---) Hümanizm(*)
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini
yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un
sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Hümanizm.
Varoluşun anlamlandırılmasında
ve hayat dediğimiz o çok katlı, organik ve entegre antitede, bu anlamlandırma
üzerinden aksiyon alınmasında, bir Kâdir-i Mutlak Metafizik Hakikat’ın
müktesebatı yerine insanın tecrübesini, iç sesini, duygu dünyasını,
hassasiyetlerini ve fikir alemini merkezine koyan; insan tekinin özne olarak
failliği ve mesuliyetini beşeri eylem ve söylemler koleksiyonunun yegâne
otorite ve meşruiyet kaynağı olarak gören görgül ve aklî düşünce
ekolüne hümanizm denir. Konuyla yeterince hemhal olmayan geniş
kesimlerin sandıklarının aksine, insanı sevmekle ilişkilendirilebilecek bir kök
manası olmayan hümanizm kavramı, insanmerkezcilik şeklinde tarif ve
tavsif edilebilen ferdi, özgürlükçü, plüralist, seküler, otonomist,
eleştirel ve metodik şüpheci bir akımdır. Düşünce kozmosumuzu
kolonize eden Batılı fikri unsurların dayatmalarının aksine, antik Grek
düşüncesine olan borcu sanılandan az olan ve asal ve arketipik temellerini
kadim Çin, Hint, Pers, Anadolu, Mezopotamya ve Mısır medeniyet havzalarına
değin izleyebildiğimiz mezkûr felsefi ekol, günümüzdeki modern versiyonuna, 15.
asırda en olgun çağını yaşayan Rönesans’tan, 16. asırdaki protestan reformizminden,
17. asırdaki Galileo – Newton merkezli doğa bilimleri anlayışından, 18. asra damgasını
vuran Aydınlanma felsefesiyle Fransız İhtilâli ve Amerikan İstiklal mücadelesi
süreçlerinden ve 19. asrın ve takip eden çağların dominatörü olan bilimsel devrimlerle
teknolojik atılımlardan beslenerek erişmiştir. Muhteva ve mahiyetindeki bazı
hususiyetlerin üzerinden deizm, ateizm ve agnostisizm gibi felsefi
duruşlara ve ideolojik bagajlara varılabilecek bir kalkış noktası, bir kerteriz
koordinatı olan hümanizm fikriyatı, son 150 yıla damgasını vurmuş Liberalizm,
Marksizm ve Faşizm gibi üç ana mezhebi olan bir modern dünyevi dindir. Margaret
Thatcher ve Ronald Reagan’ın devri iktidarlarıyla başlayıp son 45 yıldır insanlığın, medeniyetin
giderek de faunası ve florasıyla bütün bir gezegenin başına belâ olan neo-liberal
anlayışla karıştırılmaması gereken klasik liberalizm ‘hiçbir dünyevi ya da semavi otoritenin
dayatmasına boyun eğmeden, şahsi tecrübelerin ürünü olan hassasiyetler
temelinde, iç sesin gösterdiği istikamette, kişisel duygu ve düşünce
parametreleri çerçevesinde yaşamak gerekir’ diyerek ferdiyetçiliği,
serbestiyeti, çoğulculuğu, özgür piyasa dinamiklerini, insan haklarını ve
demokrasiyi öncelemiş bir düşünce ekolüdür. Politikada seçmeni,
ekonomide tüketiciyi - müşteriyi, sosyolojide yurttaşı kutsayan
liberal zihniyetin, hümanist paradigmanın bileşenlerinden olması
yadırganmazken, faşizm ve komünizm gibi totaliter sistemlerin
insanmerkezcilik başlığı altında değerlendirilmeleri ilk bakışta
muhatabında bir oksimorona mâruz kaldığı izlenimi yaratsa da, esasen
durum böyle değildir. Faşizm ve komünizm; bireyciliği, piyasa
ekonomisini, insan haklarını, çoğulculuğu ve demokrasiyi demonize ve tekfir ederek
liberalizmle aralarına aşılması imkânsız bir Çin Seddi koyarken; varoluşu
anlamlandırma ve bu temelde karar alma iradesini semavi bir otoriteden ve
metafizik bir meşruiyet kaynağından alıp insana ve insanın merkezinde olduğu
beşeri organizasyonlara vermeleriyle de hümanist fraksiyon olarak tanımlanmayı
hak etmektedir. Faşizmde Führer, komünizmde ise parti, liberalizmdeki bireyin
fonksiyonunu ifâ eden asli faillerdir.
Son 10 yılda okuruyla buluşan ikisi grafik roman formatındaki altı kitabıyla küresel ölçekte çok satan bir yazar ve trend koyan bir kanaat önderi kimliği kazanan tarihçi Yuval Noah Harari’nin 2016’da yayımlanan ve aynı yıl Türkçeye çevrilen popüler eseri Homo Deus – Yarının Kısa Bir tarihi, referans metinlerimizdendir. Mezkûr yapıt, yazarın, kırktan fazla dile çevrilip milyonlarca satarak bilimsel bir kitap için çok da alışılmadık bir ticari başarının faili olmuş Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens’te dillendirdiği görüşlerini bir faz ileri taşıdığı bir analiz ve sentezler manzumesi, ‘fütüroloji, ya da bilimsel öngörü dediğin işte böyle yapılır!’ dedirten mahiyette bir entelektüel hasıla ve türün meraklısının her bakımdan ilgisini hak eden provokatif ve ufuk açıcı bir başyapıttır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
(*) Yayın onayı alamadı.
146) Albert Camus
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın
metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un
sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Albert
Camus.
O sırada Fransa sömürgesi olan Cezayir’de 7 Kasım 1913’de doğan ve 4 Ocak 1960’da bir trafik kazasında hayatını kaybeden Fransız gazeteci, yazar ve filozof Albert Camus, İspanya iç savaşındaki duruşları nedeniyle kendini yakın hissettiği Troçkistler yüzünden sempati beslediği Marksizm’e, kurucusu olduğu absürdizme ve yakın durduğu varoluşçuluğa eleştirel yaklaşan ayrıksı bir figür, 20. asrın en etkili düşünür ve yazarlarındandır. Çocukluğundan itibaren bağımsızlığına düşkün olan Camus, ortaokul çağında evden ayrılmış, felsefe okumak için girdiği Cezayir Üniversitesi’nde, tutkusu olan futbola odaklanmış ve okul takımının kalecisi olmayı başarmıştı. 1930’da konan verem teşhisi yüzünden futbolu bırakan Camus, 1934’de Fransız Komünist Partisi’ne katılmış, akabinde Troçkistlikle suçlanarak partiden atılmıştı. Gazetecilikle hayatını kazanan Camus, 2. Dünya Savaşı’nın başında pasifist bir tutum takınsa da, Almanya’nın Fransa’yı işgali ve direnenlere uyguladığı şiddet üzerine direnişçilere katılmış, yurtseverleri destekleyen Combat Gazetesi’ni çıkararak yönetmiş, bu sırada tanıştığı Jean-Paul Sartre ile ölene değin inişli çıkışlı bir ilişkileri olmuştur. Savaşın ardından, Sartre ve Simone de Beauvoir gibi varoluşçulara yakınlaşan Camus, çıktığı Amerika tutunda konferanslar vermiştir. İflah olmaz bir tiryaki olan Camus sigara içmeye devam edince veremi nüksetmiş, 1949’da, 2 yıl boyunca süren tedavisini fırsat bilip çekildiği inzivada Başkaldıran İnsan’ı tamamlamıştır. 1951’de yayımlanan ve Sovyet Rusya’nın ‘reel sosyalist pratikleri’ni sert şekilde eleştiren eser, Camus’nün başta Sartre olmak üzere, Fransız soluyla olan bütün bağlarının kopmasına yol açacaktı. Cezayir’in Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesinde, sömürgeci devletin uyguladığı şiddete ve yurtseverleri idam etmesine karşı çıkmasına karşın, doğduğu ülkenin istiklâlini desteklememesi, kendisini konforlu hissettiği muhalif frankofon entelijansiyada hiç hoş karşılanmamış, düşünür, savunduğu moral değerlere ihanetle suçlanmıştır. Onca ses getiren roman, oyun, deneme ve fikir yazısına karşın, Nobel Edebiyat Komitesi’nin, Camus’nün L’Express dergisinde 1955 - 1956 döneminde yayımlanan, idam cezasına karşı sert ve ilkeli muhalefetini dillendiren denemesinin de arasında olduğu, bir dizi etkili makalesi yüzünden, onu 1957’de ödüllendirdiği çokça dillendirilen bir husustur. Verdiği bir röportajda, ‘en saçma ölüm biçimi mi? Trafik kazası bunlardan biridir meselâ’ şeklinde cevapladıktan bir süre sonra, Fransa kırsalında, güzel bir havada ve boş bir yolda geçirdiği bir trafik kazasında ölmesi, absürd felsefesinin kurucu babası için bile fazlasıyla anlamsız ve saçma bir durum olsa gerektir. Önemli felsefi yapıtı Sisifos Söyleni’nde teorize ettiği, çok satan, ikonikleşmiş Yabancı ve Veba romanlarına da alt metinler olarak gömdüğü Absürd düşüncesi: ‘bütün görünüşleriyle varoluş saçma, Tanrının varlığı şüpheli ve hayat anlamsızdır; bunları sorgulamaya, yaşama bir anlam yüklemeye çalışacağımıza, çok kısa olan hayatımızı keyifle sürdürmeye bakmalıyız’ şeklinde vülgarize edilebilir. Kendisine yakıştırılan ve yapıştırılan
varoluşçu, Marksist, absürdist, pesimist ve anarşist etiket ve kimliklerini reddeden Camus için anlamlı olan yegâne şey, hakkında ‘ahlâk ve insani sorumluluklarım bakımından olumlu manada her neye sahipsem, bunu futbola borçluyum; politika ve dinler basit yaşamı kompleks kılıyor, içinden çıkılmaz hale getiriyor, oysa hayat futbol kadar basittir’ dediği o ‘güzel oyun’du.
Albert Camus konusunda küresel üne sahip bir uzman olan Jose Lenzini’nin yazdığı, Laurent Gnoni’nin resimlediği Camus
– Adalet ve Anne Arasında,
düşünürün hayatını, 10 Aralık 1957’de Stockholm
belediye sarayında düzenlenen Nobel Edebiyat Ödülü töreninde yaptığı konuşma
temelinde ele alan ufuk açıcı ve heyecan verici bir biyografi, görsel bir şölen
ve konunun her seviyeden meraklısı için ıskalanmaması gereken kayda değer bir
referanstır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça
kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
147) İndirgemeciliğe karşı Yükseltgemecilik
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini
yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un
sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu İndirgemeciliğe karşı Yükseltgemecilik.
Bir bütünü,
onu oluşturan parçalar üzerinden; bir sistemi, ona göre daha az karmaşık olan
alt sistemleri vasıtasıyla; bir bilimsel disiplinin cevap bulmaya kalktığı
soruları da, o disiplini önceleyen diğer disiplinler üzerinden açıklamaya çalışmak anlamındaki indirgemecilik, Batı Medeniyeti'nin kurucu
ve temel koyucu unsurlarından pozitivist - ilerlemeci - bilimselci
– akılcı zihniyetin önemli metotlarından, en kullanışlı zihni
enstrümanlarındandır. Semantik ve fonksiyonalist analize tâbî
tutulduklarında, indirgemecilikle tümden
gelimin akraba antiteler olduğu görülecektir. Tümdengelim, tamamlayıcı parçası olan ve onunla zıt istikamette
çalışan tümevarımsız düşünülemezken;
indirgemeciliği bütünleyen ve onunla
aksi yönde işlev gören yükseltgemeciliğin
olmaması felsefi ve filolojik bir anomalidir. Bu aynı zamanda Evrende her şey zıddıyla kaimdir şeklindeki Kadim
Kozmik Kanun argümanıyla da çelişir Öyleyse, esasen idealar / numenler düzleminde yükseltgemeciliğin
olduğuna, ancak, bunun fenomenal alemdeki,
lengüistik düzlemdeki simulakrının, yâni mütekabilinin, bir
sebeple, henüz icat edilmemiş olduğuna hükmetmek durumundayız. Bu yüzden de biz, indirgemeciliğin zıttı olarak çalışan
yükseltgemeciliği telif ediyor ve felsefe ve bilim kozmoslarına da bunu teklif
ediyoruz. Tümevarım ve tümdengelim tasavvurlarının
gönderme yaptığı ekosferlerle, indirgemecilik ve
yükseltgemeciliğin işaret ettiği anlam
kozmozları ruh ikizi; tümevarımın tümdengelime ve indirgemeciliğin de
yükseltgemeciliğe karşı pozisyonuysa bir mıknatısın zıt kutupları gibi dış dışa değil, İÇ İÇEdir. Her kutup, ediminin kritik eşik denilebilecek aşamasında, diğer kutbun fonksiyonunu görmeye
başlar. Tümevarıma yükselme,
çıkma, metaforları; tümdengelime ise alçalma, inme analojileri nispet edilebilir. İndirgemecilik tümdengelim
tarafından kapsanırken; tümevarımın yükseltgemeciliğe akraba bir felsefi / ilmi terim oluşu
bundandır. Ezcümle, bu diyalektik kavram çiftleri birbirini bütünleyen, destekleyen, birbirinin sine
qua non’u ve mütemmim cüzü olan akıl yürütme
tarzlarıdır. Felsefe, metafizik, teoloji, güzel sanatlar, mitoloji
ve bilimler; Kozmos'la ve insanın orada işgal ettiği yerle
ilgili olan Büyük Metafizik Sorulara kendi hakikat
rejimleri bağlamında cevaplar verirler. Doğal bilimlerin verdiği cevaplar genellikle
küçük harfli ve minimalistken,
zikredilen diğer disiplinlerin cevapları ise çoğunlukla BÜYÜK
HARFLİ ve maksimalisttir. Şimdi
gelin indirgemecilik - yükseltgemecilik diyalektik
bütününün nasıl çalıştığını insan
benliği ve psikesi üzerinden örnekleyelim:
felsefe, metafizik,
teoloji, güzel sanatlar ve mitolojinin insana yaklaşımları psikoloji ve
davranış bilimlerinin tekniklerine; psikoloji ve davranış bilimlerinin çabaları
nörolojiye; nörolojinin faaliyetleri moleküler biyoloji ve genetik
mühendisliğine; moleküler biyoloji ve genetik mühendisliğinin uygulamaları organik
kimyaya; organik kimyanın benliğimize dair etütleri inorganik kimyanın işlem
sahasına; inorganik kimyanın fonksiyonları fizikokimyaya; fizikokimyanın insan
etütleri fiziğe; fiziğin türümüze dair çabaları çekirdek fiziğine; çekirdek
fiziğinin benlik araştırmaları kuvantum fiziğine; kuvantum fiziğinin insan nedir? sorgulaması teorik fiziğin iştigal sahasına; teorik
fiziğin mezkûr etütleri uygulamalı matematiğin sahasına; uygulamalı matematiğin
insanı kuşatma gayretleri uygulamasız, yâni, soyut - pür matematiğin insan araştırmalarına;
maddi evrenle irtibatı ve iltisakı olmayan spekülatif soyut matematiğin insana
dair değerlendirmeleri ise metafiziğin türümüzü kuşatma faaliyetine indirgenir.
Bu indirgeme sürecinin başında, hatırlanacaktır, metafizikten yola çıkmıştık;
geldiğimiz yer ise yine metafizik oldu. Bir diğer deyişle indirgeme işlemi,
kritik bir fazda, zıttına, yükseltgeme edimine dönüştü. Buradan matematik eşittir, ya da, özdeştir metafizik hükmünün çıkarılıp
çıkarılamayacağı önemlidir ve fakat bahsi diğer olduğundan, bu programda
değerlendirilmeyecektir.
Programımızın bugünkü bölümüne içerik oluştururken faydalandığımız, ziyaversencan.blogspot.com adresindeki Matematik = Metafizik (midir?), ya da, İndirgemeciliğe karşı Yükseltgemecilik başlıklı metin, konuya dair yegâne kaynak olup, bu programda cevaplayamadığımız soruların yanıtlarını da içermesi bakımından ilgilisinin müracaat etmesinde fayda olduğunu düşündüğümüz bir fikri efordur. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
148) Çift Yarık Deneyi
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini
yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un
sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Çift Yarık Deneyi.
17. asra
damgasını vuran bilimsel tartışmaların en önemlilerinden birisi Huygens, Newton, Hooke ve Boyle gibi çığır açmış bilimci ve filozofların tarafı olduğu, kökenleri
Antik Grek medeniyetine değin inen ‘ışık
dalga mıdır, yoksa parça karakterli midir?’ sorusu etrafında dönüyordu.
Bilim tarihi bakımından oldukça verimli sayılabilecek bu tartışma dönemi, Newton’ın ışığın parça karakterli, dolayısıyla cisim olduğunu,
Huygens’in ise dalga mahiyeti sergilediğini, yâni enerji tabiatlı olduğunu
savunması gibi iki dominant iddia, işte bu süreçte argümante edildi. 1773 – 1829 yılları arasında yaşayan İngiliz fizikçi, doktor, filolog, müzikolog Thomas Young’ın
1803’de gerçekleştirdiği Çift
Yarık Deneyi, ya da orijinal
adıyla Double Slit Experiment, söz konusu bu tartışmaya nihai noktayı
koymayı ve ışığın (maddenin?) farklı deneylerde saptanan bu ikili mahiyetinin
ortadan kaldırılmasını amaçlamaktaydı. Deney düzeneğinde iğne deliğinden geçen
güneş ışığını kullanan Young, bu ışık huzmesinin yoluna, üzerinde iki delik olan
bir engel daha koymuş, bunun da arkasına bir perde yerleştirmişti. İki iğne
deliğinden geçen ışınlar aynı fazda olduğundan, bunlar en arkaya yerleştirilen
perdede yan yana dizilmiş aydınlık ve karanlık çubukların teşkil ettiği bir
pattern / örüntü deseni oluştururlar. Bu sonuçtan hareketle Thomas Young, Huygens – Newton tartışmasında haklı olanın, ışığın dalga karakterli olduğunu
savunan Huygens olduğunu söylemiştir. Bu deneyden tam 158 yıl sonra, Tübingen Üniversitesi’nde
kurduğu deney düzeneğinde bu sefer ışık huzmesi yerine, elektron tabancasından çıkan
bir elektron demeti kullanan 1930 doğumlu Alman fizikçi Clauss Jönsson, tek yarıklı bir engelden geçirdiği elektronları en
arkadaki bir perde üzerine düşürmüş ve elektronların parçacık olarak
davrandıkları bir sonuç elde etmişti. Jönsson, deney düzeneğini, yarık sayısını
ikiye çıkarak modifiye ettiğinde, beklediği sonuç, deliklerin arkasındaki
perdede birbirine paralel olarak uzanan iki elektron izinden oluşan bir
örüntünün belirmesiydi. Oysa elde ettiği pattern, çift yarıktan geçen aynı fazdaki
ışık huzmelerinin oluşturduğu girişim deseninin tıpatıp aynısı olan saçaklı bir
girişim deseniydi. Madde parçacıkları olan elektronlar, dalga gibi
davranmışlardı. Huzmeler biçiminde toplu halde göndermenin bu anomaliye yol
açabileceğinden hareketle, bu sefer de elektronlar uzun aralıklarla ve tek tek tek
gönderilmiş, ancak sonuç değişmemişti. Elektronların davranışını yakından
izlemek için düzeneğe bir dedektör eklendiğinde oluşan sonuç ise inanılmazdı:
elektronlar sanki izlendiklerini fark etmiş ve ‘biri bizi gözetliyor arkadaşlar, bu yüzden
madde gibi davranacağız’ demişçesine perdede birbirine paralel iki
sütundan oluşan bir iz bırakmışlardı. Kuantum fiziğinin en büyük aktörlerinden,
Amerikalı dâhi fizikçi Richard Feynman
tarafından ‘…bu, klasik olarak açıklanması olanaksız, kesinkes olanaksız bir olgu
olup, içinde kuantum mekaniğinin özünü barındırıyor; kuantum mekaniğinin bütün
gizemiyle, kendine özgü bütün niteliklerini barındırıyor…sadece
bu deneyin sonuçları üzerinde kuantum mekaniğinin bütün teorisi kurmak mümkündür’ şeklinde değerlendirilen çift
yarık deneyi, hem Feynman ve hem de kuramın baskın yorumu olan Kopenhag Ekolü tarafından ‘…kuantum
varlıkları olan elektronlar, çift yarıktan perdeye kadar olan yolu dalga olarak
kat etmiş, perdeye ise parçacık olarak düşmüşlerdir’ şeklinde açıklanmıştır. Elektrondan galaksiye, her
türden fizik varlığın şu veya bu şekilde dalgalandığını îmâ eden bu unconventionel ve heterodoks açıklama bilimkurgunun
beylik temalarındandır.
Popüler bilim, biyografi ve bilimkurgu alanlarında yüzden fazla kitaba imza atan İngiliz bilimci, yazar, astrofizikçi John Gribbin’in yazdığı Kuantum Ansiklopedik Sözlük, kuantum fiziğiyle ilgili yüzlerce konuyu alfabetik olarak ele alan temel bir başvuru kaynağı ve bizim de referans metnimiz olup, kuantum fiziği alanında okuma yapmak isteyenlerin başucu eseri olmaya namzet bir kitaptır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
149) İlhan Mimaroğlu
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini
yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un
sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu İlhan Mimaroğlu.
Osmanlının son dönemiyle Cumhuriyetin ilk yıllarının en önemli mimarı, Birinci Milli Mimarlık Akımının en önemli sîmâsı Mimar Kemaleddin Bey’in oğlu olan elektronik müzik alanında uzmanlaşmış Türk bestecisi, müzikolog, müzik eleştirmeni ve yazar İlhan Kemâleddîn Mimaroğlu 11 Mart 1926’da İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra, öğrenciliği sırasında caz plâkları dinleyerek ve klarnet dersi alarak girdiği müzik kozmosuna odaklanmış, gazetelere müzik makaleleri yazarak ve müzik temalı radyo programları hazırlayarak bu sahada derinleşmiştir. 1955’de bursla okumaya gittiği ABD’de dönemin efsanevi hocalarından müzik tarihi, müzikoloji ve kompozitörlük dersleri alan Mimaroğlu, tam o sırada tanıştığı, musikiyle teknolojinin işbirliğinin doğurduğu o bilinmezliklerle dolu, heyecan verici ve çok şey vaat eden yeni müzik janrına, elektronik müziğe hayran kalmış, hayatının geri kalan 57 yılını kapsayacak olan bu çok genç müzik ekolüne kararlı adımlarla dahil olmuştur. Hayatın rastlantısallığını, zenginliğini, gizemlerini, bilinmezliklerini, çağrışımlarını ifade bakımından atonal müziğin ve onun bağrında şekillenebileceği elektronik müziğin çağın öncü müziği olduğunu düşünen ve savunan Mimaroğlu, başta ABD ve Fransa olmak üzere, çeşitli ülkelerde müzikle ilgili sayısız aktiviteye imza atmış, alanının en rafine eğitimini almış, en kaliteli eğitimini vermiş, Türkçenin modern imkânlarıyla kültürel ve tarihsel mirasımızı buluşturan zengin ve kişilikli bir üslûpla kaleme alınmış yüksek edebi lezzet barındıran kitaplar yazmış, geleneksel çalgılarla teknolojinin son imkânlarını meczettiği besteler yapmış, eserler icra etmiş, kayıtlar almış, konferanslar ve konserler vermiş, arşiv oluşturmuş, radyo ve tv programları gerçekleştirmiştir. Bütün bunları eylerken de, asla tavizkâr davranmamış, müdânâ sergilememiş, inandıklarını ‘politik doğruculuk’ oto sansürünün arkasına saklanmadan, dosdoğru söyleme cesaretini göstermiştir. Hayranları Elvis’e kral, hatta tanrı muamelesi yaparken o, 1958’de yayımlanmış ilk caz kitabımız olan Caz Sanatı’nda rock and roll için ‘1955'ten başlayarak dünyayı saran, cazın belli özelliklerini istismar eden ve kovboy müziğiyle karıştıran, çoğunlukla kabiliyetsiz ve değersiz kişilerin çaldığı bayağı bir dans müziği. İleri gelen temsilcileri Elvis Presley ve Bill Haley'dir' diyecek kadar pervasız olabilmiş; 1970’lerde New York’ta verdiği bir konferansta, eserlerinden örnekler dinlettiği öncü elektronik müzik bestecilerinden John Cage hakkında salondaki bir dinleyicinin ‘müzik diyorsunuz ama, bunlar düpedüz gürültü değil mi?’ şeklindeki provokatif sorusuna ‘John Cage’in de dediği gibi, oturmuş Mozart dinliyorsanız sokaktan gelen sesler gürültü olur, sokaktaki sesleri dinliyorsanız da yanı başınızdaki Mozart gürültü olur' şeklinde kısa, özlü, soğukkanlı ve antolojilik bir yanıt yetiştirecek denli hazır cevap ve pratik zekâlı olabilmiş; gerek eserlerinde, gerekse de ders ve konferanslarında, elektronik müzikle birlikte 20. asrın bir diğer önemli öncü müzik akımı olan minimalizmi ve onun Philip Glass, Steve Reich ve Terry Riley gibi zirvelerini yerin dibine sokacak denli acımasızlaşabilmiş; halk müziğini ‘basit ve avam, ilham vermiyor’ diye etiketlediğinden epeyce kınanmış; Michael Jackson ve The Beatles’ın diskografyalarını istiskal etmiş; 9 şiddetinde psiko-kültürel sarsıntılara yol açabilecek tenkit salvolarını, her biri klasik müzik kozmosunun aşılamaz dehaları kabul edilen Bach, Beethoven ve Mozart’tan esirgememiş, onları fazla hesapçı, doğallıktan ve kreativiteden uzak ve genç müzisyenlerin önünü tıkayan ikonlar olmakla suçlayarak müzikte kutsal kabul edilen ne varsa onların yapısökümcüsü olmuştur. Çok iyi bir yazar ve iyi bir eleştirmen olarak gördüğümüz, bestelerinin müzikal kozmosuna ise yeterince nüfuz edemediğimizi itiraf ettiğimiz küresel manada ehemmiyetli bu müzik insanımızın 17 Temmuz’da ölümünün 13. seneidevriyesinde anıldığını, hakkında, maalesef, tek bir biyografi bile olmadığı için de, kaynak olarak, adına ekşi sözlükte açılmış başlık altındaki entrylerle yetinmek zorunda kaldığımızı ekleyerek bitiriyoruz. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
150) Üç Dünya Teorisi
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Üç Dünya Teorisi.
Düşünce tarihinde Üç Dünya Teorisi isimli üç önemli teori öne çıkar. Bunlardan ilki uluslararası politika alanına ait olup, insanlığı derinden etkilemiştir. Stalin’in 1953’de ölümüyle Sovyetler Birliği’nin başına geçen Kruşçev, Destanilizasyon süreci başlatmış, bunun üzerine ÇKP lideri Mao, Sovyet Rusya’yı, sosyalizmi revize ederek kapitalizme yönelmekle suçlamıştı. 1964’de Kruşçev’in yerine geçen Brejnev, selefinin politikalarını sürdürünce, Mao, Üç Dünya Teorisi’ni uluslararası politikasının eksenine oturtur. Bu kuramında Mao, Çin dışındaki Dünya’yı, iki süper devlet olan ABD ve SSCB’ye Birinci Dünya; Avrupa ülkeleriyle diğer gelişmiş kapitalist ülkelere İkinci Dünya; emperyalizm tarafından sömürülen Dünya’nın geri kalanına Üçüncü Dünya diyerek sınıflandırmış, temel çelişkinin Birinci Dünya’yla diğerleri arasında olduğunu, İkinci ve Üçüncü Dünya’nın Çin önderliğinde emperyalist ABD ve Sovyet Rusya’ya karşı mücadele etmesi gerektiğini savunmuştur. 1970’lerin ilk yarısında Kissinger’ın Masa Tenisi Diplomasisiyle ABD ve Çin yakınlaşınca, Temel Çelişki’nin güncel tezahürü olan Baş Çelişki ve Baş Tehdit saptamaları revize edilmiş, ezilen halkların bir numaralı düşmanının artık ABD değil, sosyal emperyalist ve sosyal faşist olan Sovyetler Birliği olduğu belirtilmişti. Bu teorinin Türkiye’deki izdüşümü trajik gelişmelere yol açmış, Sovyetleri destekleyen TKP yanlılarıyla, ÇKP ve ona yakın politikaları savunan Arnavutluk Emek Partisi’ni yandaşları, ülke geneline yayılan ateşli tartışmaların tarafı olmuştu. Sol fraksiyonlar arasındaki hegemonya kurma pratiklerinin şiddet temelinde yapılarak ölümlere yol açması, 12 Eylül 1980’deki Amerikancı askeri darbeye giden yolun taşlarını döşeyen emperyalist odakların işini kolaylaştırmış, onları, 1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’ndaki kutlamalarda, resmi açıklamalara göre 34 yurttaşımızın ölümüne yol açan o büyük provokasyonu tezgâhlamak konusunda cesaretlendirmişti. Maocu Üç Dünya Teorisi’nin etkileri, azalarak da olsa, Gorbaçov’un iktidara geldiği 1985’e değin sürmüştür.
1961 yılında Tübingen’de, Alman Sosyoloji Derneği’nin düzenlediği Pozitivizm konulu bir sempozyumda gerçekleşen, bir tarafını Karl Popper’la Hans Albert’in, diğer tarafınıysa Frankfurt Okulu’ndan Theodor Adorno’yla Jürgen Habermas’ın oluşturduğu Üç Dünya Teorisi tartışmasının etkileri, Maocu olanın aksine, küçük, ama çok yetkin bir filozof ve bilimciler topluluğuyla sınırlı kalmıştır. Mezkûr tartışmanın, takip eden yıllarda fikir hayatını en çok etkileyen unsuru, Poppercı Üç Dünya Teorisi’dir. Buna göre Birinci Dünya, algılayan ve eyleyen bilinçli özneden bağımsız olarak, olduğu şekilde var olan Fiziksel Dünyadır; İkinci Dünya, Birinci Dünya’dan etkilenen ve dönüp onu etkileyen bilen öznenin akli süreçleri, psişik evrenidir; Üçüncü Dünya, varoluşa dair geliştirdiğimiz ve bizden özerkleştikleri için de nesnelleşen, bir kez kurulduğunda insan anlağı bakımından zorunlu sonuçlara sahip olan bilimsel kuramlardır. Bu üç dünya, Popper’a göre, diyalektik etkileşim halinde olup, birbirlerine indirgenemezler. Platoncu matematiksel idealar dünyasına Birinci Dünya; onun küçük bir kısmından gizemli bir yolla ortaya çıkan fizik dünyaya İkinci Dünya; fizik dünyanın küçük bir parçasından anlaşılmaz şekilde beliriveren zihinsel dünyaya ise Üçüncü Dünya demişti yaşayan en önemli Platonist düşünür Roger Penrose. Penrose'un teorisi, paylaştığımız üç dünya teorilerinin en derini, en mühimi ve en az anlaşılanıdır.
Penrose’un 2004'de yayımlanan ve Fizik, matematik, kozmoloji, metafizik hakkındaki külliyattan sadece bu eser elimizde kalsa, onun üzerinden mezkûr disiplinleri yeniden kurmak mümkündür dedirtecek denli kapsamlı, geniş, dahice olan eseri Gerçeğin Yolları – Evren Yasalarının Eksiksiz Bir Rehberi, ışık tuttuğumuz konulara ilgi duyanların başucu eseri mahiyetindedir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
--------------------------------------------------------
Önceki 145 metne erişmek için bknz. ltfn.:
https://ziyaversencan.blogspot.com/2024/07/bir-mesele-bir-mesnet-metinler-29.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder