Sümer'den Yapay Zekâ'ya Bürokrasi; Ne Demek Görmek?; Zaman, Mekân, An ve Varlık; Hatice Safiye Ali; William Morris >>> metinler 51




01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. Mezkûr metinler, muhtasar bir ifadeyle, insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki - hayvan - böcek - mikroorganizma - toprak - su gibi bileşenlerinin oluşturduğu o kaleydoskopik mimari ve muhtevasıyla hayran bırakan, şaşırtan ve bazen de korkutan eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin fenomenlerinden / tezahürlerinden birisinin, ana hatlarıyla da olsa, kuşatılma teşebbüsüdür. 2025 yılında kitaplaştırılması düşünülen bahis konusu entelektüel hasılanın yılın 51. haftasına denk düşen 16 Aralık - 20 Aralık döneminde yayınlanacak olanları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz. 












251) Sümer'den Yapay Zekâ'ya Bürokrasi

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Sümer'den Yapay Zekâ'ya Bürokrasi.

Bürokrat olarak vasıflandırılan uygulayıcılarının, kendilerine tanınan yasal otorite alanındaki inisiyatif haklarını, takdir yetkileri çerçevesinde ve müteselsilen, yânî, hiyerarşik olarak ve emir - komuta zinciriyle gerçekleştirdikleri, esasen yazının icat edilmesine dayanan 5,500 yıllık tarihi olan devlet aygıtlarına özgü bir olgu olarak belirmesine karşın, kapitalizmin olgunlaşmasıyla birlikte, 18. asırdan itibaren ortaya çıkan çok uluslu şirketlerle, 20. asırda beliren ulusüstü kamusal ve sivil toplum organizasyonlarının da en önemli yapısal unsurlarından olan ve kavramsal olarak ilk kez, dönemin Fransa ticaret bakanı, fizyokrat Vincent de Gournay tarafından 1745’de dillendirilen bir antitedir bürokrasi. İki Latince kelimeden, ofis ve memurlar anlamındaki burrus kökü ile, otorite demek olan cratie ekinden türetilmiş Fransızca bureaucratie kavramsallaştırması, aynı zamanda, hem, Fransız devlet aygıtı memurlarının asırlardır hizmet verdikleri masaların siyah bezle kaplı olmasına, hem de, la bure kelimesinin, eski Fransızcada ‘koyu renk kumaş’ anlamına gelmesine referans vermektedir. 1864 – 1920 döneminde yaşamış, eğitim sosyolojisi ve siyaset sosyolojisi sahalarındaki, en çok da bürokrasi hakkındaki çalışmalarıyla öne çıkan ve sosyolojiyi metodolojik olgunluğa taşıyan Alman ekonomi politikçi, düşünür ve sosyolog Max Weber’in bürokrasiyi ideoloji ve hiyerarşi düzlemlerinde değerlendiren argümanları, günümüze değin etkisini sürdürmüştür. Tek bir oligarkla, etrafındaki bir avuç muktedirin çıkarlarını gözeten otarşik ve oligarşik karakterli patrimonyal bürokrasiden, toplumsal sınıf ve kesimlerin tamamının ihtiyaç, özlem, beklenti ve hassasiyetlerine duyarlı olan rasyonalist ve modern bürokrasiye geçişin koşullarını tanımlayan Weberyen sosyoloji esasen; politik ekonomist, filozof ve bilimsel sosyalizmin kurucu olan bir başka Almanın, Karl Marx’ın görüşlerinin reddiyesidir.

Devletin işlevini, üretimi gerçekleştiren geniş halk kesimlerini baskıyla denetim altında tutan, bunu da, varlık nedeni ve temel fonksiyonu olan egemen sınıfların çıkarlarını korumak adına yapan bürokrasinin, bürokratizm olarak nitelenebilecek tezahürü olarak okuyan Marksist görüş, işçi sınıfı ve müttefiklerinin devrimle iktidara gelmelerinden sonra kuracakları proletarya diktatörlüğünün, emekçi halka demokrasi, sömürücü azınlığaysa baskı uygulayacağını ileri sürmesine karşın, 1917 – 2024 döneminde cereyan eden reel sosyalizm pratikleri bunun aksi sonuçlar doğurmuş, kendisine büyük ayrıcalıklar tanıyan, toplumun geri kalan ezici çoğunluğunuysa totaliter bir zihniyet ve sistemle yöneten oligarşik bir nomenklaturanın faaliyetleri şeklinde gerçekleşmiştir. MÖ 3,500 dolaylarında yazıyı icat eden Sümerler, kayıt tutarak arşivleyen memurları sayesinde nüfusu, tarımsal üretimi, ticareti, mülkiyeti, ülkenin sınırlarını bilinir kılan bir veri seti oluşturarak, düzenli ve rasyonel bir vergilendirme sistemi kurmanın ve bu temelde sivil ve silahlı görevliler istihdamının önünü açmış, böylelikle de modern devletin öncülü denilebilecek mekanizmayı kurmuştu. Zaman içerisinde, felsefi terimlerle söyleyecek olursak, ‘başkası için’, yânî, kamu için varlık olmaktan, ‘kendisi için varlık’ olmaya evrilerek kendi menfaatine hizmet eder hale gelen bürokrasi, literatürde bürokratik oligarşi ve bürokratik mutlakıyet olarak anılan bu şekliyle çok eleştirilmiş, edebiyat da bu eleştirilerin dillendirildiği sahalardan olmuştur. Franz Kafka’nın Dava Romanı, bunun en popüler örneğidir. Kafka’nın, bürokrasinin insanı ezen niteliğine dair yaptığı bu bilgece metaforla, 4 filmlik Matrix ve 6 filmlik Terminatör serilerinde işaret edilen tekno-distopik fütürizm birleştirildiğinde, insanlık adına oluşabilecek potansiyel tehdit konusunda net bir fikir sahibi olunabilir. 2016’dan beri hayatımızda olan ve makine öğrenmesi -  denetimli, etkileşimli ve derinlikli öğrenme - geniş / büyük dil modeli temelli öğrenme teknikleriyle geliştirilen ve gelişimini üstel bir şekilde sürdüren, yakındaysa, hemen her şeyi belirleyeceği anlaşılan Yapay Zekâ, kendi bürokrasisini oluşturursa, kendisini yaratan ‘insan için’, yânî, ‘başkası için varlık’ olmak yerine, pekâlâ ‘kendisi için varlık’ olmaya karar verebilir ve homo sapiens sapiensi; yapay zekâ, ya da gezegenimiz ve onun insan dışındaki varlıkları adına tehdit olarak görebilir ve bunu önlemek adına da aksiyon alabilir. ‘Varlığımıza yönelik bu ontolojik tehdit olasılığı hakkında düşünülmeli’ diyenlerdeniz. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.    


252) Ne demek Görmek?

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Ne Demek Görmek?

Duyu, ya da duyum; göz, kulak, burun, deri ve dil gibi duyu organlarımız vasıtasıyla gerçekleştirdiğimiz algı öncesi ham bilinç kategorisidir. Gündelik pratiklerimiz sırasında maruz kaldığımız uyaranlar, ya da, izlenimler, duyu organlarımızla temas ettiklerinde duyumlara yol açar; akabinde, sinirlerle taşındıkları beyindeki ilgili duyu merkezinde işlenerek, görsel – işitsel – kokusal - tatsal – dokunsal algılara dönüştürülürler. Bu bakımdan da varoluşa dair bilgimizin izlenim – duyum – algı gibi üç aşamadan oluştuğu söylenebilir. Yeri gelmişken, şuna da değinmeden geçmeyelim: duyu kavramı sık sık duygu terimiyle karıştırılır, bunlar, sanki ikame kavramlarmış gibi, birbirlerinin yerine de kullanılır. Duygu, ya da his, duyumun aksine, oluşması için mutlaka bir maddi uyarıcı gerekmeyen bir ruh halidir. Bu yüzden de duyular nicelleştirilip nesnel olarak tanımlanabildikleri halde, duygular nicelleştirilmesi imkânsız olan niteliksel insanlık halleri olarak deneyimler entervalimizdeki yerlerini alırlar. Doğa bilimleri, duyusal etkinlikleri, ‘maddi nesnelere dair bilgilerin, maddi prosesler sonucunda ve aslıyla mutabık olarak edinilmesi süreci’ olarak tarif eder ve görme dışındaki diğer dört algımızla bu tanım mükemmel bir harmoni oluştururken, insanın edindiği bilginin büyük kısmının kaynağı olan görsel algılama alanında kısmi bir belirsizlik ve aydınlatılmaya muhtaç bir gri alan olduğu görülür. Buna girmeden önce, göz ve görme hakkındaki çok temel birkaç hususun altını çizmekte fayda var. Göz, biyolojik aparatların en karmaşık olanlarından biri, belki de birincisidir. Aynı zamanda görme sistemleri, milyonlarca canlı türünde, birbirinden farklı binlerce formda ve nitelikte gelişerek, en adaptif duyu organı vasfını kazanmıştır. Bu çeşitlilik, aralarında ciddi niteliksel farklılıklar olan sadece ışığı fark edebilme; sadece ışığı ve hareketi algılayabilme, renklere duyarsız olma, varlıkları üç boyutlu olarak değil, onların, derinlik ve perspektiften yoksun iki boyutlu temsillerini görebilme; renklerin sadece bazılarını seçebilme; yalnızca küçük hareketleri, renkleri ve temel formları görme; insanların görme kapasitesinin dışındaki morötesi ışığı algılayabilme gibi farklı görme imkânlarının kaynağıdır. İşitme, tatma, koku alma, dokunma algılarının kökeninde mutlak manada maddi temas söz konusudur. Kokladığımız şeyin kokusunu, ona ait moleküllerin burnumuza girmesiyle alırız; bir şeye dair dokunsal algımızı, o şeye doğrudan temas ederek oluştururuz; bir sesi, onun kaynağının harekete geçirdiği hava moleküllerinin zincirleme şekilde birbirlerini titreştirmeleri sonucunda titreşen kulak boşluğumuzdaki hava molekülleri sayesinde ediniriz; bir şeyin tadını, onu, dilimizdeki tat alma reseptörleriyle doğrudan tadarak alırız. Görsel algımızın oluşması sırasındaysa, görülen şeyin maddesiyle, gözümüzün doğrudan bir teması yoktur ve bu hal, diğer duyum süreçlerinden nitelikçe farklıdır. Görmenin gerçekleşebilmesi için ışık şarttır. Işığı oluşturan her bir ışık demeti, ya da ışık huzmesi, elektromanyetik kuvvetlerde kuvvet taşıyıcı görevi gören bozon sınıfına dahil kütlesiz temel parçacıklar olan fotonlardan oluşmuştur. Herhangi bir cisme baktığımızda, ondan yansıyarak gözümüze gelen fotonlar önce korneaya, ardından iris denilen gözün renkli bölgesinin ortasındaki siyah noktanın, yânî, göz bebeğinin içine, ardından göz içindeki merceğe, sonra da retinadaki sinir hücrelerine ulaşarak görsel algıyı kodifiye eden sinyallerine dönüşür. Bu sinyaller vasıtasıyla beyindeki görsel bölge olan oksipital loptaki görsel kortekste gördüğümüz şeyin görüntüsü oluşur. Görmek o denli önemlidir ki, 'resmi makamlarca onaylanarak resmiyete dökülen, besbelli, apaçık, kesin olarak, alenen' gibi anlamları olan resmen kavramı görme temelli resim yapmak kökünden gelir; ‘gözümle görmeden inanmam’ deyişi favorilerimizdendir; ‘görmek inanmaktır!’ mottosunun teolojik ve felsefi îmâları çok güçlüdür. Bu yüzden de, doğrudan maddi temas olmaksızın oluşan görme algısının bu ayrıksılığını çözmek boynumuzun borcu olmalıdır.

Ressam, romancı, sanat eleştirmeni, senarist, belgeselci John Berger’in basıldığı 1972’den bu yana çok satan ikonik ve ezber bozucu kitabı Görme Biçimleri, kaynakçamızın asli unsuru, görsel algı konusuna ilgi duyanların da uzak duramayacakları temel bir kaynaktır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.   

 

253) Zaman, Mekân, An ve Varlık.

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Zaman, Mekân, An ve Varlık.

Bir mekân, bir coğrafya, bir uzay varsa, zamanın olmaması düşünülebilir mi? Bu iki antite, uzay ve zaman, 1915’de Einstein tarafından ortaya atılan Genel Görelilik Kuramı’yla ‘Dört Boyutlu Uzay-zaman Sürekliliği’ başlığı altında birleştirilmemişler miydi zaten? Peki, zaman ve mekân mevcutken, bunların boş olması, yânî, kendilerinden başka bir şey içermemeleri ne kadar olası? Han varsa bir beldede, vardır hancısı  elbet ve dahi yolcusu. Yerkabuğunun derinliklerindeki ergimiş magma çalkantılarının üzerinde yüzen onlarca km kalınlığındaki plâkaların üzerindedir şu anda gezegenimizi şekillendiren bütün kara parçaları ve su kütleleri. 1880 ila 1930 yılları arasında yaşayan Alman jeolog ve meteorolog Alfred Lothar Wegener tarafından 1912’de Kıtaların ve Okyanusların Kökeni kitabında ilk kez ortaya atılan ve ilerleyen on yıllarda bulunan kanıtlarla ispatlanan Kıta Kayması Kuramı, kıtaların defalarca bir araya gelerek pangea isimli tek bir devasa kara parçası oluşturduklarını, ardından da ayrıldıklarını, sonra tekrar birleşip tekrar ayrıldıklarını argümante ediyordu. Buna göre, bir voleybol takımının oyuncuları, müsabaka sırasında, voleybol sahasının kendilerine ayrılan bölümünde nasıl sürekli olarak konum değiştiriyorlarsa, birleşip ayrılmaları sırasında gezegenimizin kara parçaları da, işte ona benzer şekilde Dünya üzerindeki yerlerini sürekli değiştiriyordu. Yeryüzündeki su kütlesi ise, her durumda karaları kuşatmaktaydı. Kıta Kayması Kuramına göre, kıtalarla okyanusların sergiledikleri bu birleşme ve ayrılma döngüsüne, bu sürekli hareket halinde olmaya sebep, onların üzerinde yer aldıkları levhaların altındaki erimiş magmanın konveksiyonel hareketleriydi. Şu kritik mevzuyu da atalım ramp ışıklarının altına: hayatımızın önemlice bir bölümünde, geçmişte yaşadıklarımıza takılır, onlarla hesaplaşırız, yanı sıra, gelecekte başımıza gelebilecekler hakkında kaygılanır dururuz. Oysa farkındalığına sahip olmamız gereken yegâne gerçeklik, odaklanmamız gereken biricik hakikat yaşadığımız ŞU AN ve BURADAdır. ŞİMDİ ve BURADA asal mottomuz olmalıdır. Dünya üzerindeki 8.1 milyar kadın ve erkek, verili bir anda, Dünya’da olabilecekleri milyonlarca lokasyondan sadece birisindedirler. Bu durum, bulunmadıkları milyonlarca lokasyonun mevcudiyetini kaldırmaz ortadan. Aynı mantıki metotla ilerleyelim: her an, geçmişten geleceğe akan o sonsuz zaman sürecinin sadece belirli bir anındayızdır. Bu, içinde olduğumuz an dışındaki sonsuz anların da, deneyimlediğimiz anla birlikte ve yan yana oldukları gerçekliğini değiştirmez elbette. Aynı anda iki zamanda ya da iki mekanda birden ancak bilim kurgu, ya da fantastik kurgu anlatılarında olunabileceği hatırlatmasıyla çıkıyoruz bu bahisten. 1957 doğumlu Amerikalı müzisyen, yazar, illüstratör Richard McGuire’in doğduğu, büyüdüğü ve annesiyle babasının ölene değin yaşadıkları New Jersey’deki konutlarıyla, etraftaki arazinin bulunduğu coğrafya parçasında, gezegenin 4.6 milyar yıllık hayatı boyunca dinozorlar koşturmuş, kızılderililer mutlu yaşamış, Avrupalı istilacılar yerli ahaliyi katletmiş, arazi bataklık olmuş, orman olmuş, deniz olmuş, iskân edilmiş, hayvanlar insanları ve insanlar da hayvanları avlamış, Benjamin Franklin konutunu inşaa etmiş, karşısına sanatçının ailesinin oturduğu ev yapılmış, o evin sakinleri kuşaklar boyu mutlu olmuş, üzülmüş, doğmuş, ölmüş, evler yanmış, evler yapılmış, evler yıkılmış, bunların hepsi verili belirli anlarda olmuş, yan yana duran ve birlikte olan anlarda. McGuire’in, dillendirdiğimiz konuların embriyosu olan 6 sayfalık siyah beyaz çizgi romanı 1989’da yayımlanmıştı. Sanatçının onu zenginleştirerek yaptığı,  2014’de yayımlanan 302 sayfalık renkli grafik romanı BURADA, orijinal adıyla HERE ise, türün mimarisini yapı söküme uğratan çığır açan minimalist tekniği, cesur ve deneyci içeriğiyle grafik roman kozmosunu derinden etkiledi, ödüller aldı, onlarca dile çevrildi, çok sevildi, takdir edildi, çok okundu, çok bakıldı, filmleri çekildi, araştırmalara, tezlere konu oldu. Richar McGuire’in referans metnimiz olan bahse konu grafik romanı, hakkında ne kadar konuşursak konuşalım, spolier vermeye bir türlü muvaffak olamayacağımız ve defalarca okumak, karıştırdığımız sayfalarında kaybolmak isteyeceğimiz şaheser bir sanat yapıtıdır. Okuyunuz, okutturunuz, daha ne diyelim. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 

254) Hatice Safiye Ali

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Hatice Safiye Ali. 

Sultan Abdülaziz’le II. Abdülhamit’e yaverlik yapan Ali Kırat Paşa ve Mekke’de 17 sene şeyhülislamlık yapmış Şamlı Hacı Emin Paşa’nın kızı Emine Hasene Hanım’ın evlâtları olan Cumhuriyetin ilk kadın doktoru Hatice Safiye Ali, 2 Şubat 1894’de İstanbul’da doğdu. Dört kız kardeşin en küçüğü olan Hatice Safiye’nin en büyük ablası Adviye Sargut, Bülent Ecevit’in anne tarafından büyükannesiydi. İdadi ve rüştiye diplomalarını Amerikan Kız Koleji’nden almakla yetinmeyen öğrenmeye tutkulu küçük Safiye, formel eğitimini, aralarında efsanevi edip ve eğitimci Tevfik Fikret’in de olduğu dönemin önemli münevverlerinden aldığı özel derslerle destekleyerek, 16 yaşındayken İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca ve Rusçayı mükemmelen öğrenmişti. Balkan Savaşında Osmanlının hekim sıkıntısı çekmesi, idealist hislerle dolu Hatice Safiye’de tıp ordusunun neferi olma fikrini yeşertecekti. Osmanlıdaki tıp okullarına kızların alınmaması üzerine, dönemin Maarif Nazırı Şükrü Bey’in sağladığı bursla Almanya’ya giden Hatice Safiye, fakültede asistanken mesai arkadaşı olan, bilâhare Müslüman olup Ferdi Ali adını alan, göz doktoru Ferdinant Krekeler evlendi. 1923’de kadın ve çocuk hastalıkları ve göz doktoru olarak ülkesine dönen çiçeği burnunda hekim çift, Cağaloğlu’nda ortak muayenehanelerini açarak hasta kabulüne başladı. Muayenehane mesaisinin yanı sıra, Amerikan ve Alman büyükelçiliklerinde hekimlik, Amerikan Kız Koleji’nden hocalık yapan Safiye Ali, 1923’de Besim Ömer Paşa’nın ricası üzerine, Hilâl-i Ahmer Cemiyeti Kadınlar Merkezi’nde çocuk sağlığı hizmetleri de verdi. Anne – çocuk sağlığı hizmetleri verdiği bir başka sivil toplum kuruluşu olan Himaye-i Etfal Cemiyeti Süt Damlası Müessesesi’ndeki üstün gayretleri yüzünden mezkûr kurumun 1926’da müdürlüğüne getirilen Safiye Hanım, yoğun mesaisi yüzünden 1927 yılında buradan istifa edecekti. 1928 yılında yakalandığı kanser hastalığının akabinde, genç Türkiye Cumhuriyeti’nde onkolojik tıp imkânları çok kısıtlı olduğundan, kendinin ve eşinin tıbbi bağlantıları üzerinden Almanya’nın Dortmunt şehrine gitmiş, başarılı bir operasyon ve tedavi süreciyle sağlığına kavuşmuştu. Hekimlerinin ve tamamı Almanya’nın en rafine sağlık endüstrisi mensupları olan ahbap çevresinin ‘bu rahatsızlık saldırgandır, fırsatçıdır, sinsidir; her an nüksedebilir, bu yüzden de her ihtimale karşı burada kalmanızda, karı – koca hekimlik kariyerinize burada devam etmenizde büyük fayda var’ telkinlerine uymuş, mesleğine Almanya'da devam etmiştir. 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da sivil halka tıp hizmeti veren Ali çifti, savaş sonrasında İstanbul’a geri dönerek ‘şimdi Türk milletine sağlık hizmeti vermenin zamanıdır!’ diye kollarını sıvamışlardı ki, Safiye Ali’nin hastalığının nüksetmesi üzerine apar topar Dortmunt’a geri dönmek zorunda kaldılar. Aldığı tedavi olumlu sonuçlanmayan Safiye Ali, 5 Temmuz 1952’de hayatını kaybetmiştir. Safiye Ali, hekim ve sosyal sorumluluk projeleri gönüllüsü olarak yeni kurulmuş Cumhuriyete hizmet verdiği yıllarda, bir yandan da Londra, Viyana, Budapeşte ve Bolonya’da yapılan Beynelmilel Kadın Doktorlar Kongreleri’nde Türkiye’yi başarıyla temsil etmiş, tebliğler sunmuştu. Bu durum ona, uluslararası bir kongrede ülkemizi temsil eden ilk kadın olma vasfını da kazandırmıştı. Kendisi gibi kadınların da siyaset yapabilmeleri ve mebus seçilebilmeleri idealine gönül veren Nezihe Muhittin’in 1924’de kurmaya çalıştığı Kadınlar Halk Fırkası’nı destekleyen, rejim bunu onaylamayınca oluşan potansiyeli Türk Kadınlar Birliği’nin kurulmasına kanalize eden Safiye Ali, Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan mebus olmak için uğramış, ancak, bahsettiğimiz hastalığı yüzünden ülkemizdeki diğer faaliyetleriyle birlikte, siyasal mesaisine de son vermek zorunda kalmıştı. Nezihe Muhittin gibi bir avuç öncüyle birlikte, kadınların toplumsal hayatın bütün veçhelerinde aktif olmalarının yılmaz savunucusu olması, Safiye Ali’nin mirasının başat unsuru olsa gerektir. 

Tıp tarihçisi, araştırmacı – yazar, akademisyen Profesör Nuran Yıldırım’ın monografisi Türkiye’nin ilk Kadın Doktoru Safiye Ali, kadınların tıp eğitimi almalarına, doktorluk yapmalarına ve kamusal etkinliklerine karşı geliştirilen önyargılarla savaşın bu öncü muharibine dair yegâne kitap, başvuru kaynağımız ve mevzunun ilgilisine de okuma önerimizdir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.   
































255) William Morris

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu William Morris.

Sanat tarihi kitaplarında kendisiyle ilgili bölümlerde çoğunlukla dillendirildiği üzere, görsel sanatlar ve tasarım tarihinin en orijinal ve etkili aktörlerinden biri, öncüsü olduğu Arts and Crafts Movement, yânî, Sanatlar ve Zanaatlar Hareketi vasıtasıyla, geleneksel İngiliz tekstil sanatlarını ve üretim yöntemlerini modern teknik ve anlayışlarla mezcederek ihya eden senkretik ve sentezci bir sanatkâr ve üretici, şair, modern fantastik anlatının oluşmasını sağlayan öncü bir romancı, sanat eleştirmeni, ressam, desinatör, mobilya – tekstil – vitray – duvar kâğıdı tasarımcısı, kurduğu Kelmscot Basımevi’nde yazı karakterleri, kâğıt kalitesi, cilt ve tezhip gibi alanlarda gerçekleştirdiği yeniliklerle sadece Birleşik Krallık’ta değil, gezegenin birçok ülkesinde basım tekniklerini ve kitap tasarımını değiştiren vizyoner bir yayımcı ve söylem ve eylemleriyle ülkesinde sosyalizmin kabul görmesine katkı yapmış bir toplumcu olan William Morris, 24 Mart 1834’de varlıklı bir burjuva ailesinin çocuğu olarak Walthamstow, Essex’de geldi Dünya’ya. Oxford Üniversitesinde klasik döneme dair aldığı eğitim, Morris’in, müktesebatının tamamında kendisini hissettirecek olan, ortaçağın tesiri altına girmesine yol açacaktı. Neo-Gotik mimar Philip Webb’le dostluğu, bu anlayışta mimari tasarımlar yapmasıyla sonuçlanmış, çeşitli branşlardan kreatif zanaatkârlarla kurdukları Morris, Marshall, Faulkner & Co. Şirketi’nin tasarlayıp ürettiği duvar halıları, duvar kâğıtları, mobilyalar, kumaşlar ve vitray pencerelerinin oluşturduğu moda akımıysa, Victorian çağın iç dekorasyon kozmosuna damgasını vurmuştu. Morris’in sosyalist görüşleri, onu, daha önce aristokrat ve burjuva sınıflara hitap eden ve gündelik pratiklerde kullanılan, kaliteli, dayanıklı ve sanatsal yönü olan pahalı araç – gereç ve mobilya gibi eşyaların, geniş halk kesimlerinin erişebileceği makul fiyatlardaki versiyonlarını tasarlayıp üretmeye itmişti. İzlanda’ya yaptığı seyahatlerin etkisinde kalarak İngilizce’ye çevirdiği Viking sagaları, sonradan yazacağı fantastik anlatılarda merkezi rol oynamıştı. Kurduğu Eski Yapıları Koruma Derneği’yle, tarihi ve kültürel dokuyu kapitalizmin hoyrat yık – yap – sat’çılığından korumaya çalışan William Morris’in toplumcu görüşlerinin temelinde, Hz. İsa’nın hayatına değin inen Hristiyan Sosyalizmine dair lise yıllarında yaptığı kapsamlı okumalar bulunmaktaydı. Karl Marx’ın görüşlerinin etkisiyle savunduğu radikal sosyalist görüşleri, sosyal demokrat teorisyenlerin eserleriyle tanışmasının ardından yumuşayan Morris, 1880’lerin ikinci yarısında parlamenter sosyalizmi kabul eden merkez sol bir çizgiye gelmişti. Victorian çağın en önemli kültürel aktörlerinden ve önde gelen endüstriyel ve artistik tasarımcılarından biri olarak 19. asrın ikinci yarısında ‘gezegenin Şerifi’ fonksiyonunu îfa eden ‘üzerinde Güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu’nun yumuşak güç temelinde rıza üretmesine katkı verirken, yanı sıra, toplumcu görüşler zemininde insanları kapitalizme karşı mücadeleye davet etmek gibi birbiriyle çelişen iki zıt evrende birden var olmaya çalışmanın, William Morris’te kişilik bölünmesi gibi ciddi bir psikolojik rahatsızlığa yol açmamış olması, insanı şaşırtıyor doğrusu. Toplumcu görüşleriyle sanat anlayışına sempati duyanların kurdukları The William Morris Society, bu ayrıksı figürün anti-kapitalist söylemlerinin de arasında olduğu o çok yönlü ve çok zengin mirasını insanlıkla paylaşmakta, konferanslar düzenleyip yayınlar yapmaktadır. Yanı sıra William Morris Topluluğu, Morris’in yaşadığı mekânların çoğunu müze haline getirmiştir.

Morris’in ülkesine, insanlığa ve Dünya'ya karşı hissettiği sorumluluğunu ve kapitalizmin tüketim, rekabet ve kâr maksimizasyonu çılgınlığının toplumun kahir ekseriyetini ezerek insanlığından çıkarırken, Dünya’yı da nasıl bir felâkete sürüklediğini açıklayan bir konferansının metni olarak 1887’de basılan Nasıl Yaşıyoruz ve Nasıl Yaşayabiliriz? isimli kitabı referans metnimiz ve meraklısına da okuma önerimizdir. Yapıtın, grafik sanat tutkunlarının ilgisini derleyebileceğini düşündüğümüz, başarılı illüstratörlerimizden Korkut Öztekin tarafından resimlenen ciltli edisyonunun da olduğunu hatırlatarak tamamlıyoruz. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 

------------------------------------------------------------

Önceki 250 metne erişmek için bknz. ltfn.:

https://ziyaversencan.blogspot.com/2024/11/chatgpt-versus-shakespeare-gezegenden.html




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder