Bugün müthiş bir habercilik yapıp dünya basınının tamamını atlatacağım, bilmiş olun!
Ama önce, kişisel tarihimde geçmişe doğru uzun bir sıçrama yapacağım. Halâ devam ediyor mudur, doğrusu bilemiyorum. Çocukluğumda, ki bu durumda 1960’ların 2. yarısıyla, 1970’lerin ilk yarısından bahsediyoruz demektir, okullarda uygulanan ve sosyolojik ve pedagojik bakımlardan enteresan ve çok katlı okumalara müsait olan bir adet, hatta deyim yerindeyse bir çeşit ritüel vardı.
Yılda iki kere, tam da karnelerin dağıtılacağı günlerde, ilkokul ve ortaokul talebeleri okul bahçesinde toplanır ve okul müdürüne ve öğretmenlerine hitaben şöyle bağırırlardı:
‘Akdeniz Karadeniz, karneleri isteriz; şayet zayıf gelirse, öğretmene küseriz!’
Bu mâninin ilden ile, yıldan yıla, okuldan okula, hatta sınıftan sınıfa değişen şu şekildeki versiyonları da vardı:
‘Akdeniz Karadeniz, karneleri isteriz; şayet karne gelmezse, müdüre de gideriz!’, ya da, ‘Akdeniz Karadeniz, karneleri isteriz; eğer zayıf gelirse, müdüre de gideriz!’.
Bu deyişin, özellikle lise son sınıf talebeleri tarafından dillendirilen ve dönemine göre oldukça cüretkâr sayılabilecek bazı versiyonları vardı ki, onların, yüzlerce ergen ve sıtma görmemiş hançereden birden okul bahçesinde haykırılmasının eğitimcilerimizi çok da mutlu etmediğini tahmin etmek zor olmasa gerektir.
İşte bu ‘sakıncalı’ mâni versiyonlarından ikisi:
‘Akdeniz Karadeniz, karneleri isteriz; eğer zayıf gelirse, müdürün kızını isteriz!’, ‘Akdeniz Karadeniz, karneleri isteriz; eğer zayıf gelirse, müdürü de öperiz!’.
Yukarıdaki son mâninin, öfkeli lise talebeleri tarafından, bazı durumlarda, çok daha sert ve müstehcen formlarda haykırıldığının vâkî olduğunu sanırım siz de rahatlıkla kestirmişsinizdir.
Eğitime dair olan yukarıdaki tecrübemi, Kuzey Yarımküresindeki yüzlerce milyon öğrencinin karnesini alıp yarıyıl tatiline girmiş olduğu aktüel bilgisiyle birleştirip, buradan bir başka düzleme sıçrayarak bir analoji yapmaya çalışacağım. Bu kabil bir not verme ve tabiri caizse, karne dağıtma meselesinin sadece okullara özgü bir uygulama olmadığını da pekalâ biliyoruz. Meselâ, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (Reporters Without Borders) - RSF, her yıl yaptığı üzere, bu yıl da, Dünya Basın Özgürlüğü Endeksini açıklayarak, iştigal sahasına giren meslek erbabı bakımından ülkelerin kondisyonunu insanlıkla paylaştı.
İşte, dünya ülkelerinin, 2011 yılı sonu güncellenen bilgileriyle oluşan küresel basın özgürlüğü sıralamasına ve konuyla ilgili ayrıntılı bilgi ve yorumlara erişebileceğiniz söz konusu kuruluşun resmi linki:
http://en.rsf.org/press-freedom-index-2011-2012,1043.html
Bu sıralama, doğrusu bizim moralimiz bozacak gibi gözüküyor. Zira, Türkiye, bunda, geçen yıla göre tam 10 basamak birden gerileyerek 179 ülke arasında 149. sıraya inmiş durumda. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütünün (RSF), Türkiye’yi az gelişmiş ülkeler arasına sokan, bir diğer deyişle, bize nerdeyse küme düşürten bu değerlendirmesinin dayandığı gelişmelere burada girmek niyetinde değilim. Zira, bunları, bu topraklarda yaşayan herkes az çok bilmektedir. Öte yandan, verdiğim linke tıklanıldığında, konuya dair oldukça ayrıntılı malûmata erişmek de mümkündür.
Yazımın devamında, bu metnin henüz ilk satırında müjdelediğim o dünya çapındaki gazetecilik başarımı paylaşacağım.
Evet, kedi olalı, neredeyse 40 yıldır, bir fare yakalamayı becerdim sonunda!
Mesleki sır olduğu için paylaşamayacağım çok özel kanallardan, yine meslek sırrı sayılabilecek olan çok büyük fedakârlıklarla ve tabii ki yine meslek sırrı olması icap eden olağanüstü maharetlerle elde ettiğim özel istihbarata bakacak olursak, RSF’nin başı fena belâ.
Neden? Neden olacak, başta, yukarıdaki sıralamada son 5 sırayı işgal eden İran, Suriye, Türkmenistan, Kuzey Kore ve Eritre olmak üzere, bu ligdeki yerlerini beğenmeyen çok sayıda ülkenin temsilcisi, önümüzdeki günlerde RSF’nin Paris’teki merkezi önünde büyük bir protesto gösterisi yapmaya karar vermiş de ondan.
Gösteriye Türkiye’den temsilcilerin katılıp katılmayacağı henüz meçhul. Ancak, söylentilere bakılacak olunursa, katılması kesinleşen ülkelerin Türkiye’yi de bu protestoya dahil etmek için yoğun bir kulis faaliyeti yürüttükleri de bir vakıa imiş.
Güzel ülkemizin yöneticilerinin temsil durumunun muallâkta olduğu bu protestoya milletimizin muhayyele gücünün ve espri yeteneğinin sembolik bir katkısı ve katılımı an itibarıyla zaten gerçekleşmiş durumda muhterem kârîm.
Mezkûr protestonun tertip komitesi, ülkemizde gerçekleştirdikleri temaslar sırasında, gösteride haykırılacak sloganların en gösterişlisini, en kapsamlısını ve en anlamlısını Türkiye’li mevkidaşlarından elde etmiş durumda.
İşte, Protesto tertip komitesinin kullanım hakkını aldığı ve Türkiye insanının yaratıcılığının ürünü olan o derin ve anlamlı slogan:
‘Atlantik ve Pasifik, biz bu sıralamayı beğenmedik; Şayet Paris’e gelirsek, Sınır Tanımayan Gazetecileri öperik!’
Bütün dünyayı atlatan yukarıdaki haberciliğimle bu sene Pulitzer’i alır mıyım bilemiyorum doğrusu. Ancak, Türkiye’de yılın gazetecisi seçilmeyi de fazlasıyla hak ettiğime canı gönülden inanmaktayım.
O da olmadı, hiç olmazsa saygın habercilik kuruluşu http://www.zaytung.com/ ‘un yazar kadrosuna davet edileceğimin ümidi içerisindeyim.
Yukarda paylaştığım atlatma haber öyle enteresan ve önemli ki, bir an için zihnime üşüşen ‘Zaytung gibi, küresel ölçekte saygınlığı ve kredibilitesi olan bir mecraya ismimi yakıştırarak, acaba hak etmediğim ve lâyık olmadığım bir konuma mı talip oldum?’ kaygısını derhal silip atıyorum kafamdan. Evet, evet, diğerlerini ihtimalleri bilemem, lâkin, bu gazetecilik marifetimden sonra zaytung yeni adresimdir dediğimde, bu hiç de imkânsız görülmüyor artık bana.
Ne diyeyim, haydi hayırlısı!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder