Hem kendisi, hem kendisinin babası ve hem de kendisinin oğlu olan adamın macerası – 2’nin yazım macerası


1 Eylül 2011, Perşembe, 10.19, Zuhuratbaba, Bakırköy.

Ofise gelir gelmez notbook’umun başına oturdum. Sosyal medyayı mutât olduğu üzere kontrol edip ardından da bloguma girdim. Okuduğunuz satırları yazdığımda, inanın bana, gözlerim kapanıyordu. Zira neredeyse ‘0’ uykuyla ayakta durmaya çalışıyordum. Bu sabah 05.00 gibi, ilk edisyonunu yaklaşık olarak 1 ay önce
  
http://ziyaversencan.blogspot.com/2011/08/ayn-anda-hem-kendisi-hem-kendisinin.html

adresine koyduğum bilimkurgu  (politik kurgu ya da fantastik kurgu mu demeliydim yoksa? Belki de üç etiketi birden kullanmak en doğrusudur, kim bilir?) öykümün ilk bölümünün yeniden yazımını nihayet bitirebilmiş ve hemen akabinde de onu twitter ve facebook üzerinden link etmiştim. 05.30 gibi yattıktan sonra, doğru düzgün uyuyamadan 07.30’da da kalkmıştım. Gözlerimden uyku akması bundandı.

10.43.

Yerli ve yabancı basını ve favori bloglarımı taradım. Bu arada içim geçiyor, sık sık başım önüme düşüyordu. Uykuya daha öğle olmadan teslim olmak üzereydim. Yapacak çok işim olduğu için, uyuma fikri bana çok itici gelmişti. Yüzüme su çarpıp birkaç adım yürüyerek uykumu açmaya çalıştım.

11.09.

Yo, hayır, olmuyor, bir türlü açamıyorum uykumu. Yukarıda linkini verdiğim öykümün final bölümünü tamamlayıp bloguma koymak için kendime tanıdığım deadline’ı defalarca aşmış  olmama karşın bir türlü ilerlemiyordu öykü. İlerlemek ne kelime, öykünün finalinin sadece ilk paragrafını yazabilmiştim. O da sinmemişti içime.

12.03.

Yanıma 1 muz, 2 dilim kepekli ekmek ve birkaç ceviz içi alıp Bakırköy - Taksim dolmuşlarına doğru yola çıktım. 'Masa başında oturma ısrarının bir manası yok Ziyaver Şencantu, madem ki uykunu açamıyorsun, öykünde bir adım bile ilerleyemiyorsun, bari ‘Pera Cumhuriyeti’ndeki sahafları gez, dostlarla muhabbet et. Böylece moral bulur, akümüle olur, dönüşte de hikâyeni tamamlarsın, belli mi olur?' diye geçiriyordum içimden.

13.06.

Günün en sıcak zamanında gelmiştim Pera’ya. Üstüne üstlük, rutubet de hissedilen sıcaklığı birkaç derece arttırıyordu. Sahafların bazıları açmamıştı, açanların da sahiplerinden çok çalışanları hizmet veriyordu müşteriye. ‘Galiba boşuna geldim buralara bu sıcakta’ diye düşünmeye başlamıştım. Öyküm için ilham perilerimi seferber edecek bir uyarıcıyı bulamıyor, avare kasnak gibi beyhude dolanıyordum.

14.17.

Tam Bakırköy’e, ofisime dönmeye karar vermiştim ki, tanıdık bir ses, adeta arka arkaya içilmiş 40 fincan kahvenin uyarıcı tesirini icra ediverdi üzerimde. Olmuştu işte, muhayyelem kamçılanmış, beynimin serebral korteks bölümü ekstradan çalışmaya başlamıştı . Bendeki bu değişime neden olan ses, D&R’ın, Cadde-i Kebir'de bulunan eski mağazasının yanındaki Ali Muhiddin Hacı Bekir’in önünde uzun yıllardır sabahtan akşama kadar bıkmadan yorulmadan ‘bu kantar doğru tartar, doğru tartar bu kantar’ tekerlemesi eşliğinde insanları tartarak geçimini sağlayan muhitin sempatik simalarından Abdürrezak’a aitti.  Her zaman yaptığım gibi, Beyoğlu’ndan Sirkeci tren istasyonuna doğru yürürken, önünden geçtiğim bu yarım akıllı, Abdal kılıklı insan evlâdı, ‘gel Ziyaver Şencan’ diye seslenmişti. Eklemişti ardından da ‘gel de bi tartıvereyim seni’.

Sokakta kilomu tarttırmayalı belki 25 yıl olmuştu. Basküle çıktığımda ‘senin ismini bilmem normal, zira bu caddede seni neredeyse herkes tanıyor. Lâkin, sen benimkini nereden biliyorsun, bunu çözemedim Abdürrezak’ deyiverdim. ‘Benim de seni tanımam normal aslında, zira bu caddede seni tanıması gerekenlerin tamamı zaten seni tanımaktalar’ deyip göz kırptı muzipçe Abdürrezak. Sonra adeta fısıldarcasına ‘sorunun çözümü, derdinin dermanı, Bakırköy Zuhuratbaba’da, senin ofisine iki adımlık mesafede. Sahafların olduğu demiryolu köprüsünün hemen çıkışında türkü çığırarak hayatını kazanmaya çalışan o âmâ ozanda var ya, işte o, tamamlayamadığın öykü için yardımcı olacak sana’. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuş, adeta dumura uğramıştım. Nasıl bilebilirdi bunları Abdürrezak, anlamam mümkün değildi.

15.53.

Ona yüklüce bir bahşiş verip hızla Sirkeci tren istasyonuna doğru yürümeye başladım. Bu arada, yola çıkarken yanıma aldığım nevalemi de yemeyi ihmal etmiyordum. Bakırköy’de trenden iner inmez, Abdürrezzak’ın tarif ettiği âmâ ozan’a baktım. Ancak o her zamanki yerinde yoktu.  Dibine çömeldiği ağacın hemen yanındaki simitçiye sorduğumda ‘biraz önce ayrıldı, ‘beni Ziyaver diye biri sorarsa bu notu ver’ diye de tembihledi’ şeklinde bir cevap aldım. Notu koparırcasına elinden alıp ofisime doğru koşturmaya başladığımda ‘bugün yaşadıklarıma mantıklı hiç kimse inanmaz’ diye düşünüyordum. Ofisimin olduğu apartmana geldiğimde, tek satırlık notu ezberlemiştim adeta: ‘karşı kapı komşun Faize Hanım’ın kızı Devâ’ya uğra. Dermanın onda’.
Soluğu Faize Hanımın kapısında aldığımı tahmin etmekte zorlanmadığınızdan adım gibi eminim.

16.04.

Devâ, 27 yaşında olmasına karşın 4-5 yaşlarındaki bir çocuğun zekâsına ancak sahip olabilen dünya tatlısı bir spastik kızcağızdı. Dul anneciğiyle birlikte ofisimin hemen karşısında oturdukları dairenin kapısını çaldığımda Allah biliyor ya ‘yahu bu fukara doğru düzgün iki kelimeyi bir araya getiremez. Bana nasıl yardımcı olacak, anlayamadım doğrusu. Herhalde Faize Hanım devreye girecek’ diye düşünmedim desem yalan olur. Ben tam bunları zihnimde evirip çevirirken, kapı açılıverdi ve Devâ, daha önce bana hiç görünmediği kadar sempatik bir edayla geniş geniş gülümseyerek ‘merhaba Ziyaver abi’ deyiverdi.

Normalde çok pasif, içine dönük ve çekingen olan kızın bu girişkenliği, o gün yaşadıklarımdan sonra bana hiç de garip görünmemişti. Spastik kızcağız meselenin tam da kalbine işaret ederek adeta benliğime damardan nüfûz etmeyi başarmıştı:
‘Ziyaver abi, İngiliz felsefeci Jonathan Harrison’un, hakemli bilim ve felsefe dergisi Analysis’in 1979 çıkan sayılarının birisinde yayınlanmış bir makalesinde, senin bir türlü tamamlayamadığın hikâyeni geliştirip bitirmene yardımcı olacak çok enteresan bir tema var’.

Devâ sözünü tamamlar tamamlamaz, birkaç dakikadır karşımda duran o cıvıl cıvıl, aklı başında, öz güveni yüksek, cerbezeli kız kayboluvermiş; her zaman olduğu gibi ağzının kenarından salyası akan, gözleri patlak patlak bakan, gözbebekleri ayakuçlarına kilitlenmiş ve sanki bir an önce gözlerden ırak bir yerde kaybolmak istermişçesine sol omzunun üzerinden sık sık arkasına bakan o bildik spastik kızcağız yeniden belirivermişti.

Belli belirsiz bir teşekkür lâfı mırıldanıp, 1 metre ötedeki ofisimin kapısını açmaya yönelmiştim ki annesi Faize hanım ıslak ellerini silerek mutfaktan çıkageldi. ‘Devâ, sen içeri git evlâdım, TRTçocuk’da sevdiğin çizgi film başladı. Ziyaver bey, kusura bakmayın, zili duymamışım. Umarım kızım canınızı sıkacak bi şey yapmamıştır. Nasıl yardımcı olabilirim?’ Sudan bir bahane uydurup teşekkür ettim, sonra da adeta attım kendimi ofisten içeri.
‘Olanlardan sonra bugün artık hiçbir şey beni şaşırtamaz’ ifadesi son birkaç saatte üçüncü kez çıkmıştı ağzımdan. Gerçek bir şaşkınlık ve hatta ciddi bir panik içindeydim. Yarım akıllı bile sayılamayacak insanlar, her ne olmuşsa, bugün, adeta Charly (1968) ya da Phenomenon (1996) filmlerindeki mucizevi dönüşümleri yaşayan film karakterleri gibi davranmış ve benim bir problemimi çözmek için sıra dışı bir çabanın içine girmişlerdi.

17.16.

İnternette yaptığım sörf çok verimli olmuş ve Devâ’nın bahsettiği makaleyi bularak indirmiştim. Yer yer zorlanarak da olsa bir çırpıda okuyuverdim metni. Evet, kız doğru söylemişti. Makaledeki zamanda yolculukla ilgili bir tema, hikâyemin içine düştüğü dramatik örgü ve kurgu krizini aşmama yardımcı olacak nitelikteydi. Çok büyük bir hızla, adeta birisi dikte ettiriyormuşçasına hızla yazmaya başlamıştım öykünün devamını.

20.07.

Aniden bir zil, daha doğrusu çok güçlü bir çan sesi duyuvermiştim. Aslında o şey her neyse,  sesi kulaklarımın içinde, adeta kulak zarlarımın bitişiğinde patlayıvermişti.
Aynı anda, alnımda hissettiğim büyük bir sızıyla da irkilivermiştim.
Çalan telefon, saatlerdir pençesinde olduğum 'tilki uykusu'dan uyanmama neden olmuş, tam bu sırada da uyku sersemliğiyle masaya doğru düşen başım notbook’uma çarpmıştı.
Anlayacağınız, 9 saattir masamda, notbook’umun başında uyuklamıştım.
Gün boyunca yaşadığımı sandığım her şey gördüğüm rüyalardan ibaretti.
Çalan telefon sesi ve alnımdaki şişlik ise hayatımın son 9 saatinin yegâne gerçek yaşanmışlıklarıydı.
Bir taraftan alnımı ovuştururken, diğer elimle de halâ ısrarla çalmaya devam eden telefona uzandım.
Arayan annemdi.

‘Bak ne diyicem evlâdım’ diye girdi söze anneciğim, ‘hani bir türlü tamamlayamadığın ve benim de ilk bölümünü severek okuduğum o öykün var ya…. işte ona dair düşündüm ve ....ve sanırım bir çözüm buldum bu kilitlenme durumuna....şu an elimde senin bana verdiğin Sandman külliyatı var. İşte ondan, Nail Gaiman’dan ilham alarak söylüyorum, rüyalarına güvenmelisin evlâdım. Uyandığında, seni yazma aşamanda en zorlayan hikâyenin bile mucizevi bir şekilde tamamlandığını görmen işten bile değildir, inan buna, tamam mı canım oğlum?’

Anneme teşekkür edip telefonu kapattım.
Halâ acıyan alnımı ovuştururken gözüm bir an için ekrana takıldı.

Ekranda gördüğüm şey yüzünden bir an için bayılacağımı sanmıştım.

Bir türlü 3 satırdan fazlasını yazamadığım ‘Hem kendisi, hem babası ve hem de oğlu olan adamın macerası’ başlıklı öykümün finali olan 2. bölümü notbook’umdan bana bakıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder