İbn - i Sînâ: Türk – İslam ‘altın çağı’nın harika adamı *

Türk-İslam filozofu ve hekimi. 980’de Buhara yakınlarındaki Afşane’de doğdu, 1037’de Hemedan’da öldü. Maveraünnehir’in çocuğudur. Batı dünyasında Avicenna olarak tanınır. Babasından ve devrin tanınmış alimlerinden döneminin hemen bütün ilmini tahsil etti. 10 yaşında Kur’anı hıfzederek hafız oldu. 15 yaşında tutmaya başladığı notları daha sonra asırlarca dünyada rehber olacak veriminin embriyonunu oluşturdu.  Bazı eserleri 20. yy başına kadar dünya üniversitelerinde kaynak kitaplar olarak incelendi. 17 yaşındayken Buhara sultanı Samanoğlu Nuh İbni Mansur’u tedavi ederek ölümden kurtardı. Akabinde de sultanın hekimi oldu ve sarayın zengin kütüphanesi emrine girdi. Kütüphanede büyük alim Farabi’nin, ne yazık ki günümüzde kayıp olan, efsanevi ansiklopedisi ‘Ettalimüssani’nin müellif hattının da dahil olduğu pek çok hazineler vardı. Üstat bunların sayede ilmini derinleştirdi ve meşhur Tıb Kanunu’nunu yazmaya başladı. Tam bir orta çağ bilgesi olan İbn-i Sina insanlığın o güne değin ilahiyatta, metafizikte, felsefede, mantıkta, tıpta, eczacılıkta, matematikte, astronomide, psikolojide, sosyolojide, tarihte, coğrafyada ve simyada yarattığı fikri hasılanın önemli kısmını temellük etmekle kalmadı, bunları geliştirdi de. Farabi, Biruni, Fenari, Ebusuut gibi Türk asıllı olmasına karşın eserlerini, döneminin ilim lisani olan Arapça ile yazdı. Bir kısım edebi ürününü ise Farsça kaleme aldı.
Batı ve Doğu ufuklarını aydınlatan çok yönlü kişilik. Sayıları 200’ü aşan eserleriyle sadece döneminde değil, fakat asırlar sonra bile insanlığa rehberlik, mümeyyizlik ve mürebbilik etti. Batılılar bu yüzden O’na Avicenna (Avicenne) dediler. Aşağıda bahsedeceğim El Kanunu Fittıb isimli anıtsal kitabı dünyanın bütün önemli dillerine çevrildi. Hem alim, hem hekim, hem mühendis, hem simyacı, hem matematikçi, hem astronom, hem müzik teorisyeniydi.
24 saati ilme adanan bir hayat. Talebelerinden Cüzecani’nin kaleme aldığı hal tercemesi (biyografi)nden bir alıntı üstadın temposunu anlamamıza hizmet edecektir: ‘Mütemadiyen çalışıyordum. Vakitlerim ya mütalea ile ya da bir şey yazmakla geçiyordu. Yorulduğum, uyku bastığı zaman bir bardak şarapla uykumu kaçırıyor ve çalışmaya devam ediyordum. Uykuda bile zihnim ilimle meşgul idi. Uyandığımda ekseri evvelce halledemediğim problemleri çözmüş olduğumu fark ediyordum.’
Aristoteles, Metafizik ve Farabi. Felsefe aleminin ilk öğretmeni (hacce-i  evvel) olarak kabul edilen Aristoteles ile ikincisi (hacce-i sani) olarak anılan Farabi’yi ihtiva eden bir İbn-i Sina anekdotunu, ki felsefe tarihinin efsanevi öykülerindendir, paylaşmanın tam zamanı.
İbn-i Sina döneminin ilmini tahsil ederken hiçbir zorluk çekmemiştir. Aristoteles’in temel yapıtlarından Metafizik’i ise 40 kere okuyup ezberlemesine karşın anlayamamış ve derin bir yeise düşmüştür. Bir gün, sahaflarda dolaşırken bir kitap mezadına şahit olur. Dellal bir kitabı almasını önerir. Kitabı tetkik eden İbn-i Sina bunun Farabi’nin yazdığı bir Aristoteles Metafiziği şerhi olduğunu görür. ‘Bu ilim anlaşılmaz ve işe yaramaz’ diyerek kitabı dellala iade etmek ister. Dellal çok ucuz olan bu kitabı alması için fevkalade ısrarcı olur. Netice, İbn-i Sina kitabı alır, eve gittiğinde de bir solukta okur. Eser bittiğinde üstat o zamana değin ruhuna nüfuz edemediği Aristo Metafiziğini mükemmel olarak anladığını fark eder. Sınırsız bir sevince gark olan İbn-i Sina şükür namazı kılar. Ardından da çarşıya inip fakirlere sadakalar dağıtır. Tam bir ‘bir kitap okudum, hayatım değişti!’ hadisesi, öyle değil mi? Onun için muhterem okur, siz siz olun, bir vesile ile karşınıza çıkan ve ‘beni al, beni al’ diye çığlık atan bir kitaba tesadüf ederseniz, sakın ola ki bu çağrıya bigane kalmayınız. Belki de bu kitap sizde yukarıdaki anekdotta tasvire çalıştığım tesiri yaratacak, ufkunuzu açacak, dünyanızı değiştirecektir, neden olmasın, öyle değil mi efendim?!
Zor zamanlar. Babasının ve hamisi Prens Nuh’un ölümüne müteakip Sina Buhara’yı terke mecbur kaldı. 1001’de Harezm’e gitti. Buradaki ilmi ortama katıldı. Ardından Irak ‘da bulundu. Daha sonra Cürcan’a geçti (1009). Bu arada Türk-İslam alemi tam bir fetret devri yaşıyor, büyük devletlerin halefi olan küçük feodal prenslikler aralarındaki sonuçsuz mücadelelerde enerjilerini tüketiyorlardı. 1015’de Cürcan’dan Rey’e giden İbn-i Sina hayatının en kasırgalı dönemini yaşıyordu. Büyük alim bir taraftan ilimle hemhal olurken, bununla birlikte, kimi zaman bir devletin en üst karar alma organlarında vezirlik gibi sorumluklar alıyor; bazen de dengesiz bir otokratın öfke ve gazabından kurtulmak için ’yeraltı’na çekilmek zorunda kalıyordu. Saraylar, zindanlar, ya da yollardaki döküntü kervansarayların bu çok farklı atmosfer ve imkanlarını büyük bir maharetle kah dershaneye, kah kliniğe çevirmeye muvaffak olan İbn-i Sina için ilim, felsefe ve tababet vazgeçilemez uğraşılardı.
Son dönemi. 1023’ten ölümüne kadar olan 14 yıllık son dönemi ilim, irfan aşığı Aalaüddevle Ebu Cafer Kaküveyn’in yanında geçti. Hükümdar Üstat’a öyle ehemmiyet veriyordu ki, O’nu seferlerinde bile yanından ayırmıyordu. İşte böylesi bir sefer sırasında yakalandığı bir hastalık nüksetmesi yüzünden 1037’de Hemedan’da ebediyete intikal etti.
Kişilik özellikleri. Çalışma azmi neredeyse sınırsızdı. Hayal gücü, vizyonu çok kuvvetli, zekası pek keskin ve hafızası olağanüstü idi. İrfanının, ilminin sınırlarını tespit çok zordu. Bu yüzden de Eş – şeyh – ür - reis ünvanı ile anılırdı. Alimlik vasfının yanı sıra yüksek ruh hasletlerine ve örnek bir ahlaka da sahipti. Mesela, kendisini çekemeyip olmadık haksızlıklarda bulunanlardan, kolaylıkal hesap sorabileceği mevkilerde bulunmasına rağmen O, asla kişisel hesaplaşmalara girmeye tenezzül etmemişti. Özetle sizlere hikayeye çalıştığım bütün bu akıl almaz temposu içinde hayattan zevk (kam) almayı da beceren bir tabiata malikti. Kitaplardan, ilimden, irfandan başını kaldırdığı zamanlarda, güzel şarap, kaliteli musiki ve çekici hatunlarla ilgilenmeyi asla ihmal etmedi. Kendi tabiriyle,  bu sayede, ‘’taze hayat kazanıyor’du!
Tıp ve eczacılığa katkısına kısa bir nazar. Tıbbı ilkin Abu Sahl Mesihi’den öğrenen İbn-i Sina sadece Galen, Hipokrat, Bukrat, Calinos, Sanitis, Rofüs, Folüs, Endromahs, Aristetalis, Asklipyazis ve Aristoteles gibi Batı’lı kaynaklardan, ya da Kayyuma, Kindi, Bermeki, İbn-el Haris, İbn-i Hübeyre, Hürmüz gibi Arap, Acem ve Türk kaynaklardan değil; Hind ve Çin gibi kadim Doğu’dan da fikirler, teoriler aldı ve bunları tenkitli bir tarzda tertip, tanzim ve sentez etti. Tıb Kanunu (El Kanunu Fittıb) adlı eseri 500 yıl dünya çapında başvuru kaynağı oldu. Türk - İslam aleminde bu süre 800 yıla kadar uzamıştır. Tıb tarihinin en etkili ve tanınmış eserlerinden olan El Kanun Fittıb 5 kitaptan oluşur: 1. kitap anatomi, genel patoloji ve genel terapöti; 2. kitap tıp müfredatı, farmakoloji ve terapöti; 3. kitap hususi patoloji; 4. cü kitap hummalar, cerrahi, zehirlenmeler ve kozmetik; 5. ci kitap ilaç formüllerini içermektedir, yani farmakoloji (Akarabadin). Kitapların tasnifinden de anlaşılacağı üzere El Kanun döneminin sadece verili, müesses tıbbi, eczai bilgilerini değil, fakat Sina’nın dahiyane sentez, buluş ve katkılarını da içermekteydi. Gerek bu anıtsal eserde ve gerekse de Şifa, Necat ve El Edviyet – ül Kalbiye gibi Üstadın tıp ve eczacılık bahislerindeki diğer eserlerinde ve de pratik tedavi metotlarında öne çıkan hususların bazıları şunlardır: Cıvanın tedavi edici değerine ve yan tesirlerine işaret edilmesi; hastalıkların ortaya çıkışında sirayet, veraset ve ırkın tesirleri; parazitler bahsine getirdiği yeni açılımlar; kızılın diğer benzer hastalıklar içinde tasnifi; başta ülser olmak üzere çeşitli sindirim sistemi rahatsızlıklarının tanı ve teşhisi; karaciğer hastalıklarının teşhis ve tedavisi; gözün anatomisi, görme mekanizması ve çeşitli göz hastalıklarına dair isabetli tespitler; idrar muayenesinin tanıdaki rolü; düzenli spor, dengeli beslenme ve kaliteli uykunun insan sağlığındaki merkezi önemine yapılan kuvvetli ve delilli vurgu; kan dolaşımının bulunmasından yaklaşık 7 asır önce kalp ve damar rahatsızlıkları ve genel cerrahi münasebetleri; başta prostatis olmak üzere ürolojik rahatsızlıkların tedavisinde kullanılan sondaların geliştirilmesi; koruyucu hekimliğe önem verilmesi; Batının eziyetlere, hatta yok etme, işkence ve tecritlere başvurduğu (dikkat: ruh değil, zira hem semavi dinler ve hem de Çin ve Hint gibi diğer kadim medeniyetler metafizikle irtibatı olan, Tanrısal olan ruhun hastalanmayacağını kabul ederler) psikozlar, histeria, bunama gibi akıl hastalıkları sahasında telkinle tedavi, beslenme rejimini değiştirme, hayat temposuna müdahale, ilk pisikoanalizleri uygulama gibi çağını aşan çok ileri teşhis ve  tedavi metotlarının geliştirilmesi.
İslam ve Sina aleyhtarlığının Batı tıbbına tesiri, Avicenna’nın aşılması ve Osmanlı tıbbı. Batı dünyasında İslam ve Türkler hakkındaki her menfi dalgaya müteakip İbni Sina aleyhine bir hava da esmiştir. Dönemin egemenleri, kilise ileri gelenleri ve alimleri Sina için ‘O Türk’tür, Müslüman’dır. Onun kitaplarını okumayalım, tedavi metotlarını terk edelim!’ mealinde tavırlar almışlardır. Ancak, nihayetinde, El Kanun Fittıp ve diğer Avicenne eserlerinden vazgeçmeleri mümkün oalmamıştır. Batılı yeminli düşmanlarının dahi vazgeçemedikleri Sina külliyatı, gayet normaldir ki, Osmanlı tıbbının da temel direklerinden olmuştur. Batı, Rönesans ve reform sonrasında medeniyetini yeni temeller üzerinde restore ettiğinde, 16. yy sonu-17. yy başı gibi, Vesale’nin, William Harvey’in, Aselli’nin devrim mahiyetindeki buluşlarıyla Avicenna’yı tedricen aşarak terk etmiş, Osmanlı ise bu ilmi atılımı yapamadığı için 19 asra kadar İbni Sina külliyatına ve Onun teşhis ve tedavi metodlarına bağlı kalmıştır.
İki aşırı yorum. Bu bahiste biri olumlu, diğeri ise olumsuz olmak üzere iki uç yorumdan, aşırıya kaçmış tenkitten bahsedeceğim. İlkin olumlu tenkidi paylaşıyorum:
İbn-i Sina’ya Doğu ve Batı alemi o denli yüksek bir hürmet göstermiştir ki, o kadar olur yani!
Mesela, Selçukluların reis-ül etibbası (sağlık bakanı) tabip Ekmelüddin Selçuklular yönetici sınıfının ve tabip ve eczacı taifesinin önce gelenlerinin bulunduğu bir mecliste Avicenna’yı şöyle yüceltmiştir:
‘Dünün ve günümüzün hekimlerinin ittifakıyla kanaatimiz odur ki, eğer Hz. Muhammed’den sonra peygamber gelmesi mümkün olsa bu elbette İbn-i Sina olurdu.’
Olumsuz uç tenkide, aşırı yoruma gelince:
Bunlar yukarıdaki bahiste tartıştığım Türk-İslam aleyhtarlığının kaynaklandığı (neşv-ü neva bulduğu) greko-latin medeniyet dairesinden yükselen tenkitlerdir. Buna göre, Avicenna’da orijinal hiçbir husus yoktur! O, Galen ve Hipokrat’tan derlediği bilgileri allayıp pullayarak pazarlayan başarılı bir tüccardan fazlası etmez. Gördüğünüz gibi muhterem okur, bir tarafta ‘peygamber’ yakıştırması, karşısında ise ‘mukallit’ suçlaması. Dünya bunları tartıştı, unutulmasın, bilinsin istedim. Okur şayet bu çalışmada okuduklarıyla yetinmez ve bu satırlara kaynak oluşturan aşağıdaki minik listeye müracaat ederse kolaylıkla göreceği husus şu olacaktır: Hiç kuşku yok ki O ne bir nebi idi ve ne de basit taklitçi ve fikir hırsızı. Özetle İbn-i Sina, Aristoteles’den bu yana gelmiş en çalışkan, en sentezci, en geniş ufuklu simalardan birisiydi. Bu bakımdan Onu, Türk-İslam aleminin dünyaya armağan ettiği en seçkin düşünür ve alimlerden birisi olarak tavsif edersek hakikati, yalnızca hakikati teslim etmiş oluruz, o kadar.
Faydalanılan kaynaklar: İbni Sina, şahsiyeti ve eserleri hakkında tetkikler, 900.üncü ölüm yıldönümü armağanı, TTK, yedinci seri – no 1, 1937; İbni Sina, Doğumunun 1000. yılı armağan kitabı, Aydın Sayılı; Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, Ana Yayıncılık, 1983; İslam Ansiklopedisi, MEB, 1940-1978; İslam Ansiklopedisi,Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 1988-2008(yayını devam ediyor); İnönü -Türk Ansiklopedisi, MEB, 1940-1978; Meydan Larousse, Meydan Neşriyat, 1969-1973; Ana Britanica, Ana Yayıncılık, 1984

* Daha önce Hedef Sağlık dergisinde ve http://www.tahinpekmez.org/ ' ta yayınlanmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder