İstanbul Yarımburgaz Mağarasında bulunan esrarengiz yabancı, Marduk 2012'de gelecek mi?, Büyük Marmara Depremi İstanbul'u yıkıyor, zamanda yolculuk. Kendisinin hem babası ve hem de oğlu olan adamın enteresan macerası - 1

1* 4 Ağustos 2011, Yarımburgaz Mağarası, İstanbul

Ay Kara, İstanbul’da
, tarihi Yarımburgaz mağarası yakınlarında tek başına yaşayan 35 yaşında genç ve güzel bir arkeologdu. Küçükçekmece gölünün birkaç yüz metre kuzeyindeki evinin civarı nerdeyse gayrı meskûn sayılırdı. Genç kadının bu denli  ‘sakin’ bir yerde yaşıyor oluşu, ‘iş yeri’nin çok yakında olması yüzündendi.


Ay, hayatının son 17 yılında; Yarımburgaz Mağarasında Kültür Bakanlığı, İstanbul Üniversitesi, Berlin Üniversitesi ve Türkiye Arkeoloji Vakfı konsorsiyumunun finanse edip yürüttüğü projede çalışmış, son yıllarda da onun en önemli unsurlarından birisi haline gelmişti. Daha fakülte 2. sınıftayken stajyer öğrenci olarak başlayan Yarımburgaz Mağarası macerası, nihayet 2009 Mart'ında bu projenin eş direktörü olmasıyla yeni bir faza girmişti.

Tam bu sırada, onu tanıyanlara 'kariyerinde çok önemli bir başarıya imza attı, ama özel hayatını da perişan etti' dedirten bir gelişme damgasını vurdu hayatına. Ay, çocukluk aşkıyla yaptığı ve bir türlü dengeli ve mutlu bir şekilde götüremedikleri evliliği nihayet bitirmek kararını alıvermişti. Genç kadın, muhasebesini yaptığında kendisine 'elde var hüsran' dedirten evliliğini bitirirken aslında çok da zorlanmamıştı. Evliliklerinin son yıllarında eşiyle artık hiçbir şeyi paylaşamaz olmuşlardı. O kariyeriyle evli gibi hissederken kendini, bir yengeç erkeği olan eşi illâ da çocuk diye tutturmuştu. Ay; işine, mesleğine anormal bağlılığı yüzünden kocasının bu talebini kararlı bir dille sürekli geri çevirmişti. Sonunda beklenen olmuş ve ayrılmışlardı işte. 

Ay, boşandıktan sonra tam bir iş manyağı olup çıkıvermişti. Artık özel hayatı kalmamıştı. Genç ve hırslı arkeolog, zaten günde asgari 10 – 12 saat civarında süren saha çalışmasının ardından, aslında kurallara aykırı olmasına karşın, vaktinin geri kalan kısmının çoğunu da mağarada geçirmeye başlamıştı. 17 yılını verdiği bu mağarayı avucunun içi gibi bilmesine karşın, onu her gezişinde yeni şeyler keşfediyor ve bunu da çocukça bir coşku, hayranlık karışık bir şaşkınlıkla karşılıyordu.

6 Ağustos’u 7 Ağustos’a bağlayan gece hava öyle sıcak ve nem de o denli yüksekti ki, Ay çareyi, geceyi mağarada geçirmekte bulmuştu. Aslında bu amirlerince hoş karşılanmayan bir durumdu. Ancak projenin eş direktörü olarak artık kuralları biraz da kendisi koyduğundan bu tür bir ‘istisna’yı hayata geçirmek çok da zor olmamıştı. Ay, mağaranın serin koridorlarında hızla ilerliyordu. Elektirifiye edilmiş galerilerde ilerleyen işkolik arkeolog, fenerli baretini her zaman olduğu gibi ihtiyaten takmış; uyku tulumunu, suyunu, cep telefonunu, fenerini, yedek pillerini, not defterini, kalemini, ucunda kancalar olan dağcı-mağaracı ipini ve bisküvitini sırt çantasına yerleştirerek uyuyacağı uygun bir yer arayışına girişmişti.

Her zaman geçtiği bir galerinin çıkmaz yol olduğu için kullanılmayan soldaki kollarından birisine giren arkeolog, ‘burası ışıklandırılmadığı için rahatça uyuyabileceğim loş bir ortama sahip’ diye geçirdi içinden. Ay, çıkmaz sokak hüviyetindeki galeride 25 - 30 metre kadar ilerlemişti ki, mağara gene yapacağını yapmış ve onu bir kez daha şaşırtmasını bilmişti. Tam 'işte şurası kıvrılıp uyuyabilmek için ideal bir nokta' diye düşündüğü sırada, ayağı kaydı ve daha önce keşfedilmemiş, zeminden yaklaşık olarak 3 metre kadar aşağıya inen bir yarıktan içeri düşüverdi. Burası kabaca 8x11 metre ebadında bir mağaracıktı. Güçlü fenerini, içinden düştüğü yaklaşık 3 metre yukarıdaki yarığa doğrultan Ay, hemen ardından da çantasından kancalı ipini çıkarmıştı. Tam ipi yarığa doğru fırlatmak üzereydi ki, keskin bir çığlık atıverdi.



2* 6 Ağustos 2011, mağaranın keşfedilmemiş bir odası hangi sırrı saklıyordu?

Mağaranın kendisine
göre sağında ve uzak olan köşesinde, üstündeki kapaktan belli belirsiz bir ışık yayan ve tarihi bir lahiti andıran bir nesne vardı. Korkusunu mesleki merakıyla alt eden Ay, heyecanla yanına gitti nesnenin ve bir çığlık daha atıverdi. Bu bir lahit değildi. Üstü cam gibi saydam bir malzemeyle kaplı modern bir tabut ya da ona benzeyen ve ama emsalini daha önce hiç görmediği bir malzemeydi. Daha yakından inceleyince, tabutun içinin derin dondurucuyu andırdığını fark ederek bir kez daha irkildi. Tabutun etrafında dört dönen Ay, odanın ‘nesne’ye göre kendisine yakın sağ köşesinde, uzay kapsülünü andıran bir cismin enkazıyla, onun etrafa dağılmış parçalarını gördü.


Artık çok ama çok sıra dışı bir olayın parçası haline geldiğini anlamıştı genç kadın. ‘Kendimi dişi İndiana Jones gibi hissediyorum’ diyerek gülümsedi. Hemen ardından da, böylesi bir durumda bile espri yeteneğini kullanabildiği için kendisini tebrik etti. Ardından, tabutun sağını solunu kurcalamaya başlayan Ay, epeyce uğraştıktan sonra kapağını açmayı başardı. Donmuş buharın dışarı hücum etmesiyle birlikte, birden fenalaşıvermişti güzel arkeolog. Gördüğü şey onu şaşkınlık ve korkudan adeta bayılacak raddeye getirmişti.  

3* Ay Kara, Dişi İndiana Jones’luğa soyunuyor

Evet, inanılmaz ama gerçekti
. Tabutun içinde genç bir adam yatıyordu. Korkarak ona yaklaşan Ay, nefes almamasına karşın adamın canlı olduğu hissine kapılıvermişti nedense. Adamı tabutundan, ya da her neyse o cihaz, işte ondan, çıkarıp yere uzattı. Nabzını ve nefesini kontrol ettiği gizemli yabancının donmuş vücudu hayat emaresi taşımamasına karşın, doğrusu ölü gibi de görünmüyordu. Ay, bunu neden yaptığını tam olarak bilemeden, yabancının donmuş bedenini eve götürmek gibi çılgın bir fikre kapılıvermişti birdenbire.

Kancalı ipini yukarıdaki yarığa fırlattı. Usta bir mağaracı olduğundan, ilk birkaç başarısız denemeden sonra ipi yukarıda bir yerlere tutturmayı başardı. Adamı maharetle sırtına bağlayıp kendisiyle beraber yukarı çekti. Mağara içindeki birkaç yüz metrelik seyahati hiç de kolay olmamıştı. Adamı kâh sürükleyen ve kâh sırtında taşıyan Ay, nihayet mağaranın ağzına gelmişti. Nöbetçilerden birisi uyurken, diğeri tv izlediğinden dışarı çıkmaları hiç de zor olmamıştı. Adamı son bir gayretle arabasının arka koltuğuna yerleştiren Ay, evine vardığında günlerden 7 Ağustos 2011 ve saat de 4 sularıydı.

Küçükçekmeceden yükselen Ramazan davulları, inananları sahura kalkmaya davet ediyordu. Adamı salondaki divana yatıran Ay, onu dikkatle süzdü. Ve birdenbire kalbinin deli gibi çarpmaya başladığını fark etti. Zira, yakışıklı ve bir o kadar da karizmatik olan yabancının bedeni ısınmış, tenine can gelmiş, burun kanatları ve göğsü nefes alıp verdiğine işaret edercesine hafifçe hareketlenmişti. Bu durumdan cesaret alan Ay, ‘şimdi ben seni öpersem beyaz uzay kapsüllü yakışıklı prensim, kurbağaya mı dönüşürsün, yoksa Pamuk Prensim olarak mı uyanırsın?’ diyerek adamı dudaklarından ihtirasla öptü.  

4* Esrarengiz adam uyanıyor

Adamın hafifçe kıpırdadığını
fark ettiğinde kısa bir baygınlık geçiren Ay, gözlerini açtığında bu sefer de kendisinin divanda uzandığını, adamın ise yanı başında diz çökerek dikkatle onu incelediğini fark etmişti. Adam sakin ama çok melodik ve etkileyici bir ses tonuyla anlatıyordu: ‘Korkacak bir şey yok. Çok uzak bir zamandan ve diyardan geldim. Adım Adam Katman, bana Adam diyebilirsin. Senin takvimine göre 30 yaşındayım ve bir zaman gezginiyim. Biliyorum, bunu senin kavramlarınla anlatmak ve seni ikna etmek hiç de kolay olmayacak, ama önümüzdeki süreçte bunu başarabileceğimi biliyorum. Şu an yanımda, mağarada enkazını gördüğün zaman makinesi ile zaman yolculuklarında kullandığımız ve beni içinden çıkardığın o derin dondurucuyu yeniden nasıl yapabileceğime dair teknik bilgileri içeren dokümanlar var. Ancak ben şu an kısmi bir hafıza kaybı yaşadığımdan, bunları kullanarak ne zaman yeni aletler yapabileceğimi de kestiremiyorum. Bilincime tam olarak kavuşana kadar seninle kalmama izin verir misin?’ Ay, bu soruyu asırlardır büyük bir hasretle bekliyormuşçasına ve aşırı bir coşkuyla atılmıştı Adam’ın kollarına.

5* Adam ve Ay evleniyor

Bundan sonrası çok hızl
ı gelişmişti. Ay, Adamı Avustralya’dan gelen sözlüsü diye tanıtmıştı herkese. Adam’ın etkileyici kişiliği, aurası ve her konu hakkındaki kapsamlı ve derin bilgisi sayesinde onu mağara projesine jeomorfolog ve mineralog kadrosundan katmak hiç de zor olmamıştı Ay için. Adam, hemen her konuda girdiği ilişkilerinde öylesine mantıklı davranıyor, problemleri öylesine ustaca ve rahatlıkla çözüyordu ki; bunları yaparken duygularını zerrece belli etmemesinin yol açtığı aşırı mantıkçı, soğuk ve mekanik hava söz konusu artısıyla anında göz ardı ediliveriyordu. Bu arada ikilinin tutkulu beraberliği 1 yıl içinde evlilikle sonuçlanmış, hemen akabinde de Ay eşine hamile olduğu müjdesini vermişti. Bu sefer çocuğu isteyen taraf, ilk eşine bu konuda sürekli mazeret üreten Ay’dı. Kadın, deliler gibi sevdiği Adam’dan çocuk sahibi olmak için neredeyse çılgınca bir arzu duymaktaydı.

6* 21 Aralık 2012’de beklenen Marduk gelecek mi, kozmik felâket yaşanacak mı?

Ay, 2012’nin 6 Nisan’ında
, henüz 8 aylıkken doğurdu oğulları Adıvar’ı. Erken doğuma karşın bebek olağanüstü sağlıklıydı. Daima soğukkanlılığını muhafaza eden; yaşadıklarına şaşırmak, sevinmek, kızmak, gülmek, sıkılmak emaresi sayılabilecek insani tepkiler vermekten kaçınan Adam bile oğlunu gülümseyerek karşılamıştı. Ay, kocasının her suratına baktığında, ona olan aşkında geçen süre içerisinde zerrece bir azalma olmadığını bir kez daha hissediyor, ama aynı zamanda da, onda duygusal yönden bir çeşit ciddi ‘arıza’ olduğuna daha bir kuvvetle ikna oluyordu. Kocası, sanki Uzay Yolu dizisinden fırlayıp hayatına giren mantık kumkuması Mr. Spock’tı. 

Adam’ın bu kişilik özelliği 2012 Aralık’ında yaşadıkları çok önemli bir sorunun aşılmasında belirleyici rol oynamıştı. 2012 yılı boyunca dünyanın dört bir yanında farklı tandanslardaki New Age grupları, aynı yılın 21 Aralık’ında dünyayı sıyırarak geçmesi beklenen Marduk gezegeninin yaratacağı kozmik tahribata karşı insanlığı uyaran sayısız eylemler yapmışlardı. 21 Aralık yaklaştıkça dozu artan küresel histeri Türkiye’de de güçlü biçimde hissedilmiş, kıyametin yaklaştığına inanan çok sayıda insan başta Ihlara Vadisi olmak üzere, Tuz Gölü civarı, Ayder Yaylası, Tekir Yaylası gibi yerlere kaçmışlardı.

Yarımburgaz Mağarası da bu furyadan nasibini alan adresler arasındaydı. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelenlerin de arasında olduğu ajite olmuş büyük kalabalıklar Aralık ortasında dayanmışlardı mağaranın kapısına. Adam’ın, güvenlik kuvvetlerinin sert müdahalesine izin vermeden, provokasyona açık kitleye, neredeyse bir mantık abidesi edasıyla yaptığı konuşmalar olmasaydı, ümitsiz ve kızgın kalabalıkların, onca güvenlik önlemine rağmen, mağaraya girmek için şiddet dahil her çeşit yolu kullanabilecekleri çok açıktı. Ay’ın, ‘benim mr. Spock’ım ayaklanmış bir mantık abidesidir’ lâfı bu somut olayda bir kez daha, ama bu sefer önceki benzerlerinden çok daha güçlü olarak, hayatta karşılığını bulmuştu.

Ancak mağaraya sığınarak kendilerini yaklaşan felâketten koruyabileceklerine iman etmiş kitleler; Adam, âdeta geleceğe ve gayba dair kehanetlerde bulunan bir Mesih edasıyla onlara ‘Marduk olayının tamamen bir efsane olduğunu, kendilerini bekleyen hiçbir tehlike olmadığını, gönül rahatlığıyla evlerine dönebileceklerini’ söylediğinde şaşırtıcı bir şekilde sakinleşerek Yarımburgaz’ı terk etmişlerdi. Sonrasında yaşananlar Adam’ın ne denli haklı olduğunu kanıtlamıştı. Marduk dünyamızı ziyaret etmemiş, yıllardır koparılan yaygaranın, çıkarılan gürültünün ne denli mesnetsiz olduğu da böylelikle ortaya çıkmıştı.

7* Adıvar en az babası Adam kadar ‘değişik’ birisiydi

Sıra dışı olduğu henüz
6 aylıkken anlaşılan Adıvar Katman’ın gelişim seyri, şahit olanları tek kelimeyle şoke ediyordu. Babasının daha emekleme evresinden itibaren kozmolog ve astronot olmaya hazırladığı çocuk, Türkiye’de kendisine uygun eğitim ortamı bulunamayınca, ailesi tarafından 7 yaşında Kanada’daki bir üstün zekâlılar okuluna tam burslu ve annesinin olanca itirazına karşın, yatılı öğrenci statüsünde gönderilmişti. Adam, zaten başından beri oğlunun o yaşta yatılı olmasını son derece normal karşılıyordu. Okul idaresi, ebeveynlerden bu duruma muhalefet eden anneyi ikna ederken; Adıvar kalitesindeki dahi çocukların, ancak kendilerine benzeyen yaşıtları ve bu tür çocuklara nasıl davranılacağını çok iyi bilen özel kişilerle birlikte yaşamaları  halinde eğitim programlarının amacına erişebildiğine ve minik dahilerin de ancak bu devam yolunda potansiyellerini sağlıklı olarak gerçekleştirebildiklerine dair çok sayıda somut vak’anın yardımına başvurmuştu.

Okulun, Ay’ın çok zorlanarak kabullendiği sert kuralları içinde, çocuğun bütün eğitimi boyunca, kısa süreli tatiller için de olsa memleketine dönmemesi ve ailesi de dahil olmak üzere, bu programa dahil olmadan önce tanıdığı hiç kimsenin kendisini ziyaret etmemesi gibi bir dizi otoriter ilkesi vardı. Ay, Adam’ın verdiği destek, oğlunun istikbaline en doğru yatırımı yaptıklarının bilinci ve mesleğine olan aşkının yaşadığı travmayı hafifletmesi sayesinde bu ayrılığa katlanmayı becermişti. 14 yaşına kadar orada okuyan Adıvar, hemen ardından Toronto Üniversitesi Havacılık ve Uzay Bilimleri Enstitüsüne, bu yaşta oraya kabul edilen ilk doktora öğrencisi olarak kaydını yaptırmıştı. Yıllar birbirini hızla takip etmiş, ‘Güneş Sistemi dışına yapılacak yolculuklarda, büyük hızlarla dönen sonlu büyüklükteki silindirik yapıların açısal momentumlarının yol açabileceği zamanda seyahat opsiyonunun kullanılması’ başlıklı teziyle doktor, hemen ardından da ‘Kurt Gödel’in Genel Rölativite denklem setine önerdiği spesifik çözüm temelinde zamanda yolculuk ve bunun galaktik seyahatler için vaat ettiği imkânlar’ teziyle de post doktorasını alan genç uzay bilimci, bütün bunlardan sonra İstanbul’a döndüğünde artık 20 yaşındaydı.

8 * Ağustos 2031, Küçükçekmece, İstanbul

Adıvar, 13 yıldır ayrı
olduğu İstanbul’a, ailesine kavuştuğunda oluşan manzara gerçekten görülecek cinstendi. Yılların hırpaladı ve 55 yaşından daha fazla göstermesine neden olduğu annesi salya sümük ve höykürerek ağlarken, öylesine sıkı sarılmıştı ki ince yapılı oğluna, Adıvar biran için kemiklerinin kırılacağını zannetmişti. Babası ise, bütün bu olup biteni, ancak kendisini çok yakından tanıyanların deşifre edebileceği bir bıyık altı gülümsemesiyle biraz uzaktan izlemekle yetinmişti. Adıvar, ‘geçen zaman babama müsamahakâr davranmış, yaşını hiç göstermiyor’ diye içinden geçirmiş ve bu sefer de o, kemiklerini sanki kırmak istermişçesine coşkuyla sarılmıştı babasına.

Karşılama merasimi, yeniden buluşmalarının neredeyse ilk 2 saatini kaplamış, akabinde de Ay, oğlunun en sevdiği yemeklerden oluşan ziyafet sofrasını hazırlamaya başlamıştı. Bunu yaparken de bir taraftan da göz ucuyla Adıvar ve babasını izlemekteydi. İkilinin ilişkisi, 13 yıl ayrı kalmış bir baba – oğuldan çok, birbirleriyle coşkulu bir görüş alışverişinde bulunan iki bilim adamının münasebetine benziyordu. Konuşmalarının bir yerinde Adıvar sırt çantasından çıkardığı holografik diskleri babasına verirken ‘bunlar doktora ve post-doktora çalışmalarıma bilim dünyasından gelen son tepkilerin kayıtları’ demiş, o sırada holografik tv yayınında gördüğü sahne üzerine bilim sohbetine ara vererek ‘aa, bu Erdoğan değil mi? O halâ siyaset yapıyor mu?’ diye de eklemeyi ihmal etmemişti. Adam ‘oğlum, bırak şu siyaseti. Biliyorsun, insanları yönetmek gibi sıradan işler vasatların uğraşıdır. Bizse kâinatı idare edecek, onu tepeden tırnağa değiştirecek, hatta yeniden dizayn edecek projeler peşindeyiz’ diyerek oğlunun koluna girmiş, onu bahçedeki araştırma laboratuarına yönlendirmişti.


Dünyada en çok sevdiği 2 varlığın peşinden sevgi, aşk ve biraz da kaygı dolu bakışlarla bakan Ay ‘bunlar hakikaten uzaylı. Bu topraklarda yaşayacaksın da politikayla uğraşmayacaksın ha! Olacak iş değil doğrusu’ diye yüksek sesle söylenmişti. Ne eşi ve ne de oğlu siyasetle zerrece ilgilenmiyorlar, sıra dışı hayat enerjilerinin tamamını zamanda yolculuk konusundaki çalışmalarına hasrediyorlardı. Oysa son 20 yılda çok dramatik gelişmeler olmuştu dünyada. AB çökmüş, ABD küresel liderliğini yitirmiş, Türkiye, Anadolu – Avrasya Konfederasyonu adı altında çok büyük ve gevşek bir yapılanmaya dönüşmüş, Erdoğan 3. kez başkan seçilmiş, İstanbul Kanalistanbul’la ikiye katlanmış ve nüfusu 30 milyonu geçmiş, 21 Ağustos 2030’da onlarca yıldır beklenen Marmara depremi, merkez üssü Marmara Ereğlisi’nin 8 km ötesinde, Marmara Denizi içinde olacak şekilde gerçekleşmiş, bunun sonucunda 300,000 kişi ölmüş ve kabaca 2 trilyon Worldmoney (Doların gözden düşmesinden sonra dolaşıma giren; aralarında Türkiye'nin de olduğu dünyanın ilk 10 ekonomisinin paralarının belli bir oran dahilinde temsil edildiği yeni dünya parası) maddi hasar oluşmuştu.

Depremden sonra oluşan katastrof ve kaos Anadolu – Avrasya Konfederasyonu ve onun güçlü adamı Erdoğan tarafında idare edilememiş, Birleşmiş İnsanlık Misyonu (BM’in, dünyadaki krizlerde çok etkisiz kalıp lağvedilmesinden sonra 2017’de kurulan bir çeşit ‘Dünya Devleti’) deprem sonrası felç ve perişan olan İstanbul’un yönetimine el koymuş, depreme karşı gereken önlemleri almadığı ve depremden sonra da İstanbul’u yönetemeyerek onu küresel dünya devletine teslim ettiği için çok sert eleştirilere maruz kalan Başkan Erdoğan bu duruma dijital seçime giderek anında cevap vermiş, ancak o seçimi kaybederek de ilk demokratik yenilgisini bu suretle yaşamış ve Anadolu – Avrasya Konfederasyonunun yönetimine muhalefetteki Demokratik Liberter Koalisyon geçmiş, bütün bunlardan sonra Anadolu – Avrasya Konfederasyonu dünya klâsmanında 7 sıra birden geriye düşmüştü. Kısacası Türkiye ve dünya baştan aşağıya altüst olmuş, tepeden tırnağa değişmişti. Ancak bütün bu olup bitenler Adam ve Adıvar’ın gündeminde kendilerine zerrece yer bulamamışlardı. Oğluyla eşinin en çok sevdikleri Karadeniz yosunundan yapılma güllacı masaya yerleştirirken bir kez daha bakmıştı derin bir muhabbetle onların ardından Ay ve ‘ne yapacağım ben bu uzaylı aşklarımla’ diye iç geçirip, gülümseyerek başını sallamayı da ihmal etmemişti.

Birinci bölümün sonu.
Devam edecek.


1 yorum: