01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. Mezkûr metinler, muhtasar bir ifadeyle, insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki - hayvan - böcek - toprak - su gibi bileşenlerinin oluşturduğu o alâimisemâ mahiyetli muhteşem mimari ve muhtevanın referans verdiği eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin fenomenlerinden / tezahürlerinden birisinin, ana hatlarıyla da olsa, kuşatılma teşebbüsüdür. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan bahis konusu entelektüel hasılanın 29 Temmuz - 02 Ağustos haftasında yayınlanacak olanları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.
151) Özgür İrade
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini
yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un
sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Özgür İrade.
İnsanlık tarihinin son 200 yılı
incelendiğinde; özgür irade sahibi birey, insan hakları, serbest piyasa
ekonomisi ve demokrasi gibi dört ideolojik antitenin asal unsurları
olduğu paradigmatik bir anlayış ve anlatının tarihsel sürece damgasını vurduğu
görülecektir. Mercek altına alacağımız olgu, bu dört kavram arasında dominant
unsur olan özgür irade sahibi bireydir. Yapıp ettiklerini, bunlara
dair yaşadığı sezgi, karar verme, plânlama, eyleme geçme ve fiilini finalize
etme fazlarında, harici koşulların mutlak manada determine ettiği belirlenimci
bir bağlamda, ya da, sebep – sonuç illiyetinden bağımsız olarak gelişen bir rastlantılar
silsilesi içerisinde değil, esas olarak, şahsi istek, hedef ve tercihleri
doğrultusunda gerçekleştiren kişi özgür irade sahibi olarak nitelenir. Bir insanı diğerlerinden ayıran benlik,
ferdiyet, kendilik ya da
kişilik denilen nörolojik ve
psikolojik antiteden bahsettiğimizde, özgür irade sahibi bireyin,
kendisini diğer bireylerden ayırma konusunda tartışılamayacak denli net bir anlayışa
sahip olduğunu; bir insan teki, bir fail ve bir özne olarak söylemler ve edimler
eylediğinde geliştirdiği orijinal bir öz farkındalıkla, bunun beslediği otantik
bir özsaygıyı kuşandığını argümante etmişiz demektir. Günümüzdeki modern
halinin embriyonu ilkin antik Grek düşüncesinde beliren, 4. asırda Hristiyan
teoloji ve felsefe kozmoslarında geliştirilen, 18. asırda Schopenhauer’ın
‘hiçbir dışsal faktöre tabî olmaksızın
özgür isteme anlamına gelen liberum
arbitrium indifferentiae’ kavramsallaştırmasında ekstremist bir versiyonu
dillendirilen özgür irade teorizasyonun arketipik kökenlerine
ise, çok daha öncelerde, gezegenin Batı dışı medeniyet havzalarında rastlamak
mümkündür. İslâm teoloji, kelâm ve felsefesinde, ifrat ve tefriti oluşturan Yaradan’ın her bakımdan kâdiri mutlak oluşunun insana
bir serbestiyet imkânı tanımamasının zaruri bir neticesi olarak, beşere bir
aksiyon nisbet etmemizin bile mümkün olmadığını savunan Cebriyye ekolüyle; eylem ve söylemlerinin bütün
sorumluluğunu insana yükleyen, bu suretle de ilâhî kader inancını inkâr eden
Kaderiyye anlayışı gibi iki
heterodoksi yaklaşımın arasında konumlanmış olan ve insanın, Yaradan’ın külli
iradesinin resmin büyük kısmını oluşturduğu bir paradigma içerisine yuvalanmış cüzzî
bir irade ile amel ettiği şeklindeki genel kabul gören ortodoksi
yaklaşım, özgür irade mevzunun İslâmi şerhinin ekstresi gibidir. Kuantum Dalga Mekaniği müktesebatının
100 yılı aşan bir süredir örseleyerek peyderpey fizikî süreçlerin dışına
ötelediği determinizm ilkesinin, bilhassa
atomaltı parçacıklar dünyasında zerrece
hükmünün olmadığının kanıtlanması, özgür
iradenin biyolojik, psikolojik ve sosyolojik kozmoslardaki izdüşümlerini de
tartışmalı hale getirmiştir. Epilepsi hastalarının tedavisinde
kullanılan bir protokolün neticesinde ortaya çıkan ayrık-beyin hastaları üzerindeki çalışmalarıyla 1981 Nobel Fizyoloji ya da Tıp ödülü
kazanan Roger Wolcott Sperry ve
Michael S. Gazzaniga’yla, davranışsal
iktisat alanındaki mesai ve telifiyle 2002’de Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Daniel Kahneman’ın müktesebatı ise, özgür
iradeyle, onun üzerinde yükselen benlik antitelerine dair bütün
kabul ve ezberlerimizi gözden geçirtecek türden olup, ‘serbest istenç’in ve tutarlı –
bütünlüklü – muhkem – tekil bir benlik kavrayışının tabutuna bir çivi de bizden!’ dercesine etki yapmıştır.
2011’de yayımlanmasından bu yana 20’den fazla dile çevrilip milyonlarca satan ufuk açıcı Incognito – Beynin Gizli Hayatı’nın müellifi; nöro-plastisite, sinestezia, zaman algısı, nörobilimle hukukun müşterek alanı gibi temalara yoğunlaşan ABD’li sinirbilimci, akademisyen, yazar, konuşmacı, teknolojist, girişimci, sivil toplum aktivisti David Eagleman’ın 2015 tarihli Beyin – Senin Hikâyen kitabı, o çok merak edilen ‘gerçek nedir?’, ‘ben kimim ve nasıl karar veriyorum?’, ‘teknoloji ölümsüzlüğü sağlayıp insan olmanın anlamını değiştirebilir mi?’, ‘bir simülasyonun parçası mıyım?’ gibi favori problematikleri kuşatan içeriğiyle bize ilham ve enformasyon sağlarken, konunun her düzeyden meraklısı için de okunulası bir rehber metin olarak öne çıkmaktadır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
152) Zbigniew Kazimierz Brzeziński
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini
yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un
sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Zbigniew Kazimierz Brzeziński.
Polonya asıllı Amerikalı siyaset bilimci, akademisyen, diplomat, stratejist, yazar Zbigniew Kazimierz Brzeziński 28 Mart 1928’de aristokrat bir Roman Katolik ailenin çocuğu olarak Varşova'da doğdu. Çocukluğunun, diplomat olan babasının vazifesi yüzünden, önce Nazizmin iktidara geldiği Almanya’da ve akabinde 1936 – 1938 döneminde, Stalin’in Moskova Duruşmaları ile Komünist Partinin bütün ileri gelenlerini imha ettiği büyük tasfiye hareketi sırasında Moskova’da geçmesi, Brzeziński’nin totaliter rejimlere karşı ömür boyu besleyeceği nefretin tohumlarını attı. 1966 – 1968 döneminde Lyndon Johnson’ın uluslararası politika danışmanlığını, 1977 - 1981’de ise Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığını yürüten Brzeziński, Henry Kissinger gibi, Amerikan hariciyesinin realist geleneğinin mensubu ve Siyonist rejimin kararlı bir destekçisiydi. Japonya, Batı Avrupa ve ABD arasındaki ekonomik, politik ve kültürel işbirliğini geliştirmek için, esas olarak da Atlantik İttifakıyla Batı Medeniyetinin küresel dominasyonunu sürdürmek adına, Temmuz 1973’de temelleri atılan ve Bilderberg Konferansı gibi, tartışmaların daima odağında yer alan Trilateral Commission’ın fikir babası ve Amerikalı iş insanı David Rockefeller’la birlikte kurucularından olan Brzeziński, kariyeri boyunca Dünya'nın en muktedir, en zengin ve insanlık ve gezegenimiz adına da, en tehlikeli olan aktörleriyle aynı idealleri ve kurumları paylaştı. Müktesebatını etüt eden ana akım araştırmacılar, dünya görüşünü ve felsefi duruşunu ‘liberal, küreselci, idealist ve antikomünist’ olarak tanımlarken; bu değerlendirmenin global emperyalist tahakkümün penceresinden yapılmış hayırhah bir yaklaşım olduğunu savunan vicdanlı akademisyen ve aydınlar, Amerikan emperyalizminin rafine, vizyoner ve tehlikeli bir teorisyeni, uygulamacısı ve müdâfii olarak resmetmeyi tercih ederler Brzeziński’yi. Yakın dostlarının hitabıyla Zbig, Çin Halk Cumhuriyeti – ABD ilişkilerinin normalleştirilmesine; Sovyetler Birliği’yle yürütülen SALT II, yâni, 2. Stratejik Silahların Sınırlandırılması anlaşmasının imzalanarak küresel nükleer savaş paranoyasının sonlandırılmasına; Mısır – İsrail savaşına son veren Camp David Anlaşması’nın gerçekleştirilmesine ciddi katkılar sağladı. İran İslâm Devrimi’nin hemen akabinde, bir amerikanofil olan Şah Rıza Pehlevi’nin tedavi bahanesiyle ABD’ye kabul edilmesiyle 4 Kasım 1997’de patlak vererek tam 444 gün süren Tahran’daki ABD Büyükelçiliği rehine krizinin müzakereler temelinde ve barışçıl bir finalle sonlandırılmasında da rolü olan Brzeziński, Sovyetler Birliği’nin, ana yurdu olan Polonya gibi Doğu Avrupa ülkelerindeki hegemonyasının geriletilmesi için çalıştı. Polonyalıların onu ve bir diğer Leh asıllı figür Papa 2. Jean Paul’ü ulusal kahraman olarak görmeleri bu yüzdendir. Rusya Afganistan’ı işgal edince Talibanı desteklemesi, bu işgalin, Sovyetlerin Vietnam’ına dönüşerek onu yıkacağını öngören kuramcı ve stratejist yanının bir tezahürüydü. Kariyerinin uzunca bir döneminde Demokrat Parti’yi desteklemesine karşın, 1988 seçimlerinde Cumhuriyetçi aday George Bush’un yanında durarak partilerüstü tutum alan Brzeziński, orta ve uzun vadeli sonuçlarının Amerika’nın küresel menfaatlerine zarar vereceğini öngörerek, oğul Bush’un 2003’teki Irak’ı işgal politikasını eleştirmişti. Küresel aktör olmak iddiası taşıyan ülkelerin, Çin Halk Cumhuriyeti gibi, kaliteli bir akademyaya, güçlü bir
ekonomiye, yenilikçi bir tekno-ekosfere ve inovatif bir savunma sanayiine sahip olmanın yanı sıra, Amerika’nın nörolojik sistemi ve akıl hocası olan Kenan, Brzeziński, Kissinger, Huntington, Fukuyama gibi kuramcı ve stratejistlerin müktesebatlarını çok sayıda yetenekli doktora öğrencisine didik ettirmesi elzemdir. Brzeziński’nin 1997’de yayımlanan Avrasya jeopolitiğinin küresel liderlikteki yeri odaklı Büyük Satranç Tahtası - Amerika'nın Önceliği ve Bunun Jeostratejik Gerekleri, küresel nükleer savaşın çokça dillendirildiği günümüzde, sadece hariciyeci ve stratejistlerin değil, insanlığın dertleriyle hemhal olan herkesin okumasında fayda olan temel bir kaynaktır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.153) Transhümanizm
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini
yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un
sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Transhümanizm.
Nobel fizik ödüllü Hans Bethe’nin ‘zaman zaman onun gibi bir
beynin, insanoğlundan üstün bir tür olup olmadığını merak etmekteyim’ diye
tarif ettiği Amerikalı matematikçi ve bilgisayar bilimcisi John
von Neumann, 1950’lerde ‘Teknolojinin
durmaksızın ivmelenen ilerlemesi, türler tarihinde, toplumsal yaşamın
bildiğimiz biçimiyle devam edemeyeceği bir tür temel tekilliğe doğru yaklaşıyor’ dediğinde, bugünlerde yaşanan teknolojik
süreçlerle, onların biyolojik, sosyopolitik, sosyoekonomik, kültürel ve
teolojik sonuçlarına dair bilgece bir kehanette
bulunuyordu. Kozmos’un; bütün madde ve enerjinin sıkıştığı
sonsuz küçüklükteki bir kozmik çekirdeğin, 13.8 milyar yıl önce patlamasına
müteakip sürekli genişleyerek günümüzdeki halini aldığını savunan hipotetik Big Bang Teorisi, izaha soyunduğu kozmogonik faz üzerinden; bütün
evrensel yasa ve prensiplerin çökerek devre dışı kaldığı, bu yüzden de madde ve
enerjinin mahiyeti hakkında hiçbir kestirimde bulunamadığımız, bütünüyle bilme
yetimize kapalı bir kozmik tekilliğe referans vermektedir aslında. Kozmoloji,
astronomi ve kuramsal fiziğin ilgi alanındaki bir diğer kozmik tekillik olan
kara delikler, olay ufkunu ihlâl ederek içlerine düşen her şeye, Big
Bang öncesindekine benzer şekilde, sonsuza yakınsayan bir kütle çekim kuvveti uygulayarak,
onların bütün asli parametreleriyle karakteristik metriklerini yitirmelerine
yol açan, bildiğimiz fizik yasalarının paranteze alındığı, bilmenin ve bilimin
ötesindeki antitelerdir. Tekillik olgusunun beşeri ve sosyal sahadaki tezahürlerine
gelince, bunlar, geometrik şekilde artan bilimsel devrimlerle, üstel bir
hızla katlanarak ilerleyen teknolojik atılımların insanlık halleriyle
Dünya vaziyetlerini hangi seviyeye taşıyacağını kestirmenin dahi mümkün
olmadığı, mezkûr süreçlere hali hazırda kumanda eden prensipler koleksiyonunun, bahis konusu yakın gelecekte hiçbir hükmünün kalmayacağı bir
tür Tekno-tekilliğe muhatap olacağımızı îmâ etmekte bize. Tekno-tekillikle
iç içe geçen transhümanizmin tarihi silsilesi, Nick Bostrom gibi mevzunun savunucuları
tarafından, başta Hind, Çin, Japon, Grek,
İskandinav ve Kelt'lerinki olmak üzere, mitolojilerdeki tanrısal varlıklardan, Rönesans ve Aydınlanma Çağının kâmil insan modellerinden, insan
hayatının süresini uzatmak ve kalitesini arttırmak merkezinde görüşler serdeden Marquis de Condorcet'le Benjamin Franklin’in müktesebatından, John Burdon Sanderson Haldane’ın genetik çalışmalarından ve 67 yıl
önce yayımladığı makalesinde ilk kez
transhümanizm kavramını kullanan biyolog Julian Huxley'in ilmi katkılarından
oluşan bir jenealojik zincir olarak kurgulanmaktadır. Şu detayın da altını
çizmek ehemmiyetlidir bizce: Moleküler biyoloji, genetik
mühendisliği, robotik, nanoteknoloji ve yapay zekânın sağladığı imkânları
biyolojik yapımıza eklemleyerek milyonlarca yıl, hatta belki de, ebediyen
yaşayabileceğimizi vaz’eden Transhümanizmle eşanlamlı olarak kullanılabilen posthümanizm kavramı, bir terimin başına
‘post’ önekinin getirilmesiyle
oluşan her yeni terimin, köküne dair, şu ya da bu nispette, eleştiri içermesi
keyfiyeti yüzünden, esasen hem hümanizmin, hem de onun yakın akrabası olan transhümanizmin
ikamesi değildir. Kısaca tekilciler olarak da anılan taraftarlarınca, bizi immortal Homo Deus’lara
dönüştüreceği için, fanatikçe desteklenen; ılımlısından en sertine değin, çok
geniş bir entervale yayılmış karşıtları tarafındansa, insanlığın, hatta Dünya’nın
sonunu getireceği için, demonize ve tekfir edilen bir aktüel dindir transhümanizm.
Amerikalı bilgisayar bilimci, yazar, mucit, fütürist
ve girişimci, sayısız fahri doktora ve ödül sahibi Ray Kurzweill’in yapay zekâ, transhümanizm, sağlık teknolojileri,
gelecekbilim ve teknolojik tekillik temalarını derinlemesine işlediği, dilimize
İnsanlık
2.0 adıyla çevrilmiş ikonik bestseller'ı The
Singularity Is Near; biyoteknoloji, robotik, nanoteknoloji ve yapay
zekâ sahalarında yakın gelecekte nelerin bizi beklediğine dair önemli bir
araştırma, yazarla mutabık olsun ya da olmasın, her görüşten okurun çok şey
öğreneceği parlak bir entelektüel gösteri, konunun meraklısının bigâne
kalmaması gereken bir referans metindir. Bir sonraki programımızda
birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli
dinleyenler.
Radyo 1'in değerli
dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in
yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların
Dilinden programının bugünkü konusu Leman
Bozkurt Altınçekiç.
Osmanlı İmparatorluğunun finaliyle, Cumhuriyetin şafağının
söktüğü yıllara denk düşen 1911 – 1922 döneminde tam 12 yıl fiili askerlik
yapan, Çanakkale’nin Ezine köyünden Dardanel Mehmet’le, Azerbaycan Türkü Laçin
Hanımın 5 çocuğunun sonuncusu olarak 10 Mart 1932’de Kars’ın Sarıkamış
ilçesinde doğan Leman Bozkurt Altınçekiç, Türkiye’nin ve NATO’nun ilk ve uzun
süre boyunca da tek kadın jet pilotudur. Babasının anlattığı savaş anılarıyla
motive olan küçük Leman, daha çocukken koymuştu pilot olup gökleri fethetmeyi
kafasına. Gâzi’nin ‘İstikbal göklerdedir!’ şiarıyla gösterdiği hedef doğrultusunda
ve onca imkânsızlıklara karşın atılan adımlarla ‘1923 yılında açılan Gaziemir
Pilot Okulu, 1925 yılında kurulan Türk Tayyare Cemiyeti, Türkkuşu Havacılık
Okulu, Eskişehir Tayyare İstasyonu, Türk Tayyare Cemiyeti, 1926 yılında açılan
Tayyare Makinist Mektebi, TOMTAŞ, 1936 yılında hayata geçen Eskişehir Planör
Kampı, 1941’de açılan Etimesgut Uçak Fabrikası ve 1948’de kurulan Gazi Motor
Fabrikası gibi oluşumlar, Cumhuriyet’in hava gücü oluşturma konusundaki kararlığının
göstergeleri olarak okunabilir.’ Bununla birlikte, Vecihi Hürkuş’un 1933’te İstanbul Kadıköy’de, Nuri Demirağ’ın ise 1936 yılında İstanbul Beşiktaş’ta şahsi
kaynaklarıyla ve sivil havacılık çerçevesinde kurdukları uçak fabrikaları,
Leman’ın havacılık düşünü gerçekleştirebileceği ekosistemin adım adım inşâ
edildiği anlamına geliyordu. Ortaokul talebesiyken başvurduğu Türkkuşu’na yaşı
tutmadığı için alınmayan Leman, 1953 sonbaharında sınavlarına girdiği İTÜ’nün
Mimarlık Fakültesi’nde okumaya hak kazandı. Üniversite tahsili sırasında, ‘1953-1954
döneminde Türkkuşu Motorlu Okulu öğretmen adayı eğitimini gerçekleştiren Leman,
model, planör, paraşüt eğitimi ve Motorlu’da 140 saatlik Magister uçuşunu
sağlayarak tekâmül devresini tamamlar. Mayıs 1955’te ise Türk Hava Kurumu
Türkkuşu - Milli Amatör Paraşütçü sertifikasın alır.’ Milli Savunma Bakanı
Ethem Menderes’in kadınlara harp
okullarının yolunu açmasıyla 1955’de Hava Harp Okuluna kabul edilen Leman’dan
bir müddet sonra, 6 Türk kızı daha, pilot eğitimi için kuruma kaydolurlar. Diğer
6 kızın geçemediği sınavları, en başarılı erkek pilot adaylarına denk skorlarla
tamamlayan Leman Bozkurt, 1957’de, Harp
Okullarından mezun olan ilk kadın subayımız olmakla kalmadı, 22 Kasım 1958’de aldığı pilotluk brövesiyle
de, Türkiye ve NATO’nun ilk kadın jet
pilotu olarak da tarihe geçerek küresel manada ilgi odağı oldu. 16 Ekim 1960’da Türk Hava Kuvvetleri eğitimci
ve pilotlarından Tahir Altınçekiç’le evlenen Leman Bozkurt, mesaisinden men
edilmemek için gizlediği hamileliğinin ilerleyen dönemlerinde yaptığı uçuşlarda
bile defalarca 8 G gibi inanılmaz
bir basınca maruz kalmış, bu durum ahbaplarınca, karnındaki bebeğine karşı
takındığı büyük bir sorumsuzluk olarak kınanırken, pilot arkadaşları onun havacılık
mesleğiyle kurduğu bu tutkulu ilişkiyi takdirle karşılaşmıştır. 9 yıl süreyle
kullandığı F – 84 ve T – 33 jet uçaklarıyla tam 20,000 sorti yapan Leman
Bozkurt Altınçekiç, 4 Ekim 1968’de kendi isteğiyle aktif jet pilotluğunu
bırakmış, Hava Pilot Kıdemli Albay olarak emekli olacağı 19 Mart 1987’ye kadar,
Türk Hava Kuvvetlerinin karargâh hizmetlerinde yönetici olarak mesai yapmıştır.
4 Mayıs 2001’de İzmir’de vefat eden
Leman Bozkurt’un yurtseverliğine ve vazifeşinaslığına ihtiram duruşu
niyetiyle yaptığımız bu programımızın referans metni; anne karnında 8 G yiyen havacı bebek olarak tanınan Funda
Altınçekiç Aysel tarafından yazılarak İktisat
ve Toplum Dergisi’nin Mart 2018 tarihli 89. sayısında yayımlanan Türkiye
ve NATO’nun İlk Kadın Jet Savaş Pilotu: Leman Bozkurt Altınçekiç başlıklı
oldukça kapsamlı makalesi, öncü bir Cumhuriyet kızının müktesebatının yanı
sıra, havacılık tarihimize dair içerdiği bilgilerle de ilgiyi hak etmektedir. Bir
sonraki programımızda birlikte olmak
dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
155) Mikroplastikler
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver
Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza
Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Mikroplastikler.
Son 75 yılda üretilen ve %80’i çöpe dönüşen 9 milyar tona yakın plastik
malzemenin hayatımıza penetre olan kısmının en çok rastlanan formu, boyutları
0,001 mm ile 5 mm arasında değişen mikroplastiklerdir. Büyüklüğü 0,001 mm’den daha küçük olan nanoplastikler ise, mikroplastiklerden yüzlerce, hatta binlerce
kere daha küçük olmaları yüzünden, fark edilmeleri imkânsız olan kirletici
plastik ajanlar olarak işlev görmektedir. Parçalanıp eriyerek yok olması için
yüzlerce yıl geçmesi gereken mikroplastik atık problemi, kabaca
70 yıl önce kendisine maruz kalan bütün canlı türlerinin yanı sıra, ekosferin
bileşenleri olan atmosfer, litosfer ve hidrosferin tamamı açısından da tehlike
oluşturmaya başlamıştı. 20 yıl önce, mikroplastiklere maruz kalan mikroskobik ölçekteki
tek hücreli planktonlardan, balinalara değin çok geniş bir entervale yayılan her
türden canlı için artık yaşamsal tehdit boyutuna erişen plastik atık problemi,
günümüzdeyse âdeta geri dönülemez hale gelen devasa bir çevre sorunudur, bu
yüzden de ‘11 kilometrelik Mariana Çukurundan,
8848 metrelik Everest zirvesine değin yeryüzünün her yerini kaplayan amansız
düşman!’ analojisiyle dillendirilse yeridir. Başta okyanuslar olmak
üzere bütün su kütlelerinde, havada, verimli tarım arazilerinde, ormanlarda, dağların
zirvelerinde, anne karnındaki fetüste ve onu kuşatan amniyon sıvısında, insan
kanında ve birçok hayati organında, beslenme zincirimizi oluşturan neredeyse bütün
yiyeceklerde ve içeceklerde, temizlik maddelerinde, makyaj malzemeleri ve
kişisel bakım ürünlerinde, sabun ve deterjanlarda, giyeceklerde, ev tekstilinde
tespit edilen plastik parçalarının mikroplastik olarak isimlendirilmesi, ilk
defa 2004’de, deniz biyoloğu Richard Thompson tarafından yazılan ve deniz
kirliliğinde plastiğin rolünü ele alan bir raporda gerçekleşmiştir.
2021’de yapılan bir araştırma, küresel ölçekteki balık
türlerinin %70’den fazlasının plastik atık barındırdığını; bir başkası da, plastik malzemede saklanan sulardan günde 2.5 litre içerseniz, bedeninize yılda
100,000’den fazla mikroplastik aldığınızı göstermekte . Bunların bir kısmı
vücuttan atılırken, kayda değer bir kısmı da hücrelerde birikmekte, orta ve
uzun vadede tetikleyecekleri ciddi sağlık sorunlarının potansiyel müsebbibi
olarak işlev görmektedir. Beslenmenin yanı sıra, soluyarak, giysilerimizle, ev
eşyalarımızla, temizlik malzemeleriyle, kişisel bakım ve makyaj ürünleriyle
aldığımız günde yaklaşık 0.8 gram mikroplastik, yıl boyunca toplamda 290 gramlık
bir yekûna ulaşmaktadır. Plastik atık probleminin miladı olan 1950’lerde
yılda 2 milyon ton olan küresel plastik üretimi, tek kullanımlık ambalajların
yaygınlaşmasıyla, günümüzde 400 milyon tonun üzerine çıktı. Projeksiyon ve
previzyonlar, bu trendin mevcut karakterini koruması halinde, 15 yıl sonra gezegenin
plastik üretiminin katlanarak yılda 800 milyon tona çıkacağına işaret ederken, üretilen
plastiğin sadece %15’i geri dönüştürülebilmekte, kalan %85’i ise ya yakılarak,
ya da çöpe atılmak suretiyle çevreyi kirletmektedir. Yılda ortalama 22 milyon
ton plastik atık gezegenin sularına bırakılırken, tek kullanımlık plastik
malzemeler, toplam plastik üretiminin yaklaşık %45’ini ve sulardaki kirliliğin
de %60’ını oluşturmaktadır. Gelişmiş ülkeler epeydir, önemli kısmı plastik
malzeme olan çöplerini az gelişmiş ülkelere satarak Atık Kolonyalizmi, ya da,
Çöp Sömürgeciliği denen yeni tür bir emperyalist metot uygulamakta.
Eskişehir Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü Çevre Teknolojisi Ana Bilim Dalı hocaları Kadir Gedik ve Eftade O. Gaga’nın editörlüğünü yaptığı, yerli ve yabancı 17 üniversiteden 12 değişik disiplinde çalışan 42 bilim insanının yetkinlik alanlarındaki makaleleriyle destek verdikleri 526 sayfalık kapsamlı akademik eser Mikroplastiklerden Nanoplastiklere Plastik Kirleticiler, küresel yaşamın insan eliyle yok oluşa sürüklendiği antroposen çağının en önemli kirletici unsurlarından plastiği bütün boyutlarıyla mercek altına alarak, bu sahadaki ilmi referans ihtiyacını başarıyla karşılamakta, ilgili bölümdeki üniversitelilerle birlikte, meraklı ortalama okura da seslenmektedir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
Önceki 150 metne erişmek için bknz. ltfn.:
https://ziyaversencan.blogspot.com/2024/07/humanizma-albert-camus-indirgemecilige.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder