mazhar osman

 

Modern akıl sağlığı anlayışıyla sinir (akıl, ruh) hastalıkları teşhis ve tedavi metotlarının geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerinde yerleşmesini sağlayan Mazhar Osman Usman (5 Mayıs 1884 - 31 Ağustos 1951); alanının, (kelimenin en geniş ve hakiki manasıyla) 'kurucu babası'dır. 'Deli'den akıl hastasına, 'tımarhane'den de akıl hastanesine geçişimizi (iii) borçlu olduğumuz sağlık dünyamızın bu yaşarken efsaneleşen siması hakkındaki monografilerle belgesellerin sayısının iki elin parmakları kadar bile olmamasının; ülkemizin / toplumumuzun (popüler ve akademik olanlarıyla birlikte) bilimsel yayınlar bakımından ne denli çorak bir coğrafya / toplumsal formasyon olduğuna referans verdiğini düşünüyorum (iv), (v), (vi), (vii), (viii), (ix), (x), (xi), (xii).

Yukarıda dillendirilen mevzularla 'Aldatıcı Şafak' ve 'Bengi Dönüş'ün birbirini tamamlayan macerasına hoş geldiniz (xiii).

1 - Niyet Mülkiye, kısmet Tıbbiye

Yusuf Mazhar (Osman Usman / Uzman) 5 Mayıs 1884’te Meriç kıyısındaki Sofulu’da doğdu. Annesi Çerkes Süleyman Beyin kızı Atiye Hanım, babası Ferecikli Hurşit Ağanın oğlu Osman Zühtü Efendi idi. Yusuf Mazhar, babasının Ziraat Bankası Kırkkilise şubesine tayini için gittikleri beldede iptida ve rüştiye eğitimlerini tamamladı (xiv).

Ailesiyle birlikte depremden önce, 1894’te, Üsküdar’a taşındı. 1897’de hayatının en büyük acısı olarak nitelediği annesinin kaybını yaşadı. 1898’de Üsküdar Mülki İdadisi’ni iyi dereceyle bitirince Mekteb-i Mülkiye’ye girmeye heves etti. Yaşı tutmadı. Mühendisliğe özendi, lakin bütün sanayi kuruluşları yabancıların elindeydi ve Türklerin buralarda mühendis olarak çalışma şansları çok azdı.

2 - İyi ki Besim Ömer Paşa istememiş!

Gönülsüzce girdiği Askeri Tıbbiye sınavlarından alacağı sonucun, sadece kendisi için değil, ülkesi ve toplumu için de nasıl da değiştirici / dönüştürücü bir muharrik etken işlevi göreceğini, genç Mazhar, hiç kuşku yok ki, tahayyül dahi edemezdi. Nitekim, sınavı kazandı ve başarılı da bir tıp talebesi olarak temayüz etti. Branş tercihini kadın doğumdan yana yapmasına karşın, Besim Ömer Paşa onu doğumhanesine istemediği için nisaiyeci olamadı (xv). 1903’te Zoeros Paşa’nın yanında dahiliyeci oldu. Haydarpaşa Askeri Tıbbiye’yi Doktor Yüzbaşı olarak dereceyle bitirdi.

Hicaz’a tayin’i çıktı, ancak gidişi 1 sene ertelendi. Alman hocalarının teşvikiyle Gülhane Tatbikat Mektebi ve Seriyat (Klinik) Hastanesi’nin Akliye ve Asabiye şubesine stajyer olarak girdi. Akliye ve Asabiye şubesini tercihi, bahse konu sahada o gün için elle tutulur teşhis ve tedavi yolları olmadığından, arkadaşları arasında ‘zeka intiharı’ olarak nitelendirildi. 1905’de Hicaz’a gitmesi yeniden söz konusu olduysa da, kürsü kurucusu, hocası Raşit Tahsin devlet ricalinden birisiyle İsviçre’ye gittiğinden, Mazhar Osman muallim muavini olarak hem Askeri Tıbbiye’de ve hem de Gülhane Tatbikat Mektebi ve Seririyat Hastanesi’nde ruh ve sinir hastalıkları hocası oldu. Akabinde gönderildiği Manastır’da yoğun olarak akıl hastalıkları emareleri gösteren komitacıları inceledi. 1906’nın sonuna doğru döndüğü İstanbul’da girdiği muallim muavini sınavını birincilikle kazandı. Aynı sırada ilk eserini kaleme almaya başladı. Gülhane’deki Alman hocalarının yönlendirmesiyle gittiği Toptaşı Bimarhanesi'nde yaptığı mesleki tetkikler, Osmanlı İmparatorluğu'nda akıl hastalarına reva görülen muameleyi idrak etmesi bakımından çok önemlidir. Genç tabibin, bu geziden kendisine kalan ilk intibaa ve kanaatler, ölünceye kadar canlılığını koruyacak olan bir 'dehşet hissi'ydi. Bimarhane cehennemine kapatılanlar için bir şeyler yapmanın gerekliliğine ikna olan Mazhar Osman, üzerinde çalıştığı eserin bakiyesini işte bu kavrayış ile ikmal etti.

3 - Almanya dönemi çok verimliydi

23 Temmuz 1908’de ilan edilen 2. Meşrutiyetin hemen ardından ‘Tababet-i Ruhiye’

eserinin ilk cildini yayıncısına teslim etti, karşılığında bir miktar da avans aldı (xvi). Bu para ve yanı sıra da fakültesinin destekleri sayesinde, meslek içi eğitim saikiyle Almanya’ya gitti. Charitee Kliniği’nde Prof. Ziehen’le, ardından da Münih’te organik psikiyatrinin ‘kurucu babaları’ndan Prof. Kraepel’le teşrik-i mesaide bulundu. Mart 1909’a kadar olan 6 aylık süredeki akademik faaliyetleriyle dönemin en parlak hocalarının nazarı dikkatini celbetmesini bilen Mazhar Osman'ı, büyük ümitlerle döneceği yurdunda ne yazık ki kötü bir sürpriz beklemekteydi. Onun Almanya'da olduğu sırada, Askeri ve Mülki Tıbbiye okulları 'Tıp Mektebi' çatısı birleştirilmiş, bu operasyonun neticesinde kadrosu iptal edilen bir grup hoca arasında Mazhar Osman da yer almıştı. Hemen arkasından maaşının kesildiği ve Yemen’e tayininin çıktığını öğrenen genç tabip demoralize olmuştu.

İşte tam o sırada, Gülhane Tatbikat Mektebi'nden aldığı teklif üzerine burada asistan olarak çalışmaya başlayan M. Osman, böylelikle yeniden mesleği üzerinden hayata sıkı sıkı tutunmayı başarmıştı. Mart 1909’da yurda dönen Mazhar Osman önce emrazı dahiliye fahri asistanı, arkasından da akliye ve elektroterapi asistanı olarak çalıştı. Bu sırada büyük hayranlık ve saygı beslediği Tevfik Fikret’in daveti üzerine, Dr. Adnan Adıvar’dan boşalan Galatasaray Mekteb-i Sultanisi okul hekimliğine atandı.

1910’da Divanyolu’nda Nüzhet Eczanesinin üstünde muayenehane açtı. Bu serbest hekimliğinin ardından, 1911 - 12 Trablus Harbi öncesinde yeniden gittiği Berlin’de Charitee Kliniğinde Prof. Ziehen ve Oppenheim’la çalıştı. 1912’de askeri hekim olarak Balkan Harbi’ne katıldı. Bu süreçte, Lüleburgaz ve Çatalca’daki harp sahalarında koleraya karşı verilen mücadelede üstün yararlılıklar gösterdi. İstanbul’a döndüğünde, Akliye ve Asabiye şubesi askeri hastanelerden kaldırıldığından, hem pratik gerekçelerle ve hem de bir tepki serdetmek adına, Gülhane’den ve askeriyeden istifa etti (xvii).

4 - Kariyerinde sıçrama: başhekim oluyor

1914 Haziran’ında Haseki Hastahanesi başhekimi oldu. Aynı yılın Ekim ayında, ilk defa olarak Emraz-ı Akliye ve Asabiye kongresine katıldı. 1. Dünya Savaşının patlaması üzerine yeniden askere alındı ve Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde akliye ve asabiye mütehassıslığına atandı. Bu pozisyondaki en temel icraatı, akıl hastası numarası yaparak askerlik vazifesinden kaçmaya çalışanların oyunlarını açığa çıkararak onları askere sevk etmekle uğraşmak olmuştur.

Bir başka öne çıkan faaliyeti de, akliye ve asabiyeyi tanıtacak konferanslar vermekti. ‘Şişli Müsamereleri’ denilen ve gece yapılan seminerlere hem geniş halk yığınları, hem de Cenap Şehabettin, Süleyman Nazif, Abdülhak Hamit, Rıza Tevfik, Abdullah Cevdet gibi dönemin en önemli aydınları ilgi gösterdiler. Seminerler bir yanda bu genç doktorun popülaritesini arttırırken, öte yandan da akıl hastalıkları sahasında ciddi bir kamusal bilinçlenmeye yol açıyordu. Bu arada, Haseki’de kendilerine ayrılan pavyonda zor şartlar altında olan hastalarını, uzunca bir uğraşı sonucunda, Şişli Şehremaneti Emraz-ı Akliye ve Asabiye Hastanesi (eski Fransız La Paix)’ne taşımaya da muvaffak olmuştu.

Sıhhiye Umumi Müfettişi Tevfik Rüştü Bey’in emriyle, Edirne’deki (ilk Osmanlı Bimarhanesi olan) Darüşşifa’da bir mesleki tetkik gerçekleştirdi. Bu faaliyet sonrasında tanzim ettiği rapor ve yaptığı kulisler sayesinde, akıl hastaları, zincirlerle bağlı olarak sürdürdükleri o perişan yaşamlarından kurtulmuş ve Kıyık’taki Fransız Hastanesine nakledilmişlerdir.  

5 - Fransa'nın takdiri kazandı

1916’da Tıp Fakültesi Nöroloji bölümünde akşamları fahri dersler vermeye başlayan Mazhar Osman, 1917’de La Paix’in başhekimliğine atandı. Aynı yıl ‘Academie İmperiale de Medecine de Constantinople’e aza seçildi. 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi Mazhar Osman’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Anlaşmayla La Paix yeniden Fransızlara verildi, Haydarpaşa Askeri Hastanesi boşaltıldı. Savaş sırasında Fransız rahibelerin vazifelerine devamını sağladığı için Fransa tarafından madalya ile taltif edildi. Bunun, müstevlilere karşı Anadolu'da direniş örgütleyen Kemalist hareketi destekleyen kimi çevrelerin çok da tercih ettikleri bir durum olmadığını kestirmek zor olmasa gerektir. Bununla birlikte, Fransa'nın, İstiklâl Harbi'ne nispeten olumlu yaklaşan Batılı ülkelerden oluşunun, mezkûr hadisenin Mazhar Osman'ın kariyerine olumsuz tesir etmesini engellemiş olduğu düşünülebilir (xviii).

Mazhar Osman, La Paix’deki başhekimlik görevine devam ederken Türk Tıp Cemiyeti başkanı seçilmiş, ardından da Tababet-i Akliye ve Asabiye Cemiyeti başkanlığına getirilmiştir.

6 - 'Alkol bütün kötülüklerin anasıdır!'

1 Mayıs 1919’da, Türkiye dergicilik tarihinde eşine ender rastlanan bir şekilde, 32 yıl boyunca aralıksız olarak yayınlanacak olan İstanbul Seririyatı Dergisi (İstanbul Klinikleri Dergisi)'ni çıkarmaya başladı. Derginin başyazarı da Mazhar Osman’dı. 'İnsanı delirten amillerin en önemlisi alkol belâsıdır' lâfını diline pelesenk ederek alkole karşı adeta bir çeşit 'kutsal savaş' açan Mazhar Osman, bu temeldeki faaliyetlerinin zirvesini 5 Mart 1920’de Hilâl-i Ahdar (Yeşilay) Cemiyeti’ni kurarak gerçekleştirdi. Onun, hayatı boyunca 'ilke merkezli duruş sergileyen bir kanaat önderi' olduğuna referans veren 'toplumsal algılanışı'yla çelişen ('Mazhar Osman vs. alkol' temelli ve Neyzen Tevfik ile Abdülhak Hamit Tarhan'ın aktörlerinden olduğu) iki praksisi, 'Mazhar Osman anekdotları' bahsinde mercek altına alınacaktır.

Aynı yıl Sıhhiye Müdürü Abdullah Cevdet, Mazhar Osman’ı Toptaşı başhekimliğine atadı. 14 aylık bu ilk başhekimliği döneminde Mazhar Osman Toptaşı Bimarhanesini modern bir psikiyatri kliniği haline getirmek için uğraştı. Bu sırada Karacaahmet Miskinler Tekkesi’nde barınan cüzzamlılar için Toptaşı’nda pavyon tahsis eti; akabinde de Tekke'yi kapattı. Haydarpaşa Askeri Hastanesi ve Şişli Konferansları, diğer faaliyetlerinin sosyal etkileriyle de birleşmiş; neticede onun kamuoyunda bilinen tanınan bir figür haline gelmesine, gazete ve dergilerde adına şiirler yazılan, karikatürleri yapılan bir popüler kültür ikonuna dönüşmesine neden olmuştu. Mazhar Osman, yetenekli ve heyecanlı bulduğu talebe ve meslektaşlarından temayüz eden İhsan Şükrü Aksel (xix), Fahrettin Kerim Gökay (xx), Ahmet Şükrü Emet (xxi), Nazım Şakir Şakar, Şükrü Hazım Tiner, Hüseyin Kenan Tunakan gibi isimlerle birebir ilgilenmiş ve onları ilk nöropsikiyatristler olarak yetiştirerek bir ekol kurmuştur. Bahsi geçen bu genç, idealist ve coşkulu hekimlerle birlikte önce Toptaşı Bimarhanesi'nin son restorasyonunu gerçekleştiren Mazhar Osman; akabinde, yine aşağı yukarı aynı isimlerle, Toptaşı da dahil olmak üzere, İstanbul ve hinterlandındaki bütün bimarhane hizmetlerini tek çatı altında toplayacak olan büyük bir projeye start vermiştir. Bu iş için, Bakırköy'deki, inşaatı yarım kalmış ve adeta mezbeleliğe dönüşmüş olan Reşadiye Kışlası seçilmiştir.

7 - 'Deli'den hastaya, 'tımarhane'den hastaneye geçiş nihayet gerçekleşiyor

1921’de genç cumhuriyetin mahsulü olan ‘Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı) tarafından Toptaşı ve özel Zeynep Kamil hastaneleri birleştirildi ve yönetimi Mazhar Osman’a verildi. Sıhhiye Müdürü değişince Toptaşı’nın idaresi Mazhar Osman’dan alındı. Sadece Zeynep Kamil tasarruf alanında kalan Mazhar Osman istifa etti. Buna benzer ufak tefek iktidar oyunları ve küçük hesapların cumhuriyet idaresiyle birlikte nispeten azalması, onun hasta sağaltımı, öğrenci yetiştirilmesi, toplumun bilinçlendirilmesi, yazılı eser vermek, Yeşilay benzeri sosyal sorumluluk projelerine omuz vermek gibi çeşitli alanlarda sürdürdüğü faaliyetlerindeki verim ve kalitenin artmasına neden olmuştur.

Mazhar Osman, Dr. Tevfik Rüştü tarafından, bir daha rahatsız edilmemek üzere, Toptaşı ve Zeynep Kamil başhekimliğine getirildi. Cumhuriyet idaresinin tek akıl hastanesinin başında artık o vardı. 1924’de Mazhar Osman'ın, hayatının bir bakıma en büyük amacına eriştiği söylenebilir. Yıllardır yazdığı yazılarda, verdiği seminerlerde, hükümete ilettiği raporlarda, sunduğu istidalarda akıl hastalarının Toptaşı Bimarhanesinden, tıbbi bakımın ve genel hizmetlerin daha rahat sunulabileceği daha modern ve elverişli bir mekana taşınması gerektiğine bıkmadan usanmadan işaret ediyordu.

Bu haklı, rasyonel, ilmi ve vicdanlı talebe uzun süre kulaklarını tıkayan çevreler , nihayet, 1924’ün Kasım’ında olumlu cevap verdi. Dönemin tabip başbakanı Refik Saydam, M. Osman’a beklediği müjdeyi bizzat iletmişti: Hükümet, Toptaşı Bimarhanesinde tedavi edilen hastalara Bakırköy’deki Reşadiye kışlasını tahsis ediyordu. Mazhar Osman, örneklerini Avrupa’da görüp tetkik etme ve mesai yapma imkânını elde ettiği insancıl, modern ve ilmi akıl hastanesi modelinin bir numunesini nihayet genç Türkiye Cumhuriyeti’nde yaratmak şansını bulmuştu.

3 yıla yakın sürecek olan tadilat, inşaat ve taşınma işlemlerine Refik Saydam'ın tebligatının hemen akabinde coçku dolu bir tempoyla başlayan Mazhar Osman'la idealist ekibi, kelimenin hakiki manasıyla hummalı, zor ve çetin bir faaliyete girişmişlerdi. Takvimler Haziran 1926'yı gösterdiğinde, Mazhar Osman’ın hayatının en mutlu günü gerçekleşmekteydi. Bakırköy Emraz-ı Akliye ve Asabiye Hastanesinin resmi açılışı o gün yapılmıştı.

8 - Genç Cumhuriyet rejimi kurumlarını konsolide ediyor

1933 yılı, kurumlarını konsolide etmeye ve Kemalist devrimleri oturtmaya çalışan genç Türkiye Cumhuriyet’i için olduğu kadar Mazhar Osman içinde ciddi dönemeçlerden birisi olmuş; yüksek öğrenime yapılan radikal bir müdahale ile İstanbul Dar’ül-fünunu lağvedilerek İstanbul Üniversitesi kurulmuştu. Yapılan reform sonucunda Mazhar Osman, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniğine Ordinaryüs Profesör olarak atanmıştı. 1933 yılı aynı zamanda Mazhar Osman’ın ‘Usman’ soy ismini alması hasebiyle de önem arz eder. 1933'ün Mazhar Osman bakımından bir diğer ayırd edici vasfı, dönemin başbakanı Dr. Refik Saydam tarafından kendisine delege edilen 'Cumhuriyet'in 10. yılı kutlamalarına yakışan bir Sağlık Kitabı'nı hazırlama işini yüzünün akıyla tamamlaması olmuştur.

Erken Cumhuriyet döneminin en büyük başarılarında birisi, belki de birincisi, kamu / halk sağlığı alanında gerçekleştiridiği devrimci atılımlar ve bunların neticesinde elde edilen olumlu sonuçlardı hiç şüphesiz. Mazhar Osman'ın, mezkûr sağlık atağının neticelerini icmal edip değerlendiren (yaklaşık 1,200 sayfalık, bol görselli ve özenli baskılı) anıtsal eseri 'Sıhhat Almanağı'; hem 'tıp tarihi, halk sağlığı, Kemalist Devrimler' gibi sahalarda çalışan akademisyen ve araştırmacılar, hem de ortalama okur için günümüzde de önemini korumaya devam etmektedir (xxii).

Başarılı hizmetlerinin ardından değişen siyasal dengeler Mazhar Osman’ı zor durumda bıraktı. Öyle ki, aynı yıl Bakırköy Emraz-ı Akliye ve Asabiye Hastanesi Başhekimliğinden istifa etmek zorunda kaldı (xxiii). Bu sırada cari olan bir gelişme üzüntüsünü bir nebze olsun azalttı: M. Osman’ın uzun süredir kurulması için gayret sarf ettiği lepra (cüzam) hastanesi nihayet Elazığ’da açılmıştı. Bu tesis, Türkiye'nin ilk müstakil cüzzam hastanesiydi.

9 - Mum dibini aydınlatmazmış

Öğrencilik yıllarından itibaren başlayan ve neredeyse yarım asrı bulan tababet alanındaki yoğun ve (adeta) misyonerce çalışmaları Mazhar Osman’ın hem bedenen ve hem de zihnen yorulmasına, yıpranmasına yol açmıştı. Öyle ki, 1947’de sağlığı ilk ciddi ihtarını verdi. Bu arada, evliliğinin 25. yıl jübilesinin kutlandığı aynı yıl, otobiyografisini de plağa okumayı ihmal etmeyerek bir ilke daha imza attı (xxiv).

Sağlık durumu giderek kötüleşen Mazhar Osman için 1948 hiç de iyi geçmemişti. Yaşadığı kısmi felç yüzünden, sadece mesleki çalışmalarından değil, özel hayattındaki konforundan da olmuştu. Hayatını çok zorlaştırmaya başlayan prostatı yüzünden 1949’da Londra’da bir cerrahi müdahale geçiren Mazhar Osman'ın cebelleşmek zorunda olduğu diğer sıhhı problemler diyabet, hipertansiyon, kalp yetmezliği gibi ciddi sistemik rahatsızlıklardı. Mazhar Osman gibi hem maarif ve hem de tababet ve kamu sağlığı alanlarında çok başarılı ve öncü çalışmalar yapan mütebahhir bir simanın, kendi sağlık sorunlarının çözümünde beklenen performansı gösterememesi, akıllara 'mum dibini aydınlatmaz', 'terzi söküğünü dikemez' gibi atasözlerini getirecek bir dilema ve enigmadır. Sağlık sorunlarının kendisini bütün ferdi, sosyal ve mesleki aktivitelerden menettiğinde takvimler 1950 yılının ortalarına işaret ediyordu. Osmanlıyı kurtaramayan, lakin yerine yeni bir devlet ve ülke inşa etmeyi beceren münevver bir kuşağının bu parlak ferdi; Türk Aydınlanmasının ve modern ruh ve akıl hastalıkları tedavisinin bu öncü siması 31 Ağustos 1951’de ebediyete intikal etti.

10 - İnsanı kâmil eden harcadığı emektir, saydır

Geçim sıkıntısı çeken ailesine maddi katkı vermek için hem okumuş, hem de çalışmıştır Mazhar Osman. Daha ilkokul çağlarından itibaren komşuları için kuyudan su çelmek, kışın mangal göbeklerini ocağın başına taşımak, yazın bahçeleri ve asmaları sulamak, mahalledekilerin mektuplarını yazmak üç beş kuruş kazanmak adına  yaptığı işlerin sadece bazılarıydı.

Babası Ziraat Bankasındaki işini kaybettiğinde genç Mazhar Osman askeri tıbbiyeye devam ediyordu. Bu durum ailenin bütün mali dengelerini bozmuştu; M. Osman’ın yüksek tahsilin azımsanmayacak masraflarını karşılayabilmesi için, o güne değin yapmadığı işleri yapması gerekecekti. O sıralarda İstanbul’da yeni bir adet peydah olmuş; evde, ya da hastanede vefat edenlerin başında sabaha kadar beklenilmeye başlanmıştı. Bir hocasının tavsiyesi üzerine bu sürece dahil olan M. Osman, defnedilmeyi bekleyen ölülerin başında tutmaya başladığı gece nöbetleri sayesinde, zor da olsa, harçlığını çıkarmaya başlamış; bu sayede de tıbbiye tahsiline devam etmeye muvaffak olmuştu.

Önceki bölümlerde işaret edildiği üzere; Mekteb-i Mülkiyeye girip bürokrat olmayı çok istemesine karşın bu emeline nail olamayan; alternatif tercihi olan tıbbiye tahsilinde ise gözüne kestirdiği kadın doğum ve dahiliye branşlarına da kabul edilmeyen Mazhar Osman, bir hocasının yönlendirmesiyle nihayet akliye ve asabiye branşını seçmiş; ancak bu tercih yakınlarının büyük tepkisine neden olmuştu. Özellikle de tıbbiyeden bir sınıf arkadaşının ‘Bunca okumadan sonra mecnunlarla mı uğraşacaksın? Yapma Allah aşkına Mazhar. Bu tam manasıyla zekanın intiharı demektir!’ diye feveran etmesini ünlü doktor hayatı boyunca unutamayacaktı.

Mazhar Osman'ın hayatına dair olan bu ayrıntılara vurgu yaptıktan sonra, onu 'abartılmış, şişirilmiş bir başarı masalı' olarak vasıflandıran, kamuoyundaki pozitif algısını ise 'sabetaycı propaganda makinasının marifeti'ne yoran spekülatif tenkitlere dair itirazi bir şerh düşülmezse, bu metin hiç kuşkusuz eksik kalacaktır. Hayatına dair 'nesnel okumalar' yapıldığında; Mazhar Osman'ın geldiği her makamı ve pozisyonu, gerçekten de bileğinin hakkıyla elde ettiği kanaatinin oluşmasının yüksek ihtimal olduğuna düşünüyorum. 'Sabetaycı (kripto / gizli Yahudi) olduğu, köşe başlarını ele geçirmiş inançdaşlarınca kayrıldığı, mesleki ve toplumsal kariyerindeki yükselişini esas olarak buna borçlu olduğu' iddialarının temellendirilememesi; bunların, gerçeklikle olan irtibat ve iltisakları zayıf, 'argumentum ad hominem'den beslenen sübjektif kanaatler olmasından kaynaklanmaktadır.

Bu hükmü besleyen (bazısı ana hatlarıyla bu metnin muhteviyatına yedirilen

olgulardan oluşan ve yeterince de ikna edici görünen) bir veri setine sahip olduğumuz ortadadır. Bir diğer deyişle,

'Mazhar Osman'ın çocukluğundan ölümüne kadar ('insanı kâmil eden harcadığı emektir, saydır' düsturu çerçevesinde) sergilediği o 'bitmek tükenmek bilmeyen kora kor mücadele azmi, coşku ve hırs dolu çalışma temposu, misyonerce adanmışlık duygusu ve yüksek konsantrasyon'la özetlenebilecek mesleki / beşeri tavrı; hakkındaki bütün o menfi iddiaları ve psikolojik harekat hamlelerini boşa çıkaran, açığa düşüren, yalanlayan ve değersizleştiren bir (metafizik) haleye ve bir de (fizik) hakikate referans vermektedir' argümanının serdedilmesi, hakikat dairesinin hudutları dahilinde kalan bir entelektüel gayret olacaktır (xxv), (xxvi).

11 - Birçok alana değer kattı

Akıl ve Sinir hastalıklarında (emraz-ı akliye ve asabiye) eski metotları terk edip modern / batılı tedavi usullerini uygulayan; 'deli' yerine akıl hastası, 'tımarhane' yerine Akıl Hastanesi denmesini sağlayan zihni transformasyonu gerçekleştiren Osmanlı / Türk hekimi Mazhar Osman’dır. Atandığında feci durumda olan Toptaşı Bimarhanesini, müdürlüğü ve başhekimliğini sırasında modern bir hastaneye dönüştürdü. Seroloji, Nöropatoloji ve deneysel psikoloji laboratuarlarını kurdu; aralarında, daha sonra veliahtı olarak gösterilecek olan, Fahrettin Kerim’in (Gökay) de bulunduğu, ülkemizin ilk nöropsikiyatrlarını yetiştirerek bu alanda bir ekol oluşturdu. Bir avuç idealist ve coşkulu talebesi ve genç meslektaşı ile birlikte Bakırköy’deki inşaatı yarım kalmış ve adeta mezbeleliğe dönüşmüş olan Reşadiye kışlası'na Toptaşı Bimarhanesini taşıdılar. Böylece, cumhuriyetin ilk modern ruh ve sinir hastalıkları hastanesi de kurulmuş oldu. Karacaahmet'teki Miskinler tekkesine sığınmış ve medikal yardıma ve desteğe erişemeyen cüzzamlılarla; Bimarhanelerde, iflah olması imkânsız akıl hastalarıyla birlikte parmaklıklar arkasına hapsedilen tedaviye muhtaç cüzzamlılar için önce Toptaşı'nda müstakil bir koğuş açtı; ardından da, Elazığ'da bu toprakların ilk Cüzzam Hastanesi'ni kurdu. Bu bahis aşağıda detaylandırılacaktır. Türk Tıp Cemiyeti ile Türk Nöro-psikiyatri Cemiyetinin kurucu üyeliğini ve başkanlıklarını da yapan Mazhar Osman, 1933’te gerçekleştirilen üniversite reformu çerçevesinde İstanbul Dar-ül Fünunu kapatılıp, yerine İstanbul Üniversitesi kurulunca, tıp fakültesi psikiyatri kliniğine ordinaryüs profesör olarak atanmıştı. Merkezi sinir sistemi frengisi ve şizofreni konularındaki çalışmalarıyla uluslararası literatüre katkı yapan; uyku hastalığına, literatüre mal olmuş karakteristik belirtiler olmadan da teşhis konulabileceğini gösteren Mazhar Osman; hükümet tarafından akliye ve asabiye sahalarında halkı aydınlatacak konferanslar vermeye memur edilince ‘Şişli Müsamereleri’ diye anılan uzun soluklu bir konferanslar serisine başlamıştı. Bunlarda sergilediği canlı, basit, esprili, kuşatıcı ve aydınlatıcı performansı sayesinde, büyük halk kitlelerinin yanı sıra; Cenap Şahabettin, Süleyman Nazif, Abdülhak Hamit, Rıza Tevfik, Abdullah Cevdet, Ali Ekrem (Bolayır), Hüseyin Rahmi (Gürpınar) gibi dönemin en meşhur aydınların da parçası olduğu büyük ve düzenli bir izleyici kitlesi oluşturdu. Büyük başarı kazanan bu toplantılar Mazhar Osman’ın halkı bilinçlendirmek için kullandığı yegane yol değildi. Mazhar Osman'ın popüler tıp neşriyatının öne çıkan Popüler tıp yayıncılığı, onun bu amaca hizmet eden diğer bir faaliyet sahasıdır. Şişli seminerleri dışında kalan (sadece tıp değil, hemen her konudaki) seminer ve konferanslarını 1941’de ‘Konferanslarım, medikal, paramedikal’ ismiyle kitaplaştırması bu fasileden olan bir faaliyettir. Ancak 12 sayı yayınlayabildiği ‘Sıhhi Sahifeler’ ve 1919'dan vefatına değin (1951) aralıksız olarak 32 yıl boyunca yayınlamaya muvaffak olduğu ‘İstanbul Seririyatı’ dergileri, olgun örneklerindendir. Mesleki / ilmi / teknik / akademik yazıların yanı sıra popüler tıp metinlerine de yer veren içerikleri sayesinde, Mazhar Osman'ın yaptığı yayınlar, popüler tıp neşriyatının öne çıkan örneklerinden olmuştur. Alkole olan düşmanlığını, her vesileyle tekrarladığı 'insanı delirten amillerin en önemlisi alkol belâsıdır' ya da 'sarhoşluk deliliklerin en müthişidir!' deyişleriyle sürekli gündemde tutan Mazhar Osman'ın Yeşilay’ın kurucu başkanı olması, genel olarak eşyanın tabiatıyla, özel olarak da kendisinin fıtratıyla fevkalâde uyumluydu. Mazhar Osman'ın, parçası olduğu süreçlere kattığı değerler bahsini, ismini, Hilal-i Ahmer’i Kızılay adıyla reorganize edenlerin arasına / hizasına yazdırdığına vurgu yaparak tamamlamış olalım.

12 – Mazhar Osman vs. Efsuncu Baba / Cinci Hoca

Mazhar Osman 'emrazı akliye ve asabiye' alanında varlık gösterene kadar insanımızın akıl ve ruh rahatsızlıklarının tedavisi esas olarak ‘geleneksel metotlar’ çerçevesinde yapılıyordu. Bu süreçteki hakim figür Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın külliyatından bize bakmaktadır: Efsuncu Baba / Cinci Hoca! Neredeyse hemen her mahallede bulunan bu hocalar; akıl, sinir, asabiye ve ruh rahatsızlığı şikayetiyle kendisine gelen / getirilen hastaları, rasyonel kabullerin yerini almış folklorik metotlarla, hurafeler zemininde şekillenmiş 'geleneksel tedavi' yollarıyla 'iyileştiriyorlardı!'

İşte, Mazhar Osman’ın değiştirdiği paradigma buydu. Müdür ve başhekim olarak hizmet verdiği süre boyunca akıl ve ruh hastalıklarının teşhis ve tedavisi sahasında daha önceleri elde ettiği şöhreti perçinledi. Halk indindeki algıya bakılacak olursa Mazhar Osman, ‘deliler’i tedaviden başka bir şey düşünemeyen bir 'deli divaneydi'. Sokaktaki insanların, toplumun ortalama aktörlerinin Mazhar Osman algısının şekillenmesinde, onu yaşayan efsane mertebesine taşıyan / çıkaran (en popülerlerini ilerleyen bölümlerde paylaşacağımız) çok sayıda anekdot / fıkra / şaka / mesel / özlü söz'ün rol oynadığı açıktır.

Modern / Batılı akıl ve ruh hastalıkları paradigmasının Türkiye aparatının kurucu figürü olan Mazhar Osman bu topraklardaki ‘Efsuncu Baba / Cinci Hoca’ların defterini belki tamamen dürememişti ama; onları, bir daha bahse konu sürecin baskın unsuru olamayacakları kadar zayıflatmasını da bilmişti. Bu yüzden de, 'Mazhar Osman vs. Cinci Hoca' dikotomisinin galebe çalan tarafı, hiç şüphesiz Mazhar Hoca ve onun davası / fikriyatı olmuştur.

13 – Eleştirilecek çok yanı vardı

Bu kapsamlı tıp tarihi denemesi boyunca, Mazhar Osman Usman'ın kahir ekseriyetle olumlu yanlarına; mesleğine, ülkesine, insanına ve insanlığa yaptığı katkılara referans verildi. Şimdi de sıra, onun eleştirilmesi gereken kişisel ve mesleki yanlarını mercek altına almaya geldi. Mazhar Osman evlatlarına, özellikle de erkek olanlarına olan sevgisini asla beli etmezdi (edemezdi). Bunda, aldığı Osmanlı terbiyesi'yle, babasından hakiki manada ilgi, sevgi ve muhabbet görmemesi keyfiyetinin meczolmasının tetiklediği psikolojik eziklik, yoksunluk ve tatminsizliğin ve bunların benliğinin dipsularına kazığı travmaların tesiri olabilir. Onun oldukça sert bir mizaca sahip olması ve öfke kontrolünde ciddi sorunlar yaşaması gibi kişilik özelliklerini de bu antiteye bağlamanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Mazhar Osman'ın, 2015'ten bakıldığında, kendisine en az yakıştırılabilecek ve garipsenebilecek tutumlarından birisi de, hiç kuşkusuz kadınlara karşı takındığı maskülenist / ayrımcı / aşağılayıcı tavırlar olsa gerektir. Tam da burada, M. Osman'ın 'Cumhuriyet dönemine kadar anlaşılabilir ve mazur görülebilir olan bahse konu bu seksist / maço / konservatif tutumlarını, 1925 - 1950 döneminin 'Yeni Türkiye'sine de taşımış olmasını anakronik bir refleks olarak okumak doğru mudur?' sorusu gelebilir akla. Buna, olgulara sadık kalmak ve dünyanın hakikatiyle mutabık olmak istendiğinde verilebilecek cevap: 'Hayır!'dır. Zira, kadınların, erkek egemen bir paradigmanın pasif eyleyicileri pozisyonunda oldukları global sistemin 'surunda anlamlı bir gedik açmak' başarısı, ancak 1960'larda gelişen feminist siyasalar entervalindeki / spekturumundaki eko-feminizm, anarko / liberter - feminizm, sosyalist - feminizm gibi fraksiyonların ısrarlı retorik ve praksisleri sayesinde mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla da, bunları önceleyen 1920 - 1960 periyodu, kadın özgürlüğü hareketi bakımından çok da kayda değer kazanımların elde edilemediği bir süreç olarak temayüz eder. Küresel siyasetin Hitler (1933 - 1945), Franco (1939 - 1975), Salazar (1933 - 1974), Stalin (1922 - 1953), Hirohito (1926 - 1989),  Chiang Kai-shek (1928 - 1931, 1943 - 1948) gibi liderlerin kimliğinde yoğunlaşan otoriter-totaliter deseni ve mahiyeti, kadın hakları davasının mezkûr periyotta başarısız kalmasına neden olan amillerin en önemlisidir. İşte bu 'büyük resim' yüzünden, Mazhar Osman'ın maço retoriği ve bunun praksisleri, esas itibarıyla, hiç de anakronik refleksler olarak okunamaz; bilâkis onlar, tam manasıyla komponenti oldukları çağ'la / dehr'le senkroniktirler. Kemalist rejim, kadını sosyal hayata katmak ve iş gücü piyasasının aktif bir unsuru haline getirmek için ciddi adımlar atmış; uyguladığı toplum mühendisliği üzerinden 'Osmanlı Matrisi'ne ait olan tahayyül ve tasavvur kodlarını / koordinatlarını büyük ölçüde değiştirmişti. Türkiye Toplumsal Formasyonunun Batıcı, modern, lâik kabuller üzerinden yeniden kurulduğu bu dönemde, Mazhar Osman'ın kadınları ' şehvetle dolu ve güvenilmez' bulması, bunu da 'kadın çalışmamalı, hele de onların doktorluk yapmaları asla kabul edilemez' şeklindeki ifadelerle kamuoyuna deklere etmesi, bir taraftan yukarıdaki küresel büyük resim ile; diğer taraftan da, otoriter bir rejimin, kendisinin kuruluşuna ve müesseselerinin konsolidasyonuna hizmet eden önemli bir kanaat önderinin bazı alanlarda kendisiyle (şu veya bu nispette) çelişmesini tolere edebileceğiyle açıklanabilecek bir 'a-tipiklik'tir. Mazhar Osman'ın, bahse konu seksist yaklaşımlarının, neredeyse hiçbir ciddi eleştiriye muhatap olmaması, mezkûr erkek egemen yaklaşımların toplumsal karşılığının ve kamusal meşruiyetinin ne denli güçlü olduğuna işaret eden bir antitedir. İstanbul Seririyatı Dergisi'ndeki bir makalesinde, Mazhar Osman, bakın bahse konu bu maço / seksist tutumunu nasıl formüle etmiş: 'Medeni olmamızın önünde engel teşkil eden, bu bakımdan da ilk hücum edilecek kusurumuz sayılması gereken husus erkeklerin dört karıya kadar evlenebilmeleri değildir. Hatta bu durum, medeniyetimizin pek yüksek bir faziletidir de. Gençlerimiz emin olsunlar ki, insan, medeniyet kapısından tek başına elini kolu sallayarak da girebilir, koluna taktığı dört karısı ile de. Aslında, çok da zorlanmadan sahip olacağı iki, hatta üç zevcesi sayesinde bir erkek, fuhuşiyat bataklığına saplanmaktan kendisini korumuş olur. Ruh tıbbının büyük üstadı Forel'in dediği gibi, erkekler fıtratları itibarıyla çok karılı evliliğe meyyaldirler. Bir erkek karısını çok sevse de, bu durum, onun gördüğü her güzel kadınla sevişmeyi arzulamasına mani değildir. Erkeğin, hoşlandığı her dişiyle çiftleşmek arzusuna meyilli bir ruhi yapıda olması, ne karısına ihanet etme iradesinden, ne ona olan sevgi ve muhabbetinin zayıflığından ve ne de evlilik müessesesine intibak noksanlığından değildir; bu, onun normalde poligamik olmasındandır. Erkekler fıtri olarak böyleyken, bir kısım soysuz ve hasta ruhlu olanlar haricindeki büyük kısmıyla kadınlar ise monogamiktir (xxvii), (xxviii). Mazhar Osman'ın kadınları ikinci sınıf insan olarak gören hiper seksist yaklaşımları, nefret suçu sınırlarını zorlayan faşezan görüşler olmaları hasebiyle, bugün eleştiri konusu olmaktadır. Ancak, bu çığır açmış hekimimizin, bundan daha kritik ve sıkıntılı olan bir tercihi daha vardı: o inanmış bir öjenik taraftarıydı. Evrim teorisinin kimi varsayım ve argümanlarının abese kadar itilerek soysuzlaştırılması sonucu kurulmuş bir 'sözde bilim' olan öjenizm; bedeni ya da zihni özürlü insanların mümkünse cenin aşamasındayken teşhis edilerek, gebeliğin sonlandırılması / dünyaya gelmelerinin engellenmesini; bu yapılamamışsa, kısırlaştırılarak çoğalmalarının ve sakatlıklarını transfer etmelerinin önüne geçilmesini vaz'eder. Mahkûm edilmesine elverişli bir entelektüel iklimin ve politik atmosferin olmadığı bir tarihsel süreçten geçilirken, başta Mussolini ve Hitler olmak üzere, bütün faşist liderlerin ideolojilerini derinden etkileyen öjenik; yanı sıra bilim, bilimkurgu, fantastik kurgu gibi çeşitli varlık kozmoslarının kimi unsurları tarafından ilham verici bir disiplin olarak görülmüştür. Bu gün, insanlığın eriştiği bilinç düzeyi yüzünden artık doğrudan ve aleni savunulamayan öjenik; dünyanın dört bir yanındaki laboratuvarlarda illegal yollarla yapılan kritik, riskli ve bilim ahlâkına aykırı deneylerde, varsayımları hayata geçirilmeye çalışılan lanetli bir alan olarak enigmatik ve paradoksal varlığını sürdürmektedir (xxix). Konuya dair olan 'Öjenik, İğdiş, Kısır' eseriyle Mazhar Osman, Türkçe'de mezkûr sahaya dair olan o güne kadar yazılmış en kapsamlı metni ortaya koymuştur.

Talebeleri ve meslektaşları, Mazhar Osman Usman'ın rehberliği altında birçok klinik deneye imza atmıştır. Bunlardan birisi olan ve İhsan Şükrü Aksel tarafından köpekler üzerinde uygulanan eroin tolerans testleri, sonuçlarının paylaşılmasından sonra, bazı doktorların ağır eleştirilerine maruz kalmıştır. Günümüzde de çok sayıda hayvansever ve hekim, tıp tarihimizin bir anekdotu haline gelmiş olan mezkûr deneyler söz konusu olduğunda, hakaret sınırlarını aşabilen çok sert eleştirilerde bulunmaktadırlar (xxx). Kamu sağlığına verdiği onca öneme, halkın sıhhi meselelerde bilinçlenmesi için yaptığı bütün o misyonerce faaliyetlere karşın Mazhar Osman, mevzu bahis olan kendi sıhhi vaziyeti / kondisyonu olduğunda, maalesef aynı derecede özenli ve dikkatli davranmıyordu. Gerçi tütüne ve alkole karşı verdiği dillere destan mücadeleyle mutlak manada mutabık olan bir sigara ve içki düşmanlığı vardı. Ancak, aynı titizliği ve özdenetimi yemek hususunda göster(e)miyordu. Müthiş bir iştahı vardı ve gece yarısı başına oturduğu baklava sinisini ya da içli pilav tenceresini ‘temizlemeden’ başından ayrılmadığı rivayet ediliyordu. Bu 'pisboğazlığı', Mazhar Osman'ın kardiyovasküler sistem, solunum sistemi ve şeker gibi metabolik sendrom denilen komplike bir rahatsızlığın çeşitli veçhelerine tekabül eden hayati hastalıklara duçar olmasında mutlaka etkili olmuştur diye düşünmeden edemiyorum doğrusu. Mazhar Osman, bırakın zamanının pek çok popüler ve önemli şahsının yaptığı gibi, parlamenter seçilerek doğrudan siyasete müdahil olmayı, adeta apolitik bir profil sergileyerek siyasal tercihleri hakkında 'renk vermediği' için de zaman zaman eleştirilmiştir. O kırattaki bir insanın, yapılan bütün cazip davetlere rağmen, politik düzlemin doğrudan eyleyicisi olmayı tercih etmemesi; kuvvetle muhtemeldir ki, parçası olduğu toplumun siyasal alanının verili sıklet merkezlerinden hiç birisine kayda değer bir yakınlık hissetmemesinin yanı sıra, hayatının bütün veçhelerinin, immortal aşkı olan mesleğinin hacri altında olmasından kaynaklanmıştır. Hayatın politika dışındaki zeminlerinde sergilenen duruş ve tavırlara içkin olan (örtük / saklı / gizli) politik tercihlerin, çoğu zaman, doğrudan politik praksis ve söylemler kadar etkin olabilecekleri göz önünde bulundurulduğunda; Mazhar Osman'a bu cepheden yüklenmenin de doğru olmadığına hükmedilecektir (xxxi)

. 14 - Cüzzamlıların hayatını kökten değiştirdi

Mazhar Osman'ın modern tıbbımıza yaptığı büyük katkılardan birisi de, cüzzam tedavisinde modern yöntemleri ülkemize getirmesi ve ilk müstakil cüzzam hastanesini kurmasıdır. O güne değin akıl hastalarının tedavi edildiği bimarhanelere konulan / kapatılan cüzzamlılar, bu durumdan çok şikayetçiydiler. Ancak, bu soruna kimse eğilmiyor ve onların tedavi edilerek topluma kazandırılmalarına imkân tanınmıyordu. Karacaahmet Mezarlığı'ndaki Miskinler Tekkesi’nde kalan cüzzamlıları, Toptaşı'nda ayırdığı bir özel koğuşa alan Mazhar Osman, bu suretle bu alanda bir çığır açmış oldu. Toptaşı Bimarhanesi'nin Bakırköy'deki Reşadiye Kışlası'na taşınmasından sonra, cüzzamlılara orada bağımsız bir bina tahsis etti (1927). Ancak, ne yazık ki, kendisi ve Bakırköy Hastanesi bakteriyologu Neşet Halil dışında başka hiç bir tıbbi kadro cüzzamlıların tedavisiyle uğraşmak istemiyordu. Zirâ, hastalığın çok kolay bulaşabileceğine dair olan bir şehir efsanesi, medikal kadroları dahi tesiri altına almıştı. Kendisi de dahil olmak üzere, doktorların cüzzam konusundaki bilgisizliğini gören Mazhar Osman, 1939'da Mısır’a, 1940'da da Filistin ve Suriye'ye giderek mesleki bilgisini ve görgüsünü arttırdı (xxxii). Türkiye'ye döndüğünde, bunları hem bakanlıkla, hem de meslektaşlarıyla paylaşan Mazhar Osman, ülkemizin ilk müstakil cüzzam hastahanesinin Elazığ’da kurulmasına da bu suretle öncülük yapmış oldu. Atılan bu adım, cüzzamlıların akıl hastalarıyla birlikte kapatıldıkları o tımarhanelerden kurtarılarak topluma tekrar kazandırılmalarının önünü açmıştır. Mazhar Osman'dan sonra, cüzzam (lepra) konusuna hayatını adayan bir başka genç hekimimiz, Türkân Saylan da (1935 - 18 Mayıs 2009), insanüstü bir gayretle, adeta misyonerce çalışmış; bu sayede de bahse konu hastalığın kökü neredeyse kazınmıştır (xxxiii).

15 - Mazhar Osman fıkraları / anekdotları (xxxiv):

Halk arasında popüler oldukları dönemlerde 'Mazhar Osman Fıkraları' diye anılan çok sayıda anekdot / hikâye vardı. 1970'lere kadar Marko Paşa, hatta Nasrettin Hoca hikâyeleri kadar popüler olan bu anekdotlar, 12 mart 1971 sonrasının yeni trendleri ve ihtiyaçlarıyla örtüşmemişler olsa gerek ki, halkın gündeminde giderek kendilerine daha az yer bulmaya başladılar. 12 Eylül 1980'i takip eden iki on yıl boyunca, bunların toplumsal iletişimdeki kullanımlarının daha da azaldığı; 2000'lerde ise neredeyse unutulma derekesine indiği gözlemlenmiştir. Bu fıkralardan / anekdotlardan, içerik kalitesi ve anlam zenginliği bakımından öne çıkan 11 tanesini paylaşıyorum:

 

Git de Mazhar Osman’a muayene ol: Manisa Akıl Hastanesinden Bakırköy’e ağır hasta sevk edilmektedir. Bu sırada, hastalardan birkaç tanesi direnmekte, hastabakıcılara kan kusturmaktadır. O esnada kendilerine yanaşan kırmızı kapalı kasa bir kamyonetten inen iri yapılı bir zat güven dolu bir sesle olaya müdahil olur ve kendinden emin tavırlarıyla hastaları kamyonete binmeye ikna eder. Hastalardan birisi, en agresif olanı, hastabakıcıların arasından sıyrılıp kamyonetin camını yumruklayarak haykırmaya başlar: ‘Sen ne karışıyorsun be, deli misin, yoksa divane misin? Git de Mazhar Osman’a muayene ol!’. Hastayı iki tarafından tutarak zapt etmeye çalışan görevlilerden biri: 'sakin ol, o adam Mazhar Osman'ın ta kendisi!' der demez, o iri yarı agresif hasta, aniden süt dökmüş kedi gibi sakinleşerek yerine oturuverir. 'Sonunda bana gelecek': Mazhar Osman'ın, uzun yıllar önce öğrencisi ve asistanı olan Fahrettin Kerim Gökay , İstanbul Belediye Başkanı ve vali seçilmiştir.

Hocasının epeydir hasta, hem de çok hasta olduğunu bilmesine karşın, F. K. Gökay, ne bu seçim öncesinde ve ne de seçim zaferi sonrasında bir türlü 'tenezzül edip' de onun ziyaretine gitmemiştir. Gazeteciler Mazhar Osman'a Fahrettin Kerim Gökay'ın kendisini ziyaret edip etmediğini sorarlar. Aldıkları cevap hem antolojiliktir, hem de ibretamiz: 'Hayır, gelmedi! Fahrettin yakında milletvekili olmak ister; istidatlıdır, olur, yine gelmez; bakan, başbakan olmak ister, gayretlidir, çalışkandır, olur, yine gelmez; cumhurbaşkanı olmak ister, çapı, gradosu müsaittir, olur, yine gelmez. En son, haşa, Allah olmak ister; işte o zaman onu derdest edip bana getiriverirler (xxxv), (xxxvi).

Senin bana değil, benim sana deli demem önemli! Müzevirler, Mazhar Osman'ın bir dost meclisinde DP ve Adnan Menderes hakkında söylediklerini abartarak Menderes'e aktarır. Aynı şekilde, onun tepkisini de, hiç vakit kaybetmeksizin, Mazhar Osman'a yetiştirmekten geri durmazlar. Mazhar Osman, 1950 milletvekili seçimine çok iddialı hazırlanan DP liderinin kendisi hakkında 'delirmiş olmalı!' dediğini öğrendiğinde, yine laf taşıyıcıların elini güçlendiren provokatif bir cevap vermiştir: 'onun benim için 'deli' demesinin kıymeti harbiyesi yoktur; ama ben deli dersem, adamı Bakırköy'e koyuverirler!'. Bu anekdotun, Menderesin yerini Mazhar Osman'ın hırslı bir meslektaşına (damadı ?) terk ettiği bir versiyonu daha vardır. İmkânsız, dökemem! Neyzen Tevfik (1879 - 1953) Mazhar Osman'ın hem çok yakın dostu, hem de hastasıydı. Bakırköy Hastanesi'nde Neyzen'e dayalı

döşeli bir oda ayıran Mazhar Osman, her daraldığında, alkole her ara vermek istediğinde ona sığınabileceği güvenilir bir liman oluşturmuştu adeta. Üstelik, Neyzen geldiğinde yanız olmaz, 'hayattaki en yakın dostlarımdadır' dediği can yoldaşı köpeğinin de Bakırköy'deki odasında ağırlamasını isterdi. Bütün bunları anlayışla kabul eden Mazhar Osman'ın bir tek şartı vardı: Neyzen, hastanede, ya da civarında iken asla içki içmeyecekti! Neyzen'in Bakırköy'de alkol tedavisi amacıyla konakladığı sayısız dönemlerin birisinde, Mazhar Osman onu bahçede şarap şişesi ile yakalayınca çok kızar ve şişeyi derhal dökmesini ister. Neyzen şiddetle itiraz eder: 'olmaz! şişenini yarısı çok hürmet ettiğim bir dostuma ait, dökemem'. Alkol almayı kafasına koyduğunda, bunu ne yapıp edip gerçekleştirdiğini bilen dostu, Neyzen'in hiç olmazsa yarım şişe az içmesini istediğinden, yeni bir taktiğe baş vurur: 'o zaman yarısını dök'. Neyzen'in cevabı hazırdır: 'imkânsız doktorcum, dostuma ait olan ne yazık ki üstte olan yarı!' (xxxvii). Öylesini sen bile yaparsın: Derslerini öylesine canlı, öylesine enteresan hikâyelerle süsleyerek anlatırdı ki, sadece kendi talebeleri değil, diğer fakültelerden gelenler de ders verdiği amfiye doluşurdu. Hatta kimi zaman, dinleyicileri arasında başka üniversitelerin mensuplarından da bayağı kişi bulunduğu bile rivayet edilir. Bu durum, bazen oturacak yer bulamayan, çoğunlukla da uğultudan hocayı tam duyamayan talebelerinin tepkisine neden olur; ancak, Hoca'dan çekindiklerinden, kendi aralarında homurdanmakla yetinirlerdi. Amfinin diğer fakülte ve üniversitelerden gelenlerle hıncahınç dolu olduğu bir gün, ayakta kalan dersin hakiki öğrencileri, bıçak kemiğe dayanmış olacak ki, Hoca'nın kıdemli asistanına dert yanar ve çare bulmasını isterler. Asistanı meseleyi Mazhar Osman'a açıp 'hocam, daha az ilgi çeken, daha akademik bir üslup kullansanız da, hariçten girişleri engellesek iyi olmaz mı?' diye dert yandığında, Hoca'nın tepkisi oldukça enteresandır: 'Dediğin tarzda dersi sen de anlatırsın; Mazhar Osman, herkes gibi ders vermez! 'Kalkıyor! Mazhar Osman'a bir, ki; Mazhar Osman'a bir, ki!' Bazı derslerini, başta Şişli Seminerleri kapsamında olmak üzere, çok büyük kalabalıkların toplandığı halka açık konferanslar şeklinde yapan Mazhar Osman'ın ortalama insandan, sokaktaki yurttaştan bu kadar yoğun ilgi görmesinin iki temel sebebi vardı: 1- Üslubu çok canlı ve samimi; sürekli misallerle, vak'alarla ve mesellerle süslediği konuşmaları ise olağanüstü sürükleyiciydi. 2- Konferanslarına, o derste işleyeceği akıl hastalığına duçar olmuş hastalarını da götürür, talebelerine ve diğer konuklarına, bu hastalar üzerinden izahat yapardı.  Gerek Hastane'nin, gerekse de Sağlık Bakanlığı'nın imkânlarının nasıl da kısıtlı olduğu, Bakırköy Akıl Hastanesi'ne tahsis edilen otobüslerden de rahatlıkla anlaşılmaktaydı. Hastaneyle İstanbul arasındaki iki taraflı taşımacılığı gerçekleştiren araçlardan en meşhurları, Berlier marka bir kamyondan bozma olan, renginden dolayı halkın 'Maviş' dediği otobüsle; yine yurttaşların dilleri dönmediği için 'Vahit' dedikler White marka bir diğer otobüstü. Başta Bakırköy Tren İstasyonu olmak üzere, birkaç ana durakla Hastane arasında ring seferleri yapan bu araçların şoförlerinin, kalkış vakti yaklaştığında 'kalkıyor! Mazhar Osman'a bir, ki, Mazhar Osman'a biiir...kalkıyor!!!' diye bağırması, bu sıhhat cengaverinin, halkın gözünde davasıyla, meselesiyle ve mesleğiyle nasıl da özdeşleştiğinin somut bir nişanesi olsa gerektir. 'İstikamet otobüs, uygun adım marş maaarrrşşşş!!!!' Tedavi edilen hastaların Bakırköy'den birer ikişer kaçmaları sık rastlanan bir durumdu. Bunlar, çoğunlukla, en yakın yerleşim merkezi olan Bakırköy Tren İstasyonu civarına kadar gelir, akabinde görevliler tarafından yakalanırlardı. Bu kaçışlardan bir tanesi hem Bakırköy halkını, hem de, başta Mazhar Osman Usman olmak üzere, Hastane personelini epeyce meşgul etmiş ve yormuştu. Hastane bahçesini çevreleyen duvardaki bir gedikten sokağa çıkan (gerçek hayatla olan irtibatları epeydir büyük ölçüde kopuk) 10 küsur ağır akıl hastası, sürü psikolojisi içinde birbirlerinden kopmayarak Bakırköy Tren İstasyonu civarına kadar gelmişti. Sayıları her zamanki firarilere nispetle fazla da olsa, daha önceki deneyimlerinden hareketle, bunların da nihayetinde görevlilerce toplanacağını bilen semt sakinleri, ilk birkaç saat telaş yapmamış, hayatlarını, doğal akışı içinde yaşamışlardır. Ancak, içlerinden agresif olan birkaç tanesi sağa sola sataşmaya başlayıp çevreye zarar vermeye kalkışınca işin rengi değişmişti. Hastaneden gelen görevliler ve semt karakolunun memurları onca uğraşmasına karşın, etrafta dört dönen bu bir düzine serseri mayını, hastane otobüsüne bindirmek bir türlü mümkün olamıyordu. Olayı haber alan Mazhar Osman üzerine bir 'deli gömleği' giyerek olay yerine intikal etmiş ve hiç vakit kaybetmeksizin delilerin arasına karışmıştı. Bir müddet onlarla birlikte bir aşağı bir yukarı koşuşturan ve aynen delilerin yaptığı gibi bağıra çağıra ve manasız manasız konuşan Mazhar Oman, ardından aniden durmuş ve hançeresini zorlayarak olanca kuvvetiyle 'herkes diikkkaaattt: istikamet otobüs, uygun adım marş maarrrşşş!!!!' diye haykırarak Hastane otobüsüne doğru tören kıtası adımlarıyla ilerlemeye başlamıştı. Bu iri yarı ve her nedense siması da kendilerine pek yabancı (!) gelmeyen şahsın, üstelik de çok emin bir tarzda verdiği komut, halk arasında 'zincirlik' diye tabir edilen unsurlardan müteşekkil bu tehlikeli deliler güruhuna itimat telkin etmiş olacak ki, Mazhar Osman'ın arkasına uslu uslu takılarak otobüse binivermişlerdi (xxxviii). Sigara içeni köpek ısırmaz. Mazhar Osman'ın alkole olan düşmanlığı herkesin malûmudur. Onun, en az alkol kadar tütüne de karşı olduğu ve sigarayla savaşı hayatının amaçlarından kıldığı ise daha az bilinen bir husustur. Yeşilay Cemiyeti adına halka verdiği bir konferansta dile getirdiği görüşeler hem bu gerçeğe işaret eden, hem de, içerdiği mizah dozu sayesinde 'Mazhar Osman Fıkraları' bahsinde anılmayı hak eden mahiyettedir. İşte o konuşmadan kısa bir bölüm: 'Sizlere bu akşam her zamankinden farklı bir şeyden, sigaranın faydalarından bahsedeceğim. Evet, bundan önce defaatle zararlarına değindiğim bu maddenin aslında say say bitmeyecek olan faydaları da vardır. İşte bunlardan bazıları: 1-Sigara içilen eve hırsız girmez. Zirâ, sigara içen şahıs sabahlara kadar öksürür, uyuyamaz, bu yüzden de lambası açık kalır. Bu durumdaki bir eve girmenin hırsızlarca tercih edilir bir tavır olmayacağı aşikârdır. 2-Sigara içeni asla köpek ısırmaz. Çünkü sigara tiryakisi demek kalp hastası demektir, ayak damarları tıkanmış kişi demektir, yürümekte zorlanan, bu yüzden de sürekli olarak baston taşıyan kişi demektir. Şimdi söyler misiniz bana: bu durumdaki birisine köpek yanaşır mı hiç?!? 3- Sigara içmenin insan bünyesine sağladığı en büyük fayda ise, hiç kuşkusuz, tütünün  yaşlanmayı kesin olarak önlüyor oluşudur. 'Bu nasıl olur?' diye sormayacağınızdan eminim. Zirâ, hepiniz, sigara tiryakilerinin ihtiyarlamaya vakit kalmadan öbür dünyaya göçtüklerini en az benim kadar iyi bilmektesiniz'. Siz aşırı namus hastasısınız. Mazhar Osman'ın Tevfik Fikret'e olan hürmet ve muhabbeti bilinen bir husustur. Fikret'in Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) Müdürlüğü sırasında okul doktoru olmasını istediği Mazhar Osman, bu pozisyonun sağlayacağından daha fazla maddi imkânları olan işleri elinin tersiyle itmiş ve koşa koşa şairin yanına gitmiştir. Aralarında işte böylesi fedakârlıklarla örülü çok özel bir ilişki olan Tevfik Fikret'le Mazhar Osman, hararetli bir muhabbete girişmişler. Fikret'in 'siz sinir hekimleri normal adam az görürsünüz, ben de sinirliyim, asabiyim, hırçınım, benim de sinirliler kadrosunda yerim var mıdır?' şeklindeki sorusuna Mazhar Osman'ın verdiği cevap hem keskin hem de dobradır: 'Siz üstadım İffeti maraziye'den (aşırı namuslu olmaktan) mustaripsiniz'. Ölüm korkusunun çaresi nedir? Mazhar Osman'ın en önemli hastalarından birisi, belki de birincisi şair-i azam Abdülhak Hamit Tarhan'dı. Tarhan'la sık sık görüşen Mazhar Osman, şairle metafizik konuları tartışmaya bayılırdı. Bu minval üzerine sohbet ettikleri bir gün, Şair'in endişeli bir ifadeyle 'içimdeki ölüm korkusuna en iyi çare nedir?' diye sorduğunda aldığı cevap şu olmuştu: 'yazmaya devam edin; kadınlar ve ölçülü alkolden de sakın vazgeçmeyin' (xxxix). Ne delilik ama, Mazhar Osman ölür mü hiç!? Mazhar Osman'ın, toplumun ortak bilinçaltına yerleşen bir milli marka (arketipik bir sembol ?) ve popüler bir ikon mesabesine yükseldiğine delâlet eden bir anekdotla tamamlıyoruz bu bahsi. Ölümünden iki gün sonra kıdemli hastalarından olan 'De Gaulle', koğuştan bahçedeki doktorlar seslenir: 'doktor beyler, baksanıza, etrafta Mazhar Osman öldü diye söylentiler dolaşıyor; bir zamanlar Atatürk için de çıkmıştı buna benzer yalan laflar. Ne delilik ama, Mazhar Osman ölür mü hiç?!? (xl), (xli).

16 - 'Biz sadece aldatıcı bir şafak idik!' Önemli işlere imza atan meşhur eşhasın, ölmeden önce söylediği son sözlerinden oluşan ciddi bir literatür mevcuttur. Bunların kayda değer bir kısmının uydurma / yakıştırma / fake olduğunun bilinmesine ve yine azımsanmayacak bir bölümünün de otantisite / güvenilirlik / orijinalite problemi yaşamasına karşın, mezkûr külliyat, verili cari haliyle de önemsenen bir toplamdır. İnsanın (en güvenilmezinin bile) 'ölüm öncesi itiraflar'ının samimi / doğru / gerçek olduğuna dair açılan umumi kredi, beşeri ilişkileri domine eden ön kabullerdendir. Bu dinamiğe, son lâfını söyleyenin iz bırakmış bir kişi olduğu hakikati de eklendiğinde, ortalıkta dolaşan bu merkezdeki ifadelerin niçin bu denli revaçta oldukları daha net anlaşılacaktır. Bazıları toplumların (hatta medeniyetlerin) kurucu figürleri olarak tarif ve tavsif edilebilecek olan ehemmiyetli zevat'ın, bahis konusu ettiğimiz 'son sözleri' ya zamani / tarihsel / konjonktürel ya da tarih dışı / zaman ötesi / immortal karakterlidirler. Bu beyanların ima, iddia ve nispet ettiklerinden oluşan anlam kozmosları, gerek ilke / değer temelli ve gerekse de fayda / menfaat odaklı praksis ve teorizasyonlarımızda önümüzü açan buzkıranlar, afakımızı genişleten antitelerdir. Hayatı boyunca ilke / değer temelli yaşadığı ve davrandığı şeklinde bir algı oluşturmuştur Mazhar Osman. Ölmeden (hemen önce değil) birkaç ay evvel söylediği 'biz sadece aldatıcı bir şafak idik' lâfı, onun, son günlerinde hayatıyla, asarıyla ve (sanki) mevcudat dairesinin tamamıyla şümullü ve hacimli bir muhasebeye giriştiğine hükmetmemize yol açacak denli derûni, kapsamlı ve kuşatıcı bir itiraf gibi gözükmektedir. Bu ifadenin, ilki (varoluş küresine fırlatılan insan tekinin, başarı sayıp putlaştırdığı bütün o yapıp ettiklerinin, ölüm hakikati ve kozmolojik referanslar / sabiteler / fenomenler karşısında sıfıra çok yakın bir değerde olduğu farkındalığına ermesiyle vücut bulan ‘metafizik / uhrevi mahiyetli’ angoise / kaygı / endişe kipi üzerinden) insanlığa; diğeri ise (ömrü boyunca, adeta taş üzerine taş koyarak inşa ettiği ‘modern akıl sağlığı, akıl hastalıkları teşhis ve tedavi yöntemleri’ demek olan o görkemli asarından (ve belki de, Cumhuriyet Rejimi'nin 'Yeni Türkiye, Yeni İnsan, Yeni Toplum' yaratma / kurma iddiasının; proje sahiplerinin / müelliflerinin murad ettikleri mertebede gerçekleştirilememiş olmasından) çok da memnun, mutmain ve razı olmadığına referans veren ‘fiziki / dünyevi mahiyetli’ tatminsizliği ve memnuniyetsizliği dolayımıyla) şahsına dair olan iki temel alt metin içerdiği söylenebilir. Bu ‘tıp tarihi bazlı deneme’yi yazma sürecim boyunca, erişebildiğim (tamamı) ikincil mahiyetli (olan) kaynaklarda, yeterli enformasyon ve yorum bulamadığımdan, Mazhar Osman’ın metafizik dünyasına nüfûz edemedim. Bu eksiğin, birincil kaynaklara erişme istidat ve imkânına sahip olan araştırmacılar tarafından kısa zamanda giderilmesini diliyor; özellikle de Abdülhamit Kırmızı gibi başarılı tarihçi ve biyografistlerin, Mazhar Osman’ın enigmatik mahiyet arz eden varoluş katmanlarını keşfederek paylaşmalarının, Türkiye Toplumsal Formasyonu’nun kültür hayatına ciddi katkılar sağlayacağını düşünüyorum (xlii), (xliii), (xliv)

17 – Eserleri:

Tabâbet-i Rûhiyye (İstanbul 1325-1326);

Spiritizma Aleyhinde (İstanbul 1326/1910);

Cinnet-i Meşâhîr (Guy de Maupassant’dan çeviri, İstanbul 1327);

Bîmarhânelerin İdaresi Hakkında Nesâyih (İstanbul 1330);

Amelî ve Muhtasar Emrâz-ı Asabiyye (M. H. Lewandowsky’den çeviri, İstanbul 1330);

Sıhhî Hitâbeler (İstanbul 1331-1333);

Torlakyan Davası (İstanbul 1337);

Zâtü’d-dimâği istilâî. Uyku Hastalığı Salgını (İstanbul 1925);

Keyif Veren Zehirler (İstanbul 1925);

Sinir Hastalıkları (İstanbul 1926);

Akıl Hastalıkları (İstanbul 1928);

Akıl Hastaları (İstanbul 1929);

Sıhhat Almanağı (İstanbul 1933);

Öjenik, İğdiş, Kısır (İstanbul 1935);

Serirî Cepheden Alkolizm (İstanbul 1935);

Konferanslarım: Medikal Paramedikal (İstanbul 1941);

Lepra ile Mücadele (İstanbul 1941);

Psychiatria (İstanbul 1947) (xlviii).

Yayıncısı, editörü, başyazarı olduğu dergiler:

Sıhhi Sahifeler; sadece 12 sayı yayınlanabilmiştir.

İstanbul Seririyatı (1919 - 1951)

 

Ω - epilogue / hüküm

Final kısmının başlığı için, bir an için, '‘İtiraf-name’, ‘iftira-name’ ve ‘kuyruğunu ısıran dragon’'nun daha uygun olacağını düşündüysem de, tercih etmedim onu.

Okunulmakta olan satırlar, hatırlanacağı üzere, yazarının entelektüel ve duygusal bagajına dair yaptığı itiraflarla başlamış; hemen ardından da, ‘akla; onun sağlığına, hastalıklarına ve bunların tedavisine dair yazılan her metnin itiraf sayılabileceği'ne atıfta bulunarak, esasında kendisinin de bir ‘itirafname’ olduğunu ‘itiraf etmişti’. 16. bölümünde, temel izleği olan Mazhar Osman’ın bir itirafını mercek altına alan bu metin, ilerleyen satırlarında müellifinin yeni itiraflarını da faş edecektir.

Girişi ve finali ‘aleni / açık itiraflar’ içeren, ana gövdesi ise esas olarak ‘örtük / gizli itiraflar’la örülü olan bu deneme; medhal'i mâbâd'ıyla birleşen; bidayeti nihayetine bitişen bir hal almıştır. Bu mahiyetiyle de o; kuyruğunu ısıran bir ejderha, kendi kendisiyle sohbet eden bir bildirim, kendisine referans veren bir anlatı, kendi üzerine kapanan bir çember, evrenin kendi kendisine kapaklanmış hiperbolik geometrisinin yazınsal uzaydaki izdüşümü haline gelmiştir (xlv).

‘Olduğu gibi olan her şey olan Dünya’dan, ‘Dünya’nın halleri’nden ve ‘akıp giden olmakta oluş kipleri’nden; bunların 'resm edilmesi'nden, 'nakl edilmesi'den konuştuğunda 'alabildiğine / olabildiğine nesnel' olmaya çalışan bu metin; sıra, ‘ola-gelen’in, ‘olan-biten’in, ‘olup-olacak’ın yorumlanmasına geldiğinde ise(deneme olmanın verdiği rahatlıkla), alabildiğine kişisel, olabildiğince sübjektif olmaktan zerrece kaçınmayan bir yazınsal karakter kuşanmıştır. Dedim ya, bir ‘itiraf-name’ bu. Bu 'itiraf-name'nin, extrem sübjektivizmin (yukarıda dillendirilen esaslar haricinde de) kendisini domine ederek ifsad etmesine müsamaha göstermediğini ve müsaade etmediğini, bu suretle de ‘sakatlanarak’ bir 'iftira-name'ye tahvil olmaktan kendi kendisini koruduğunu düşünüyorum (xlvi).

Mazhar Osman Usman'ın ölümünden kısa bir süre önce sarf ettiği 'biz sadece aldatıcı bir şafak idik' itirafına dair tefekkürde fayda olduğunu itiraf ediyorum (xlvii).

Kısa kaynakça ve dipnotlar:

(i): Bir metnin giriş (medhal / prologue) bölümünün sıra  numarasının '0 (sıfır)' olmasına yapılabilecek olası / potansiyel bir itiraz ne denli makul, mantıklı, meşru ve muvafık ise; buna verilecek ''Termodinamiğin 0. Yasası' oluyorsa, itiraza konu olan husus da pekalâ olabilir!' mealindeki olası / potansiyel bir ofansif mukabele / kontratak da aynı derecede makul, mantıklı, meşru ve muvafıktır' diye düşünüyorum.

(ii): Mazhar Osman Uzman'ı mercek altına alan bir etüde, onun arkeolojisini yaptığı sahaya dair bir terminoloji sorununa işaret ederek başlamanın; meselenin kurucu unsurları arasında yuvalanmış kadim / köklü /ehemmiyetli bir problem alanına el atılmış olması bakımından, anlamlı / isabetli bir tercih olacağını düşünüyorum. 'Sinir' ve (bilim çevrelerinde) onun fonksiyonu olduğu kabul edilen 'akıl' canlı bedeninin, dolayısıyla da maddi evrenin parçası olup bilimin iştigal sahasına girer. Buna karşın maddi dünyaya, duyu organlarına, gözlem, deney ve tecrübelere dışsal, aşkın (müteal, transandan) olan 'ruh' ise bilimin ilgi alanı dışındadır. Ruh diye tarif ve tavsif edilen mezkûr fenomen, metafizik ve teoloji'nin yetki ve ilgi alanındadır. Gerek bir 'Yaratıcı' idesi üzerine temellendirilmiş olan semavi dinlerin, gerekse de diğer kâdim inanç dairelerinin prizmasından Kozmos'a bakıldığında; Yaradan'dan bir parça olduğuna inanılan 'Ruh'un hastalanmayacağını veri alarak argümantasyon yapmak mantıklı ve tutarlı olan akıl yürütme yoludur. Bu noktayı nazardan bakıldığında, 'ruh hastalıkları' doğrudan; öznesinin hastalanabileceğine dair imalar içeren 'ruh sağlığı' ise dolaylı olarak problemli olan tanımlar ve tabirlerdir. Teoloji ve metafizik varlık küreleriyle; bunların kabul , telif ve tekliflerini merkezine alan diğer fikri kozmosların giriştikleri teorizasyon gayretlerinin, 'ruh sağlığı ve sinir hastalıkları' deyişi yerine, 'akıl sağlığı ve sinir hastalıkları' ifadesini kullanmaları / önermeleri, içsel / sistematik tutarlılıkları bakımından zaruridir.

 

(iii): Mazhar Osman'ın 'Deli değil ruh hastası, tımarhane değil akıl hastanesi' mottosu üzerinden 1920'lerin ortasında yürüttüğü o öncü ve devrimci kampanyanın modern bir sürümünü, Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekimi olduğu sırada (1960 - 1977) gerçekleştiren Dr. Faruk Bayülkem (1912 - 2009), akıl ve sinir hastalıklarının tedavisinde uyguladığı liberal ve liberter metotlarla, o sırada bütün dünyada esmekte olan (1961 - 1973 küresel devrimci kalkışmasının ürünü olan) özgürlükçü rüzgârları mesleki alanına taşımış; bu sayede de, reformist kavramının ihata etmekte ve tarifte yetersiz / dar kaldığı; devrimci nitelemesinin ise kuşatmaya çalıştığı meseleye oldukça geniş / büyük geldiği bir praksisler silsilesinin faili olmuştu. Dr. Bayülkem'in hayatı için bknz.

http://www.psikiyatri.org.tr/news.aspx?notice=467

(iv): Mazhar Osman Uzman Bibliyografyası için bknz. http://www.mikrobeta.com.tr/wp-content/uploads/bsk-files-manager/211_275.pdf

(v): Mazhar Osman, Kapalı kutudaki fırtına, Liz Behmoaras, 2001, Remzi Kitabevi.

(vi): Mazhar Osman, Sefa Saygılı, TÜRDAV Yayınları, 1998.

(vii): Mazhar Osman ve Türkiye'de Nöroşürürjinin Doğuşu, Sait Naderi, 9 Eylül Üniversitesi Yayınları, 2004.

(viii): Maviş: Mongeri'den Mazhar Osman'a Türkiye'de Psikiyatri, belgesel film.

(ix):Mazhar Osman Uzman 1884 - 1951, 1972, İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Enstitüsü Yayını, 1972.

(x): Mazhar Osman ve Dönemi - Mecnunları, Mekânları, Dostları, haz: Şahap Erkoç, Olcay Yazıcı, Lunbeck İlaç, 2006.

(xi): Mazhar Osman'dan Günümüze Bakırköy, belgesel film.

(xii): Delilik, siyaset ve toplum: Toptaşı Bimarhanesi 1873 - 1927, Fatih Artvinli, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2013.

(xiii): 'Aldatıcı Şafak' ve 'Bengi Dönüş' kavramlarının referans verdiği anlam dairelerine, metnin 16. ve 17. bölümleriyle 47. dipnotunda değinilecektir.

(xiv): 1934'de Soyadı kanunu çıktığında, akıl sağlığını yitirenlere yaptığı tıbbi yardımlar yüzünden us'la (akılla) ilgili bir soyadı almak istedi ve Usman'ı tercih etti. Ölümünden sonra ise Uzman soyadıyla anılmaya başladı. Bir ismin (kavramın / kelimenin) galatı çıktığında, onun, ne yapıp edip doğrusunun yerine geçeceği şeklindeki yazılı olmayan kural Mazhar Osman özelinde de hükmünü icra etmişi ve Usman unutulmuş, Uzman kullanılır olmuştur.

(xv): Türkiye'nin bugünden geriye doğru 110 yıla mütecaviz olan modern akıl / sinir / ruh hastalıkları ve tedavisi fenomen ve proseslerine baktığımızda, şu olası / olumsal argümantasyon 'hakikatle mutabık' gibi durmaktadır: 'Besim Ömer Paşa iyi ki Mazhar Osman'ın kadın doğumcu olmasını reddetmiş. Bu sayede, tıp küremizin akıl sağlığı ve asabiye branşı, global standartlara göre çalışan bir kurucu figür / baba kazanmıştır. Bu olmasaydı 'deliden akıl hastasına, tımarhaneden akıl hastanesine geçiş' kim bilir ne zaman gerçekleşirdi?!?'

 

(xvi): Tababet-i Ruhiye, Mazhar Osman - İhsan Şükrü Aksel, 1909; eserin nette satışa sunulan ve ilk cildinin birinci baskısından tam 32 yıl sonra yapılmış yeni basımını içeren takımı için bknz.

https://www.nadirkitap.com/tababeti-ruhiye-psikoslarin-anatomisi-3-cilt-takim-mazhar-osman-uzman-ihsan-sukru-aksel-kitap1653344.html

(xvii): Arka arkaya patlak veren Türk - İtalyan (Trablusgarp) Harbi (Eylül 1911 - Ekim 1912) ve Balkan Savaşları'nda (Ekim 1912 - Ağustos 1913) istenilen sonuçların alınamaması, askerin yorgun düşmesi, (silah, cephane, tayın, erzak, giysi, barınak, ulaştırma, medikal destek, maaş vb.) maddi imkânların kısıtlı olması ve özellikle de komuta kademesine giren 'ittihatçı - itilafçı dikotomisi' şeklinde tezahür eden 'fırkacılık' virüsü yüzünden, Osmanlı ordusunun morali bozuktu. Bu büyük resim içindeki bir desen olarak ortaya çıkan ve çeşitli lokasyonlardaki birlikleri etkisi altına alan dağınıklık ve itaatsizlik iklimi ise, Osmanlı Erkânı Harbi'ni düşündüren en önemli problemlerdendi. Batılı manada muallem (talimli, eğitimli) askerin aksine; sahradan / pratikten gelerek yükselmiş 'âlaylı' tabir edilen kumandanlar; savaştan kaçmaya meyyal erat ve zabiti aklamaya, onlara verilecek cezaları engellemeye ya da hafifletmeye yaradığına inandıkları akliye ve asabiye mütehassıslarının birliklerdeki / ordugâhlardaki faaliyetlerinden çok rahatsızdılar. Mazhar Osman'ın istifa tepkisi vermesine neden olan mezkûr hadiseyi bu şekilde deşifre etmenin, bu minvalde okumanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Bahse konu meselenin ironik, 'trajedik' ve ama her durumda düşündürücü olan veçhesi; bu gelişmeden çok değil iki sene sonra; Alman Genelkurmayının Osmanlı Genelkurmayını, bütün stratejik meselelerde, devre dışı bırakarak Osmanlı Ordularının komuta merkezine yerleşmesine müteakip; (bir sonraki bölümde değinileceği üzere) başta Mazhar Osman olmak üzere, dönemin bütün önemli akliye ve asabiye uzmanlarının, yeniden (karargâh ve sahradaki) askeri birimlerde icra-ı sanat eylemeye başlamalarıdır. 'Akli ve asabi arazlar' gösteren askerden hangisinin numara yaptığını, hangisinin sahici ve samimi olduğunu ortaya çıkarmaya yarayan 'psikolojik profil tespiti' yapan Mazhar Osman ve meslektaşları, bu suretle; azımsanmayacak sayıdaki insanın idam mangası karşısına çıkarılmasına yol açan bir faaliyetin eyleyicisi olmuşlardır.

Hem bunların ve hem de, 1960'larda verdiği bir mülâkatta, İstiklâl Harbi sırasında, sabah askere alınan bazı köylülerin, silahını bırakarak, akşam kaçtığına işaret eden İsmet Paşa'nın değindiği olayların arkasında yatan ferdi ve toplumsal dramları ve dinamikleri irdeleyen akademik eserlerle; bunları baz alan film, tv dizisi, roman, şiir, piyes, resim, hikâye ilnh... formundaki sanat eserlerinin neredeyse 'yok mesabesinde' olması, ülkemizin entelektüel birikimi ve toplumsal hafızası adına üzücü ve düşündürücüdür. (xviii): Osmanlı İmparatorluğu'nun Fransa ile savaş halinde olduğu bir süreçte, Mazhar Osman, sorumluluğu altındaki Fransız rahibelere hayırhah davrandı ve onları işten atmadı diye eleştirilmeli midir? Mazhar Osman'ın işine son vermekten imtina ettiği rahibelerin aslında hemşirelik eğitimi almış medikal kadrolar olduğu ve onların, süren savaş boyunca, Osmanlı Ordusuna da hizmet ettikleri göz önünde bulundurulduğunda, bu temelde yapılacak bir tenkidin hakkaniyetle bağdaşmayacağını düşünenlerdenim.

(xix): İhsan Şükrü Aksel (1899 - 1987), bu metnin takip eden akışında mercek altına alınacak bir 'kötülüğe', hayvanseverlerce nefretle anılmasına neden olacak bir vicdansız faaliyete imza atmış bir klinisyendi. Akıl hastalıkları alanında Cumhuriyetin önemli uzman doktorlarından olan Aksel hakkında muhtasar bilgi için bknz. http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0hsan_%C5%9E%C3%BCkr%C3%BC_Aksel

(xx): 1949 - 1957 dönemindeki İstanbul valiliği ve belediye başkanlığı sırasında, halkın 'mini mini valimiz ne olacak halimiz' tekerlemesiyle andığı Fahrettin Kerim Gökay (1900 - 1987), Mazhar Osman'ın çok önemsediği ve sevdiği, bu yüzden de adeta veliahtı gözüyle baktığı öğrencisi ve asistanıydı. Gökay'ın, kendisine onca hayırhah davranmasına rağmen, Mazhar Osman'a karşı sergilediği ibretlik kadirbilmezliği yansıtan çok manidar bir anekdot 14. bölümün bir dipnotunda tartışılacaktır. F. K. Gökay'ın kısa hal tercümesi için bknz. http://tr.wikipedia.org/wiki/Fahrettin_Kerim_G%C3%B6kay

(xxi): Mazhar Osman'ın liderliğinde; İhsan Şükrü Aksel ve Fahrettin Kerim Gökay ile birlikte, bir mezbelelik ve harabeye dönüşmüş olan Reşadiye Kışlası'ndan Bakırköy Akıl ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nin yaratılmasında baş rolde olan bir avuç idealist ve genç doktor arasında yer alan Ahmet Şükrü Emet, erken dönem Cumhuriyet'in önemli psikiyatristlerindendir. Google'da adı üzerinden yapılan bir aramada, A. Ş. Emet'e dair doğru düzgün biyografik bilgi içeren  bir tane bile referansa rastlanılmaması, mezkûr bilim insanının, nisyanın o acımasız zulmetiyle sarılıp sarmalanmasından ve toplumsal bilinçaltının dokularından kazınmasından kaynaklanmış olsa gerektir.

(xxii): Sıhhat almanağı, editör Mazhar Osman, İstanbul, Kader Matbaası, 1136 s. + 8 s. metin dışı fotoğraflı planş, 1933. Eserin internette olan nüshalarından birisi için bknz. http://www.nadirkitap.com/sihhat-almanaki-cumhuriyetin-onuncu-senesini-kutlarken-hekimlerimizin-halkimiza-armagani-mazhar-osman-uzman-kitap373897.html

(xxiii): Psikiyatri profesörü Arif Verimli, Twitter'da paylaştığı bir iddiasında, bunun aslında bir istifa değil, 'Bakırköy Hastahanesi'nin bahçesindeki üzümleri hastalara yedirdiği için, bir görevden alma' olduğuna işaret etmişti. Bknz. https://twitter.com/arifverimli/status/413678945620725761

(xxiv): Bu plâk öylesine nadirdir ki, bazı özel koleksiyonerlerle, ilaç firmalarının bünyesinde kurulmuş kimi müze ve arşivlerin, onun için çok ciddi ödeme yapabileceği hakkındaki şaiyalar, müzayedecilik sektörünün kulislerinde yıllardır dillendirilir durur.

(xxv): Türkiye Toplumsal Formasyonu'nun çifte standarda olan yatkınlığı ve argumentum ad hominem metoduna (bir fikri, içeriğiyle değil, söyleyenin bir kişilik özelliği ya da aidiyeti üzerinden okuyup değerlendirme) olan tutkulu bağlılığı, Mazhar Osman Usman mercek altına alınarak tartışıldığında da çıkıyor karşımıza. Sabetaycı kökenlerine karşın (Annesi Atiye Hanım, Sabetaycıların en meşhur kabristanı olan Üsküdar Bülbül Deresi mezarlığında medfun iken, Mazhar Osman, Zincirlikuyu Kabristanı'na defnedilmiştir) ailede, özellikle babasından kaynaklanan bir dünyevi yaşam tarzı hakimdi. Bu yüzden de Mazhar Osman, Tıbbiyeye gidene değin neredeyse laik - ladini - profan - dünyevi bir atmosferde yaşamıştır denilebilir. Tıbbiye ise, askeri tabip yetiştiren bir maarif müessesesi olması hasebiyle, zaten büyük ölçüde profan ve pozitivist temelli bir eğitim vermekteydi.

Her çeşit teolojik geleneğe ve tercihe mesafeli duran Osmanlı Tıbbiye eğitim müfredatının ve eğitim bürokrasisinin, mezkûr karakteristik özellikleri yüzünden, Sabetaycılığa da hayırhah yaklaşmamış olduğuna hükmetmemiz yerinde olacaktır. Mazhar Osman’ın hayatının ilerleyen dönemlerine ait olan desenlerde Sabetaycı emareler - motifler olmamasının kökeninde bunlar yatıyor olsa gerektir. 13 yaşındayken annesini kaybeden Mazhar Osman, bu olaya sık sık 'hayatımın en büyük acısı' diye referans verecektir. Bu durum, onun annesine duyduğu sevginin aşırı ve hatta biraz da patolojik olduğuna ne nispette işaret eder, orası meçhuldür doğrusu. Öte yandan, ona karşı duyduğu onca güçlü, sarsılmaz ve zayıflamaz sevgi ve hürmete binaen, Mazhar Osman'ın, hiç olmazsa annesinin yanına defnedilmesini vasiyet etmesi beklenirdi, öyle değil mi? Oysa, yukarıda da paylaşıldığı üzere, öyle olmadı. 'Bu pek de umulmadık / beklenmedik tercihte, Mazhar Osman'ın Sabetaycılarla arasına mesafe koyma kaygısı / tercihi ne derecede etkili olmuştur?' sorusunu hakikatle mutabık olarak cevaplayabilmek, elimizdeki câri veri seti göz önünde bulundurulduğunda,  çok da kolay olmasa gerektir.

Öte yandan, alkole ölümüne düşman olması, kurmak için çok uğraştığı Hilâl-i Adrar Cemiyeti'nin (Yeşilay) 1920'deki ilk toplantısında verdiği konferansta dile getirdiği 'Efendiler, hedef alkolün azaltılması değil, hiç ağza alınmamasıdır' merkezindeki görüşlerini hayatının sonuna kadar her fırsatta ve forumda bıkmadan usanmadan dillendirmesi, Mazhar Osman'ın Sabetaycılığı aktif olarak yaşamadığına işaret eden en karakteristik emarelerden olsa gerektir. İlerleyen satırlarda (xxxvi numaralı dipnotta) değinilecek olan 'Fahrettin Kerim Gökay vs. Mazhar Osman Usman Dikotomisi' ise, bir yanıyla Freudyen yorumlara kapı aralama istidadı ve potansiyeli taşırken; aynı zamanda da, tarafların masonizm ve 'kripto Yahudilik' gibi kritik ve muhataralı antiteler karşısındaki pozisyon ve tercihlerine dair ipuçları saklıyor olabilir pekalâ. Sabetaycılık mevzusu, onun hayatının karanlıkta kalan (bir çeşit esrar perdesiyle örtülü ?) 'metafizik alanı'nı kuşatan ayrıntılı bir akademik monografide, ya da, Liz Behmoaras'ınkinden daha derinlikli ve sorgulayıcı olan popüler bir biyografide ele alınmayı hak edecek ehemmiyette bir husustur. Argumentum ad hominem için bknz. http://tr.wikipedia.org/wiki/Ad_hominem

(xxvi): Eğitimci Hasan Hüseyin Koşar'ın bu metnin bir önceki versiyonunda yer alan ve şu an okuduğunuz dipnotun kendisine şerh edildiği 10 numaralı ve 'İnsanı kâmil eden harcadığı emektir, saydır' ara başlıklı bölümünün mütekabili olan 'Hayır, Sabetaycı değildi!' ara başlıklı bölümün içerdiği kuvvetli yargılara (şedid hükümler) ve kesin ifadelere dair (mezkûr edisyonun altına dercettiği) yorumu; tam da Mazhar Osman Usman hakkında yeni ve kapsamlı okumalar yaptığım bir sürece denk düştü. Bahse konu süreç, ilk edisyonu 2007 yılında Hedef Sağlık Dergisi için yazılan bu metnin, genişletilerek yeniden yazılması ve şu andaki verili haline getirilmesiyle sonuçlandı. 

Yukarıda bahsettiğim okumalarımın bir sıklet merkezi de masonizm ve Sabetaycılık'tı. Bunun sonucunda da, 'haricilerle birlikteyken gerçek inancını saklamaya; sadece kendi cemaatinden olanlarla birlikteyken hakiki düşüncelerini ve samimi yaklaşımlarını dışa vurmaya koşullanmış bir 'kripto inanç müntesibi'nin, bir tür 'takiye ehli'nin, sahip olduğu imani prensipleri ve itikadi umdeleri, 'bir dışarıdan bakan'ın lâyığıyla deşifre ederek doğru anlamlandırabilmesinin çok zor olduğu'na kuvvetle kanaat getirdim. Bu hakikat ve keyfiyetten hareketle, okunmakta olan metni; başta 'Hayır, Sabetaycı değildi!' ara başlığı olmak üzere, mezkûr bölümdeki bütün 'şedid hükümler'le 'kesin ifadeler'in tasallut, tahakküm ve hacrinden kurtarmaya karar verdim. Bu anlayışlar dairesinde gerçekleştirilecek bir yeniden yazımın, ele aldığım meseleyi görece objektif kuşatabilmeme hizmet edeceğini düşündüğümden almıştım bu kararı. Sadece mezkûr bölümün değil, yazının tamamının yeni baştan yazılmasıyla oluşan okunulan denemenin, önceki versiyonlarıyla kıyaslandığında, bahse konu niteliği kuşanmaya daha ehil olduğunu umuyorum. Hasan Hüseyin Koşar'ın mezkûr notu için bknz. http://ziyaversencan.blogspot.com.tr/2014/10/mazhar-osman-turkiyede-deliye-akl.html

(xxvii): Kadını bir taraftan 'şehvetle dolu ve güvenilmez' bulurken, diğer taraftan da onu '....soysuz ve hasta ruhlu olanlar haricindeki ....kadınlar ise monogamiktir' şeklinde tarif ve tavsif ettiğine bakılırsa, Mazhar Osman'ın kafası 'cins-i latif' konusunda bir hayli karışıkmış. Buna dair bir metnin faksimilesi için bknz. http://24.media.tumblr.com/tumblr_m6xqbvgvBO1qzh02oo1_1280.jpg

(xxviii): Kemalist Rejim'in göz bebeği olan Mazhar Osman'ın kadınlara bakış açısının, son zamanlardaki açıklamalarıyla Kemalist - lâikçi - Batıcı - modernist çevrelerin günah keçisi haline gelen Tuğrul İnançer'inkilerle adeta karbon kopya ve ruh ikizi oluşu, ister istemez,  Türkiye Toplumsal Formasyonu'nun çifte standarda olan yatkınlığını ve argumentum ad hominem metoduna (bir fikri, içeriğiyle değil, söyleyenin bir kişilik özelliği ya da aidiyeti üzerinden okuyup değerlendirme) olan tutkulu bağlılığını akla getirmektedir.Tuğrul İnançer'in son röportajı için bknz.http://www.gazetevatan.com/tugrul-inancer-den-yine-cok-tartisilacak-sozler--706759-gundem/

(xxix): Öjenik için bknz. http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%96jenik

(xxx): Yapılan deneylerin teorisyeni ve azmettiricisi olması bakımından Mazhar Osman ve mezkûr praksisi eyleyen kişi olması bakımından da İhsan Şükrü Aksel hakkında (maksadını aşan ifadeler içerdiğini düşündüğüm) oldukça ağır bir metin için bknz. http://novakozmikova.blogspot.com.tr/

(xxxi): Mazhar Osman'ın, 2015'in prizmalarından bakıldığında zor anlaşılır (belki de anlaşılmaz ve enigmatik) bulunabilecek olan bu tutumunu doğru konumlandırmak için, Osmanlı – Türk modernleşme hareketinin tarihçesinin bir döneminin bir tarihi momentine (aktüel uğrak) bakmamız faydalı olacaktır. Mezkûr modernleşme hamlesinde 1827’de kurulan Askeri Tıbbiyenin önemi büyüktür. 2. Mahmut’un reform sürecinde kilit rol oynayan mektep Batılı usullerle eğitim yapıyor; Batı değerlerini, kurumlarını, anlayışlarını, çeşitli buhranlar ve sıkıntılar içindeki Osmanlıya aktarıyordu (dayatıyordu). Tıbbiye daha kurulduğu andan itibaren Fransız İhtilalinin hürriyet, müsavat, uhuvvet prensiplerini ve terakki ile vatanseverlik ideallerini, henüz rüşeym halindeki

Osmanlı münevverlerine taşımakta ciddi bir ‘aktarma organı’ vazifesi görmüştür. Özelde Osmanlının, genel olarak da Doğu’nun Batı karşısında, başta askeri olmak üzere, neredeyse hemen her alanda gerilemesi ‘Batı’ya açılan kapı’ hüviyetindeki Askeri Tıbbiyenin sağladığı imkanlar üzerinden tartışıldı. Okulun bu hüviyeti statükoyu sürekli olarak rahatsız etmiş, sansür ve baskılar askeri tıbbiye üzerinden eksik olmamıştır.

Politikanın, toplumsal dokunun bütün hücrelerine sirayet ettiği böylesi bir ortamda, Mazhar Osman da bundan payını almıştı. Üsküdar İdadisinde okurken, arkadaşlarıyla birlikte çıkardıkları okul gazetesinin muhalif tonu yüzünden başı belaya giren Mazhar Osman; yetkililerin önünde bundan böyle siyasete bulaşmayacağına dair ‘Musaf’a el basarak yemin etmişti. Mazhar Osman'ın hayatının geri kalan 55 yılı, Kur'an üzerine içilen o yemini bozmamak adına gösterilen titiz bir gayretin çeşitli tezahürlerinin zengin bir koleksiyonudur adeta.Mesleğinde bu denli başarılı ve kamuoyu nezdindeki itibarı ve kredibilitesi de hakiki manada zirvede olan bir figürün, politikaya girmesi için neredeyse hemen her siyasal damardan ciddi teklifler almasına ve bu doğrultuda tazyikler görmesine karşın, hiçbirisine itibar etmeyerek, neredeyse 'siyaseten apolitik’ bir duruş sergilemesinin esbab-ı mucibesi bu olsa gerektir diye düşünüyorum.

(xxxii): Mazhar Osman'la ilgili muhtasar ama mufassal ve tam manasıyla da 'ağyarını mani, efradını câmi' bir metin için Türkiye Diyanet Vakfi İslâm Ansikopedisi, Usman, Mazhar Osman, yazan: Nuran Yıldırım, cilt 42, s. 189 - 191. Bknz. http://www.islamansiklopedisi.info/index.php?klme=usman

(xxxiii): Konuya dair bir metin için bknz. http://ziyaversencan.blogspot.com.tr/2011/12/turkan-saylan-gecti-bu-dunyadan.html

(xxxiv): Mazhar Osman'ın popüler olduğu 1930 - 1970 periyodunda, halkın ona yakıştırdığı çok sayıda uydurma anekdot vardı. Bunlardan bazıları, çeşitli ülkelerde, değişik tarihlerde yaşamış olan meşhur ruh hastalıkları uzmanlarına nispet edilen anonim - evrensel öykülerdendi. Gelin şimdi bunlardan en meşhur olan iki tanesini hatırlayalım: Mazhar Osman, Bakırköy'de gündelik vizitini yaptığı sırada, ağır ve tehlikeli hastaların olduğu bir koğuşun bütün sakinlerinin duvardaki bir noktaya baktıklarını görerek meraklanır ve aynı yere bakmaya başlar. Birkaç dakikalık rasattan sonra 'bir şey göremiyorum' şeklindeki yakınması koğuşun kıdemlilerinden birisinin tatlı sert çıkışına neden olur: 'hocam, biz günlerdir bakmamıza rağmen henüz bir şey göremedik. Sen bir kaç dakikada ne görmeyi ummuştun Allah aşkına?!?'. Mazhar Osman Bakırköy'ün bahçesinde dolaşırken, sokaktan bir vatandaş, onu tanıyarak 'içeride kaç kişiniz?' diye bağırır. Aldığı cevap tam bir 'mukabele-i bilmisil' kıvamındadır: 'dışarıda kaç kişisiniz?'

 

(xxxv): Bu anekdotun, F. K.Gökay'ın yerini toplumun çeşitli popüler simalarına terk ettiği birkaç farklı versiyonu daha vardır.

(xxxvi): Mazhar Osman Usman'ın (MOU) en parlak talebesi ve 'veliahtı' olan Fahrettin Kerim Gökay'ın (FKG), hocasına karşı sergilediği akı almaz kadirbilmezliği yansıtan bahse konu manidar anekdot, teşrih masasına yatırılması, bu suretle de ayrıntılı olarak diseksiyona tabi tutularak analiz edilmesi gereken beklenmedik / a-tipik bir davranıştır.

'FKG vs. MOU' şeklinde formüle edilebilecek olan bu 'dikotomi', Freudyen bakış açısının dominant olduğu psikiyatrik anlamlandırma dairesinde 'babaya baş kaldırarak, onu öldürerek ya da kastre ederek iktidarına / hayat alanına / hazinesine / haremine / otoritesine  el koyma teşebbüsü' şeklinde yorumlanabilir. Buna, fiziksel halini (kısadan da daha kısa olma durumu) hocasının normalden iri olan cüssesiyle karşılaştırdığında duyabileceği bastırılmış memnuniyetsizlik (utanç, eziklik) de eklendiğinde, halefin selefine besleyebileceği menfi duyguların ve geliştirebileceği olumsuz tutumların altı da dolmuş olabilir pekalâ. 'FKG vs. MOU dikotomisi'ni (yukarıda, xxv. ve xxvi. dipnotlarda değindiğimiz) masonizm ve Sabetaycılık üzerinden okumaya çalışarak, bu bahsi tamamlayacağız. Üst düzey mason olan FKG, mason olması merkezindeki bütün teklifleri elinin tersiyle iterek reddeden hocasının, üstüne üstlük bir de anne tarafından olan Sabetaycılığını da yaşamamasına duyduğu tepkiyi bilinç altına itmiş; DP'den ezici bir çoğunlukla İstanbul Belediye Başkanı ve Valisi seçilerek muktedir olduğunda ise, bütün bu karmaşık duygusal tepkileri, adeta zincirlerinden boşalarak su yüzüne, bilinç üstüne çıkmış olabilir. Oldukça spekülatif olan bu analizin, FKG ile MOU arasındaki gerilime dair olan (henüz nâ-mevcut) külliyata bir medhal olmasını diliyorum.

(xxxvii): Bu anekdotun İbrahim Çallı ve Mehmet Akif Ersoy'a nispet edilen iki  farlı edisyonu vardır. İbrahim Çallı (1882 - 1960), alkole olan düşkünlüğüyle maruftu. Gençliğinde alkol alan, bu arada Neyzen Tevfik'e de eşlik eden Mehmet Akif Ersoy (1873 - 1936), daha sonra tövbe ederek alkolü bırakmış; bununla da yetinmeyerek, tanıdıklarının da alkolü bırakmaları için ciddi bir mücadele içine girişmişti. Mehmet Akif - Neyzen Tevfik ilişkisinin son zamanları, M. Akif'in N. Tevfik'i içmemeye, N. Tevfik'in ise M. Akif'i içmeye ikna etme çabalarına / zorlamalarına sahne olmuşsa da; taraflar birbirlerinin davranışlarını değiştirmeye muvaffak olamamışlardır.

(xxxviii): Bu anekdotu hatırlatarak metnimin zenginleşmesine katkı veren değerli dostum Elif Turgay'a çok teşekkür ederim.

(xxxix): Alkol içilmesine ölümüne karşı bir tıp insanın, çok hürmet ettiği bir dostuna ve hastasına alkol almasını önermesi çelişik (paradoksal) gibi gözükse de, aslında, mesele biraz kurcalandığında, öyle olmadığı anlaşılacaktır. Çelişki gibi duran bu karşıtlık; toplum mühendisliğine kalkışan her kurucu babanın, havass'a (creme de la creme, seçkinler, oligarşik elit zümre, toplumun % 1'i) ve avam'a (en geniş halk  yığınları, sokaktaki adam, ortalama insan, toplumun % 99'u) yönelik mesajlarının arasındaki (bazen dereceye, bazen de mahiyete dair olan) farklılıktan ibarettir. Mazhar Osman'ının praksisini sergilediği bu anlayışa göre havass, her konuda ne yapacağını mükemmelen bilen kişilerden mürekkeptir. Bunlar, diğer her şey gibi, alkollü içecekleri nasıl tüketmeleri gerektiğine de vakıf olduğundan, onlara bu konuda yol göstermenin, öneride bulunmanın, hele de bir tahdit getirmenin manası yoktur. Öte yandan avam ise, sürekli olarak mürebbiye ve mümeyyize ihtiyaç hisseden toplumun kahir ekseriyeti olduğundan, bırakın az ya da çok kullanmalarını, bunların alkollü içeceklere yanaşmalarında bile sakınca vardır. Halka açık Yeşilay Cemiyeti konferanslarında 'alkole zinhar el sürülmeyecek ve bir damla bile içilmeyecek!' diyen Mazhar Osman'ın, Tevfik Fikret, Abdülhak Hamit Tarhan, İbrahim Çallı ve Neyzen Tevfik gibi seçkin şahsiyetler söz konusu olduğunda, 'ölçülü alınması kaydıyla alkol yararlıdır' demesinin arka plânında çalışan dinamik işte böyle bir şey olsa gerektir.

 

(xl): Mazhar Osman'la ilgili anekdotlardan enteresan bir test çıkaran Ahmet Turhan Altıner'in yazısı için bknz. http://www.milliyet.com.tr/2004/09/12/pazar/yazalt.html

(xli): Hasan Pulur'un konuya dair bir metni için bknz.

http://www.milliyet.com.tr/2001/08/24/yazar/pulur.html

(xlii): Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastanesi tarihçesi ve müzesiyle ilgili bir metin için bknz. http://www.bianet.org/biamag/saglik/110154-bakirkoy-ruh-ve-sinir-hastaliklari-hastanesi-muzesi-acildi

(xliii): Genelde tıp, özelde Nöropsikiyatri tarihimiz ve Mazhar Osman etütleri ile ilgili bir belge için bknz. http://www.turknoropsikiyatri.org/bilgidosyalari/kurulus_ilkcelse.pdf

(xliv): Tarihçi, biyografist Abdülhamit Kırmızı için bknz. http://ziyaversencan.blogspot.com.tr/2015/01/abdulhamit-krmz-turkiye-yazarlar.html

(xlv): Bu metnin tematik göndermede bulunduğu 'kendi üzerine kapanmış, kendisine dair konuşan bir hiperbolik metin' için bknz.

http://ziyaversencan.blogspot.com.tr/2013/10/argmentum-ad-gastroenterum.html

(xlvi): Okunulan metin popüler bir tıp tarihi makalesi değildir. Akademik / ilmi / teknik bir metin ise HİÇ değildir! O, olsa olsa, ancak (yukarıda da işaret edildiği üzere) tıp tarihi bazlı bir deneme olarak nitelenebilir. Bazı yorumlarının içerdiği ‘overdose subjektivizm’in, daha önce referans verildiği gibi, kendisini konumlandırdığı yazınsal uzay ve düşünsel koordinatlar göz önünde bulundurulduğunda, makul karşılanabilecek, mazur görülebilecek bir husus olduğunu düşünüyorum. Öyle ya, deneme için üstat denemeciler ‘denemede her şey mubah, her yol mümkün, her tarz makbuldür’ demiyorlar mı? Okunulan satırlara dair yapılabilecek olası / potansiyel eleştirilerin bir ‘everything goes Cosmos’u hakkında konuşulduğunun bilinciyle dillendirilmesini beklemem, onun bahse konu bu mahiyeti yüzündendir.

Her ne kadar bunu söylesem de; ‘'yazar İshal-i femmi (ağız ishali; dur durak bilmeksizin saçma sapan konuşan manik psikoz) olmuş galiba, yoksa nasıl yazardı bu akıllara zarar pehlivan tefrikasını!’ diyen acımasızından; 'müellif, müktesebatındaki kelime hazinesine balotaj, vokabülerine resmi geçit yaptırmak; memleketi / varoluş uzayı / sılası bildiği dilinin ifade imkânlarını sınamak ve karmaşık cümlelerine aletli jimnastik yaptırmak için yazmış olmalı bu denemeyi!' diyen sarkastiğine; 'tarihi hakikatlere hoyrat ve entrümantalist yaklaşan, onları, kimi pasajları karşısında 'Narkissos Sendromu' ve 'orgazmik bir memnuniyet' yaşadığını hissettiğimiz metnine özensiz bir dekor olarak kullanmaktan çekinmeyen, bu bitmek tükenmek bilmeyen lâf salatasını, sanki sadece o (kendisini bahtiyar eden) mezkûr birkaç cümleyi yazabilmesine vesile / arka plân / artalan / zemin / temel oluştursun diye yazan kişi ile; çalışmak, hobilerle uğraşmak, yemek yemek, sohbet  etmek ve sevişmek gibi hayatta yaptığı diğer her işi sadece ve yalnızca sigara altlığı olsun diye gerçekleştiren nikotinmania'ya dûçar olmuş iflah olmaz bir tütünperest ruh ikizi olsa gerektir' diyen müdanâsızından; 'ne diyon lan sen karışık!?!' diyen 'atarlı ergen tepkisi'ne kadar, her çeşit eleştiriyi / katkıyı beklemekte, hatta özlemekte bu metin' demekten de imtina etmiyorum.

(xlvii): 'Öteki (Mazhar Osman) de ben de İtiraf ettik!' itirafıyla birlikte; öyleyse, ejderha / dragon ısırmış demektir kuyruğunu ve (kısır döngü / vicious (virtious) circle değil!) 'Bengi Dönüş' de öylece devam etmektedir o bitimsiz mecrasındaki / seyahatindeki ebedi macerasına! Bu denemenin ve Kozmos'un hülâsası: Aldatıcı şafak ve Bengi Dönüş... (xlviii): Mazhar Osman'ın asarı için: Nuran Yıldırım, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 42, s. 191, İstanbul, 2012.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder