Tramvay İkilemi; Şakaysa komik değil, ciddiyse dehşet verici!; Ebû Bekir Râzî; İmzalı Kitap; Fe del Mundo >>> metinler 28



01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. Mezkûr metinler, muhtasar bir ifadeyle, insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki - hayvan - böcek - toprak - su gibi bileşenlerinin oluşturduğu o alâimisemâ mahiyetli muhteşem mimari ve muhtevanın referans verdiği eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin fenomenlerinden / tezahürlerinden birisinin, ana hatlarıyla da olsa, kuşatılma teşebbüsüdür. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan bahis konusu entelektüel hasılanın 08 Temmuz - 12 Temmuz haftasında yayınlanacak olanları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.



136) Tramvay İkilemi

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Tramvay İkilemi.

Söylem ve eylemlerimizin varoluşun mümkün en büyük kısmının yararına olacak şekilde gerçekleşmesini sağlayacak ilkeler bütününe etik; etiğin, toplumdan topluma ve çağdan çağa değişebilen tatbikatlarının külliyatına ise ahlâk, ya da moral denir. Bir diğer deyişle etik, mevzunun teorik kısmı, ahlâk, ya da moral ise uygulamada ortaya çıkan tezahürleridir. Bu sohbetimizde biz, etik, moral ve ahlâkı ikame ıstılahlarmış gibi kullanacağız. Bilimsel bir hipotezi, ya da, felsefi bir argümantasyonu test etmek adına kurgulanmış, gerçekleştirilmesi imkânsız olan, ya da, hayata geçirildiği takdirde çok olumsuz sonuçlar doğurabilecek teorik gayretlere düşünce deneyi denir. Maxwell’in Cini, Schrödinger’in Kedisi ve Laplace’ın Şeytanı, tatbikatı imkânsız olan bilimsel düşünce deneylerinin en bilinenlerindendir. Mercek altına aldığımız Tramvay İkilemi ise, mezkûr üç deneyin aksine, tatbikatı mümkün, ancak, uygulanması halinde trajik sonuçlara yol açacağından, denenmemesi tercih edilen bir ahlâki düşünce deneyidir. Tarihin en etkili Hristiyan teolog ve filozoflarından Tommasso d’Aquinos’un 13. asrın ortalarında olgunlaştırdığı ‘faydalı olsun niyetiyle yapılmasına karşın, zararlı sonuçlar da doğurabilen bir fiilin istenmeyen etkilerine katlanılmalıdır’ sorunsalını merkezine alan The principle of double effect – Çift Etki İlkesi; erdem etiğinin kurucusu, neo-Aristotelyan İngiliz filozof Philippa Foot tarafından 1967’de kürtaj problematiği temelinde güncellenmiş; ağırlıkla etik ve metafizik çalışmış Amerikalı filozof Judith Jarvis Thomson tarafından 1976’da yayımlanmasına müteakip moral, felsefe, tıp, psikoloji, sosyoloji, davranış bilimleri, yapay zekâ, hukuk, kamu yönetimi ve mühendislik alanlarındaki karar alma süreçleri hakkında konuşan devasa bir literatürün tetikleyicisi olan Tramvay İkilemi makalesiyle de aktüel ikonik formunu kazanmıştır. Mezkûr ikilemin en popüler iki versiyonu şunlardır: 1- Hatta çalışan beş kişiye doğru son sürat ilerleyen bir tramvayın yolunu değiştirerek, işçileri ölümden kurtarabileceğiniz manivelaya çok yakınsınız; öte yandan, manivelayı kullanmanız, girmesine neden olduğunuz yeni yolda çalışan bir işçinin tramvay tarafından ezilerek ölmesi yol açacak. 2- Tramvayın yolunu değiştirecek makasa uzakta, hattın üzerindeki yaya geçidinde, olayı izleyen şişman bir adamla birliktesiniz. İterek tramvayın önüne düşürürseniz, şişman adamın ölümüne yol açacak, ama, yolunu tıkayarak tramvayı durdurduğunuz için de, 5 kişiyi kurtaracaksınız. Bu iki farklı kurguda, olaylara müdahil olmayarak 5 kişinin ölümüne seyirci kalmanız; ya da, bir kişinin ölümüne yol açtığınız bir sorumluluğu kuşanarak 5 kişiyi kurtarmanız tamamen sizin ihtiyarınızda olan edimlerdir. Virtue Ethics, yânî, erdem ahlâkı perspektifinden bakıldığında, sorunun farklı düşünce ekollerinde kökten farklı cevapları var. Sonuççuluk zihniyetinin iki farklı yorumu olan pragmatizm ve utilitarianizm beş kişi kurtulacaksa, bir kişi feda edilebilir’ derken; bir edimi sonuçlarına göre değil, fiili her aşamada domine eden umdeler manzumesine göre yargılayan deontoloji, beş kişiyi kurtaracak olsa bile, makası değiştirmek de, adamı üst geçitten itmek de yanlıştır’ hükmünü serdeder; erdem etiği ise, sorumluluk alan öznenin karakteriyle, aksiyonu motive eden niyete odaklanarak kişi merhametli ve adilse, niyeti de iyiyse, eylemi kabul edilebilirdir yargısını savunur.

Michigan Üniversitesi hukuk ve felsefe profesörlerinden Scott Hershovitz’in yazdığı Çirkin, Kaba ve Kısa – Çocuklardan Sorularla Yetişkinler İçin Felsefe, isminin de fâşettiği üzere, başta yazarınkiler olmak üzere, çocukların sordukları çok basitmiş gibi duran, hatta ilk işitildiğinde aptalca bile gelebilen, ancak aslında hem derin ve hem de önemli olan sorular temelinde yapılmış bir felsefi düşünme idmanları icmalidir. Stanford Encyclopedia of Philosophy ile birlikte başvuru kaynaklarımızdan olan mezkûr kitaptan doğrusu biz epeyce faydalandık, mevzunun meraklısının da istifade edeceğini düşünmekteyiz. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.  



137) Şakaysa komik değil, ciddiyse dehşet verici!

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Şakaysa Komik Değil, Ciddiyse Dehşet Verici!

Osmanlının son dönemleriyle Cumhuriyetin ilk yıllarının o muhataralı pratiklerinden, o ateşten çemberlerinden geçmiş büyüklerimiz, işler ters gittiğinde, ‘Allah yüzümüze bakmıyor bu aralar evlâdım, sonumuz hayrolsun inşallah!’ derlerdi. İşlerin kötüye gittiği dönemleri, kadîm kültürlerinden tevarüs ettikleri irfanla ‘müteyakkız olalım, ilginç zamanlardan geçiyoruz!’ diye tanımlayan Çinliler ise, iman ettikleri metafizik antitelerin kudretini, mücadele halinde oldukları hasımlarına karşı seferber etmek istediklerinde ‘ilginç zamanlarda yaşayasın!’ diye beddua ederler. Son birkaç yıldır insanlığı tesiri altına alan ekonomik krizlerle daha da derinleşen global servet ve gelir adaletsizliği, bazıları pandemi boyutundaki salgın hastalıklar, önemlice bir kısmı küresel iklim değişikliğiyle irtibatlı olan doğal afetler ve bölgesel savaşların, gezegenin tamamını yok etme istidadına sahip nükleer bir Dünya Savaşına dönüşmesi ihtimalinin giderek artması ister istemez insanı ‘bu aralar Allah yüzümüze bakmıyor!’, ya da, ‘Kozmik Şakacı ilginç zamanlarda yaşayasınız dedi herhalde!’ diye düşündürtecek gelişmelerden olsa gerektir. Bir araya gelerek dehşetengiz bir kombin oluşturan bütün bu yıkıcı unsurların olası aktüel tehditleriyle cebelleşen milletlerin, bilhassa da onların Batı Alemi diye tarif ve tavsif edilen cenahının en iddialı bazılarının verili yöneticileriyse, Karagöz ve Hacivat’taki Bebe Ruhi’yi, Yeşilçam’ın o unutulmaz komedisindeki ‘Küçük Enişte’yi andıracak kadar derinliksiz, karton ve karikatür figürler ve son 3 asrın hiçbir döneminde olmadığı kadar zayıf, vizyonsuz ve basiretsiz aktörler ne yazık ki! Özellikle de ‘Gezegenin Şerifi’ edasıyla Alem’e nizam veren devletin zirvesinin, dûçar olduğu demansın etkisiyle bir dediği diğerini tutmayan, kamusal alana çıktığında, olmayan kişilerle konuşmaya çalışmasıyla ve olmayan iskemlelere oturma teşebbüsleriyle alay konusu olan ve yetişkin bezi olmadan dolaşamayan birine emanet edilmiş olması; üstüne üstlük, 4 ay sonra yapılacak seçimdeki rakibinin ahlâki kondisyonunun da hiç iyi olmaması insana ‘bütün bunlar şakaysa hiç komik değil, ciddiyse dehşet verici!’ dedirtecek alarme edici alametlerdendir. Komplo teorisi diye küçümsediğimiz, deli zırvası abuklamalar diye istiskal ettiğimiz, gelecek projeksiyonlarımızın parçası kılmaya tenezzül dahi etmediğimiz şöylesi bir anlatı, sakın çok yakında başımıza gelecek olan devam yolu olmasın: Bilderbergci, Iluminatici, Gül-Haççı ya da şucubucu diye isimlendirilmeleri çok da önemli olmayan bir avuç çok zengin ve muktedir oligarşik figürle aileleri, onlara hizmetle mükellef binlerce teknisyen, uzman, bilim insanı, savaşçı ve işçiyle birlikte, uzayda binlerce yıl boyunca seyahat edebilecek donanımdaki devasa uzay gemisi Exodus’la gezegenimizden ayrılmışlardır. Bu ayrılış, Dünya’daki binlerce nükleer ve termonükleer bombanın birkaç saat içinde patlayarak gezegeni yaşanamaz bir cehenneme çevirmesiyle senkronik gerçekleşmiştir. Yapay zekâsı ve kuantum bilgi sistemleri, makine öğrenmesi sayesinde, sürekli gelişen otonom uzay gemisi Exodus, Dünya'nın etrafındaki yörüngesinde turlarken, hizmetle mükellef olduğu homo sapiens sapiens türünün son numunesi binlerce dünyalıyı, derin dondurucularda sürdürdükleri uykudan uyandıracakları ana odaklanmıştır. Periyodik olarak yollanan sondalarla, (nükleer kıyametten 500 ya da 5,000 yıl sonra), gezegenimizin yeniden yaşanabilir hale geldiğinin anlaşılması üzerine uyandırılan insanlar 'EV'lerine geri dönerek, uzun süredir kurgulayıp projelendirdikleri 'yeni medeniyet'i sıfırdan kurmak adına Dünya'yı renöve ve rejenere etmeye başlarlar. Senaryomuzu fazla uçuk bulanlara, hayatın çoğunlukla kurmacadan daha inanılmaz olduğunu hatırlatmakla yetiniyoruz.  

Alan Moore’un yazdığı, Dave Gibbons’in illüstre ettiği, pek çok eleştirmenin gelmiş geçmiş en kayda değer kurmacalardan saydığı Hugo, Locus ve Eisner ödüllerinin sahibi grafik roman şaheseri Watchmen, süper kahramanlar kozmosuna getirdiği unkonvansiyonel bakışın yanı sıra, Nixon’ın üst üste seçildiği ve Amerika’nın Vietnam savaşını kazandığı bir alternatif evrende geçen akıl almaz bir küresel komployu oturtur asal eksenine. Fasiküller halinde yayımlanmasının üzerinden 38 yıl geçen bu immortal klasik, yaşadığımız aktüel küresel anomalileri anlamlandırmamıza yardımcı olacak bir edebiyat numunesi, ‘hayat mı sanatı, yoksa sanat mı hayatı taklit eder?’ sorgulamasını güncelleyen bir çağdaş destandır, bu vasıflarıyla da ilgiyi ziyadesiyle hak etmektedir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.  



138) Ebû Bekir Râzî

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Ebû Bekir Râzî.

Tam adı Ebû Bekr Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî olan Ebû Bekir Râzî, 865’de İran’ın Rey şehrinde doğdu. İslâm medeniyetinin altın çağındaki hekim – filozof kategorisinin en mükemmel aktörü olan Râzî, ciddi manada etkilediği Batı Düşünce kozmosunda Rhazes olarak anılmıştır. Gençliğinde edebiyat ve musikiyle ilgilenen, ilerleyen yıllarda Hipokrat ve Galen’in müktesebatlarını temellük eden, ardından da gözlem ve deneylerler temelinde ve rasyonel bir mecrada ele aldığı tababet ve farmakolojide büyük yeniliklere ve icatlara imza atan Râzî’ye, 10. asrın başlarından itibaren Arapların Galeni denmeye başlanmıştı. Kuyumcu olarak başladığı kariyerinde, ilerleyen dönemlerde büyük buluşlara imza atacağı kimyaya ilgi duyan, bu süreçte yaptığı deneyler yüzünden görme yetisinde problem oluşunca da tıbba yönelen Râzî, ilmini arttırmak, sezgi ve irfanını geliştirmek adına dönemin alimlerinden, şehir şehir dolaşarak, eğitim almış, tababetin yanı sıra, başta kimya olmak üzere doğa bilimleri, tasavvuf, mantık, matematik, ilâhiyat, kelâm ve felsefeyle de uğraşarak bu alanlarda derinleşmiştir. Hekim olarak şöhret kazanınca Rey’deki bîmâristanda başhekim olan, bilâhare Halife Müktefî - Billâh’ın davetiyle 10. asrın başında Bağdat’a giden Râzî’nin, otobiyografisi olan es-Sîretü’l-felsefiyye’sinde ‘bir yıl zarfında müsvedde olarak 20.000 varaktan fazla yazı yazdım’ demesi, ilmini arttırmak noktasındaki gayret ve azmini gösterir. Geometri dışında hemen her alanda eser telif eden bu hür fikirli, cesur ve çalışkan âlim, Sokrat’a benzer bir hayat sürmediği için filozof olamayacağını söyleyenlere ‘ülkemde ve çağımda hiç kimsenin tıp bilgisi benden ileri değil, filozofça yaşama ters düşen davranışlardan titizlikle kaçınırım, fizik ve metafizik disiplinlerinde neredeyse 200 risale yazdım, bütün bunlar bana filozof denmesine yetmiyorsa, merak ediyorum, şu sıralar bu ünvana lâyık kim var?’ diyerek cevap vermiştir. Gözlerindeki rahatsızlık ellilerinin sonuna doğru katarakta dönüşerek okuması engelleyince, girdiği derin teessür yüzünden 925’de 59 yaşında Rey’de vefat eden Râzî’nin felsefe, fizik ve metafizikle ilgili külliyatı günümüze kalmamış, bu durum, alimin söz konusu disiplinlerdeki görüşlerine ancak ikincil kaynaklar üzerinden erişmemize neden olmuştur. Platonizm ve neoplatonizmin deist karakterli yaklaşımının tesiriyle geliştirdiği Varlık, Yaratan, Alem, Nefis, Heyûlâ, Halâ ve Dehr gibi kavram ve kategoriler, yaşadığı dönem, İslâm sosyolojisinin ve fikir hayatının en özgür, en liberal çağı olsa da, çok cüretkâr bulunmuş, tıp ve eczacılık alanlarındaki mucizevi başarılarıyla, hükümdarlar başta olmak üzere, döneminin en kuvvetli şahıslarının koruması altında olsa da, bu Râzî’nın Müslüman filozof ve mütekellimin camiasında mülhid ve zındık olarak damgalanmasına ve tekfir edilmesine mâni olamamıştır. Kimyayı tıbbın hizmetine ilk sokan bilimci, klinik tıbbın gelmiş geçmiş en büyük üstatlarından, çağının çok ötesindeki mezkûr klinisyenliğiyle de İbn Sînâ’nın bile bir hayli önünde olan Râzî hakkında yapacağımız şu analojinin, insanlık aleminin bu büyük evlâdını, meselenin hakikatiyle mutabık olarak, ihata edeceği kanaatindeyiz: Ebû Bekir Râzî, erken gelmiş Baruch Spinoza ve Albert Einstein; Spinoza ve Einstein ise gecikmiş Râzî’dir!

TDV İslâm Ansiklopedisindeki Mahmut Kaya imzalı kapsamlı Ebû Bekir Râzî maddesi başvuru kaynağımız olup, başlangıç seviyesinde okuma yapmak isteyene yeterli bilgiyi sunarken, gerçekten doyurucu olan bibliyografyasıyla da ileri okumalar yapmak adına kaynak arayışında olanlara faydalı bir yol haritası sunmaktadır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 



139) İmzalı Kitap

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu İmzalı Kitaplar.

Bibliyofil, kitapperest, arşivci ve koleksiyoner olarak nitelenebilecek kişilerin hayatında önemli yer tutan bir antiteyi, imzalı kitap olgusunu mercek altına alacağız. 12,000 yıl önce yerleşik tarım medeniyetine geçtiğimizde, temel ihtiyaçlarımızı çok daha zorlu koşullarda karşıladığımız göçer – avcı – toplayı yaşam biçimimizde edindiğimiz bir alışkanlığımızı terk edememiş, başta gıda maddeleri olmak üzere, ihtiyaç duyduğumuz şeyleri tüketimimizden fazla edinerek stoklamaya devam etmiştik. Antropologlar bu itiyadımızı, başta kitap olmak üzere, koleksiyon konusu olan her çeşit varlığa yönelik koleksiyoner ilgisinin arkaik kökeni olarak gösterir. Psikanaliz disiplininin kurucusu Freud ise, bebeğin 12. ve 36. aylar arasında yaşadığı travmalar yüzünden geliştirebileceği anal fiksasyon denen kararsız, tutucu, inatçı, titiz, disiplinli, cimri, düzenli ve agresif kişilik özelliklerinin, onun ilerde koleksiyoner olmasına sebep olduğuna işaret etmişti. Bu husus da koleksiyon ediminin psikolojik orijinlerindendir. Her ne sebeple olursa olsun, kitapla sıra dışı bir ilişki kuran, okuyabileceğinin çok üzerinde kitap edinerek binlerce, hatta on binlerce kitaplık kütüphaneler oluşturan kitapseverler, etraflarını kuşatarak yaşam alanlarını âdeta istilâ eden kitaplarının bu müstevli tutumundan dolayı emin olun bahtiyardır. Kitapperestlerin gözünde bir kitabın kıymetini ve vaz geçilemezliğini arttıran faktörler antika yânî, en az 100 yaşında olması, nadirattan - ilk baskı – illüstrasyonlu – haritalı olması, özenle yapılmış bir cilt tarafından korunması, ebru ile tezyin edilmesi, tarihi bir sîmânın ya da önemli bir koleksiyonerin kitaplığının damgasını taşıması ve estetik bir ex-libris içermesidir. Pek tabiidir ki, eserin başta yazarı olmak üzere, ona emeği geçen çevirmeni, yayımcısı, illüstratörü, haritacısı, fotoğrafçısı, ciltçisi, ebrucusu, sahibi gibi eşhasın notlarını, ithafını ve imzasını taşıması da, değerini arttıran faktörlerdendir. Bir örnek verelim: müzayedelerde milyonlarca sterline el değiştiren Shakespear’in toplu eserlerinin ilk baskısının yazarından imzalı bir nüshasının ederi için söylenebilecek yegâne şey: ‘limit is the sky!’dır. İmzalı, ilk baskı ve nadir kitap koleksiyonerliğinin bir bibliyofili mutlu ederek sağladığı psikolojik katarsisin yanı sıra; koleksiyonerin mezkûr süreçte sosyalleşmesini, bilgi ve görgüsünü artırarak kişisel gelişimini sürdürmesini, bu hobi üzerinden yaşama kuvvetlice bağlanarak akıl ve beden sağlığını korumasını sağlamak gibi çok daha derin ve önemli tesirleri de vardır. Özellikle son 30 yıldır küresel bir trend haline gelen imzalı ve nadir kitapların fiyatlarının eksponansiyel bir ritimle artması, onları en favori yatırım enstrümanları arasına sokarken, taklit imza taşıyan eski görünümlü sahte antika kitapların gün geçtikçe aslına daha sadık nitelikte üretildiğine de şahit olmaktayız. Bu yüzden de koleksiyonerler, bu nitelikteki kitapları, onların otantisitelerini kanıtlayan sertifikalarıyla birlikte, güvenilir adreslerden temin etmekte ısrarcı olmalılar. Oluşturulması için koca bir ömür, epeyce maddi kaynak, ama en çok da sevgi – tutku - bilgi – ilgi gereken ciddi bir kitap koleksiyonunun, koleksiyonerin vefatına müteakip, eşi tarafından, eski sahhafların ifadesiyle ‘herif mezara, kitapları mezata!’ anlayışıyla, hızla ve genellikle de değerinin altında elden çıkarılması, işaret ettiğimiz kitap koleksiyonu kozmosunun en düşündürücü ve hüzün verici yanı olsa gerektir.

Boğaziçi Üniversitesi emekli matematik profesörlerinden, bibliyofil, arşivci, ülkemizin en hacimli ve nitelikli imzalı kitap koleksiyonlarından birinin sahibi, araştırmacı yazar Haluk Oral’ın yazdığı Bir İmzanın Peşinden, tutkulu bir kitapperestin iğneyle kuyu kazarcasına oluşturduğu imzalı kitap koleksiyonunun oluşum aşamalarını renkli bir anlatımla ve sürükleyici bir üslupla paylaşırken, yanı sıra, kitaplarla yaşamaktan mutlu olan insanların his, düşünce ve hayal alemlerine ortak etmekte okurunu. Baskısı tükeneli uzun zaman olan başvuru kaynağımızın yeni baskısının gecikmesizin yapılmasını diliyoruz. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 



140) Fe Del Mundo

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Fe del Mundo.

Filipinler’de ilk çocuk hastanesini kurarak ülkesinde modern pediatrinin temellerini atan, bu alanda 80 yıl insanüstü gayretlerle hizmet eden, Filipinler Pediatri Derneği’nin kurucu başkanı, 65 yıl üyesi olduğu Filipinler Tabipler Derneği’nin ilk kadın başkanı, Uluslararası Kadın Doktorlar Birliğinin ilk kadın Asyalı başkanı ve Filipin Ulusal Bilim Adamı unvanına lâyık görülen ilk kadın bilimci olan Fe Villanueva del Mundo, 27 Kasım 1911’de başkent Manila’da doğdu. Avukat olan babası sayesinde toplumun orta halli kesimine mensup olmalarına karşın, zor bir hayatları oldu, 8 kardeşinden üçünü bebekliklerinde, birini de 11 yaşında kaybetti. Bu ölümler Mundo’da doktor olarak yoksul çocukların ölümlerinin önüne geçmek fikrini yeşertmiş, ölene kadar onu terk etmeyecek olan büyük bir motivasyonun temellerini atmıştı. 1933’de Manila Filipinler Üniversitesi Tıp Fakültesini birincilikle bitirip pediatri bölümünde ihtisasa başladı. Daha öğrenciyken gösterdiği başarı ve adanmışlık Filipinler Başkanı Manuel Quezon’un dikkatini çekince, 1936’da devlet bursuyla Amerika’ya gönderilmiş, Boston Üniversitesi’nde başladığı bakteriyoloji yüksek lisansını, Boston Pediatri Hastanesi’ndeki başarılı çalışmaları sayesinde edindiği ilişkilerle, Harvard Tıp Fakültesi’nde 1940’da tamamlamıştır. Akabinde Chicago Üniversitesi ve Johns Hopkins Hastanesi gibi sadece Amerika’nın değil, gezegenin en prestijli tıbbi merkezlerinde bakteriyoloji ve pediatri eğitim ve kariyerine devam eden Fe del Mundo, Japon istilasından hemen öncesinde, 1941’de ülkesine dönmüş, Uluslararası Kızılhaç Örgütü bünyesinde Japon ordusunca ailelerinden ayrılan çocukların bakımıyla uğraşmıştır. Japon işgal kuvvetlerinin Filipinler’deki yabancıları yerleştirdiği Santo Thomas Üniversitesi’ndeki toplama kampında gerçekleştirdiği çalışmaları yüzünden edindiği Santo Thomas’ın Meleği unvanı, ölene değin kimliğinin şerefle taşıdığı parçası olacaktır. Belediye başkanının talebiyle Manila’da 1943’de kurduğu çocuk hastanesini 1948’e kadar yöneten Mundo, kamu yönetimindeki tıbbi ünitelerde 1957’ye değin özveriyle çalışmış, bürokratik engeller enerjisinin büyük kısmına mal olmaya başladığındaysa istifa ederek bütün mal varlığını satmış, yüklüce de bir kredi borcunun altına girerek kendi özel çocuk hastanesini, Filipinler Çocuk Tıp Merkezi’ni kurmuştur. Mezkûr tesisi, 1966’da açtığı ve Asya’da benzeri olmayan Anne Çocuk Sağlığı Enstitüsü’yle genişleten Mundo, sağlık merkezinin sahipliği ve idaresini kurduğu vakfa devretmiş, böylelikle de yönetsel ve bürokratik işlerden özgürleşerek bütün zamanını anne ve çocuk sağlığına hasretmek olanağına kavuşmuştur. Filipinler’in geniş coğrafyasındaki yoksul insanlara odaklanan mezkûr vakıf, sağlık hizmetlerine erişim konusunda dezavantajlı olan on binlerce anne ve çocuğun hayata tutunmasını sağlamıştır. 90’lı yaşlarında bile tekerlekli iskemlesinde inanılmaz bir tempo ve adanmışlıkla çalışmaya devam eden Fe del Mundo, 100 yaşına basmasından 3.5 ay önce, 6 Ağustos 2011’de vefat ettiğinde, kamu sağlığı ilgili yeni projeler üzerinde çalışmaktaydı. Hayatının son 55 yılında kendisine ait bir evi olmayan, hastanesini yuvası yaparak tesisin ikinci katındaki bir odada yaşayan Fe del Mundo, ‘niçin evlenip çoluk çocuğa karışmıyorsun?’ sorusuna ‘mesleğimle evliyim, ülkemdeki bütün çocuklar da zaten benim evlâtlarım’ diye cevaplamış, hayatıyla, isminin sıfat manası olan 'Dünyanın İnancı' kavramını fazlasıyla  hak etmiş, başta Filipinliler olmak üzere, Asyalı yoksul kadın ve çocukların hafızalarına bir azize olarak nakşolmuştur.

Referans metinlerimizden olan Ezgi Aksoy’un yazdığı ve Betül Yılmaz’ın çizdiği Ay Işığında Kadınlar grafik romanı, gezegenin bütün coğrafyalarında fark yaratmış 15 kadının hayatını mercek altına alırken, ‘niçin hiç kayda değer, çığır açmış, ekol olmuş kadın düşünür, şair, ressam, bilimci, yönetici yok?!?’ gibi manasız ve maskülist soruya da gereken cevabı vermektedir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 

--------------------------------------------------------

Önceki 135 metne erişmek için bknz. ltfn.: 

https://ziyaversencan.blogspot.com/2024/06/sr-ve-gizli-orgut-henry-kissinger-bilim.html


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder