01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. Mezkûr metinler, muhtasar bir ifadeyle, insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki - hayvan - böcek - toprak - su gibi bileşenlerinin oluşturduğu o alâimisemâ mahiyetli muhteşem mimari ve muhtevanın referans verdiği eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin fenomenlerinden / tezahürlerinden birisinin, ana hatlarıyla da olsa, kuşatılma teşebbüsüdür. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan bahis konusu entelektüel hasılanın 12 Ağustos - 16 Ağustos haftasında yayınlanacak olanları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.
161) Maçkalı Hasan
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver
Şencan'ın metnini yazdığı,
Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza
Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Maçkalı Hasan.
Maçkalı Hasan olarak bilinen türkücü, bestekâr, kemençe sanatçısı ve derleyici Hasan
Tunç 1912’de Trabzon’un Maçka ilçesinin, eski adı Mağura olan, Örnekalan
köyünde doğdu. İstiklâl Harbi sonrasındaki mübadelede, Maçka’nın köylerinde yaşayanların önemlice bir bölümü
Yunanistan’a gönderilirken, Mağura nüfusunun neredeyse tamamının Müslüman
oluşu, mezkûr beldeyi bu sürecin dışında bırakacaktı. Babası ailesini
geçindirmek için İstanbul’da çalışan Hasan, 7 çocuklu yoksul
ailesinin en büyük evlâdıydı. 9 yaşında bir kazada sağ gözünü yitiren Hasan,
fakirlik yüzünden ancak ilkokul üçe kadar okuyabilmiş, akabinde annesiyle yaylacılık
yaparak geçimlerine yardımcı olmuştu. 12 yaşında kemençeyle tanışan, doğuştan
gelen yeteneğiyle kısa sürede bu enstrümanın icrasında ustalaşan ve yöre
türkülerini derlemeye başlayan sanatçı, 18 yaşında gittiği İstanbul’da, babasıyla
birlikte yorgancılık yapmaya başlamıştı. Cumhuriyetin erken dönemine hâkim olan
ana akım kültür anlayışının fazla itibar etmediği kemençe sanatı ve mahalli Trabzon
müziğiyle olan tutkulu ilişkisinin çıtasını sürekli yukarıya taşıyan Hasan, babasının
yorgancı dükkânının olduğu Kocamustafapaşa’da komşuları olan dönemin efsanevi
ses sanatçısı Hamiyet Yüceses tarafından keşfedilmiş, onun aracılığıyla yerel
sanatçı statüsünden İstanbul Radyosu'na girmişti. Eş zamanlı olarak yorgancı çıraklığını
bırakan Hasan, o yıllarda, Yüceses gibi bir avuç süper star dışındaki müzisyenlerin geçim sıkıntısı çekmesi
yüzünden, önce Haseki Hastanesi'nde, ardından da, emekli olacağı 1973’e kadar
aralıksız çalışacağı Çapa Tıp Fakültesi Yukarı Gureba Hastanesi’nde hademe
olarak mesai yapmıştı. Müzik alanında bir okula devam etmediği gibi, bir
hocadan da ders almayan, annesinin güzel ve yanık sesiyle söylediği türkülerin
açtığı yolda yeteneğiyle ilerleyen Hasan Tunç, birlikte çalıp söylediği yakın
dostları Salim Akpınar ve Fehmi Alan gibi kemençe ustalarıyla
gerçekleştirdikleri meşklere olan borcunu her vesileyle dillendirecekti. Gerek
radyo programlarında, gerekse de plâk kayıtlarında birlikte çalıştığı Sadi Yaver Ataman, Cemile Cevher Çiçek,
Ahmet Yamacı, Fatma Türkan Yamacı, Ömer Akpınar, Metin Eryürek gibi dönemin önemli sanatçıları, Maçkalı Hasan’ın müzik hayatına önemli katkılar sağlamıştır.
Ününü duyan Atatürk’ün huzurunda da
sanatını icra eden Maçkalı Hasan, coşkuyla
çaldığı kemençesine tempo tutarak eşlik eden Gâzi’nin kendisini ‘çal evlat çal, Karadeniz havaları bizim
milli musikimizdir’ diyerek teşvik edip onurlandırmasını ölene değin unutamayacaktır.
Kemençenin ordinaryüsü olarak anılan
Göreleli Osman Gökçe’den sonra, gelmiş geçmiş en büyük kemençe virtüözü
kabul edilen Hasan Tunç, Karadeniz kültürüne ve Türk Halk Müziği’ne katkılarından
dolayı 1983’de Kültür bakanlığı
tarafından ödüllendirildikten 3 yıl sonra, 1 Mayıs 1986’da vefat etmiştir. Hemşehrîsi olan gazeteci, yazar, tv
programcısı Nihat Genç’in ‘Maçkalı Hasan iki büyük savaş gördü,
gurbet gördü, sevda yaşadı... onu dinlemeden kimse Karadeniz türküsü dinledim
diyemez. Her biri Karadeniz’in milli marşı hüviyetindeki eserlerini bir kez
olsun ağlamadan dinlemek mümkün değildir. Yörenin tarih ve coğrafyasının
konuştuğu eserlerinde bu muhteşem adam, Karadeniz’in bütün sırlarını verir bize.’ diye tanımladığı Maçkalı Hasan’ın ‘ben
senu sevduğumi’, ‘divane aşık gibi’, ‘oy benum sevduceğum’ gibi en
popüler 16 eseri, 2001 yılında ‘divâne âşık gibi’ ismiyle Kalan Müzik tarafından cd ve kaset
olarak basılmıştır.
Sanatçının eserleri Kâmil Sönmez, Fuat Saka, Kâzım Koyuncu, Volkan Konak, Şevval Sam, İsmail Türüt ve Davut Güloğlu gibi çok sayıda sanatçı tarafından sayısız kere icra edilmiştir. Maçka’nın meydanına heykelinin dikilmesini hak eden sanatçı hakkındaki yegâne kaynak, bizim de referans metnimiz olan, Ekşi Sözlük’te adına açılmış başlıktır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver
Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza
Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Alfred Lothar Wegener.
Liberal görüşlü teolog ve eğitimci bir babanın oğlu olan Alman meteorolog, klimatolog, jeolog, jeofizikçi, kutup araştırmacısı Alfred Lothar Wegener, 1 Kasım 1880’de Berlin’de doğdu. Doğayı incelemeye ve spora kendisi gibi meraklı ağabeyi Kurt’la birlikte yürüyüş, dağcılık, yelken ve balon yolculukları yaptığı mutlu ve özgür bir çocukluk ve gençlik dönemi yaşayan Wegener, balonla çıktıkları atmosferin üst tabakalarındaki gözlemleriyle meteoroloji ve klimatoloji kariyerine de giriş yapmış oldu. 5 Nisan 1906’daki balon seyahatinde 52 saat havada kalmayı başaran Wegener kardeşler, bir Dünya rekoru kıracaklardı. Fizik, meteoroloji ve astronomi alanlarındaki üniversite eğitimini 1905’de tamamladığı astronomi doktorasıyla taçlandıran Wegener, Danimarkalı etnolog, yazar, seyyah ve kaşif Ludvig Mylius-Erichsen’in başkanlığındaki ekiple 1906 – 1908’de gerçekleştirdikleri ilk Grönland gezisinin izlenimlerini Atmosferin Termodinamiği ismiyle kitaplaştırdı. Grönland’da ilk kışını geçirdiği ve önemli meteorolojik araştırmalar yaptığı ikinci Kuzey seferinin ardından evlenen, hemen ardından patlayan 1. Dünya Savaşı’ndaysa Batı Cephesi’nde savaşan Wegener, cephede yaralanınca orduya zeplin trafiğini yönlendirerek ve hava durumu tahminleri yaparak hizmet etti. Okyanus ve kıtaların kökenleri, dinamikleri ve jeolojik formasyonları hakkında düşünmeye yirmili yaşlarında başlayan Wegener, Güney Amerika ile Afrika’nın birbirine bakan kıyılarının bir yap-bozun parçalarıymışçasına uyumlu olmasının oluşturduğu derin bir sezgi kazanmıştı. Bu sezgisi, kara parçalarının jeolojik zamanlar içinde yükseldiklerini fark etmesiyle dikey hareket ediyorlarsa, yatay da hareket etmeliler fikrine evrilen Wegener, böylelikle, konudan ilk kez bahseden Francis Bacon’ın, çığır açan opus magnum’u Novum Organum’da dillendirdiği kayıp Atlantis Kıtası merkezindeki temayı; kıtaların kaymasını esas alan Levha Tektoniği teorisine dönüştüreceği büyük buluşunun da eşiğine gelmişti. Güney Amerika ve Afrika’nın fauna ve florasının benzerliğini, iki kıtanın fosillerinin neredeyse örtüşmesi ve kıyılarının legovari jeolojik formasyonuyla birleştiren Wegener, 6 Ocak 1912’de, Frankfurt Jeoloji Derneği genel kurulunda yaptığı konuşmayla, alanında köklü dönüşümlere yol açacak Levha Tektoniği kuramını bilim camiasıyla ilk defa paylaştı. Bu kuramı içeren 1915 tarihli Kıtaların ve Okyanusların Kökeni kitabını ilerleyen yıllardaki araştırmalarıyla güncelleyerek yeniden yayımlayan Wegener’in mezkûr devrimci teorisi özetle şöyleydi: Dünyanın litosfer dediğimiz taşküresi, kıtaları ve okyanus tabanlarını oluşturan iki katmanlı katı bir yapıdır. Daha düşük yoğunluklu ve hafif olan silisyum – alüminyum temelli SiAl tabakası, daha yoğun ve ağır olan silisyum – magnezyum karakterli SiMa tabakası üzerinde sürekli kaymaktadır. Yüzlerce milyon yıl önce, günümüzdeki bütün kıtaların ve kara parçalarının birleşmesiyle oluşan ve Pangea denilen tek bir kıta vardı. Pangea kıtasını oluşturan SiAl tabiatlı levhaların SiMa üzerinde kaymasıyla levhalar birbirinden uzaklaşmış, zaman içinde de günümüzdeki kıtalar şekillenmişti. Karasal levhaların arasındaki boşluklar ise Pangea’yı çevrelen devasa su kütlesi tarafından doldurularak bugünkü okyanus ve denizleri ortaya çıkarmıştı. Levhaların birbirlerine göre hareketleri, bunların sınırlarında dağ silsilelerini, okyanus diplerindeki sırtları, büyük deprem zonlarını ve volkan hatlarını doğuracaktı. Çıktığı dördüncü Grönland seferi sırasında, Kasım 1930’da, yıllardır çektiği rahatsızlığı nükseden Wegener, aşırı yüklendiği kalbinin
iflas etmesiyle, henüz 50 yaşındayken vefat etmişti. Önceleri görmezden gelinen, ardından da bilim dışı ilân edilerek reddedilen görüşleri, 1950’den sonra yapılan araştırmalarla, özellikle de bunların okyanus tabanlarında gerçekleştirilen kısmıyla kanıtlananınca, Wegener; Newton, Darwin, Freud ve Einstein gibi alanlarında radikal dönüşümler yapan bilimcilerin arasında anılmaya başlanacaktı.
Hacettepe Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümü hocalarından Prof. Dr. Ramazan Kadir Dirik’in ders notlarından derlenmiş 31 slaytlık görsel şölen mahiyetindeki Levha Tektoniği başlıklı powerpoint sunumu, mercek altına aldığımız konuya giriş için mükemmel bir başlangıç noktasıdır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
163) Son Perşembecilik
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver
Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza
Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Son
Perşembecilik.
Son
Perşembecilik, ya da orijinal adıyla Last
Thursdayism; bilimsel literatürün, astronomik gözlemler temelinde yapılan
hesaplamalara göre, 13.8 milyar yıllık bir geçmişe sahip olduğunu dilendirdiği Evren
hakkında bildiğimiz şeylerin tamamıyla, sayısız anılar toplamından oluşan
kişisel belleğimizin ve geçmişimizin, yaşadığımız son Perşembe günü hafızamıza
kaydedildiğini savunan bir argümandır. Tecrübelerimizin oluşturduğu bellek
kayıtlarımızın tamamının, en fazla 6 gün önce hafızamıza işlendiğini ileri
süren bu iddia, yanlışlanmaya, dolayısıyla
da çürütülmeye kapalı olan teolojik ve metafizik kabullerin mantıksal temellerini
yıkmak amacıyla deistler, septikler, agnostikler ve ateistler tarafından oluşturulan
Parodi Dinler bağlamında ortaya atılmışsa da, akabinde, felsefe ve bilimin,
argümanların gerçekliği ve geçerliliğiyle ilgili sorgulamaları sırasında
kullandığı metodik şüphe temelli bir düşünsel alet halini almıştır. Rüyasında,
kendisini ipek böceği olarak gören kişi, gerçekten de ipek böceği olduğunu
rüyasında görmüş bir insan mıdır, yoksa, aslında, kendisini rüyasında ipek
böceği olarak gördüğünü sanan bir insan olduğunu rüyasında gören bir ipek
böceği midir? sorusu kadim Çin düşüncesinin binlerce yıllık bir zihni
idman teşebbüsüdür. Bu dilemmanın, başkasının gördüğü bir rüyadaki rüya gören
adamın rüyasındaki rüya gören adam olup olmadığımı anlamam mümkün müdür?
sorusunun da arasında olduğu daha karmaşık varyasyonları varsa da, biz,
programımızın anlaşılmazlık katsayısını arttırmamak adına, tartışmamızı onların
üzerinden ilerletmeyeceğiz. Bu gibi, Wittgenstein’ın
ifadesiyle, bulmacamsı argümanlar,
bir yanıyla, kendi kendisine referans veren önermeleri anımsatmaları bakımından,
paradokslarla karıştırılırken, öte yanıyla da, esasen René Descartes’ın modern rasyonalizmin amentüsü sayılan Cogito ergo sum,
yâni, düşünüyorum, öyleyse varım mottosunu temellendirdiği 1637 tarihli opus magnumu Metot
Üzerine Söylemler’in, orijinal adıyla Discours de la Méthode’un, ilgi alanına
girmektedir. Ontolojik olarak varlığının, epistemolojik olarak da bilgisinin
sahiciliği ve sahihliği hakkında zihninde oluşabilecek şüpheleri Descartes
şöyle dağıtıyor: varlığıma ve bilgime dair şüphe duyuyorsam bu
düşünüyorum demektir. Düşündüğümden eminim, çünkü şüphe formunda düşündüğümün
farkındayım, hiçbir kötücül ve muktedir cin beni aldatarak, şüphelendiğimden
şüphe duymama yol açamaz. Düşünebilmem içinse var olmam gerekir, o halde varım!
Onca göklere çıkarılan ve düşünce tarihinin en önemli akıl
yürütmelerinden birisi olarak selâmlanan cogito ergo sum, dürüst
olmak gerekirse, bizim için yeterince muhkem bir argümantasyon değildir. Şayet
gerçekten çok muktedir ve kusursuz bir Laplace Şeytanı, ya da Maxwell Cini
bizi aldatmaya kalkarsa, bunu Descartes’in müktesebatı üzerinden anlamamıza
olanak yoktur. The Matrix ve Truman Show filmlerinde resmedilen
aldatıcı kurguların, cogito ergo sum üzerinden deşifre edilip edilemeyeceğine
kısaca göz atarak ilerleyelim. İnsanlarla girdikleri savaşı kazanan akıllı
makinalar, yazdıkları Matrix yazılımına hapsettikleri milyarlarca insanı
kuvözlerde uyutarak onların biyoenerjilerini sömürmektedir. Matrix’in, insanların
zihnine indirdiği kurgusal hayatlar, milyarlarca Dünyalının, aslında makinalar
için pil işlevi gördüklerini maskelemektedir. 30 yıldır bir adada inşa edilmiş çok
şirin bir kasaba şeklindeki bir stüdyoda yaşayan Truman Burbank, doğduğu
andan itibaren hayatı binlerce kamera tarafından 7/24 izlenerek bütün dünyaya
canlı yayımlanan bir reality show tutsağıdır. Adadaki her kes oyuncudur ve
gerçeği bilmeyen tek kişi, sürekli izlenen Truman Burbank’tir. Şayet Matrix
yazılımındaki ve Truman Show stüdyosundaki bazı hatalar olmasaydı, o
kurmacalara tutsak olanların gerçeği anlamaları imkânsızdı. Ne bu gibi
mükemmel kurgularda, ne de Son Perşembecilik gibi yanlışlanamayan iddialarda cogito
ergo sum maalesef işe yaramamaktadır.
Programımızın temelindeki sacayağını oluşturan The Matrix ve Truman Show filmleriyle Descartes’ın Metot Üzerine Söylemler eserini, diğer bir deyişle, felsefe tarihinin temel bir metniyle, popüler kültürün son 26 yılda ürettiği 2 önemli filmin içerdiği alt metinleri, yanlışlanması imkânsız olan iddiaların geçerlik değerini tespit için, birlikte kullanmanın enteresan bir fikri gayret olduğunu düşünüyor ve öneriyoruz. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın
metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un
sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Bevvâl-i Çeh-i
Zemzem.
Adının
unutulmamasını, yapıp ettiklerinin sonsuza değin hatırlanması kim istemez ki? Çapı, kalitesi, karakteri iyi işlerle, olumlu hareketlerle, pozitif projelerle tanınarak ölümsüzleşmeye
elverişli olmayan bazı extremist şöhretperestler, tarihsel süreç içerisinde ‘madem
iyi bir şey yapıp ölümsüzleşemiyorum, o halde kötü bir şey
yapayım da, öylece hatırlanayım!’
anlayışından hareketle davranabilmişlerdir. MÖ 356’da Dünya’nın yedi harikasından biri olarak bilinen Artemis Tapınağı’nı yakan Efes’li genç Herostratus, Şöhretin
iyisi kötüsü olmaz, şöhret şöhrettir! şeklinde özetleyebileceğimiz bu
zihniyetin bilinen ilk mümessillerindendi. Örneklediğimiz bu
patolojik tutumun bir diğer çok bilinen temsilcisi ise İslâm Dünyası kökenlidir. Mezkûr şahsın, Bevvâl-i Çeh-i Zemzem, yâni, Zemzem
Kuyusuna işemek deyiminin ortaya çıkmasına yol açan ahlâksız ve
şoke edici eylemi özetle şöyledir:
Rivayetlere göre, 8. asırla 10. asır arasında Arabistan’da yaşayan bir çoban, şöhret
sahibi olarak adını ölümsüzleştirmek hususunda hastalıklı bir sabit fikre
sahipti. Bu saplantılı çoban; ilmiyle, sanatıyla, yöneticiliğiyle, cengaverliğiyle, iyilikseverliği bu emelini
gerçekleştirmekten çok uzak olduğundan, ister istemez hangi kötü şeyi yaparsam herkes
tarafından tanınırım? sorusunun cevabına odaklanmıştı. Kâbe’nin
en kalabalık olduğu Hac mevsiminde, güpegündüz ve binlerce hacının gözleri
önünde Zemzem Kuyusu’na işemek çobanın şöhret edinmek için bulduğu
devam yoluydu. Cahil ve kötücül Arap, bu tercihiyle, dönemin zeitgeistını ve cemiyetin sinir uçlarını irrite edebileceği
en hassas konuyu bulmuştu aslında. Zîra;
Mescid-i
Harâm’da Hacerülesved’in tam karşısında konumlanan, Kâbe’ye de 19
m. uzaklıkta olan Zemzem Kuyusu, sadece Müslümanlarca değil, diğer inançlardan insanlar tarafından da kutsal kabul ediliyordu.
Düşüncesini gerçekleştiren çoban emeline ulaşmış, döneminde Arabistan’ın en tanınan kişisi olmuştu. Görenler Bevvâl-i Çeh-i Zemzem, yâni, zemzem kuyusuna işeyen adam, ya da Ebû Bevvâl, yâni İşeyenlerin Babası diye onu işaret ediyor, ardından da, göz teması kurmadan ve konuşmadan ondan uzaklaşıyorlardı. Çoban meşhur olmuştu olmasına, ancak, umduğunun aksine, adını hiç kimse anmıyordu; ismi bir deyimin içine gömülmüş, kimliği, meçhul bir fail ve gizli bir özne olarak dilsel bir anonimlikte yitip gidivermişti. Arap çobanın ismi hatırlanmasa da, yaptığı şey günümüzde de lânetlenmeye devam ediyor. Üzülerek ve kaygılanarak söylemek durumundayız ki, tarih boyunca Bevvâl-i Çeh-i Zemzem deyişine uygun davranan çok az aktör varken, günümüzde; bilişim endüstrisi, akıllı telefonlar ve sosyal medya gibi bileşenleriyle enformasyon toplumunun dinamikleri şöhret şöhrettir; olumlu şeylerle meşhur olamıyorsam, olumsuz işlerle bahsettiririm kendimden kafasına sahip insanların sayısını olağanüstü arttırmıştır ve arttırmaya da devam etmektedir. Bunun arkasında, insanlığın maksimum %5’ini oluşturan crème de la crème denilen elitlerinin nitelikli eğitime erişmesi; küresel ahalinin ezici
çoğunluğunun alabildiği parasız kamusal eğitimin ise çökmesi yatmaktadır. Bu durum, sosyal sınıflar arasındaki aşağıdan yukarıya geçişleri ve toplumsal hiyerarşide yükselme yollarını tıkamakta, elitlerle insanlığın geri kalan %95’i arasındaki uçurum her bakımdan derinleştirmektedir. Olumlanmak, beğenilmek, takdir edilmek, saygı görmek, tanınmak herkesin özlemidir. Öte yandan, insanlığın ezici çoğunluğu açısından bu hedefleri olumlu mecralarda ve pozitif içeriklerle realize edebilmek, eğitime ve toplumsal hiyerarşiye karakterini veren mezkûr müstehcen ve vahim resim yüzünden, her geçen gün daha da zorlaşmaktadır. İnsanlığın kahir ekseriyeti, işte bu yüzden, olumlanma ihtiyaçlarını, en pratik, en masrafsız, en kolay ve en az emek gerektiren yol olan sosyal medya mecralarındaki paylaşımlar üzerinden beğeni devşirerek yapmaktadır. Geleceğimizi çürüten bu problemin boyutlarını anlamak için video paylaşım platformlarında yapılacak kısa bir sörf yeter de artar bile. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
165) Drake Denklemi
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Drake Denklemi.
2 Eylül 2024, NASA tarafından 1971’de Dünya dışındaki akıllı yaşam formlarını ve bunların kurdukları olası uygarlıkları aramak amacıyla başlatılan ve kısaca SETI diye anılan Search for Extra-Terrestrial Intelligence, yâni, Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması programının kurucusu Frank Drake’in vefatının ikinci seneidevriyesidir. Arecibo Mesajı’nın da içerisinde olduğu çok sayıda astronomik ve kozmolojik buluşa imza atan ve hayatı 1930 – 2022 parantezinde cereyan eden Amerikalı astronom ve astrofizikçi Frank Donald Drake, en çok da 1961’de bilimsel camiayla paylaştığı ve soyadıyla anılan Drake Denklemi ile hatırlanır. Samanyolu Galaksisi’nde, zeki canlılarca kurulmuş, bizimkine benzer uygarlıkların sayısını hesaplamaya yarayan matematiksel bir enstrüman olan Drake Denklemi, çığır açmış astronom ve astrobiyologlardan Carl Sagan’ın da arasında olduğu bir dizi bilim insanın da katkı verdikleri bir teorik gayrettir. Frank Drake, Drake Denklemi ile 1960’ların başında yaptığı çalışmalarla, galaksimizde, bizimkini andıran gelişmişlikte minimum 10,000 kadar medeniyet olması gerektiğini hesaplamıştı. Giderek ilerleyen gözlem düzenekleri temelindeki aktüel hesaplamalar, Galaksimizdeki yıldız sistemlerinin sayısının, bahse konu denklemin ortaya atıldığı 1961’de tahmin edilenden çok daha fazla olduğunu göstermektedir. Bu da, ister istemez, Samanyolu’nun içerdiği zeki canlılarla, bunların kurdukları medeniyetlere ev sahipliği yapan gezegen sayısının 10,000’den çok daha fazla olabileceğini düşündürtmekte bize. Dünya dışı zeki canlılarla ilişki kurmak için SETI çerçevesinde son 53 yıldır radyo dalgaları göndererek yaptığımız şey, aslında, Evren’in tamamına ‘BİZ BURADAYIZ!’ mesajını vermektir. Öte yandan, teknolojik imkânlarımızla elektromanyetik dalga göndererek; gezegenimizin sayısız hallerini, uygarlığımızı, bilimimizi, teknolojimizi, tarihimizi ve gündelik yaşantımızı Kozmos'la paylaşmamızın geçmişi, SETI Programı çerçevesindeki faaliyetlerimizden çok öncesine, radyo yayıncılığı yapmaya başladığımız 120 yıl öncesine dayanmaktadır. Bu durum, kendimiz hakkında binlerce terabaytlık bilgi içeren devasa bir enformasyon setinin, bizzat bizim tarafımızdan, an itibarıyla, merkezinde olduğumuz ve yarıçapı 120 ışık yılı, yâni, 11.5 trilyon km olan bir küre içindeki her yere gönderildiğini söylüyor bize. 100,000 yıl önce Afrika savanlarında ortaya çıkan homo sapiens – sapiensin, günümüzün teknolojik imkânlarıyla donatılmış bir uzay gemisiyle onun personeli karşısında düşebileceği durumu gözümüzde canlandırdığımızda; bizimkinden, milyonlarca yıl ileri teknolojiye sahip olan Dünya dışı bir medeniyetin teknik olarak neleri gerçekleştirebileceğini hayal bile edemeyeceğimizi rahatlıkla anlarız. Böylesi bir teknoloji karşısındaki halimiz, kelimenin hakiki manasıyla anlayamamaktır, acziyettir, ezilmişliktir, teslimiyettir. Mezkûr teknolojinin, onun müellifi olan Dünya dışı uygarlığa, ışık hızıyla, hatta onu da aşacak şekilde yol alabilen uzay araçları geliştirme olanağı sunması olasılık dahilindedir. Söz konusu Dünya dışı uygarlığın mensupları, şayet Latin Amerika’yı sömürgeleştiren İspanyol istilacılar gibi kötü niyetliyseler, Dünya’ya geldiklerinde yaşayacaklarımız, en iyi ihtimalle, onların kölesi olmaktır. Bundan daha kötüsü, kötücül uzaylı istilâcıların bize; ineklere, koyunlara, tavuklara, balıklara davrandığımız gibi davranarak etimizden, sütümüzden, derimizden, tırnağımızdan, kemiklerimizden faydalandıkları; ya da, gezegenin kaynaklarını kullanmak adına, bizi toptan imha ettikleri distopik bir geleceğin gerçekleşmesi olasılığıdır. 120 yıldır gönderdiğimiz bilgilerle kendimizi kötücül uzaylıların açık hedefi haline getirdiğimiz şu aktüel uğrakta, mesajlarımızın henüz onların eline geçmemiş olmasını, ya da, geçmişse bile, gemilerinin Dünya yolculuklarını, şu veya bu nedenle, tamamlayamamasını ummaktan başka bir şey gelmiyor elimizden ne yazık ki.
Hugo, Locus ve Nebula gibi en prestijli bilimkurgu ödüllerinin tamamını kazanmış, sadece ülkesinin değil, son 20 yılda insanlığın ve gezegenin tamamının bilimkurgu türünün dâhisi ve koçbaşı olarak selâmladığı Çinli yazar Cixin Liu’nun 2006, 2008 ve 2010’yayımlanan, bizim de ilham kaynağımız ve referans metinlerimiz olan, türün meraklılarının ellerinden bırakamayacaklarını düşündüğümüz Üç Cisim Problemi - Karanlık Orman – Ölümün Sonu üçlemesi, Dünya’nın, bizimkinden çok daha ileri teknoloji sahibi kötü niyetli bir zeki yaşam formu tarafından keşfedilmesi halinde, nasıl bir akıbete maruz kalacağımızı bilgece ve ustalıkla anlatmakta. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
---------------------------------------------
Bundan önceki 160 metne erişmek için bknz. ltfn.:
https://ziyaversencan.blogspot.com/2024/07/kultur-karn-doyurur-mu-watts-kuleleri.html
Çok iyi hazırlanmış, emeğine sağlık.
YanıtlaSilteşekkürler değerli dostum, görüşmek üzere, selâmlar ve sevgiler....
Sil