londra ve birmingham isyanı, murdoch ve rebecca brooks'u kurtarmak için yapılmış bir yahudi tertibi mi?


f.z.'nin telefondaki sesi çok öfkeliydi:
'ya hafız, sen var ya sen, yatacak yerin yok senin, alacağın olsun, yapılır mı bu bana bee? niye beni uyarmadın bunları yazıcam diye?'.
araya girmeye çalıştım 'dostum, bi sakin ol, bi dur, ne diyosun, ne olmuş, ne yapmışım sana, bi nefes al ve söyle bi zahmet., böyl...'.


lâfımı tamamlayamadan kesti sözümü. bangır bangır bağıran sesi kulağımdaki ahizede yankılanıyordu: 'bi de sakin ol diyorsun ha hacım, bi de ne yapmışım ayağına yatıyorsun ha! alacağın olsun hafız, sen geleceksin elbet beyoğluna, gele..'.

bu sefer de kızıp sesimi yükseltme sırası bendeydi: 'bak f.z., tehdit etme, tamam mı? sakın beni tehdit etme, zîrâ sökmez bana bunlar. kendine gel, yoksa bu konuşmayı bitirecem bur..'.

lâfı kapıverdi ağzımdan. sesi daha sakinceydi. sert çıkışım işe yaramıştı anlaşılan. 'ya hacım, ters ters konuşma öyle. rolümü de çalma, zira bu meselede mağdur olan benimi tamam mı?'.

'niye mağdursun, ben ne yaptım sana, derdin ne dostum, söylesene' diye bağırdım, sinirlerim tamamen ayağa kalkmıştı çünkü.

olabildiğince tane tane konuşmaya ve kelimeleri kullanırken daha seçici olmaya çalışır gibiydi 'hacım, seninle olan özel konuşmalarımızı yazmışsın (*). afişe olduk aleme, tv kanallarından bile geldiler röportaj için. habertürk, kanal7, daha bi sürü kanal sıraya girdi. ya gasteler, dergiler? onlar da cabası. ayşa arman'ın asistanı bile aradı, hürriyet pazarda göbekten 3 sayfalık röpörtac yapmak istiyomuş benimle....ha, el cezire ve cnn-int bile görüşmek istedi. ahh be hafız, filmettin beni millete, maskara ettin ümmeti aleme, ne diyim sana be!'.

cevabı anında patlattım: 'ya kardeşim, niye maskara edeyim, anlamıyorum ki? bi tane çarpıtma var mı, bi tane yalan yanlış ifade yazmış mıyım, ha? yazmışsam haklısın bak, söle istediğini o zaman. hem sen demiyo muydun 'mahkeme-i kübrada vereceğimiz ifade dışında hiç bir beşeri konuşma önemli değildir benim için. doğruluğuna inandığım fikirlerimi hayatım pahasına da olsa savunurum hiç korkmadan' diye, sen değil miydin bunları bana yıllardır tekrarlayan? üstelik de, bu röportajın gerçek mağduru sen değilsin, benim, tamam mı? bu yüzden de, bu konuşmada ben değil, sen rol çalan mevkidesin. röportaj sonrasının bana göre gerçek mazlumu olmama karşın, geçmişsin karşıma, mazlumu oynuyorsun, bilmem anlatabildim mi?'

sorumun arkasından bir an sessizlik oldu. konuşmaya tekrar başladığında ise sesi artık tamamen yatışmış, öfkesi büyük ölçüde dinmişti. alıştığım o yumuşak tonla konuşmasını sürdürdü: 'hafız, değerli dostum, öncelikle nasıl mağdur olmuşsun benimle yaptığın o sohbeti yayınladığında, bunu anlayamadığımı bilmeni isterim'.

'şu yüzden mağdurum f.z.; o yazım yayınlanınca, akp ve erdoğan karşıtları beni başbakan'a ve iktidara şirin gözükmeye çalışmakla suçladılar. yanı sıra, akp ve başbakan'a yakın olanlar da, beni, onlara haksızlık ettiğim şeklinde hesaba çektiler. bir yazar, yazdığının bu denli yanlış, bu kadar ters anlaşılmasına üzülmez mi? bu durum bir yazar için gerçek bir mağduriyet ve mazlumiyet hali değil midir, ha, ne dersin?'

'buna, yani yanlış anlaşılmana dair diyecek bir şeyim yok doğrusu' diye girdi söze f.z.. 'keşke hiç yayınlamasaydın o sohbetimizi de, ikimizin de başı hiç ağrımasaydı. dertsiz başımıza dert açtın hiç yoktan ve sevgili hocam' diye  tamalarken cülesini, belli belirsiz gülümsediğini fark ettim.

'öte yandan' diye devam etti lâfına egzantrik dostum 'meramımı doğru anla lütfen. ben söylediklerimi çarpıtmışsın diye gönül koymuyorum sana. evet, haklısın, yazdıkların hakikatle, söylediklerimle noktasına ve virgülüne varana değin mutabıktır, tamam, okey, eyvallah, ama...'

bu sefer sesini yükselterek lâf kesme sırası bendeydi: 'ee, madem yazdıklarım doğru, madem dediklerini çarpıtmamışım, ezmemişim, bükmemişim, ne demeye bağırıp çağırıyor ve ne diye sabahın köründe ortalığı ayağa kaldırıyorsun?!? hele de beni beyoğlu'na sokmamakla, ya da geldiğimde yapabileceklerinle ima ederek tehdit etmen yok mu, inan bana, kan tepeme çıktı, bilesin yani. insan nasıl dostunu tehdit eder yahu, söyler misin bana, ha, nasıl tehdit edersin sen beni?'

'ya hafız, dostluktan bahsediyorsun, iyi güzel de, yaw kardeşim, sürekli benim repliklerimi çalıyosun, bak, sen ne dersen de, ne kadar itiraz edersen et, ben bu iddiamda ısrarcıyım; zalimken mazlum, firavunken yusuf olmayı çok güzel beceriyosun gerçekten, pes doğrusu! hacım, ben dediklerimi yazmana bozulmadım, hayatımın mahrem noktalarını paylaşmışsın, ona içerledim. film olduk valla millete, her köşe başında mahalleli, 'hocam, dörde kadar caiz ama sen de abartmışsın yahu, ne o öyle 5 hatunla evlenmek falan' diye makara yapıp duruyorlar. sokağa çıkamaz oldum valla, durum bu derece vahim anlayacağın'.

dedikleri doğruydu, daha özenli davranmalı, özellikle de hayatının kadınlarla ilgili olan bahsinde daha ölçülü kâlem oynatmalıydım. zor belâ savunmaya çalıştım kendim: 'nereden nereye geldiğin, boğazına kadar battığın bataklıktan nasıl da mucizevi bir şekilde çıkmayı başardığın, normalde insanların bir tekini bile alt etmekte zorlanacakları belâların bir kaç tanesini birden nasıl olup da aynı anda tepelediğin daha iyi anlaşılsın diye verdim o detayları, ama haklısın galiba, biraz abartmış olabilirim...'

yeniden ajite olmuştu anlaşılan, sesi yeniden yükselmişti: 'yazdıklarının doğruluğu yanlışlığı değil mesele, anla beni. benim tamamen unutmak istediğim, sadece hayatımdan değil, geçmişimden, hafızamdan silmek istediğim şeyler onlar. hayatımın o kısmıyla yüzleşmek istemiyorum, anlamıyor musun?'

yaptığımın vahametini daha yeni anlamış, adete kendimi affettirmek istercesine titrek bir sesle vermiştim cevabımı: 'haklısın, özür dilerim, saygısızlık yaptım, özel hayatının mahremiyetini ihlâl ettim, kusura bakma, istersen yeni bir yazıyla düzeltmeye çalışırım yediğim bu haltı, ne dersin?'

cevabı gecikmedi: 'hafız, istemez, gerek yok, aman bu konuda yazma, sakın ha! çok rica edicem, başıma yeni dertler açma, tamam mı hacım?'

bunu söyleyen sesi gülüyor gibiydi, her zaman olduğu gibi, aniden parlayan öfkesi hemen yatışmış, kimliği, o alıştığım normal sevecen, hürmetkâr, çelebi, kalender havasına bürünmüştü anlaşılan. telefondan aldığım izlenim böyleydi en azından.

'tamam f.z., anladım, hayatınla ilgili yeni yazı yok, söz, istersen..'

lâfımı kesti yeniden: 'illâ bi şey yazmak istiyorsan sana manşetlik bi yorumum var, onu koy sitene, ne dersin?'

önerisi ilgimi çekmişti. soruverdim hemen 'olur, neymiş bakalım manşetlik yorumun, gene erkek cinselliği, kadınların örtünmesi, sperm sayısı ve uzun hayatla ilgiliyse, bilesin çok ilgi çekecektir' lâfımı tamamlarken bir yandan da gülüyordum.

f.z. de, gülmeyle karışık bir ses tonuyla karşılık verdi: 'onlarla hiç alâkası yok, dünya siyasetiyle ilgili bu sefer ki manşetlik yorumum'.

meraklanmıştım, sordum hemen: 'dünya siyaseti ha, neymiş bakalım küerre-i arza dair olan bu ortalığı karıştıracak manşetlik yorumun, merak ettim doğrusu?'

'hafız, bütün dünya atladı şu ingiltere isyanının bir yanını. o isyan var ya, o isyan, işte o yoksulların, ezilmişlerin işi değil hacım, inan bana değil'

şaşırmıştım doğrusu 'peki kimin işi o zaman?' sorusu dökülüverdi dudaklarımdan.

cevabı gecikmemişti 'kimin olacak, uluslararası siyonist çetenin tertibi'.

fena öfkelenmiştim. bana göre ezilenlerin, yersizyurtsuzları, emekçilerin, işsizlerin, mülksüzlerin başkaldırısı olan bir kalkışmayı, o bildik - tanıdık muhafazakâr - mütedeyyin reflekslerle ve asırlardan beri yapıldığı üzere, bütün sosyo-politik bağlamından koparıp bir avuç siyonistin karanlık plânlarına ve faaliyetlerine bağlamıştı.

'istemez, almıyım f.z., almıyım mümkünse bu bayatlamış sınıfsal içeriği boşaltılmış safsataları, teşekkür ederim gerçekten'

öfkelenmiştim, tam telefonu kapatıyordum ki f.z. 'dur, bi dinle. hani şu mördak mı, murdak mı ne karın ağrısıysa, yahudi asıllı bi medya imparatoru var ya, bi de yahudi kadın gasteci var, hani kızıl saçaklı saçlı bi zilli, rebeka mıydı, neydi'

'eee!' dedim bıkkınlıkla, sıkılmıştım zîrâ 'ne var bunda, nereye vardırmaya çalışıyorsun lâkırdını?'

'nereye olacak hacım, çok açık dil mi, nasıl görmezsin? ingiltere murdak'la rebeka'yı telefon dinleme işinden köşeye sıkıştırmamış mıydı? bunların mahkûm edilmeleri söz konusu değil miydi? söylesene, yanlış mı bunlar?'

'evet, ne var bunda?'.

hakikaten sıkılmıştım ve telefonu kapatıyordum ki geldi cevabı: 'ne var bunda olur mu hafız? sen nasıl atlarsın bunu, mürdak uluslararası yahudi sermayesinin en önemli adamlarından, köşeye sıkışmış, kurtarılması lâzım. bütün gözler, projektörler üzerinde. tam o sırada bu skandalın patladı yerde, ingiltere'de bu isyan çıkıyor. sence bu tesadüf olabilir mi, düşün bunu bi, tamam mı hacım, bi derin derin, kapsamlıca düşün, bak o zaman nasıl hak vereceksin bana, tamam mı hafız?'

bunalmış, sıkılmıştım. bu bayatlamış komplocu tez adeta midemi bulandırmıştı. 'tamam, tamam, düşünücem' deyip kapattım telefonu.

ingiltere isyanı, dünyanın en önemli kapitalist figürlerinden olan medya baronu murdoch'ı zor durumdan kurtarmak için, onu soruşturan ingiltere devletine göz dağı vermek amacıyla uluslararası siyonist çevreler tarafından tezgâhlanmış ha, yok artık, daha neler!!!

komploculuğun bu kadarına da pes demiştim doğrusu. ama, neme lâzım, benim her renkten, her düşünceden okurum var, böylesi bir uçuk komplo teorisine prim veren de çıkabilir diyerek paylaştım bu görüşmeyi. bakalım sizler nasıl bulacaksınız benim enteresan ve egzantrik dostum f.z.'nın bu analizini.

(*) f.z.'nin öfkelenmesine yol açan onunla ilgili bir önceki yazım için: http://ziyaversencan.blogspot.com/2011/08/besiktasta-otobuste-yumruklanan-sortlu.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder