http://birdirbir.org/wp-content/uploads/rekinteksoy.jpeg
0 - medhal:
Dante'nin ölümsüz eseri İlahi Komedya'nın (Oğlak Yayıncılık tarafından 1999'da basılan) Türkçedeki ilk tam baskısının altını çizdiğim bazı dizlerini tekrar okuyorum şu sıralarda. Bunu yaparken de, hem Dante'nin hayal gücüne, üslûbunun mükemmelliğine ve hem de eseri dilimize kazandıran çok yönlü kültür insanı Rekin Teksoy'un İtalyancaya ve Türkçeye olan hakimiyetine bir kez daha hayranlık ve saygı duymaktan alıkoyamıyorum kendimi.
5 yıl önce kaybettiğimiz Rekin Teksoy'u, vefatının hemen kabinde yazdığım aşağıdaki yazı ile anmanın ve hatırlatmanın anlamlı olacağını düşündüm.
1 - Rekin Teksoy, aynı kumaştan dokunduğu abidevi şahsiyetlerin diyarına gitti
Saat 12.00 sularıydı; mutâd olduğu üzere, haber kanalları arasında zap yapıyordum. Tabii, bu arada, dünya ve Türkiye gündeminin nabzını sıcağı sıcağına tutabilmek adına, twitter’ı gözlem altında tutmayı ihmal etmediğimi de eklemeliyim (i).
İşte tam o sırada gördüm Rekin Teksoy’un (1928 – 30 Mayıs 2012) ölümüne dair olan o ilk tviti. Hayatımın çeşitli evrelerinde entelektüel ve moral ‘parmak izleri’ olan Teksoy’u da kaybetmiştim ve ben biraz daha ‘ıssız adam’ olmuştum.
İşte tam o sırada gördüm Rekin Teksoy’un (1928 – 30 Mayıs 2012) ölümüne dair olan o ilk tviti. Hayatımın çeşitli evrelerinde entelektüel ve moral ‘parmak izleri’ olan Teksoy’u da kaybetmiştim ve ben biraz daha ‘ıssız adam’ olmuştum.
2 - Klasik bir Rekin Teksoy biyografisi değil bu metin
Gerçekten de öyle. Teksoy için, klasik bir ‘post-mortem’ metni, bildik formatıyla bir ‘obituary’ yazmak gelmedi içimden (ii). Çok da haz etmediğim, ancak, tam da şimdi olduğu üzere, verili ruh halimi ve meramımı hakikatle mutabık bir şekilde yansıttığı için, bütün bütüne de vazgeçemediğim bir deyişi kullanacak olursam; esas olarak, Rekin Teksoy’un ‘hayatıma değdiği’ anları ve olguları paylaştığım; onun sıra dışı işlerinin bendeki izlerine, tesirlerine ve aks-ül amellerine işaret edeceğim fevkalâde şahsi bir metin olacak bu (iii).
Öte yandan, onun hayatına dair ansiklopedik malûmata erişmek isteyenler, bu emellerine, ‘Hz Google’a müracaat edip, 1-2 tıkla mükemmelen nail olabilirler. Bu kabil bir enformasyonun peşinde olanların işini kolaylaştırmak adına, Rekin Teksoy’un hayatına dair olan linklerin belli başlılarını paylaşıyorum (iv). Bunlara ayıracak zamanınız yoksa, Wikipedia’dan kotarılmış bir Doğan Hızlan yazısına da müracaat edebilirsiniz (v). Teksoy’un kültür hayatımıza vakî katkılarına dair daha kapsamlı ve derinlikli metinlerin ilerleyen süreçte yayınlanmasını diliyorum.
Öte yandan, onun hayatına dair ansiklopedik malûmata erişmek isteyenler, bu emellerine, ‘Hz Google’a müracaat edip, 1-2 tıkla mükemmelen nail olabilirler. Bu kabil bir enformasyonun peşinde olanların işini kolaylaştırmak adına, Rekin Teksoy’un hayatına dair olan linklerin belli başlılarını paylaşıyorum (iv). Bunlara ayıracak zamanınız yoksa, Wikipedia’dan kotarılmış bir Doğan Hızlan yazısına da müracaat edebilirsiniz (v). Teksoy’un kültür hayatımıza vakî katkılarına dair daha kapsamlı ve derinlikli metinlerin ilerleyen süreçte yayınlanmasını diliyorum.
3 - Rekin Teksoy’la yollarımız ilk olarak 1968’de kesişti
Rekin Teksoy’u tanımam (gıyabi değil, vicahi ve yapıp ettikleri üzerinden bir tanışıklıktır bahse konu olan) 44 yıl öncesine gider (vi). 10 yaşındaydım ve ne bulursam, kelimenin gerçek manasıyla, çılgınlar gibi okuyordum. Bu okuma trafiğine ansiklopedilerin dahil olmasında, annemin özendirme ve ısrarları kadar Teksoy’un da dahli vardır. Ramazan Gökalp Arkın’ın (vii) kurduğu Arkın Kitapevinin bastığı ve İtalyanca menşeyli olan Cumhuriyet Ansiklopedisi ve Gökkuşağı Ansiklopedisi gibi yayınların çevirmeni, genel yayın yönetmeni, ya da editörüydü Rekin Teksoy. Teksoy’un çevirdiği ya da edit ettiği metinlerin mükemmelliğini daha o zaman fark etmiş ve bunların adeta tiryakisi olmuştum.
Bu farkındalığa, ya da bu ‘bağımlılık’a erişmemi takip eden onlarca yıl boyunca, onun çevirisine katkı verdiği metinlere, bunların türü her ne olursa olsun, peşin bir krediyle ve pozitif bir önyargıyla yaklaşmam, bahse konu metinlerden aldığım edebi lezzetten ve onların bilgi içeriklerinin zengin oluşundandı.
Eylül 2004 – Ocak 2005’de devam ettiğim bir sinema kursu (viii) sırasında hocam olan Teksoy’la nihayet yüzyüze görüştüğümüzde, onun, zihnimdeki resmine ‘birebir’ tekabül ettiğini müşahade etmiş ve bundan da büyük memnuniyet duymuştum. Bu kurstaki kısa süreli beraberliğimiz, onunla yollarımızın kesişmesinin metaforik bağlamdan realite düzlemine intikalini sağlamıştı. Yorgun ve işi olmasına karşın, verdiği dersin sonrasında, onu adeta ‘esir alarak’ sorulara boğmamı büyük bir nezaketle karşılamış ve o koşullarda doyurucu sayılabilecek cevaplar vermekten de imtina etmemişti. Bu zarif ve paylaşımcı tavrını, Rekin Teksoy’un belleğimde yerleştiği o müstesna mıntıkaya özenle nakşetmişimdir.
Bu farkındalığa, ya da bu ‘bağımlılık’a erişmemi takip eden onlarca yıl boyunca, onun çevirisine katkı verdiği metinlere, bunların türü her ne olursa olsun, peşin bir krediyle ve pozitif bir önyargıyla yaklaşmam, bahse konu metinlerden aldığım edebi lezzetten ve onların bilgi içeriklerinin zengin oluşundandı.
Eylül 2004 – Ocak 2005’de devam ettiğim bir sinema kursu (viii) sırasında hocam olan Teksoy’la nihayet yüzyüze görüştüğümüzde, onun, zihnimdeki resmine ‘birebir’ tekabül ettiğini müşahade etmiş ve bundan da büyük memnuniyet duymuştum. Bu kurstaki kısa süreli beraberliğimiz, onunla yollarımızın kesişmesinin metaforik bağlamdan realite düzlemine intikalini sağlamıştı.
4 - İlâhi Komedya, Decameron, Robinson Crusoe, Körleşme ve Don Quijote’un muktedir olduğu mucize
Rekin Teksoy; Akşit Göktürk’ün Robinson Crusoe’da, Roza Hakmen’in Don Quijote’ta ve Ahmet Cemal’in de Körleşme’de (Die Blendung) yakaladığı mükemmel çeviri başarısını İlahi Komedya ve Decameron’da fazlasıyla gerçekleştirmişti.
İyi edebiyatın (kelimenin, sadece sözlük anlamının referans verdiği kurmaca alanını değil, her çeşit metindeki, okuruna edebi lezzet yaşatan o yazınsal cevheri / tözü / hakikati kastediyorum), insanın hayata tutunmasında ve varoluşunun zorluklarına ve mihnetlerine göğüs germesinde büyük katkısı olduğuna inananlardanım. Saydığım eserler, şayet iyi çevrilmişlerse, dünyanın hemen her dilinde, okuyanlarına, zikrettiğim manevi ve moral imkânları sunmakta hiç de müşkülpesent ve cimri davranmazlar.
Rekin Teksoy’un bahse konu çevirileri, hem onunla benim hayatımın ve hem de, o çevirilerde dile gelen dünyalarla benliğimin birbirine büsbütün değmesine neden olmuştu. Bu güzel çevrilmiş görkemli klasiklerin okunmasının belli bir evresinden sonra ise, benliğimle bu edebi / kurmaca evrenler; kuantum alemindeki atom altı parçacık çiftlerinin kâinat boyunca sergiledikleri dolaşık seyri andıran bir birlikte var olma ve örtüşme resmi verir olmuşlardı.
Bir diğer deyişle, İlahi Komedya ve Decameron’un Rekin Teksoy çevirilerini sindirerek bitirdiğimde, bir an için şöyle bir hisse kapıldığımı hatırlıyorum: Daha üst boyuttan varlık dairemize müdahil olan bir ‘super-being’; hayatımı, Rekin Teksoy’un hayatını ve çeviriye konu kurgusal alemleri birbirlerinin üzerine haritalamıştı adeta. ‘Yüksek Edebiyat’, ‘Yüksek Sanat’, ‘Yüksek Düşünce’ mahsulüne muhatap olduğunuzda, varlığınızın sınırlarının hudutsuzca genişlemesinden; algılarınızın, duyu organlarınızın izin verdiğiyle mukayese edilemeyecek koordinatlara kadar uzanan bir ‘çok boyutlu uzay – zaman sürekliliği’ni benliğinize, kavrayışınıza katması gibi bir ruh halinden bahsettiğim anlaşılmıştır sanırım.
Bu bölümün başlığında zikrettiğim ve edebiyatın başyapıtlarının yazanları kadar, onların, Rekin Teksoy evsafındaki çevirenlerinin de ortaya çıkmasına katkı verdikleri mucize işte böyle bir şeydir.
İyi edebiyatın (kelimenin, sadece sözlük anlamının referans verdiği kurmaca alanını değil, her çeşit metindeki, okuruna edebi lezzet yaşatan o yazınsal cevheri / tözü / hakikati kastediyorum), insanın hayata tutunmasında ve varoluşunun zorluklarına ve mihnetlerine göğüs germesinde büyük katkısı olduğuna inananlardanım. Saydığım eserler, şayet iyi çevrilmişlerse, dünyanın hemen her dilinde, okuyanlarına, zikrettiğim manevi ve moral imkânları sunmakta hiç de müşkülpesent ve cimri davranmazlar.
Rekin Teksoy’un bahse konu çevirileri, hem onunla benim hayatımın ve hem de, o çevirilerde dile gelen dünyalarla benliğimin birbirine büsbütün değmesine neden olmuştu. Bu güzel çevrilmiş görkemli klasiklerin okunmasının belli bir evresinden sonra ise, benliğimle bu edebi / kurmaca evrenler; kuantum alemindeki atom altı parçacık çiftlerinin kâinat boyunca sergiledikleri dolaşık seyri andıran bir birlikte var olma ve örtüşme resmi verir olmuşlardı.
Bir diğer deyişle, İlahi Komedya ve Decameron’un Rekin Teksoy çevirilerini sindirerek bitirdiğimde, bir an için şöyle bir hisse kapıldığımı hatırlıyorum: Daha üst boyuttan varlık dairemize müdahil olan bir ‘super-being’; hayatımı, Rekin Teksoy’un hayatını ve çeviriye konu kurgusal alemleri birbirlerinin üzerine haritalamıştı adeta. ‘Yüksek Edebiyat’, ‘Yüksek Sanat’, ‘Yüksek Düşünce’ mahsulüne muhatap olduğunuzda, varlığınızın sınırlarının hudutsuzca genişlemesinden; algılarınızın, duyu organlarınızın izin verdiğiyle mukayese edilemeyecek koordinatlara kadar uzanan bir ‘çok boyutlu uzay – zaman sürekliliği’ni benliğinize, kavrayışınıza katması gibi bir ruh halinden bahsettiğim anlaşılmıştır sanırım.
Bu bölümün başlığında zikrettiğim ve edebiyatın başyapıtlarının yazanları kadar, onların, Rekin Teksoy evsafındaki çevirenlerinin de ortaya çıkmasına katkı verdikleri mucize işte böyle bir şeydir.
5 - Bir çeşit hezarfen (binfenli) idi, lâkin, temelde ve esasta sinemacıydı
Teksoy’a, temelde kaliteli kitapların kaliteli çevirmeni rolünü biçenlere ‘haksızsınız’ diyecek halim de yok hiç kuşkusuz. Lâkin, bana kalırsa o, en çok sinema adamıydı. Bu iddiamı, sinemanın onun hayatında işgal ettiği yere, onun sinema eksenli faaliyetlerinin özgünlüğüne ve esas olarak da; ‘Rekin Teksoy yaşamamış olsaydı, bizler en çok neyin eksikliğini hissederdik?’ sorusuna dair yaptığım tefekkür sonucu eriştiğim kavrayışa dayandırıyorum.
Sinema eleştirmenliği; sinefiller için adeta bir efsane hüviyeti kazanmış olan Sinematek bünyesindeki faaliyetleri; TRT2’de neredeyse 15 yıl boyunca devam eden o emsalsiz ve doyumsuz ‘Sinema ve Edebiyat’ programı; başta, 1,000 sayfayı aşan görkemli ve derinlikli hacmiyle, sadece Türkçe’de değil, dünyanın birçok önemli dilinde de benzerlerine çok sık rastlayamadığımız ‘Sinema Tarihi’ olmak üzere, sinema ile ilgili özgün çalışmaları yüzünden Rekin Teksoy, bana göre en çok ‘sinemacı’ nitelemesini hak etmektedir.
6 - Bir şövalye, bir İstanbul Beyefendisi, bir sosyalist ve bir hümanist olarak Rekin Teksoy
Bütün kadim gelenekler, bir insanın karakteri ile ismi arasında uyum olması gerektiğini vaz’eder (x). Rekin adının ‘serbülent, temkin ve vakar sahibi’ anlamına gelmesi; bize, ona bu ismi takanların, bunu yaparken küçük Rekin’in karakter özelliklerini ciddiye aldıklarını ima etmektedir adeta (xi).
Rekin Teksoy’un, beni derinden etkileyerek, bu satırları yazmaya icbar eden kişiliğini, aslında, işte bu nitelemelerin de arasında olduğu şu sözlerle özetlemek mümkündür: o; serbülentti, vakurdu, temkinliydi, beyefendiydi, şövalyeydi, hümanistti ve sosyalistti.
Sosyalist Rekin Teksoy’un en belirgin alâmet-i farikası, hiç kuşku yok ki, Marx ve Engels’in müşterek eseri olan sosyalizmin ‘amentü’sünü, ‘Komünist Manifesto’yu özene bezene dilimize kazandırırken ortaya koyduğu sıra dışı performansı ve Rosa Lüksemburg adlı o küçük ama önemli piyesi yazmasıdır. Teksoy’un sosyalizme olan zihni yatkınlığı, hayatı boyunca yaptığı film eleştirileriyle, sinemaya dair ortaya koyduğu hacimli eserlerinde de kendisini ele vermektedir.
Teksoy, bir filmi ya da yönetmeni değerlendirirken, inceleme nesnesi yaptığı olguyu çevreleyen ekonomik, sosyolojik, politik ve ideolojik koşulları da aleni ya da örtük olarak analizlerine, kritiklerine katmayı ihmal etmemiştir. Rekin Teksoy’un külliyatına, onun sosyalist özünü tespit için baktığınızda; bu toplamın içerisinde kendisini apaçık ele veren toplumcu-gerçekçi motiflerin yanı sıra; taraftarlarının ‘Bilimsel Sosyalizm’ şeklinde isimlendirmeyi tercih ettikleri Marksizmin ‘ekonomik alt yapı, son tahlilde düşünsel üst yapıyı tayin eder’ şeklindeki temel argümanının bir şekilde modifikasyonu olan çeşitli tezahürlerine de, gerek metodolojide ve gerekse de satır aralarına gizlenen tespitlerde rastlamanın mümkün olduğu görülecektir. Bir diğer deyişle Rekin Teksoy, sinemaya dair külliyatını oluştururken, olguları sosyalist bir prizmadan kırarak algılamayı tercih etmiştir (xii).
Bu metin, Rekin Teksoy’un şövalyeliğine dair bir tespitle tamamlanıyor. Decameron çevirisinde yakaladığı olağanüstü başarı, Teksoy’a, İtalya Cumhurbaşkanı Kültür Şövalyesi ünvanının verilmesine neden olmuştu. Böylelikle Rekin Teksoy için şövalyelik, onun kişilik hasletlerinden birisini tasvir ve tarif için kullanılan bir metafor, ya da soyut bir karakter vasfı olmaktan çıkmış, kültür dünyasında kullanabileceği somut bir nişaneye dönüşmüştü. Rekin Teksoy’un kitaplarının yeni baskılar yapmasını ve 600 haftadan daha uzun bir süre devam eden ‘Sinema ve Edebiyat’ kuşağının her bir seansının tekrar ve tekrar gösterilmesi dilerken; onun aziz hatırası önünde de saygıyla eğiliyorum (xiii).
dipnotlar:
Rekin Teksoy’un, beni derinden etkileyerek, bu satırları yazmaya icbar eden kişiliğini, aslında, işte bu nitelemelerin de arasında olduğu şu sözlerle özetlemek mümkündür: o; serbülentti, vakurdu, temkinliydi, beyefendiydi, şövalyeydi, hümanistti ve sosyalistti.
Sosyalist Rekin Teksoy’un en belirgin alâmet-i farikası, hiç kuşku yok ki, Marx ve Engels’in müşterek eseri olan sosyalizmin ‘amentü’sünü, ‘Komünist Manifesto’yu özene bezene dilimize kazandırırken ortaya koyduğu sıra dışı performansı ve Rosa Lüksemburg adlı o küçük ama önemli piyesi yazmasıdır. Teksoy’un sosyalizme olan zihni yatkınlığı, hayatı boyunca yaptığı film eleştirileriyle, sinemaya dair ortaya koyduğu hacimli eserlerinde de kendisini ele vermektedir.
Teksoy, bir filmi ya da yönetmeni değerlendirirken, inceleme nesnesi yaptığı olguyu çevreleyen ekonomik, sosyolojik, politik ve ideolojik koşulları da aleni ya da örtük olarak analizlerine, kritiklerine katmayı ihmal etmemiştir. Rekin Teksoy’un külliyatına, onun sosyalist özünü tespit için baktığınızda; bu toplamın içerisinde kendisini apaçık ele veren toplumcu-gerçekçi motiflerin yanı sıra; taraftarlarının ‘Bilimsel Sosyalizm’ şeklinde isimlendirmeyi tercih ettikleri Marksizmin ‘ekonomik alt yapı, son tahlilde düşünsel üst yapıyı tayin eder’ şeklindeki temel argümanının bir şekilde modifikasyonu olan çeşitli tezahürlerine de, gerek metodolojide ve gerekse de satır aralarına gizlenen tespitlerde rastlamanın mümkün olduğu görülecektir. Bir diğer deyişle Rekin Teksoy, sinemaya dair külliyatını oluştururken, olguları sosyalist bir prizmadan kırarak algılamayı tercih etmiştir (xii).
Bu metin, Rekin Teksoy’un şövalyeliğine dair bir tespitle tamamlanıyor. Decameron çevirisinde yakaladığı olağanüstü başarı, Teksoy’a, İtalya Cumhurbaşkanı Kültür Şövalyesi ünvanının verilmesine neden olmuştu. Böylelikle Rekin Teksoy için şövalyelik, onun kişilik hasletlerinden birisini tasvir ve tarif için kullanılan bir metafor, ya da soyut bir karakter vasfı olmaktan çıkmış, kültür dünyasında kullanabileceği somut bir nişaneye dönüşmüştü. Rekin Teksoy’un kitaplarının yeni baskılar yapmasını ve 600 haftadan daha uzun bir süre devam eden ‘Sinema ve Edebiyat’ kuşağının her bir seansının tekrar ve tekrar gösterilmesi dilerken; onun aziz hatırası önünde de saygıyla eğiliyorum (xiii).
dipnotlar:
(i): İlkin, ‘Bir ‘tarassut köpeği’, ya da ‘watchdog’ misali izliyordum twitter’ı’ şeklinde olan bu ifade, okurun, bu satırların yazarının kurmaya çalıştığı anlam dünyasını, bahse konu kavramları habercilik jargonumuza kazandıran Ertuğrul Özkök’ün evreniyle kısmen de olsa örtüştürebileceği kaygısıyla, değiştirilmiştir.
(ii): Obituary; kamusal bilinirliği olan birisinin ardından yazılmış ayrıntılı post-mortem biyografidir. Anglo-Sakson habercilik geleneğinin ayrılmaz bir parçası olan obituary yazıları, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, mezkûr coğrafyanın yazılı basınında önemlice bir yer işgal eder. Bu alanda uzmanlaşmış yazarlarca kaleme alınan söz konusu metinler, adına nispet edildiği şahıs ölmeden önce büyük ölçüde tamamlanıp, hazırda bekletildiğinden, ihtiyaç olduğunda, dört başı mamur biyografiler olarak çıkarlar ortaya. Batı Medyasının birçok uygulamasının mukalliti olmakta bir beis görmeyen basınımızın, obituary geleneğini ithal etmemiş olmasını ciddi bir eksik olarak görmekteyim.
(iii): Blogumdaki yazılarımı izlemeyi itiyat haline getiren kimi sadık okurumun, ‘senin hangi yazın gayrı-şahsi idi ki zaten?!?’ dediğini duyar gibi oldum. Onlara da ‘eyvallah’ diyorum.
(iv) Rekin Teksoy’un hayatına dair olan derli toplu ve güvenilir bilgi için başvurulabilecek bazı kaynaklar:
(v): Doğan Hızlan'ın yazısı için bknz. http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20686395.asp
Doğan Hızlan demişken, ona dair bir parantez açmaktan da alıkoyamadım kendimi doğrusu.
Hukuk eğitimini yarıda bırakan Doğan Hızlan’ın (1937) ilk yazısı, bundan tam 58 yıl önce, 1954’de yayınlandı. Bahse konu günü, Türk edebiyatı (ve hatta daha ileri ve kuşatıcı bir ifadeyle, kültür ve sanat dairemizin tamamı) adına talihsiz bir dönemeç olarak nitelemenin pekalâ mümkün olduğunu düşünüyorum. Zira; 58 yıldır yazdığı binlerce yazısı ve bunların tertibi ve kompoze edilmesi neticesinde ortaya çıkmış onlarca ‘toplama’ kitabıyla, sadece edebiyat dünyamızı değil, yanı sıra Türkiye Toplumsal Formasyonunun müzik, tiyatro, bale, opera, sinema ve başta resim olmak üzere grafik sanatlar etkinliklerini; bienal, sempozyum ve kültür ve sanat festivalleri gibi kapsamlı organizasyonlarını ‘bir şekilde’ domine etmeyi bilen birkaç toplumsal aktörün hizasına ismini yazdırmayı başaran Hızlan’ın; bütün bu süreçte ortaya koyduğu ‘katkıları’ının ne kadar ‘derde deva ve sadre şifa’, ne ölçüde ‘dişe dokunur’ ve kayda değer olduğu çok tartışmalıdır ve bunun analizi bu dipnotun hudutlarını ziyadesiyle aşar.
Bu kısımda vurgu yapılmasını elzem gördüğüm bir diğer husus; vasatın, sıradanlığın, sathiliğin, sahici olamamanın, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın, yapmacıklığın, orijinal ve telif olmaktan uzak oluşun, aslının soluk ve sevimsiz bir kopyası ve / veya tercümesi olarak faaliyet göstermenin tecessüm etmiş ve ‘papyon takmış’ (burada ne papyona ve ne de papyonlulara dair bir ötekileştirme yapılmamış, sadece, metnin bir argümanının verili hali resmedilmeye çalışılmıştır) timsali olarak, 58 yıldır kültür-sanat-düşünce dairelerimize Batıcı-modern-lâikçi ‘Beyaz Türkler’in zihniyet kodlarını hakim kılmak adına icra-ı sanat eyleyen Doğan Hızlan’a ‘Edebiyat Cumhuriyetimizin Cumhurbaşkanı’ denilmesi, sevimsiz ve sarkastik bir şaka değilse, olsa olsa bilinçleri karartmaya, algıları manüple etmeye yönelik bir subliminal operasyondur.
İnsanın; konuşmalarında üç fikri akıcı ve lezzetli bir edayla arka arkaya sıralayamayan ve yazılarında da, kahir ekseriyeti ‘tercüme’ ve ödünç alınmış olan görüşleri kuru, kopuk kopuk ve sıkıcı bir üslûpla ve eklektik bir tarzda birbirine bitiştirmekle iktifa eden Hızlan’a, toplumumuzun verdiği payeyi görünce; mezkûr şahsın Kadir Gecesi doğduğuna, gökteki bütün yıldızların ve gezegenlerin bu doğum esnasında, ‘yenidoğan’ın işlerinin hayatı boyunca rast gitmesine izin verecek tarzda konumlandığına, ilâveten de, feçesinde sık sık ‘Kaşıkçı Elması’na eşdeğer olan kıymetli taşların bulunduğuna hükmedesi geliyor. Ya da…ya da, bu garabeti; Mahmut Çetin’in ‘Boğaz’daki Aşiret’inde dillendirilen tarzda bir komplo teorisine prim vererek işin içinden sıyrılmak, hem daha kolay, hem de daha eğlenceli olacak galiba.
Doğan Hızlan demişken, ona dair bir parantez açmaktan da alıkoyamadım kendimi doğrusu.
Hukuk eğitimini yarıda bırakan Doğan Hızlan’ın (1937) ilk yazısı, bundan tam 58 yıl önce, 1954’de yayınlandı. Bahse konu günü, Türk edebiyatı (ve hatta daha ileri ve kuşatıcı bir ifadeyle, kültür ve sanat dairemizin tamamı) adına talihsiz bir dönemeç olarak nitelemenin pekalâ mümkün olduğunu düşünüyorum. Zira; 58 yıldır yazdığı binlerce yazısı ve bunların tertibi ve kompoze edilmesi neticesinde ortaya çıkmış onlarca ‘toplama’ kitabıyla, sadece edebiyat dünyamızı değil, yanı sıra Türkiye Toplumsal Formasyonunun müzik, tiyatro, bale, opera, sinema ve başta resim olmak üzere grafik sanatlar etkinliklerini; bienal, sempozyum ve kültür ve sanat festivalleri gibi kapsamlı organizasyonlarını ‘bir şekilde’ domine etmeyi bilen birkaç toplumsal aktörün hizasına ismini yazdırmayı başaran Hızlan’ın; bütün bu süreçte ortaya koyduğu ‘katkıları’ının ne kadar ‘derde deva ve sadre şifa’, ne ölçüde ‘dişe dokunur’ ve kayda değer olduğu çok tartışmalıdır ve bunun analizi bu dipnotun hudutlarını ziyadesiyle aşar.
Bu kısımda vurgu yapılmasını elzem gördüğüm bir diğer husus; vasatın, sıradanlığın, sathiliğin, sahici olamamanın, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın, yapmacıklığın, orijinal ve telif olmaktan uzak oluşun, aslının soluk ve sevimsiz bir kopyası ve / veya tercümesi olarak faaliyet göstermenin tecessüm etmiş ve ‘papyon takmış’ (burada ne papyona ve ne de papyonlulara dair bir ötekileştirme yapılmamış, sadece, metnin bir argümanının verili hali resmedilmeye çalışılmıştır) timsali olarak, 58 yıldır kültür-sanat-düşünce dairelerimize Batıcı-modern-lâikçi ‘Beyaz Türkler’in zihniyet kodlarını hakim kılmak adına icra-ı sanat eyleyen Doğan Hızlan’a ‘Edebiyat Cumhuriyetimizin Cumhurbaşkanı’ denilmesi, sevimsiz ve sarkastik bir şaka değilse, olsa olsa bilinçleri karartmaya, algıları manüple etmeye yönelik bir subliminal operasyondur.
İnsanın; konuşmalarında üç fikri akıcı ve lezzetli bir edayla arka arkaya sıralayamayan ve yazılarında da, kahir ekseriyeti ‘tercüme’ ve ödünç alınmış olan görüşleri kuru, kopuk kopuk ve sıkıcı bir üslûpla ve eklektik bir tarzda birbirine bitiştirmekle iktifa eden Hızlan’a, toplumumuzun verdiği payeyi görünce; mezkûr şahsın Kadir Gecesi doğduğuna, gökteki bütün yıldızların ve gezegenlerin bu doğum esnasında, ‘yenidoğan’ın işlerinin hayatı boyunca rast gitmesine izin verecek tarzda konumlandığına, ilâveten de, feçesinde sık sık ‘Kaşıkçı Elması’na eşdeğer olan kıymetli taşların bulunduğuna hükmedesi geliyor. Ya da…ya da, bu garabeti; Mahmut Çetin’in ‘Boğaz’daki Aşiret’inde dillendirilen tarzda bir komplo teorisine prim vererek işin içinden sıyrılmak, hem daha kolay, hem de daha eğlenceli olacak galiba.
(vi): Yukarıdaki metin ilk kez 38 ay önce, 30 Mayıs 2012'de yayınlanmıştı.
(vii): Eğitimci, şair, yayıncı, ansiklopedici Ramazan Gökalp Arkın (1914 – 2011) için bakınız.
http://www.dunya.com/ramazan-gokalp-arkin...-112663yy.htm
(vii): Eğitimci, şair, yayıncı, ansiklopedici Ramazan Gökalp Arkın (1914 – 2011) için bakınız.
http://www.dunya.com/ramazan-gokalp-arkin...-112663yy.htm
(viii): türsak (Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı)’ın düzenlediği geleneksel sinema kültürü seminerlerinin 11 Eylül 2004 - 15 Ocak 2005 döneminde gerçekleştirilen yirmibeşincisinde, Rekin Teksoy’dan 'Dünya Sinema Tarihine Genel Bakış' dersi almıştm.
(ix): Teksoy’un Rosa Lüksemburg isimli oyunu Küçük Sahne’de başarıyla ve uzun süre sahnelenmişti.
(x): ‘Nomen est omen’, yani ‘adımız karakterimizdir’ Latince mottosunda özetlenen bu anlayış; çocuklara, onların karakterlerine dair ciddi ipucu oluşana değin isim verilmemesini, isim verildiğinde de, bunun, çocuğun yapıp ettikleriyle uyumlu olmasına özen göstererek gerçekleştirilmesi gerektiğini kapsayan çok boyutlu ve derinlikli bir varlık ve evren telâkkisiyle; birbirini bütünleyen ve biri olmaksızın diğeri de eksik olan, ya da hiç var olamayacak olan fizik – metafizik düalitesinin bileşenleri olduğu çok katmanlı bir kozmolojiye nispet eder.
(xi): Rekin Teksoy’un isminin menşeiyle ilgili olarak ilk ağızdan bilgi için http://birdirbir.org/kara-tren-rekin-teksoy-1928-2012/
(xii): Rekin Teksoy’un, katıldığım tespitleri kadar, katılmadığım yaklaşımları da vardır. Meselâ, onun, ideolojik ve estetik açıdan yargılayarak itici bulduğunu beyan ettiği Andrei Tarkovsky ve Zeki Demirkubuz gibi bazı yönetmenleri; bunların filmatografilerinin barındırdığı metafizik gerilimler ve fizik ötesi unsurları da içeren kompleks atmosferleri yüzünden, çok beğenirim.
(xiii): Bu yazıyı paylaştıktan sonra okuduğum, ortak yaşanmışlıklara dayanan çok samimi iki metin için bknz.
*** http://www.stargazete.com/yazar/alin-tasciyan/rekin-teksoy-a-veda-haber-443132.htm
*** http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1261404460&news_code=1338721011&year=2012&month=06&day=03#.T9me8Rd15Xs
(xiii): Bu yazıyı paylaştıktan sonra okuduğum, ortak yaşanmışlıklara dayanan çok samimi iki metin için bknz.
*** http://www.stargazete.com/yazar/alin-tasciyan/rekin-teksoy-a-veda-haber-443132.htm
*** http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1261404460&news_code=1338721011&year=2012&month=06&day=03#.T9me8Rd15Xs
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder