8 Nisan 2013 günü, Margaret Hilda Thatcher'in ölümü üzerine yazdığım aşağıdaki blogu (isteyen bir obituary olarak da okuyabilir), o günden kabaca 11.5 yıl sonra bugün, yeniden blogumun başına taşıyorum. Bunun nedeni,
3,800 kelimelik bu yazıdan, 550 kelimelik güncellenmiş bir özet çıkarıp, TRT Radyo 1 için bu hafta hazırladığım içeriğe dahil etmemdir.
'Birleşik
Krallık’ın eski başbakanlarından Margaret Hilda Thatcher (13 Ekim 1925 – 8
Nisan 2013) 96 yıl önce 13 Ekim'de doğmuştu.
Thatcher’ın, kapitalizmin merkez üssündeki bu popülaritesi ve kredibilitesi; Holywood’un düşük kırattaki ‘ex-artis’lerinden oluşuyla, ve ama en çok da (aynen Thatcher gibi) azılı bir emek, emekçi, sosyal politikalar ve sosyalizm düşmanı olmak gibi insanlığın önemlice bir kısmı tarafından lânetli addedilecek mümeyyiz vasıflarla sivrilen, özünde ise süzme bir salak ve gerçek bir embesil olan Başkan Ronald Reagan’ın şahsını, onun etrafındaki akıl hocalarını ve en temelde de dünyayı yöneten o ‘çelik çekirdek’i, yani ‘derin Amerikan aklı’nı çelmesinin doğal bir sonucuydu. Thatcherizme müteakip tarih sahnesine çıkan ‘Reaganizm’ denilen ‘kapitalist restorasyon projesi’ işte bu aktüel uğrağın ve bu fikri ve ideolojik gereklilik ve sürekliliğin eseridir.
Bu bahsi, ‘Thatcherizm & Reaganizm kutsal ittifakı’nın sicilindeki bir diğer kriminal unsuru hatırlatarak; Irak’ın, İran’a karşı kimyasal ve biyolojik kitle imha silahları kullanmasını kınamaya ve bu silahların yeniden kullanmasını da önlemeye yönelik bir BM kararı çıkarmaya çalışan ülkeleri, Mart 1986’da, ABD ve İngiltere’nin birlikte engelledikleri bilgisini paylaşarak kapatmış olayım.
Chicago
Boys ve Milton Friedman’ın sadık talebesi; refah devletinin ve refah toplumunun
mezar kazıcısı; egemenlerin, muktedirlerin, zenginlerin ve müstekbirlerin
‘Demir Leydi’si; faşist ve ırkçı olmanın tecessüm etmiş,
bedenlenmiş müstesna hali ve ontolojik kipi; bebe
sütü gasıbı; emekçi ve yoksul dayanışmasının ve örgütlülüğünün terminatörü;
ezilenlerin, göçmenlerin ve mâdûnların vampirellası; barış alerjisiyle malûl
bir savaş kışkırtıcısı; Scot Komisyonunca tescillenmiş bir savaş suçlusu; sigara
taciri; emekçi ve yoksullara karşı beslediği düşmanlığının, mütedeyyinlerin, İblis’in (Satan) iyiliğe
duyduğuna inandıkları kin ve nefretinin fersah fersah ötesine geçtiği izlemini
uyandırmış modern bir tekebbür ve post-modern bir gaddarlık tanrıçası; femme fatale
ağızlı ve de şer ve şeamet bakışlı; sınıf atlama mütehassısı ve müptelâsı çakma
barones Thatcher epeydir değil fiziken bizlerle. Ama onun insanlık ve tabiat ve Dünya düşmanı zehirli fikirleri maalesef halefleri Boris Jhonson, Donald Trump, Jair Bolsonaro, Narendra Modi ve Viktor Orban gibi diğer 'insan görünümlü çok hücreli organizmalar'ın söylem ve eylemlerinde aramızdalar ve şu veya bu şekilde muktedirler ne yazık ki!
Önemli
olgu, olay ve süreçleri tarihsel bağlamları içerisinde değerlendirirken
kullandığımız kimi multi-potansiyel kavramların yardımıyla mercek altına
aldığımız problematiği kuşatmaya çalıştığımızda, Thatcher’ın; ‘insanlık’
diye tasvir edilen o amorf, kaleydoskopik ve cazip kategoriyle; ‘medeniyet’
denilen o efsunlu, kompleks ve çok katmanlı entitenin başına 20. asırda tebelleş
olan en püsküllü belâlardan birisi olduğunu teslim etmemiz
işten bile değildir.
Müptezel
bulvar basınının, onu sevimli göstermek adına, yakıştırdığı mahlâsla ‘Maggie’; muktedirlerin
ve sevenlerinin tercih ettikleri, kendisinin de favorisi olan hitapla ‘Demir
Leydi’; kökten düşmanı olduğu ezilenlerin, mazlumların ve mâdûnların jargonuyla
ise ‘süt hırsızı’ olan Thatcher; bu satırların yazarının aynı safta durmayı tercih
ettiği emek güçlerinin prizmasından kırılarak göründüğü haliyle, izânı, insafı
ve vicdanı olan herkesin ‘keşke hiç doğmasaymış bu döl israfı, çok daha iyi olurmuş’ parantezinde
değerlendirmeleri icab eden lânetli bir tarihsel figürdür.
Thatcher: Vahşi kapitalizm için
kullanışlı bir stepne, faydalı bir imkân uzayı
Thatcher’ın
bütün bir kariyeri boyunca dillendirdiği muhafazakâr, kökten piyasacı ve vahşi
kapitalist retorikleriyle, bunlara dair pratikleri; girdiği devrevi krizlerden giderek
daha zor çıkabilen küresel kapitalizmin ontik problematiklerine, yapısal ve
radikal bağlamda olmasa bile, konjonktürel ve aktüel manada cevap verdiğinden,
sistemin sinir merkezleri ve karar alma mekanizmalarınca faydalı ve kullanışlı
bulunmuş, el üstünde tutulmuştur.
İşte bu
yüzden, Demir Leydi’nin eyledikleri ve söyledikleri, vahşi liberalizmin organik
‘akıl danelerince’ (burada, metne muhatap okurun kolaylıkla anlayabileceği
nedenler yüzünden, ‘kanaat önderi’, ‘aydın’, ‘entelektüel’, ‘münevver’ gibi
kavramların tasarruf edilmesinden imtina edilmiştir) ‘Thatcherizm’ ismi altında
allanıp, pullanıp modellenmiş ve yaklaşık olarak da son 35 yıldır küre-i arz’ın
her coğrafyasındaki devrevi krizde emisyona sokulmuş ya da sokulmaya çalışılmıştır.
Kapitalizmin;
adeta ‘farz-ı ayn’ı mertebesindeki hakikatlerinden olan devrevi krizlerine
cevaben istihsal ettiği Thatcherizm ile; pazar ekonomisinin en denetimsiz, en emek - insan - çevre düşmanı, en saldırgan fraksiyonu olan Chicago Boys’un ‘peygamber’i Milton Friedman’ın
monetarist (parasalcı) ve neo-liberal politikalarını uyguladığı, bu suretle de,
çöküşünü önleyen bir çeşit ‘hayat öpücüğü’ elde ettiği inkârı gayr-ı kâbil bir
tarihsel vakıadır.
Öte
yandan, idrak etmekte olduğumuz şu aktüel momentte de, kökleri kabaca 50 yıl
öncesine kadar inen Thatcher fikriyatının raf ömrünün dolduğuna, dolayısıyla da,
alternatif bir kuvvet, meselâ, küresel emek güçleri tarafından tedavülden
kaldırılacağına dair emareler, ne yazık ki henüz yeterince güçlü değillerdir.
Bir diğer deyişle Thatcherizmin, vahşi kapitalizme bir müddet daha stepnelik edeceğini,
ona yeni sömürü ve talan alanları açacak faydalı ve kullanışlı bir ‘imkân
uzayı’ olmaya devam edeceğini öngörebiliriz.
1980’den beri dünyayı tehdit eden
pandemik virüsler: Thatcherizm, Reaganizm ve Washinton Konsensüsü
Thatcher’ın,
bütün donanımı, şeytani zekâsı ve doyurulması gayr-ı kâbil hırsıyla odaklandığı
o meş’um vazifelerinde, yâni; yoksulların ve mazlumların ezilmesi ve, kabaca 10,000
yıllık bir sınıflı toplumlar tarihi boyunca verilen zorlu mücadeleler
neticesinde emekçilerin müktesebatlarına ekledikleri o mütevazı ekonomik ve
sosyal haklarının gasp edilmesinde ‘üstün muvaffakıyetler’ elde etmesi, onun, dünya
kapitalizminin ‘amiral gemisi’ olan ABD’nin yönetici eliti / bloku nezdinde de popüler
olmasına ve başarılı addedilmesine neden olmuştur.
Thatcher’ın, kapitalizmin merkez üssündeki bu popülaritesi ve kredibilitesi; Holywood’un düşük kırattaki ‘ex-artis’lerinden oluşuyla, ve ama en çok da (aynen Thatcher gibi) azılı bir emek, emekçi, sosyal politikalar ve sosyalizm düşmanı olmak gibi insanlığın önemlice bir kısmı tarafından lânetli addedilecek mümeyyiz vasıflarla sivrilen, özünde ise süzme bir salak ve gerçek bir embesil olan Başkan Ronald Reagan’ın şahsını, onun etrafındaki akıl hocalarını ve en temelde de dünyayı yöneten o ‘çelik çekirdek’i, yani ‘derin Amerikan aklı’nı çelmesinin doğal bir sonucuydu. Thatcherizme müteakip tarih sahnesine çıkan ‘Reaganizm’ denilen ‘kapitalist restorasyon projesi’ işte bu aktüel uğrağın ve bu fikri ve ideolojik gereklilik ve sürekliliğin eseridir.
Reaganizm
ismi altında uygulanan ve pazarlanan mezkûr ideolojik - sosyopolitik - militarist
projeyi Thacherizmle akraba kılan ve Reagan’la Thatcher’ın da ruh ikizi ve
‘kanki’ şeklinde algılanmasına yol açan sosyolojik prizmaların odak noktasında,
dünyanın eski efendisi olan Birleşik Krallık’tan, eski bir dominyonuna ve ‘kürre-i arzın yeni efendi’sine, yani ABD’ye
gerçekleşen işte bu müktesebat aktarımı yatmaktaydı.
Epidemiyoloji’yle
pandemi’nin sosyal politikalar sahasına haritalanmasının stereotipik ve
karakteristik numuneleri olarak da okunabilecek olan Thatcherizm ve Reaganizmle
(T&R), esasen bunlardan farklı bir şey olmayan ‘Washington Consensus’ünün, son 50 yıldır milyarlarca emekçi, yoksul ve işsiz üzerindeki virütik tesirleri
hakkında devasa bir muhalif literatür mevcuttur.
Bu metin,
kapitalist krizden çıkış yolu olarak dünya halklarına dayatılan Thatcherizm ve
Reaganizmin (T&R) (Washington Consensus), müstakil bir yazının mimarisi
içinde ayrıntılı, analitik ve tarihsel perspektif çerçevesinde mercek altına
alınmayı hak ettiği gerçeğini teslim ederken, burada, onları sadece ana
konturlarıyla ele almakla yetinecek, bu arada da, bir tenkit yazısının esasen
sonunda dillendirilmesi adetten olan bir hüküm cümlesini, bir final argümanını,
tespitlerinin tam da burasında, bir diğer deyişle, 'kitabın ortasında' serdetmekte bir mahzur görmeyecektir:
İnsanlık ve adalet adına
sevinerek müşahade edilmiştir ki, Thacher’in ölümü, yeryüzünün bütün
coğrafyalarında yaşayan emekçi, yoksul, işsiz ve ezilen kitleler arasında kayda
değer bir memnuniyet ve saadet dalgasıyla karşılanmıştır.
Bazılarına
acımasız ve sert gelebilecek olan ve yine kimi okurunun zihninde de ‘ölenin
ardından böyle konuşmak yakışık alır mı, bu caiz midir?’ istifhamlarını
doğurtan bir ebe vazifesini ifâ edebilecek yukarıdaki hükmümün altını,
Magaret Thacher’ın hayatının kimi önemli olaylarını ve dönemeçlerini hatırlatacağım aşağıdaki satırlarla doldurmaya çalışacağım.
'Margaret Thatcher, Milk Snatcher’ın
önlenemeyen yükselişi
Birleşik Krallık’ın küçük bir kasabasında, Lincolnshire’a bağlı
Grantham’da doğan Thatcher’ın babası yerel düzeyde siyasetle uğraşan bir
bakkaldı. Tarihin kaydettiği en kudretli kadınlardan olan ve ailevi olarak
mütevazı bir geçmişe sahip olmasıyla barışık yaşayan Angela Merkel’ın aksine,
Thatcher; hayatı boyunca bir küçük esnaf ailesinden gelmiş olmanın manevi
ezikliğini taşıdı. Politika kariyerinde yükseldikçe, ‘Demir Leydi’ için, ‘seçkin
ve soylu bir geçmiş inşa etme’ adeta yakıcı bir zaruret
ve kutsal bir misyon halini alıyordu.
1970 – 1974
periyodunda, Edward Heath kabinesinde Eğitim ve Bilim Bakanı olan Thatcher, böylelikle, emekçiler ve yoksullar aleyhine
olan tahayyül ve projelerini realize etme fırsatını da yakalamış oldu. İlk
icraatlarından birisi, ilkokullarda, yaşları 7 ile11 arasında olan çocuklara bedava
süt dağıtma projesini iptal etmek oldu. Aslında o, anaokullarındaki süt
dağıtımına da son vermek istemiş, ancak, Muhafazakâr Partinin kurmayları, ‘bu
düzeydeki bir sosyal politika karşıtlığı bizim için bile aşırı insafsız olur’ diyerek
onu frenlemişlerdi. Frenlenmişti frenlenmesine, ama, bu kadarıyla bile artık
o, emekçilerin nazarında, sonsuza kadar ‘Thatcher Thatcher, milk snatcher = süt
hırsızı Thatcher’ idi.
Öte yandan, Thatcher’ın, hayat mücadelesinde yoksul
çocukların önlerini kesme gayreti, onların sütlerini çalmasıyla sınırlı
kalmayacak, bunu, okul ve kütüphane ücretlerine yapılan yüklü zamlara izin
veren politik icraatı izleyecekti.
Bakın da
hele şu konuşana!
Her fırsatta yoksul, emekçi ve
işsizlerin sosyal haklarını tırpanlayan Thatcher’ın, 19 Ocak 1976’da yaptığı ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği’ne dair çok ağır ve haksız ithamlar içeren konuşmasında dile getirdiği
iddiaları, ‘süt hırsızı’nın mesleki deontolojisini ve kişisel ahlâk kalitesini
ayan beyan ortaya serecek netlikte ve niteliktedir. İlkokula yeni başlamış, yani,
6 yaşını henüz doldurmuş bebelerin sütünü çalan, yoksulların devam ettiği
okulların ve kütüphanelerin ücretlerine amansız zamlar yapan bu vahşi piyasacı,
bu zalim gâsıp, o mezkûr konuşmasında, bakın bir de utanmadan SSCB’ye nasıl sosyal
politika dersi vermeye kalkmış:
‘Sovyet politbürosundaki adamlar, kamuoyunun
ne düşündüğüyle ilgilenmek zorunda değil. Silahları tereyağının önüne
koyuyorlar, bizse hemen her şeyi silahların önüne koyuyoruz.’
Bütün hayatı boyunca yoksulların,
işsizlerin, emekçilerin sofrasındaki lokmasına göz dikmeyi temel varoluş biçimi
ve politika tarzı bilen bu ‘süt gasıbı’nın, SSCB'deki insanların tereyağsız kalmasından dolayı
duyduğu ‘üzüntü’yü deklare edişine ‘timsah göz yaşları’ diyecek olsak, emin
olun bu durumda timsahlara haksızlık etmiş sayılırız. Durum o derecede absürttür
anlayacağınız. Militarizm ekseninde uluslar arası politika yürüten ve esas
olarak da askeri müeyyidelere abanarak küresel hegemonya peşinde koşan bir
emperyalist bezirgânın, SSCB’yi silâhlanmakla suçlamasındaki sakilliğe ise,
sadece işaret edip geçmenin, bu ithamın müellifinin maskesini indirmeye yeterli
olacağını düşünüyorum.
Demir
Leydi (Iron Lady) lâkabı nasıl doğdu?
‘Yeterince
tereyağı yiyemiyorlar’ diyerek adeta şekvacı olup, Sovyet halklarının
avukatlığına soyunmakta beis görmeyen, bu suretle de muhatabına ‘zırva tevil
götürmez!’ dedirtecek denli saçmalamanın dibine vuran süt gâsıbını, lâyık
olduğu veçhile cevaplandırma işini yüzbaşı Yuri Gavrilov üstlenmişti. SSCB Savunma
Bakanlığı resmi yayın organı Kızıl Yıldız
Gazetesinde yazdığı, sonradan çok meşhur olan, mezkûr makalesinde Gavrilov, Thatcher’a
esaslı bir şekilde ağzının payını verirken, ona ‘Demir Madam’ şeklinde hitap
etmişti.
Sunday Times’ın yazı işleri, bu makaleye dair olan haberinde,
bahse konu hitabı, daha zarif olduğuna inanmış olacaklar ki, ‘Demir Leydi’
olarak çevirmeyi tercih ettiğinde, uluslar arası politika literatürünün en
popüler lâkaplarından birisinin de vaftiz babası olacağını kuşkusuz kestiremezdi.
Bu lâkap, onu repertuarına katan Moskova Radyosu tarafından da yoğun bir
şekilde tedavüle sokulunca, mezkûr mahlâsın Thatcher’a yapışıp kalması adeta
kaçınılmaz olmuştu.
Thatcher zihniyetinden bir adım ötesi: Anglo-Sakson faşizmi
ve ırkçılığı!
Thatcher’ı
‘özgürlükçü’ bir lider olarak sunmaya cür’et edebilecek izansızlara karşı
geliştirilebilecek en özlü ve manalı itirazî duruş; onun 1950 – 2000 döneminde,
özellikle de bu periyodun 1975 ve sonrasına denk düşen kısmında yapıp
ettiklerini hatırlatmak olacaktır. Bunlar, Thatcher’ın benliğinde yuvalanmış
olan ‘faşist çekirdeği’ ve politik kimliğinin dna’larına işlemiş olan ırkçı
yönelimleri cömertçe ele veren ipuçlarıdır.
Muhafazakâr Parti
başkanlığına geldikten sonra (Şubat 1975), selefi Edward Heath’in izlediği yoldan
tedricen ayrılan Demir Leydi’nin, İngiltere hükümetinin İskoçya’da uyguladığı adem-i merkeziyetçi
politikayı terk edişi de bu
fasilede, yani faşizm ve ırkçılık parantezinde, değerlendirilebilecek bir
siyasadır. Thatcher’ın, dış politikadaki bu ‘makas değişikliği’ sırasında sarf
ettiği ‘insanlar bu ülkenin başka bir kültürün insanları tarafından işgal
edileceğinden ciddi endişe duyuyor’ ifadesi, aşırı milliyetçilerden sağlanan geçişlerle partisinin
oylarını ciddi olarak arttıran bir süreci tetiklerken; bir taraftan da, Birleşik
Krallık’ın faşist ve ırkçılarıyla (The National Front, NF) Thatcherizm arasındaki
mesafenin, sağduyulu herkesi endişeye sevk edecek denli kısa olduğunu kanıtlıyordu.
Thatcher’ın
faşizmle olan akrabalığı, IRA ile yapılan görüşmeleri ‘suç suçtur, siyaset değil’
diyerek dinamitleyip, çok sayıda IRA militanın, giriştikleri açlık grevlerinde,
ölmesine neden olduğu İrlanda politikasıyla da tescillenmiş oldu.
Irkçılık, hiç
kuşku yok ki, faşizmin ruh ikizi ve ayrılmaz ekürisidir ve kökten kankisidir. Bu bakımdan da, Thatcher’ın
uygulamalarının, ‘faşizm = ırkçılık’ denklemini
doğrulamasına (sağlamasına) şaşmamak gerekir. Politik hayatı boyunca,
Filistin’in haklı davası karşısında aldığı tutum ve ama en çok da Güney
Afrika’da uygulanan apartheit rejimine verdiği pervasız destek, süt gasıbının
sicilinin ırkçı & faşist veçhelerinin önemli bileşenlerindendir. Bütün dünyanın
Güney Afrika’ya yaptırım uyguladığı 1980’ler boyunca, Demir Leydi ve cürümdaşı ve fikirdaşi Reagan’ın
apartheit’a arka çıkmaları, ırkçı rejimin yıkılmasını geciktirmiş, bu ise, çok
sayıda insanın ölmesine, yaralanmasına ve işkence görmesine yol açmıştır.
‘Thatcher ve Reagan Güney Afrika’da insanlık suçu işlemiştir’ argümanını aşırı
yorum olarak niteleyen meseleye vakıf okurun, en azından ‘bu cürüm ekürisi,
T&R, apartheit rejiminin işlediği insanlık suçuna iştirak etmiştir’
tespitine itiraz etmeyeceğini ve ona hayırhah yaklaşacağını düşünüyorum.
Anti-komünist, ABD yancısı ve emperyalist bir siyasal figürdü
Ülke içinde emek,
emekçi, sosyal politikalar ve sosyalizm düşmanlığında sınır tanımayan ‘süt
gasıbı’nın, uluslar arası arenada ise SSCB’yi ve sosyalist sistemi çökertmek
için canını dişine takması son derece beklenir bir durumdu; nitekim,
Thatcher’ın kariyeri boyunca yaptığı tam da buydu.
Sovyetler
Birliği’nin 1991’deki çöküşünde (‘reel sosyalizm’ demeyi tercih ettiğimiz
sosyalist uygulamalardan kaynaklanan içsel dinamiklerin tayin edici rolünü
analiz etmek bahs-i diğer olduğundan bir kenara bırakıldığında), süreci domine
eden dışsal dinamiklerin başında, hiç kuşkusuz, SSCB’nin yeryüzünden kazınması
için kutsal ittifak kurarak adeta ‘post-modern (ahir diye de okunabilir) zamanların
Haçlı Seferi’ni düzenleyen Reagan & Thatcher (yoksa Reaganizm – Thatcherizm
mi demeliydik?) birlikteliğinin domine edici faktör olduğu söylenebilir.
Süt gasıbının,
Sovyetler Birliği ile giriştiği ve dünyanın çehresinin değişmesine yol açan o
iddialı bilek güreşinin yanı sıra, jeo-politik arenada sergilediği birçok lokal
‘satranç hamlesi’ daha vardır. Yeri gelmişken, bunlardan, zihinlerde en çok yer
edinen bazılarına, o da ana konturlarıyla olmak kaydıyla, değineceğim.
Dünyanın neredeyse her coğrafyasında savaş ve insanlık suçu
işledi
Arjantin’in hak
iddia ettiği Falkland (Malvinas) adaları için bu ülkeyle giriştiği savaş (Nisan
– Haziran 1982), Thatcher’ın, seçmeninin gözünü boyayarak iç politikada
yaşadığı sıkıntıları aşmaya yönelik olan emperyalist bir atraksiyondu. Kuveyt’i
işgal eden Saddam Hüseyin’e karşı ABD’yi savaşmaya zorlaması ve kışkırtması; sonunda
da başkan (baba) Bush’u bu operasyona ‘ikna etmesi’, Demir Leydi’nin
emperyalist sicilindeki en dominant savaş ve insanlık suçlarından birisi, belki
de birincisidir.
Thatcher’in
işlediği diğer bir önemli savaş ve insanlık suçu da, İran - Irak savaşında üstlendiği merkezi roldür. 1996'da
gerçekleştirilen Scott soruşturmasının ayrıntılı olarak ortaya çıkardığı üzere,
Demir Leydi, Molla Humeyni rejiminin devrilmesi için, Saddam Hüseyin’i İran
İslâm Cumhuriyeti’ne saldırtan ABD - Birleşik Krallık - Fransa ittifakının en
aktif unsurlarından olmakla yetinmemiş; aynı zamanda da, el altından, yüksek
teknolojili silah ve mühimmat da satmıştır. Bunların arasında, biyolojik ve
kimyasal silah üretiminde kullanılan külliyetli miktarda ham maddenin de oluşu,
Saddam’ın kimyasal kitle imha silahlarıyla katlettiği çok sayıda insanın kanının süt
gasıbı’nın ellerine de bulaştığı anlamına gelmektedir.
Bu bahsi, ‘Thatcherizm & Reaganizm kutsal ittifakı’nın sicilindeki bir diğer kriminal unsuru hatırlatarak; Irak’ın, İran’a karşı kimyasal ve biyolojik kitle imha silahları kullanmasını kınamaya ve bu silahların yeniden kullanmasını da önlemeye yönelik bir BM kararı çıkarmaya çalışan ülkeleri, Mart 1986’da, ABD ve İngiltere’nin birlikte engelledikleri bilgisini paylaşarak kapatmış olayım.
Politikacılığında ölüm saçan Çakma barones,
Ex-politikacılığında ölüm sattı
Thatcher, uzun
süredir peşinde koştuğu, elde edebilmek adına da adeta bütün kanalları ve baskı
lobilerini kullandığı barones ünvanına 1992’de
nihayet kavuşmuştu. Bu, ona Lordlar Kamarası kapısını açmış, aynı zamanda da, çocukluğundan
beri hayalini kurduğu şeyi, kendisine ‘aristokrat bir geçmiş’ yaratma projesini
realize etmesini sağlamıştı. Aynaya baktığında Thatcher’ın gördüğü, ömrü
boyunca ruhunu örseleyen o ‘mütevazı bir bakkalın başarılı olmuş taşralı kızının
hırslı çehresi’ değil, çakma da olsa, artık, bir ‘barones’in görüntüsüydü.
İngiltere’nin önemli bir zenginliğiyle evlenerek maddi manada
sınıf atlayan Thatcher, uzun uğraşılarının sonunda, işin eksik kalan manevi
yanını da tamamlamış, kendisini ‘asilzade (zadegân, arsitokrasi)’ sınıfına
dahil ettirmeyi başararak, özlemini çekmiş olduğu sınıf atlama operasyonunu
başarıyla sonlandırmış oluyordu.
Aristokrasiye dahil olduğu 1992 Thatcher için gerçekten
‘bereketli’ olmuştu. Tütün endüstrisi devi ve küresel ölçekte alanının en çok
tepki çeken firması olan Philip Morris, ‘Barones’e reddedemeyeceği bir teklif
sunmuştu: Çakma barones, buna göre, sınırsız temsil ve ikram masraflarının yanı
sıra, 250,000 $ yıllık ücret ve adına kurulmuş vakfa da yine 250,000 $’lık bir yıllık
bağış alacaktı. Teklifi kabul eden ‘Barones’, artık tütün devinin küresel
jeopolitik danışmanıydı.
Silahla öldüremesem de, ne
gam; ben de sigara ile öldürürüm!
Politik kariyeri sırasında, eli kanlı diktatörlere kitle imha
silahları satarak, onların katliamlarına ortak olmakta bir beis görmeyen;
bebelerin sütünü gasp etmeyi marifet bilen; başta madenciler olmak üzere,
emekçilerin hayatını cehenneme çevirmekten (bu satırların yazarının da arasında
olduğu çok sayıdaki muarızında) adeta orgazmik zevkler aldığı algısını
oluşturan ‘Demir Leydi’nin; belki mesleki deformasyon yüzünden, belki doğuştan
gelen ve genetik malzeme üzerinden tevarüs edilen karakter özelliklerinin icbar
etmesiyle, belki de bunların kombinasyonunun sonucunda, insanlara zarar vermek
gibi manidar bir tiryakiliği temellük ettiğini söylemek mantık ve vicdan
hudutları içerisinde kalan bir iddiadır bana kalırsa.
İngiltere’nin gelmiş geçmiş en zengin politikacılarından olan,
bu yüzden de, aktif politikayı bıraktığında, para kazanma temelli mesai
harcamaya zerrece ihtiyacı olmayan; sırf bir meşgale olsun saikiyle çalışacaksa
da, tercihini; üniversitelerden, stk’lardan, vakıflardan ve şirketlerden gelen çok
sayıdaki cazip tekliften toplumsal yararı en fazla olanının lehinde kullanarak
yapması beklenen bir ex-prime minister ‘ın, adeta başka alternatifi
yokmuşçasına, başta birçok kanser türü olmak üzere, kalp-damar hastalıkları da dahil,
çok sayıda hayati sistemik rahatsızlığı tetiklediği ve geliştirdiği artık ilmen kanıtlanmış olan sigara endüstrisinin en
saldırgan firmasına stratejik ve jeo-politik destek vermeyi içine sindirmiş
olması başka nasıl açıklanabilir ki?
Yandaşları, yağcıları ve yancıları 40 değil, 40,000 dereden
su getirmiş olsalar bile; İngiltere’nin zengin iş adamlarından Denis Thatcher’la 1951’de evlenip, hayatının geri kalan 62
yılında maddi anlamda çok rahat bir yaşam süren, politik hayatı boyunca bir gün bile olsa, meslektaşlarının yaşadığı
zahmetlerle tanışmayan, hele de, seçim kampanyaları için hayati öneme sahip
olan o zorlu fon oluşturma gailelerinden bütünüyle azade bir siyasal kariyer
sahibi olan Thatcher’ın, kendisine yapılan onca teklif arasında, niçin o tütün
devinin teklifini kabul ettiğinin vicdanlı, sağduyulu ve insaflı bir izahatını
yapabilemezler.
Refah devletinin ve refah toplumunun katiliydi:
Margaret Thatcher’a yöneltilen
ciddi ve önemli eleştirilerin başında, hiç şüphesiz, onun refah devletini ve
refah toplumunu katletmiş olması gelir.
‘Bebe sütü gasıbı’nın adeta
mottosu haline gelen, önümüzdeki uzunca bir süreçte de, Thatcher dendiğinde,
insanlığın ortak hafızasından gün ışığına ilk çıkıverecek olan o meşum ‘toplum diye bir şey yoktur’ iddiası,
Demir Leydi’nin refah toplumu ve refah devletine duyduğu nefret ve kinin
embriyolojik ipuçlarını içerirken; yanı sıra da, Thatcherizm & Reaganizmin
extresi, hülasası gibidir adeta.
Douglas Keay'ın kendisiyle Woman's Own dergisi için yaptığı ve Eylül 1987’de kamuoyuna mal olan mülâkatta
dillendirdiği şu paragraf, bir taraftan yukarıdaki mottoyu açımlarken, yanı
sıra da, Thatcher’in cürümlere gebe tahayyül ve tasavvur dünyalarının bütün
kilit kavramlarını ele veren bir ‘101 Thatcher’ dersi gibidir adeta:
‘Çoğu kişinin bir
sorunla karşılaştığında hükümetin bunu çözmesi gerektiğini düşündüğü bir
devirdeyiz bence. "Bir sorunum var, yardım almalıyım" veya
"Evsizim, hükümet bana ev versin" diyerek kişisel sorunlarını topluma
mâl ediyorlar. Biliyor musunuz toplum diye bir şey yoktur aslında. Erkek ve
kadın bireyler ve aileler vardır. Hiçbir hükümet bireyler olmadan bir şey
yapamaz. Bu sebepten insanlar önce kendi başlarının çaresine bakmalıdır’
Yönetenler ve yönetilenler, muktedirler ve
mâdûnlar, ezenler ve ezilenler arasındaki ilk demokratik mukavelelerden olan
Magna Carta’nın kabul edildiği 1215’den beri egemenler ve varsıllar bu denli
pervasız, saldırgan, terbiyesiz ve
vicdansız ol(a)mamışlar; yoksul, emekçi ve işsizlere bu denli düşmanca ve
insafsızca tecavüz etmeye kalkışmamışlardı.
Thatcher’ın, başta madenci grevleri olmak üzere,
emekçilerin örgütlü mücadelesine ve kazanılmış haklarına karşı yürüttüğü bütün
o edepsizce ve canavarca crusade’in ve yurttaşlardan, sahip oldukları servet
ve gelirleri esas alarak vergi toplamak yerine, ‘Kelle Vergisi’ diye tanımlanan
ve çok büyük sosyo-ekonomik adaletsizliklere yol açan bir vergilendirme siyasasını
hayata geçirmiş olmasının esbab-ı mucibesi, manası, özeti işte yukarıdaki o
paragrafta mündemiçtir.
Tarih ‘bebe sütü gasıbı’nı, ‘refah toplumunun ve
refah devletinin katili’ olarak damgalayıp hatırlayacaktır. Thatcher’ın sosyal
algılanışının farklı olacağını düşünmek, insanlığın sağduyusuyla alay etmek
demektir.
Kuzey
Denizi petrolü, neo-liberal Washington Consensus’a meşruiyet sağladı
Kapitalist dünya 1960’ların 2. yarısında
devrevi krizlerinden birisine daha girmişti. Bu kriz, 1973 Arap – İsrail savaşı
sonrasında patlak veren petrol fiyatı şokuyla derinleşmişti. İşte, böylesi bir
ortamda, tabiri amiyane ile, İngiltere’nin adeta ‘başına talih (devlet) kuşu
konmuş’, Kuzey Denizi’nde çok büyük petrol yatakları bulunmuştu. Thatcher’in
devri iktidarında, mezkûr petrol sahalarının işletmeye alınması İngiltere’nin
ekonomik durumunu çok hızlı ve çok kayda değer bir şekilde değiştirmişti. Anlayacağınız,
Birleşik Krallık’ın sergilediği ‘ekonomik mucize’, Thatcher’ın marifetine
değil, doğanın bu ülkeye verdiği bir armağana dayanıyordu. Bu tabloya son
halini veren bir diğer renk de, dünya kapitalizminin birkaç yıl önce girdiği
depresyondan yavaş yavaş sıyrılmaya başlamış olduğudur.
Bir diğer deyişle, o sırada, neo-liberallerin
‘azize’ muamelesi çektikleri Thatcher’ın lideri olduğu Muhafazakârlar değil, İşçi
Patisi iktidar olmuş olsaydı bile, İngiltere’nin yaşadığı o olumlu ekonomik
tablonun ortaya çıkması ve Birleşik Krallık’ın, kapitalist sistemin diğer birçok
gelişmiş coğrafyasının aksine, olumlu olarak ayrışması kaçınılmazdı.
Neo-liberallerin, iktisadi sıkıntılar
içindeki dünyaya Washington Consensus’unu dayatmak cür’etini göstermeleri,
Reagan’ın, Thatcher’ınkine çok benzeyen bir sosyo-ekonomik politikalar
manzumesini ABD’de uygulaması ve bunda da, aynen Demir Leydi gibi, ‘başarılı’
olmasından kaynaklanmıştır.
Thatcherizm ve Reaganizm’in bu birbirini
tetikleyen ve besleyen ‘başarıları’, dünya emek hareketine ve örgütlülüğüne
öldürücü darbeler vurmuş, onda kalıcı hasarlar oluşturmuştur. Bu kalıcı hasarın
en önemli taşıyıcısı, neo-liberal dalganın emek ideolojisi üzerinde sağladığı ideolojik
hegemonyasıdır. Öyle ki, Thatcher’dan önce, sadece İngiltere’deki değil, dünyanın
bütün coğrafyalarındaki sağcılar, popülist saiklerle de olsa, kendilerini,
sosyal politikaları gözetmek, ve, refah devletini ve refah toplumunu kaale alarak,
ucundan kıyısından da olsa ‘solculuk yapmak’ zorunda hissederken; süt gasıbının
başbakan olarak sahneye çıkmasıyla birlikte, bu durum 180 derece tersine
çevrilmiş, bir diğer deyişle, hiç olmazsa seçim öncesi süreçlerde emekten yana olan rüzgârlar, artık bütünüyle sermayeden yana
esmeye başlamıştır.
Thatcher ve Reagan’dan sonra ortaya çıkan bu
yeni iklimde, artık solcu partiler kendilerin sağcı ve muhafazakârmış gibi
formatlayarak politika üretir olmuşlardır. Türkiye’de, sağcı - popülist Demirel’in yerini, neo-liberal
Turgut Özal’ın alması (1980 – 1990) bu küresel trendin bizdeki izdüşümü olarak
okunmalıdır.
Demir Leydi; mirasının en zehirli, en
tehlikeli ve en kalıcı komponenti olan neo-liberal ideolojik hegemonyanın,
küresel emek hareketi ve ideolojisini kuşatarak inhibe etmesinin muharrik
etkeni, jeneratörü ve aktarma organı olmasıyla kazınmıştır sosyalist tasavvur
ve tahayyül dünyalarına.
Thatcher
hep mi kötülüğe çalışmıştı; olumlu hiçbir icraatı olmamış mıydı?
Dikkatli ve derinlemesine Margaret
Thatcher okuması yapanlar, 60 yıla yaklaşan aktif meslek hayatı sırasında, onun
bir kere olsun insanlık lehine bir adım atmamış olduğunu şaşırarak
göreceklerdir.
1990’ların ilk yarısındaki Bosna
politikasıyla, 1988’deki ekolojik duyarlılık içeren uyarısı, onun yukarıdaki
argümanı yanlışlayan olumlu icraatları gibi gözükse de, bunların altı
kazıldığında ortaya çıkan yine sadece habaset ve melânettir.
Demir Leydi’nin Bosna’daki iç
savaşta Sırplara karşı çıkması, onun hümanist, medeni ve adil bir politik duruş
sergileme tercihinden çok, Almanya’nın eski Yugoslavya coğrafyasında tesis
etmeye başladığı hegemonik sıklet merkezine karşı bir alternatif ağırlık
merkezi oluşturma gayretinden kaynaklanmıştı.
Thatcher’ın 1988’de yaptığı ve atmosferdeki
ozon tabakasının yırtılması, küresel ısınma ve asit yağmuru gibi klimatolojik
ve ekolojik problemlere yer veren eleştirel konuşmasındaki doğru tutumunda da
sebatkâr davranamadığı görülmüştür. Demir
Leydi, Devlet Sanatı isimli eserinde (Statecraft, 2002), 1988’de gösterdiği ekolojik
duyarlıktan duyduğu pişmanlığı dile getirmiş, ‘küresel ısınmanın
sorumlusu insanlıktır fikrine destek verdiğim için pişmanlık duyuyorum’
diye ‘günah çıkarmış’tır.
İşte, bu gibi keyfiyetler
yüzünden, ‘evet, Thatcher, ömrü hayatında, insanlık adına, dünya adına,
medeniyet adına, bir tane bile olumlu faaliyette bulunmamış; bu merkezde
değerlendirilebilecek fikir, proje ve politika telif ve teklif etmemiştir’
demek durumundayız.
Ezcümle, Margaret Thatcher, hayatı boyunca yoksullara, mazlumlara,
emekçilere, işsizlere, mâdûnlara kötülük yaptı. Olay bu kadar basit, açık ve
nettir. Bu yüzden de, Dünya dediğimiz evimizin bütün coğrafyalarındaki çok sayıda kadın ve erkek, genç ve yaşlı, ‘Margaret
Thatcher’ı nasıl bilirdiniz?’ sorusuna, ‘Kötü, hem de çok kötü bilirdik; bu yüzden de, kabri dar, toprağı az, azabı bol, odunu bereketli ve ateşi harlı ve narlı olsun!..' diye cevap veriyorlar.
Cenazesinin nasıl kaldırılacağının tartışıldığı
şu günlerde, İngiltere’nin küresel üne sahip sosyalist film yönetmeni Ken Loach’un
dillendirdiği ‘cenazesini
özelleştirelim; Thatcher’i en az parayı veren gömsün’ fikrine katılmıştım o günlerde. Ama maalesef, öyle olmadı ve cesedini, hayatı boyunca kötülük yaptığı ve bundan da zevk aldığı onlarca milyon yoksul ve emekçi Birleşik Krallık vatandaşının güç belâ ödedikleri vergilerle kaldırdılar. insanlıkdüşmanıbebelerinsüthırsızısavaşsuçlusumüstekbirlerinkraliçesi’nin
cenazesinin kamu kaynaklarıyla kaldırılmış olması, birçokları gibi benim içime de dert olmuştur, bunu da yeri gelmişken söylemeden geçemedim.
İlahi Adalet'ten Morrissey’e uzanan bir yol gözükmekte göklerde bir
yerde, bir alaimisema’nın üzerinde
Maddi ve manevi enerji, imkân ve potansiyellerini
insanlığın ezici çoğunluğuna karşı tasarlanmış olan kötülük ve zulme hasreden; insanlığa
karşı işlenen suçların adeta somutlaşmış timsali olan Reagan ve Thatcher’ın her
ikisinin de, son yıllarını, yakalandıkları çok ağır mental rahatsızlıklar
yüzünden, en yakınlarını ve hatta kendilerini bile tanıyamadıkları bir
şuursuzluğun pençesinde, üstüne üstlük bir de kendi necasetleri içinde debelenerek
geçirmeleri, bazılarına göre ilâhi adaletin bu dünyada tecelli etmeye
başlaması şeklinde yorumlanabilir.
Bu satırların yazarı ise, süt gasıbını, doğrusu, Morrissey’in
Viva Hate’indeki 'Margaret on the Guillotine (Margaret giyotinde)' parçasında dillendirdiği
vaziyette görmeyi tercih edenlerdendir.
Gökyüzünün bir yerlerinde, Morrissey'in yaratıcı ozanlığından İlâhi Adalet'e uzanan bir yol olmalıdır, belki de bir alâimisema'nın omuzların üzerinde, diyelim ve gelin Thatcher'ı, lâyık olduğu üzere, Morrissey’in o muhteşem parçasıyla ‘uğurlayalım’: http://www.youtube.com/watch?v=hsq3H_6XuFA
Faydalanılan kaynaklar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder