ve kürtaj meselesinde takındığı menfi
tutumu; kürese bağlamda Çin’e, Rusya’ya, AB’ne ve diğer uluslar arası aktörlere
karşı takındığı dayatmacı, tek taraflı, emperyal ve kibirli politikaları, onu, hem
ABD’de ve hem de küresel arenada, irrite eden ve ‘istenmeyen şahıs (persona non
grata)’ kılan diğer ayırt edici vasıflarıdır.
Çay Partisi Hareketi demokrasinin
yerleşmediği bir ülkede olsa ve ABD’dekine benzer bir muhalefet yapsaydı?
Yukarıda, kimi karakteristik vasıflarına ana konturlarıyla değinilen Çay
Partisi Hareketi, Başkan Obama’ya çok ağır saldırılarda ve hakaretlerde bulunmasına
karşın (yaşı oldukça ilerlemiş neo-con’cu bir köşe yazarının, Obama’ya
yapılacak bir suikaste alkış tutan akıllara seza yazısı hatırlanacaktır), düşünme
ve düşündüğünü ifade etme hürriyeti ABD demokrasisinin olmazsa olmazı ve ‘Kutsal
Kâse’si sayıldığından, orada hiç kimsenin aklına bunlara dava açmak ve akabinde
de hapse tıkmak gelmemektedir.
Sarah Palin ve arkadaşları, demokrasinin bütün kurumlarıyla ve kurallarıyla
yerleşip, yurttaşlarınca da içselleştirilmediği bir ülkede, ABD’dekiyle aynı
çizgide muhalefet yapmaya kalksalardı, ömürlerinin geri kalanını cezaevinde
tamamlamak zorunda kalma ihtimalleri çok yüksekti. Bu yüzden de, demokrasi
özürlü ülke insanlarının, gördüğü ABD’lilere; yeniçerinin, Ağustos ayına denk
düşen Ramazan’da, buz gibi su içen gayrı Müslime dediğine benzer bir tınıda
seslenerek, ‘demokrasinizin, adalet sisteminizin ve kökleşmiş hoşgörünüzün
kıymetini bilin kardeşim!’ demek gibi bir vecibesi bulunmaktadır.
Obama’yı bile komünist
ilân etmekte beis görmeyen Çay Partisi Hareketi sadece ABD içinde değil, küresel
barışa da bir tehdittir
Yoksulları gözeten birçok sosyal politikasını, sağcı baskılar yüzünden rafa
kaldırmak zorunda kalan, seçim kampanyalarını üzerine kurduğu ve çok önem
verdiği sosyal güvenlik ve sağlık reformlarını ise, Cumhuriyetçilerin
engellemeleri yüzünden, ancak kırpılıp adeta âdeta kuşa döndürüldükten sonra
uygulamaya sokabilen Obama’nın liberal demokratlığını bile komünistlikle itham
eden ve bununla da Cumhuriyetçi Parti tabanında büyük destek bulan Çay Partisi
Hareketi, hem ulusal ve hem de uluslar arası arenada barışı ciddi manada tehdit
eden bir anlayışın odağı durumundadır.
Sarah Palin denen otomatik silahlarla poz veren idiot’un sözcülerinden
olduğu mezkûr hareketin emekçileri, yoksulları, işsizleri, kadınları,
göçmenleri, yabancıları, eşcinselleri, öğrencileri, evsizleri, bakıma muhtaç
kişileri, bedensel ve zihinsel özürlüleri, hastaları ötekileştiren politikaları
ABD iç barışını; onun, İngiltere, İsrail, Japonya, Kanada, Avustralya,Yeni Zelanda,
Güney Kore, Tayvan ve Suudi Arabistan dışında kalan neredeyse diğer bütün
ülkeleri potansiyel düşman gören politikaları da küresel barışı tehdit eder
mahiyettedir.
Çay Partisi Hareketi, yukarıda değinildiği üzere, bir taraftan, tahrif
edilmiş ABD kurucu değerlerini, anakronik bir şekilde devşirip, eklektik bir
tarzda harmanlayarak kendisine ideolojik ve fikri kaynak yaratırken; diğer
yandan da, köklerini Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’dan alan bir düşünce
dünyasına verdiği referanslar üzerinde inşa etmektedir sosyolojik ve politik
itirazlarını.
ABD’nin çok kısa bir zaman içerisinde, belki de 2014’ün başında, tekrar yaşayacağı
yeni bir ‘borç tavanı krizi ve temerrüde düşme riski’ni, tarihsel bağlamı ve ‘derin
Amerika’daki karşılığıyla anlamlandırabilmek, biraz da Margaret Thatcher ve
Ronald Reagan’ın mirasını ciddi bir otopsiye tâbî tutmakla mümkün olacaktır.
Yazının devamında, 1970’lerin sonunda ve 1980’lerin başında, adeta gemi
azıya almışçasına şaha kalkan neo-liberal dalganın mimarı olan Margaret Thatcher’ı
ve onun ‘yancısı’ olan Ronald Reagan’ı alacağız mercek altına.
Margaret Thatcher: Bebelerin
sütünü gasp eden acımasız ‘Demir Kadın (iron lady)’
American neo-con’alarının ve ‘Çay Paritisi’nin çatısı altında örgütlenmiş Sarah
Palin ve hempasının göz bebeği olan Birleşik Krallık’ın eski başbakanlarından
Margaret Hilda Thatcher (13 Ekim 1925 – 8 Nisan 2013) öleli 6 aydan fazla oldu.
Chicago Boys ve Milton Friedman’ın sadık talebesi; refah devletinin ve
refah toplumunun mezar kazıcısı; egemenlerin, muktedirlerin, zenginlerin ve
müstekbirlerin ‘Demir Leydi’si; faşist ve ırkçı olmanın 21. yüzyıl arifesinde
tecessüm etmiş, bedenlenmiş hali ve ontolojik kipi; bebe sütü gasıbı;
emekçi ve yoksul dayanışmasının ve örgütlülüğünün terminatörü; ezilenlerin,
göçmenlerin ve mâdûnların vampirellası; barış alerjisiyle malûl bir savaş
kışkırtıcısı; Scot Komisyonunca tescillenmiş bir savaş suçlusu; sigara taciri;
emekçi ve yoksullara karşı beslediği düşmanlığının, İblis’in (Satan) iyiliğe
duyduğuna inanılan kin ve nefretinin fersah fersah ötesine geçtiği izlemini
uyandırmış modern bir tekebbür, kibir ve gaddarlık tanrıçası; femme fatale
ağızlı ve de şer ve şeamet bakışlı; sınıf atlama mütehassısı ve müptelâsı çakma
barones Thatcher artık fiziken aramızda değil.
Mercek altına
aldığımız problematiği (Thatcher’ı), Önemli olgu, olay ve süreçleri tarihsel
bağlamları içerisinde değerlendirirken kullandığımız kimi multi-potansiyel
kavramların yardımıyla kuşatmaya çalıştığımızda, Thatcher’ın; ‘insanlık’ diye
tasvir edilen o amorf, kaleydoskopik ve cazip kategoriyle; ‘medeniyet’ denilen
o efsunlu, kompleks ve çok katmanlı entitenin başına 20. asırda tebelleş olan
en büyük püsküllü belâlardan birisi olduğunu teslim etmemiz işten bile
değildir.
Müptezel bulvar
basınının, onu sevimli göstermek adına, yakıştırdığı mahlâsla ‘Maggie’;
muktedirlerin ve sevenlerinin tercih ettikleri, kendisinin de favorisi olan
hitapla ‘Demir Leydi’; kökten düşmanı olduğu ezilenlerin, mazlumların ve
mâdûnların jargonuyla ise ‘süt hırsızı’ olan Thatcher; bu satırların yazarının
aynı safta durmayı tercih ettiği emek güçlerinin prizmasından kırılarak oluşmuş
kimliğiyle; aklı, izânı, insafı ve vicdanı olan herkesin ‘keşke hiç
doğmasaymış, daha iyi olurmuş’ parantezinde değerlendirmesi icap eden lânetli
bir tarihsel figürdür.
Thatcher: Vahşi
kapitalizm için kullanışlı bir stepne, faydalı bir imkân uzayı
Thatcher’ın
bütün bir kariyeri boyunca dillendirdiği muhafazakâr, kökten piyasacı ve vahşi
kapitalist retorikleriyle, bunlara dair pratikleri; girdiği devrevi krizlerden
giderek daha zor çıkabilen küresel kapitalizmin ontolojik problematiklerine,
yapısal ve radikal bağlamda olmasa bile, konjonktürel ve aktüel manada cevap
verdiğinden, sistemin sinir merkezleri ve karar alma mekanizmalarınca faydalı
ve kullanışlı bulunmuş, el üstünde tutulmuştur.
İşte bu yüzden,
Demir Leydi’nin eyledikleri ve söyledikleri, vahşi liberalizmin organik ‘akıl
danelerince’ (burada, metne muhatap okurun kolaylıkla anlayabileceği nedenler
yüzünden, ‘kanaat önderi’, ‘aydın’, ‘entelektüel’, ‘münevver’ gibi kavramların
tasarruf edilmesinden imtina edilmiştir) ‘Thatcherizm’ ismi altında allanıp,
pullanıp modellenmiş ve yaklaşık olarak da son 35 yıldır küre-i arz’ın her
coğrafyasındaki devrevi krizde emisyona sokulmuşlardır.
Kapitalizmin;
adeta ‘farz-ı ayn’ı mertebesindeki hakikatlerinden olan devrevi krizlerine
cevaben istihsal ettiği Thatcherizm ile; pazar ekonomisinin en denetimsiz, en
emek-insan-ekoloji düşmanı, en saldırgan fraksiyonu olan Chicago Boys’un
‘peygamber’i Milton Friedman’ın monetarist (parasalcı) ve neo-liberal
politikalarını uyguladığı, bu suretle de, çöküşünü önleyen bir çeşit ‘hayat
öpücüğü’ elde ettiği inkârı gayr-ı kâbil bir tarihsel vakıadır.
Öte yandan,
idrak etmekte olduğumuz şu aktüel momentte de, kökleri kabaca 50 yıl öncesine
kadar inen Thatcher fikriyatının raf ömrünün dolduğuna, dolayısıyla da,
alternatif bir kuvvet, meselâ, küresel emek güçleri tarafından tedavülden
kaldırılacağına dair emareler, ne yazık ki henüz yeterince güçlü değillerdir.
Bir diğer deyişle Thatcherizmin, vahşi kapitalizme bir müddet daha stepnelik
edeceğini, ona yeni sömürü ve talan alanları açacak faydalı ve kullanışlı bir
‘imkân uzayı’ olmaya devam edeceğini öngörebiliriz.
1980’den beri
dünyayı tehdit eden pandemik virüsler: Thatcherizm, Reaganizm ve Washinton
Konsensüsü
Thatcher’ın,
bütün donanımı, şeytani zekâsı ve doyurulması gayr-ı kâbil hırsıyla odaklandığı
o meş’um vazifelerinde, yâni; yoksulların ve mazlumların ezilmesi ve, kabaca
10,000 yıllık bir sınıflı toplumlar tarihi boyunca verilen zorlu mücadeleler
neticesinde emekçilerin müktesebatlarına ekledikleri o mütevazı ekonomik ve
sosyal haklarının gasp edilmesinde ‘üstün muvaffakıyetler’ elde etmesi, onun,
dünya kapitalizminin ‘amiral gemisi’ olan ABD’nin yönetici eliti / bloku
nezdinde de popüler olmasına ve başarılı addedilmesine neden olmuştur.
Thatcher’ın,
kapitalizmin merkez üssündeki bu popülaritesi ve kredibilitesi; Holywood’un
düşük kırattaki ‘ex-artis’lerinden oluşuyla, ve ama en çok da (aynen Thatcher
gibi) azılı bir emek, emekçi, sosyal politikalar ve sosyalizm düşmanı olmak
gibi insanlığın önemlice bir kısmı tarafından lânetli addedilecek mümeyyiz
vasıflarla sivrilen, özünde ise süzme bir salak ve gerçek bir embesil olan
Başkan Ronald Reagan’ın şahsını, onun etrafındaki akıl hocalarını ve en temelde
de dünyayı yöneten o ‘çelik çekirdek’i, yani ‘derin Amerikan aklı’nı çelmesinin
doğal bir sonucuydu. Thatcherizme müteakip tarih sahnesine çıkan ‘Reaganizm’
denilen ‘kapitalist restorasyon projesi’ işte bu aktüel uğrağın eseridir.
Reaganizm ismi
altında uygulanan ve pazarlanan mezkûr ideolojik - sosyopolitik - militarist
projeyi Thacherizmle akraba kılan ve Reagan’la Thatcher’ın da ruh ikizi ve
‘kanki’ şeklinde algılanmasına yol açan sosyolojik prizmaların odak noktasında,
dünyanın eski efendisi olan Birleşik Krallık’tan, eski bir dominyonuna ve
‘kürre-i arzın yeni efendi’sine, yani ABD’ye gerçekleşen işte bu müktesebat
aktarımı yatmaktaydı.
Epidemiyoloji’yle
pandemi’nin sosyal politikalar sahasına haritalanmasının stereotipik ve
karakteristik numuneleri olarak da okunabilecek olan Thatcherizm ve Reaganizmle
(T&R), esasen bunlardan farklı bir şey olmayan ‘Washington Consensus’ünün,
son 35 yıldır milyarlarca emekçi, yoksul ve işsiz üzerindeki virütik tesirleri
hakkında devasa bir muhalif literatür mevcuttur.
Bu metin,
kapitalist krizden çıkış yolu olarak dünya halklarına dayatılan Thatcherizm ve
Reaganizmin (T&R) (Washington Consensus), müstakil bir yazının mimarisi
içinde ayrıntılı, analitik ve tarihsel perspektif çerçevesinde mercek altına
alınmayı hak ettiği gerçeğini teslim ederken, burada, onları sadece ana
konturlarıyla ele almakla yetinecek, bu arada da, bir tenkit yazısının esasen
sonunda dillendirilmesi adetten olan bir hüküm cümlesini, bir final argümanını,
tespitlerinin tam da burasında serdetmekte bir mahzur görmeyecektir:
İnsanlık ve
adalet adına sevinerek müşahade edilmiştir ki, Thacher’in ölümü, yeryüzünün
bütün coğrafyalarında yaşayan emekçi, yoksul, işsiz ve ezilen kitleler arasında
kayda değer bir memnuniyet dalgasıyla karşılanmıştır.
Bazılarına
acımasız ve sert gelebilecek olan ve yine kimi okurunun zihninde de ‘ölenin
ardından böyle konuşmak yakışık alır mı, bu caiz midir?’ istifhamlarını
doğurtan bir ebe vazifesini ifâ edebilecek yukarıdaki hükmümüzün altını,
Magaret Thacher’ın hayatının kimi önemli olaylarını ve dönemeçlerini
hatırlatacağımız aşağıdaki satırlarla doldurmaya çalışalım
Thatcher
Thatcher, Milk Snatcher’ın önlenemeyen yükselişi
Birleşik
Krallık’ın küçük bir kasabasında, Lincolnshire’a bağlı Grantham’da doğan
Thatcher’ın babası yerel düzeyde siyasetle uğraşan bir bakkaldı. Tarihin
kaydettiği en kudretli kadınlardan olan ve ailevi olarak mütevazı bir geçmişe
sahip olmasıyla barışık yaşayan Angela Merkel’ın aksine, Thatcher; hayatı
boyunca bir küçük esnaf ailesinden gelmiş olmanın manevi ezikliğini taşıdı.
Politika kariyerinde yükseldikçe, ‘Demir Leydi’ için, ‘seçkin ve soylu bir
geçmiş inşa etme’ adeta yakıcı bir zaruret ve kutsal bir misyon halini
alıyordu.
1970 – 1974
periyodunda, Edward Heath kabinesinde Eğitim ve Bilim Bakanı olan
Thatcher, böylelikle, emekçiler ve yoksullar aleyhine olan tahayyül ve
projelerini realize etme fırsatını da yakalamış oldu. İlk icraatlarından
birisi, ilkokullarda, yaşları 7 ile11 arasında olan çocuklara bedava süt
dağıtma projesini iptal etmek oldu. Aslında o, anaokullarındaki süt dağıtımına
da son vermek istemiş, ancak, Muhafazakâr Partinin kurmayları, ‘bu düzeydeki
bir sosyal politika karşıtlığı bizim için bile aşırı olur’ diyerek onu
frenleşmişlerdi. Frenlenmişti frenlenmesine, ama, bu kadarıyla bile artık o,
emekçilerin nazarında, sonsuza kadar ‘Thatcher Thatcher, milk snatcher = süt
hırsızı Thatcher’ idi.
Öte yandan,
Thatcher’ın, hayat mücadelesinde yoksul çocukların önlerini kesme gayreti,
onların sütlerini çalmasıyla sınırlı kalmayacak, bunu, okul ve kütüphane ücretlerine
yapılan yüklü zamlara izin veren politik icraatı izleyecekti.
Bakın da hele
şu konuşana!
Her fırsatta
yoksul, emekçi ve işsizlerin sosyal haklarını tırpanlayan Thatcher’ın, 19
Ocak 1976’da yaptığı ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne dair çok ağır
ve haksız ithamlar içeren konuşmasında dile getirdiği iddiaları, ‘süt
hırsızı’nın mesleki deontolojisini ve kişisel ahlâk kalitesini ayan beyan
ortaya serecek netlikte ve niteliktedir. İlkokula yeni başlamış, yani, 6 yaşını
henüz doldurmuş bebelerin sütünü çalan, yoksulların devam ettiği okulların ve
kütüphanelerin ücretlerine amansız zamlar yapan bu vahşi piyasacı, bu zalim
gâsıp, o mezkûr konuşmasında, bakın bir de utanmadan SSCB’ye nasıl sosyal
politika dersi vermeye kalkmış:
‘Sovyet politbürosundaki
adamlar, kamuoyunun ne düşündüğüyle ilgilenmek zorunda değil. Silahları
tereyağının önüne koyuyorlar, bizse hemen her şeyi silahların önüne koyuyoruz.’
Bütün hayatı
boyunca kendi yoksul yurttaşlarının, ülkesindeki işsizlerin, emekçilerin
sofrasındaki lokmasına göz dikmeyi temel varoluş biçimi ve politika tarzı bilen
‘süt gasıbı’nın, Sovyetler Birliğindeki insanların tereyağsız kalmasından
dolayı duyduğu ‘üzüntü’yü deklare edişine ‘timsah göz yaşları’ diyecek olsak,
emin olun bu durumda timsahlara haksızlık etmiş sayılırız. Durum o derecede
absürddür anlayacağınız. Militarizm ekseninde uluslar arası politika yürüten ve
esas olarak da askeri müeyyidelere abanarak küresel hegemonya peşinde koşan bir
emperyalist bezirgânın, SSCB’yi silâhlanmakla suçlamasındaki sakilliğe ise,
sadece işaret edip geçmenin, bu ithamın müellifinin maskesini indirmeye yeterli
olacağını düşünüyoruz.
Demir Leydi
(Iron Lady) lâkabı nasıl doğdu?
‘Yeterince
tereyağı yiyemiyorlar’ diyerek adeta şekvacı olup, Sovyet halklarının
avukatlığına soyunmakta beis görmeyen, bu suretle de muhatabına ‘zırva tevil
götürmez!’ dedirtecek denli saçmalamanın dibine vuran süt gâsıbını, lâyık
olduğu veçhile cevaplandırma işini yüzbaşı Yuri Gavrilov üstlenmişti. SSCB
Savunma Bakanlığı resmi yayın organı Kızıl Yıldız Gazetesinde yazdığı,
sonradan çok meşhur olan, mezkûr makalesinde Gavrilov, Thatcher’a esaslı bir
şekilde ağzının payını verirken, ona ‘Demir Madam’ şeklinde hitap etmişti.
Sunday Times’ın
yazı işleri, bu makaleye dair olan haberinde, bahse konu hitabı, daha zarif
olduğuna inanmış olacaklar ki, ‘Demir Leydi’ olarak çevirmeyi tercih ettiğinde,
uluslar arası politika literatürünün en popüler lâkaplarından birisinin de
vaftiz babası olacağını kuşkusuz kestiremezdi. Bu lâkap, onu repertuarına katan
Moskova Radyosu tarafından da yoğun bir şekilde tedavüle sokulunca, mezkûr
mahlâsın Thatcher’a yapışıp kalması adeta kaçınılmaz olmuştu.
Thatcher
zihniyetinden bir adım ötesi: Anglo-Sakson faşizmi ve ırkçılığı!
Thatcher’ı ‘özgürlükçü’ bir lider olarak sunmaya cür’et edebilecek
izansızlara karşı geliştirilebilecek en özlü ve manalı itirazî duruş; onun 1950
– 2000 döneminde, özellikle de bu periyodun 1975 ve sonrasına denk düşen
kısmında yapıp ettiklerini hatırlatmak olacaktır. Bunlar, Thatcher’ın
benliğinde yuvalanmış olan ‘faşist çekirdeği’ ve politik kimliğinin dna’larına
işlemiş olan ırkçı yönelimleri cömertçe ele veren ipuçlarıdır.
Muhafazakâr
Parti başkanlığına geldikten sonra (Şubat 1975), selefi Edward Heath’in
izlediği yoldan tedricen ayrılan Demir Leydi’nin, İngiltere
hükümetinin İskoçya’da uyguladığı adem-i merkeziyetçi politikayı terk
edişi de bu fasilede, yani faşizm ve ırkçılık parantezinde, değerlendirilebilecek
bir siyasadır. Thatcher’ın, dış politikadaki bu ‘makas değişikliği’ sırasında
sarf ettiği ‘insanlar bu ülkenin başka bir kültürün insanları
tarafından işgal edileceğinden ciddi endişe duyuyor’ ifadesi, aşırı
milliyetçilerden sağlanan geçişlerle partisinin oylarını ciddi olarak arttıran
bir süreci tetiklerken; bir taraftan da, Birleşik Krallık’ın faşist ve
ırkçılarıyla (The National Front, NF) Thatcherizm arasındaki mesafenin,
sağduyulu herkesi endişeye sevk edecek denli kısa olduğunu kanıtlıyordu.
Thatcher’ın
faşizmle olan akrabalığı, IRA ile yapılan görüşmeleri ‘suç suçtur,
siyaset değil’ diyerek dinamitleyip, çok sayıda IRA militanın,
giriştikleri açlık grevlerinde, ölmesine neden olduğu İrlanda politikasıyla da
tescillenmiş oldu.
Irkçılık, hiç
kuşku yok ki, faşizmin ruh ikizi ve ayrılmaz ekürisidir. Bu bakımdan da,
Thatcher’ın uygulamalarının, ‘faşizm = ırkçılık’ denklemini
doğrulamasına (sağlamasına) şaşmamak gerekir. Politik hayatı boyunca,
Filistin’in haklı davası karşısında aldığı tutum, ve ama en çok da Güney
Afrika’da uygulanan apartheit rejimine verdiği pervasız destek, süt gasıbının
sicilinin ırkçı&faşist veçhelerinin önemli bileşenlerindendir. Bütün
dünyanın Güney Afrika’ya yaptırım uyguladığı 1980’ler boyunca, Demir Leydi ve
cürümdaşı Reagan’ın apartheit’a arka çıkmaları, ırkçı rejimin yıkılmasını
geciktirmiş, bu ise, çok sayıda insanın ölmesine, yaralanmasına ve işkence
görmesine yol açmıştır. ‘Thatcher ve Reagan Güney Afrika’da insanlık suçu
işlemiştir’ argümanını aşırı yorum olarak niteleyen meseleye vakıf okurun, en
azından ‘bu cürüm ekürisi, T&R, apartheit rejiminin işlediği insanlık
suçuna iştirak etmiştir’ tespitine itiraz etmeyeceğini sanıyoruz.
Anti-komünist,
ABD yancısı ve emperyalist bir siyasal figürdü
Ülke içinde
emek, emekçi, sosyal politikalar ve sosyalizm düşmanlığında sınır tanımayan
‘süt gasıbı’nın, uluslar arası arenada ise SSCB’yi ve sosyalist sistemi
çökertmek için canını dişine takması son derece beklenir bir durumdu; nitekim,
Thatcher’ın kariyeri boyunca yaptığı tam da buydu.
Sovyetler
Birliği’nin 1991’deki çöküşünde (‘reel sosyalizm’ demeyi tercih ettiğimiz döneminin
verili sosyalist uygulamalardan kaynaklanan içsel dinamiklerin tayin edici
rolünü analiz etmek bahs-i diğer olduğundan bir kenara bırakıldığında), süreci
domine eden dışsal dinamiklerin başında, hiç kuşkusuz, SSCB’nin yeryüzünden
kazınması için kutsal ittifak kurarak adeta ‘post-modern (ahir diye de
okunabilir) zamanların Haçlı Seferi’ni düzenleyen Reagan & Thatcher (yoksa
Reaganizm – Thatcherizm mi demeliydik?) birlikteliğinin domine edici faktör
olduğu söylenebilir.
Süt gasıbının,
Sovyetler Birliği ile giriştiği ve dünyanın çehresinin değişmesine yol açan o
iddialı bilek güreşinin yanı sıra, jeo-politik arenada sergilediği birçok lokal
‘satranç hamlesi’ daha vardır. Yeri gelmişken, bunlardan, zihinlerde en çok yer
edinen bazılarına, o da ana konturlarıyla olmak kaydıyla, değineceğiz.
Dünyanın
neredeyse her coğrafyasında savaş ve insanlık suçu işledi
Arjantin’in hak
iddia ettiği Falkland (Malvinas) adaları için bu ülkeyle giriştiği savaş (Nisan
– Haziran 1982), Thatcher’ın, seçmeninin gözünü boyayarak iç politikada
yaşadığı sıkıntıları aşmaya yönelik olan emperyalist bir atraksiyondu. Kuveyt’i
işgal eden Saddam Hüseyin’e karşı ABD’yi savaşmaya zorlaması ve kışkırtması;
sonunda da başkan (baba) Bush’u bu operasyona ‘ikna etmesi’, Demir Leydi’nin
emperyalist sicilindeki en dominant savaş ve insanlık suçlarından birisi, belki
de birincisidir.
Thatcher’in
işlediği diğer bir önemli savaş ve insanlık suçu da, İran - Irak
savaşında üstlendiği merkezi roldür. 1996'da gerçekleştirilen Scott
soruşturmasının ayrıntılı olarak ortaya çıkardığı üzere, Demir Leydi, Molla
Humeyni rejiminin devrilmesi için, Saddam Hüseyin’i İran İslâm Cumhuriyeti’ne
saldırtan ABD - Birleşik Krallık - Fransa ittifakının en aktif unsurlarından
olmakla yetinmemiş; aynı zamanda da, el altından, yüksek teknolojili silah ve
mühimmat da satmıştır. Bunların arasında, biyolojik ve kimyasal silah
üretiminde kullanılan külliyetli miktarda ham maddenin de oluşu, Saddam’ın
kitle imha silahlarıyla katlettiği çok sayıda insanın kanının süt gasıbı’nın
ellerine de bulaştığı anlamına gelmektedir.
Bu bahsi,
‘Thatcherizm & Reaganizm kutsal ittifakı’nın sicilindeki bir diğer kriminal
unsuru hatırlatarak; Irak’ın, İran’a karşı kimyasal ve biyolojik kitle imha
silahları kullanmasını kınamaya ve bu silahların yeniden kullanmasını da
önlemeye yönelik bir BM kararı çıkarmaya çalışan ülkeleri, Mart 1986’da, ABD ve
İngiltere’nin birlikte engelledikleri bilgisini paylaşarak kapatmış olalım.
Politikacılığında
ölüm saçan Çakma barones, Ex-politikacılığında ölüm sattı
Thatcher, uzun
süredir peşinde koştuğu, elde edebilmek adına da adeta bütün kanalları ve baskı
lobilerini kullandığı barones ünvanına 1992’de nihayet kavuşmuştu. Bu, ona
Lordlar Kamarası kapısını açmış, aynı zamanda da, çocukluğundan beri hayalini
kurduğu şeyi, kendisine ‘aristokrat bir geçmiş’ yaratma projesini realize
etmesini sağlamıştı. Aynaya baktığında Thatcher’ın gördüğü, ömrü boyunca ruhunu
örseleyen o ‘mütevazı bir bakkalın başarılı olmuş taşralı kızının hırslı
çehresi’ değil, çakma da olsa, artık, bir ‘barones’in görüntüsüydü.
İngiltere’nin
önemli bir zenginliğiyle evlenerek maddi manada sınıf atlayan Thatcher, uzun
uğraşılarının sonunda, işin eksik kalan manevi yanını da tamamlamış, kendisini
‘asilzade (zadegân, arsitokrasi)’ sınıfına dahil ettirmeyi başararak, özlemini
çekmiş olduğu sınıf atlama operasyonunu başarıyla sonlandırmış oluyordu.
Aristokrasiye
dahil olduğu 1992 Thatcher için gerçekten ‘bereketli’ olmuştu. Tütün endüstrisi
devi ve küresel ölçekte alanının en çok tepki çeken firması olan Philip Morris,
‘Barones’e reddedemeyeceği bir teklif sunmuştu: Çakma barones, buna göre,
sınırsız temsil ve ikram masraflarının yanı sıra, 250,000 $ yıllık ücret ve
adına kurulmuş vakfa da yine 250,000 $’lık bir yıllık bağış alacaktı. Teklifi
kabul eden ‘Barones’, artık tütün devinin küresel jeopolitik danışmanıydı.
Silahla
öldüremesem de, ne gam; öyle ya, sigara ne güne duruyor?
Politik
kariyeri sırasında, eli kanlı diktatörlere kitle imha silahları satarak,
onların katliamlarına ortak olmakta bir beis görmeyen; bebelerin sütünü gasp
etmeyi marifet bilen; başta madenciler olmak üzere, emekçilerin hayatını
cehenneme çevirmekten (bu satırların yazarının da arasında olduğu çok sayıdaki
muarızında) adeta orgazmik zevkler aldığı algısını oluşturan ‘Demir Leydi’nin;
belki mesleki deformasyon yüzünden, belki doğuştan gelen ve genetik malzeme
üzerinden tevarüs edilen karakter özelliklerinin icbar etmesiyle, belki de
bunların kombinasyonunun sonucunda, insanlara zarar vermek gibi manidar bir
tiryakiliği temellük ettiğini söylemek mantık ve vicdan hudutları içerisinde
kalan bir iddiadır bize kalırsa.
İngiltere’nin
gelmiş geçmiş en zengin politikacılarından olan, bu yüzden de, aktif politikayı
bıraktığında, para kazanma temelli mesai harcamaya zerrece ihtiyacı olmayan;
sırf bir meşgale olsun saikiyle çalışacaksa da, tercihini; üniversitelerden,
stk’lardan, vakıflardan ve şirketlerden gelen çok sayıdaki cazip tekliften
toplumsal yararı en fazla olanının lehinde kullanarak yapması beklenen bir
ex-prime minister ‘ın, adeta başka alternatifi yokmuşçasına, başta birçok
kanser türü olmak üzere, kalp-damar hastalıkları da dahil, çok sayıda hayati
sistemik rahatsızlığı tetiklediği ve geliştirdiği artık ilmen kanıtlanmış
olan sigara endüstrisinin en saldırgan firmasına stratejik ve jeo-politik
destek vermeyi içine sindirmiş olması başka nasıl açıklanabilir ki?
Yandaşları,
yağcıları ve yancıları 40 değil, 40,000 dereden su getirmiş olsalar bile;
İngiltere’nin zengin iş adamlarından Denis Thatcher’la 1951’de evlenip,
hayatının geri kalan 62 yılında maddi anlamda çok rahat bir yaşam süren,
politik hayatı boyunca bir gün bile olsa, meslektaşlarının yaşadığı zahmetlerle
tanışmayan, hele de, seçim kampanyaları için hayati öneme sahip olan o zorlu
fon oluşturma gailelerinden bütünüyle azade bir siyasal kariyer sahibi olan
Thatcher’ın, kendisine yapılan onca teklif arasında, niçin o tütün devinin
teklifini kabul ettiğinin vicdanlı, sağduyulu ve insaflı bir izahatını
yapabilemezler.
Refah
devletinin ve refah toplumunun katiliydi
Margaret
Thatcher’a yöneltilen ciddi ve önemli eleştirilerin başında, hiç şüphesiz, onun
refah devletini ve refah toplumunu katletmiş olması gelir.
‘Bebe sütü
gasıbı’nın adeta mottosu haline gelen, önümüzdeki uzunca bir süreçte de,
Thatcher dendiğinde, insanlığın ortak hafızasından gün ışığına ilk çıkıverecek
olan o meşum ‘toplum diye bir şey yoktur’ iddiası, Demir
Leydi’nin refah toplumu ve refah devletine duyduğu nefret ve kinin embriyolojik
ipuçlarını içerirken; yanı sıra da, Thatcherizm&Reaganizmin extresi,
hülasası gibidir adeta.
Douglas
Keay'ın kendisiyle Womens' Own dergisi için yaptığı ve Eylül
1987’de kamuoyuna mal olan mülâkatta dillendirdiği şu paragraf, bir taraftan
yukarıdaki mottoyu açımlarken, yanı sıra da, Thatcher’in cürümlere gebe
tahayyül ve tasavvur dünyalarının bütün kilit kavramlarını ele veren bir ‘101
Thatcher’ dersi gibidir adeta:
‘Çoğu kişinin
bir sorunla karşılaştığında hükümetin bunu çözmesi gerektiğini düşündüğü bir
devirdeyiz bence. "Bir sorunum var, yardım almalıyım" veya
"Evsizim, hükümet bana ev versin" diyerek kişisel sorunlarını topluma
mâl ediyorlar. Biliyor musunuz toplum diye bir şey yoktur aslında. Erkek ve
kadın bireyler ve aileler vardır. Hiçbir hükümet bireyler olmadan bir şey
yapamaz. Bu sebepten insanlar önce kendi başlarının çaresine bakmalıdır’
Yönetenler ve
yönetilenler, muktedirler ve mâdûnlar, ezenler ve ezilenler arasındaki ilk
demokratik mukavelelerden olan Magna Carta’nın kabul edildiği 1215’den beri
egemenler ve varsıllar bu denli pervasız, saldırgan, terbiyesiz ve
vicdansız ol(a)mamışlar; yoksul, emekçi ve işsizlere bu denli düşmanca ve
insafsızca tecavüz etmeye kalkışmamışlardı.
Thatcher’ın,
başta madenci grevleri olmak üzere, emekçilerin örgütlü mücadelesine ve
kazanılmış haklarına karşı yürüttüğü bütün o edepsizce ve canavarca crusade’in,
ve; yurttaşlardan, sahip oldukları servet ve gelirleri esas alarak vergi
toplamak yerine, ‘Kelle Vergisi’ diye tanımlanan ve çok büyük sosyo-ekonomik
adaletsizliklere yol açan bir vergilendirme siyasasını hayata geçirmiş
olmasının esbab-ı mucibesi, manası, özeti işte yukarıdaki o paragrafta
mündemiçtir.
Tarih ‘bebe
sütü gasıbı’nı, ‘refah toplumunun ve refah devletinin katili’ olarak damgalayıp
hatırlayacaktır. Thatcher’ın sosyal algılanışının farklı olacağını düşünmek,
insanlığın sağduyusuyla alay etmek demektir.
Kuzey Denizi petrolü, neo-liberal Washington Consensus’a meşruiyet sağladı
Kapitalist dünya 1960’ların 2. yarısında devrevi krizlerinden birisine daha girmişti. Bu kriz, 1973 Arap – İsrail savaşı sonrasında patlak veren petrol fiyatı şokuyla derinleşmişti. İşte, böylesi bir ortamda, tabiri amiyane ile, İngiltere’nin adeta ‘başına talih (devlet) kuşu konmuş’, Kuzey Denizi’nde çok büyük petrol yatakları bulunmuştu. Thatcher’in devri iktidarında, mezkûr petrol sahalarının işletmeye alınması İngiltere’nin ekonomik durumunu çok hızlı ve çok kayda değer bir şekilde değiştirmişti. Anlayacağınız, Birleşik Krallık’ın sergilediği ‘ekonomik mucize’, Thatcher’ın marifetine değil, doğanın bu ülkeye verdiği bir armağana dayanıyordu. Bu tabloya son halini veren bir diğer renk de, dünya kapitalizminin birkaç yıl önce girdiği depresyondan yavaş yavaş sıyrılmaya başlamış olduğudur.
Bir diğer
deyişle, o sırada, neo-liberallerin ‘azize’ muamelesi çektikleri Thatcher’ın
lideri olduğu Muhafazakârlar değil, İşçi Patisi iktidar olmuş olsaydı bile,
İngiltere’nin yaşadığı o olumlu ekonomik tablonun ortaya çıkması ve Birleşik
Krallık’ın, kapitalist sistemin diğer birçok gelişmiş coğrafyasının aksine,
olumlu olarak ayrışması kaçınılmazdı.
Neo-liberallerin,
iktisadi sıkıntılar içindeki dünyaya Washington Consensus’unu dayatmak
cür’etini göstermeleri, Reagan’ın, Thatcher’ınkine çok benzeyen bir
sosyo-ekonomik politikalar manzumesini ABD’de uygulaması ve bunda da, aynen
Demir Leydi gibi, ‘başarılı’ olmasından kaynaklanmıştır.
Thatcherizm ve
Reaganizm’in bu birbirini tetikleyen ve besleyen ‘başarıları’, dünya emek
hareketine ve örgütlülüğüne öldürücü darbeler vurmuş, onda kalıcı hasarlar
oluşturmuştur. Bu kalıcı hasarın en önemli taşıyıcısı, neo-liberal dalganın
emek ideolojisi üzerinde sağladığı ideolojik hegemonyasıdır. Öyle ki,
Thatcher’dan önce, sadece İngiltere’deki değil, dünyanın bütün
coğrafyalarındaki sağcılar, popülist saiklerle de olsa, kendilerini, sosyal
politikaları gözetmek, ve, refah devletini ve refah toplumunu kaale alarak,
ucundan kıyısından da olsa ‘solculuk yapmak’ zorunda hissederken; süt gasıbının
başbakan olarak sahneye çıkmasıyla birlikte, bu durum 180 derece tersine
çevrilmiş, bir diğer deyişle, emekten yana olan rüzgârlar sermayeden yana
esmeye başlamıştır.
Thatcher ve
Reagan’dan sonra ortaya çıkan bu yeni iklimde, artık solcu partiler kendilerin
sağcı ve muhafazakârmış gibi formatlayarak politika üretir olmuşlardır.
Türkiye’de, sağcı - popülist Demirel’in yerini, neo-liberal Turgut
Özal’ın alması (1980 – 1990) bu küresel trendin bizdeki izdüşümü olarak
okunmalıdır.
Demir Leydi;
mirasının en zehirli, en tehlikeli ve en kalıcı komponenti olan neo-liberal
ideolojik hegemonyanın, küresel emek hareketi ve ideolojisini kuşatarak inhibe
etmesinin muharrik etkeni, jeneratörü ve aktarma organı olmasıyla kazınmıştır
sosyalist tasavvur ve tahayyül dünyalarına.
Thatcher hep mi
kötülüğe çalışmıştı; olumlu hiçbir icraatı olmamış mıydı?
Dikkatli ve
derinlemesine Margaret Thatcher okuması yapanlar, 60 yıla yaklaşan aktif meslek
hayatı sırasında, onun bir kere olsun insanlık lehine bir adım atmamış olduğunu
şaşırarak göreceklerdir.
1990’ların ilk
yarısındaki Bosna politikasıyla, 1988’deki ekolojik duyarlılık içeren uyarısı,
onun yukarıdaki argümanı yanlışlayan olumlu icraatları gibi gözükse de,
bunların altı kazıldığında ortaya çıkan yine sadece habaset ve melânettir.
Demir Leydi’nin
Bosna’daki iç savaşta Sırplara karşı çıkması, onun hümanist, medeni ve adil bir
politik duruş sergileme tercihinden çok, Almanya’nın eski Yugoslavya
coğrafyasında tesis etmeye başladığı hegemonik sıklet merkezine karşı bir
alternatif ağırlık merkezi oluşturma gayretinden kaynaklanmıştı.
Thatcher’ın
1988’de yaptığı ve atmosferdeki ozon tabakasının yırtılması, küresel ısınma ve
asit yağmuru gibi klimatolojik ve ekolojik problemlere yer veren eleştirel
konuşmasındaki doğru tutumunda da sebatkâr davranamadığı görülmüştür. Demir
Leydi, Devlet Sanatı isimli eserinde (Statecraft, 2002), 1988’de gösterdiği ekolojik
duyarlıktan duyduğu pişmanlığı dile getirmiş, ‘küresel ısınmanın
sorumlusu insanlıktır fikrine destek verdiğim için pişmanlık duyuyorum’ diye
‘günah çıkarmış’tır.
İşte, bu gibi
keyfiyetler yüzünden, ‘evet, Thatcher, ömrü hayatında, insanlık adına, dünya
adına, medeniyet adına, bir tane bile olumlu faaliyette bulunmamış; bu merkezde
değerlendirilebilecek fikir, proje ve politika telif ve teklif etmemiştir’
demek durumundayız.
Kötü, hem de
çok kötü bilirdik; bu yüzden de, kabri dar, toprağı az, azabı bol olsun
Ezcümle,
Margaret Thatcher, hayatı boyunca yoksullara, mazlumlara, emekçilere,
işsizlere, mâdûnlara kötülük yaptı. Olay bu kadar basit, açık ve nettir. Bu
yüzden de, milyarlarca kadın ve erkek, genç ve yaşlı, ‘Margaret Thatcher’ı
nasıl bilirdiniz?’ sorusuna, ‘kötü bilirdik, hem de çok kötü! Bu yüzen de,
kabri dar, toprağı az ve azabı bol olsun!’ diye cevap veriyorlar.
Cenazesinin
nasıl kaldırılacağının tartışıldığı günlerde, İngiltere’nin küresel üne sahip
sosyalist film yönetmeni Ken Loach’un dillendirdiği ‘cenazesini
özelleştirelim; Thatcher’i en az parayı veren gömsün’ fikri, emekçi bir şuurun
reaksiyonu olarak okunabilir. Esasen, bu konuda atılacak en doğru adım, Demir
Leydi’nin cenaze töreninde kamuya ait bir delikli kuruşun bile harcanmamasıdır.
Buna riayet edildiği müddetçe, dünya emekçileri açısından bir sorun
gözükmemektedir.
ABD'deki sosyal güvenlik şemsiyeden mahrum bırakılmış
on milyonlarca yoksul, emekçi, işsiz, emekli ve evsiz, birazcık da olsa
sosyal güvenlik ve sağlık hizmeti alacak diye kuduran, bunu engellemek için son de borç tavanı krizini yaratarak Amerika Federal Devletini adeta paralize eden neo-con'larla
Sarah Palin'in başını çektiği Çay Partisi Hareketinin manevi annesi diyebileceğimiz Margaret Thatcher ile, vaftiz babası sayılabilecek Ronald Reagan, işte yukarıda resmetmeye gayret ettiğimiz tıynetteki yaratıklardır.
İlahi
Adalet'ten Morrissey’e uzanan bir yol gözükmekte göklerde bir yerde, bir
alaimisema’nın üzerinde
Maddi ve manevi
enerji, imkân ve potansiyellerini insanlığın ezici çoğunluğuna karşı
tasarlanmış olan kötülük ve zulme hasreden; insanlığa karşı işlenen suçların
adeta somutlaşmış timsali olan Reagan ve Thatcher’ın her ikisinin de, son
yıllarını, yakalandıkları çok ağır mental rahatsızlıklar yüzünden, en
yakınlarını ve hatta kendilerini bile tanıyamadıkları bir şuursuzluğun
pençesinde, üstüne üstlük bir de kendi necasetleri içinde debelenerek
geçirmeleri, bazılarına göre ilâhi adaletin bu dünyada tecelli etmeye başlaması
şeklinde yorumlanabilir.
Bu satırların
yazarı ise, süt gasıbını, doğrusu, Morrissey’in Viva Hate’indeki 'Margaret on
the Guillotine (Margaret giyotinde)' parçasında dillendirdiği vaziyette görmeyi
tercih edenlerdendir.
Gökyüzünün bir yerlerinde, Morrissey'in yaratıcı
ozanlığından İlâhi Adalet'e uzanan bir yol olmalıdır, belki de bir
alâimisema'nın omuzların üzerinde, diyelim ve gelin Thatcher'ı, lâyık olduğu üzere,
Morrissey’in o muhteşem parçasıyla ‘analım’: http://www.youtube.com/watch?v=hsq3H_6XuFA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder