kırkambar - 8: Kıraç’lara bravo, 1000 kerre, milyon kerre bravo! *

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Türkiye’ye örnek oluyor. Suna Hanım epeydir ALS ile boğuşmakta. Anıları Doğan Kitap’tan çıktı: ‘Ömrümden uzun ideallerim var’. Rıdvan Akar’ın derlediği anılarını Suna Hanım gözlerini hareket ettirerek yazdırmış. Yaşadığı bu tahammülü gerçekten zor sürece evlatlığı İpek’e olan sevgisi ve Suna&İnan Kıraç Vakfı’nın kültüre yaptığı katkılara bilfiil şahit olmak için katlandığını öğrendiğimiz Suna Kıraç umarım Türkiye zenginlerine; en azından şimdiye değin toplumsal sorumlulukları için, kültür için, eğitim için sanat için yeterince ‘elini cebine atmayan’lara rol modeli olur. Kolay değil, Türkiye’de ilk defa bir zengin aile servetinin neredeyse tamamını milletine vakfediyor. Suna&İnan Kıraç Vakfı geçen yıl açtığı Pera Müzesi ile Koç, Sabancı ve Eczacıbaşı ailelerinden hiç de geri kalmayacağının sinyallerini vermişti aslında. Kıraçlar müze ile yetinmediler. Müzenin hemen yanında satın aldıkları bir binada ‘İstanbul Araştırmaları Enstitüsü'nü kurdular. Semavi Eyice hoca (yaşayan en önemli Bizantologlardan)'nın efsanevi arşivinin ve kütüphanesinin önemli kısmını da satın alarak kolleksiyonunu zenginleştiren mezkur enstitü, İstanbul tutkunlarının ve araştırmacıların zorunlu uğraklarından biri olmaya namzet gözüküyor. Laf aramızda, epeydir çok ciddi görme problemleri yaşayan Eyice'nin bu sağlık kısıtı olmasaydı, kolleksiyonundan ayrılmaya dayamayacağı da kültür-sanat-akademya kulislerinde dolaşan fısıltılardan.
Kıraç ailesinin şimdiye değin 500 milyon dolar civarında katkı yaptıkları kültür, sanat ve eğitim faaliyetlerini hatırlayalım: Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV), Vehbi Koç Vakfı Suna ve İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü Antalya Kaleiçi Müze, Pera Müzesi, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü.
Bitmedi.
Kıraçlar varlarını yoklarını ülkelerine, milletlerine, Türkiye’ye bağışlamakta kararlılar. Ailenin son jesti İstanbul’a ve ülkemize kazandıracakları Suna – İnan Kıraç Kültür Merkezi için kolları sıvamaları oldu. Bu çerçevede Tepebaşı’nda, Pera müzesinin hemen karşısındaki TRT binasını 63 milyon dolara satın alan Kıraçlar buraya, yaklaşık 500 milyon dolar harcayarak, sadece ülkemizin değil, Avrupa’nın da en büyük  kültür merkezlerinden birisini kuracaklar.
Ha, unutmadan ekleyeyim: Suna Kıraç’ın ‘Ömrümden uzun ideallerim var’ başlığı altında bizlerle paylaştığı anılarının bütün geliri TEGV’na bağışlanacak. Alalım, okuyalım, eşe-dosta hediye edelim derim. Bu bahisteki son lafım şudur: Teşekkürler Kıraç ailesi, ellerinize sağlık, kesenize bereket ve Allah sizlerden razı olsun.

Ömer Koç Enis Batur’la geçinemez mi?
Yapı Kredi (YK)’yi nasıl bilirsiniz?
Burada kuşkusuz YK’nin bankacılık faaliyetlerinden değil, kültür ve sanat alanındaki etkinliklerinden dem vuruyorum. Bildiğiniz üzere bahse konu banka, şirketlerimiz arasında, kültür ve sanat alanına en çok yatırım yapanların başında gelir. Kurumun çok zor günler yaşadığı 2001 – 2004 döneminde bile bu gerçek değişmemiştir. Kültür Sanat Yayıncılık AŞ bünyesinde yayınlanan 2,500 civarında kitap, alanlarının en kalitelileri sayılan Cogito, Sanat Dünyamız ve Kitaplık dergileri , Vedat Nedim Tör Müzesi, Kazım Taşkent Sanat Galerisi, Sermet Çifter Kütüphanesi  YKB’sının söz konusu alanlara dair ilk elde akla gelen verimlerindendir. Bir nevi mucize sayılabilecek bu durumun arkasında bir avuç inanmış, misyoner mahiyetli insanın inançlı, kararlı mücadeleleri yatmakta. İşte Enis Batur bu inanmış ‘kültür neferleri’nin bir nevi uç beyi, deyim yerindeyse ‘başkumandan’ıydı. Enis Batur’la bankanın yolları geçen yıl ayrıldı. Batur’un Ömer Koç’la kimyasının tutmamasının buna neden olduğunu ileri sürenler çıktı. Malumunuz, zor durumdaki bankayı geçen yıl Koç Holding –İntesa ortaklığına ait olan Koç Finans satın almıştı. YKB’nın kültür sanat işleri de Koç Ailesinin bu alanda temayüz eden üyesi Ömer Koç’a devrolmuştu. İşte, Koç ile Batur’un yolları böyle kesişmişti. Ülkemizin yetiştirdiği en kültürlü, en kibar, en beyefendi burjuvalardan olan Ömer Bey’in bahsettiğim tarzda bir kişisel hesab’ın, bir kısır çekişmenin esiri olduğunu düşünmek dahi üzer beni. Enis Batur ve Ömer Koç el ele verebilseler(di) kazanan sadece YKB ve Koç Holding değil, hepimiz olurduk. Hatta bir miktar mübalaga yapmak pahasına, ‘insanlık kazanırdı!’ demek dahi mümkündür kanaatimce. Süreci yakından izleyenler hatırlayacaktır, Koç – İntesa ortaklığının YKB’sını alacağının neredeyse kesinleştiği günlerde, o sıralarda bankayla ilişkisi yeni kopan, Batur’un geri döneceği, hatta Koç’un İtalyan ortağı ve Batur’un kişisel ilişkileri sayesinde, Umberto Eco’nun da bankanın kültür-sanat danışmanı olacağı bile speküle edilmişti. Ya, işte böyle muhterem karim, şimdi vazgeçtim Eco’dan, doğrusu ben Batura da fitim. Ve yetkililere, devlet büyüklerimize, başta ‘gölge kültür sanat nazırı’mız Doğan Hızlan olmak üzere, kültür aleminin bütün lafı geçen ‘ağır abi’lerine sesleniyorum: ‘Efendim, lütfet tavassut ediniz, Ömer Koç ve Enis Batur’un arasını bulunuz. Bulunuz ki emanet, YK’nin kültür sanat işleri, ehline tevdi edilebilsin.’

Özel müzelerde ne var, ne yok?
Özel müzelerin tamamında görülmesi elzem muhteşem sergiler var.
İşte bunlarla ilgili kısacık hatırlatmalar:
Pera müzesi: ‘Profiller: Fransa’da sanatsal yaratının son 15 yılı’, ‘Avcı Mehmed’in Alay-ı Hümayunu’;
Vedat Nedim Tör Müzesi: ‘Topraktan Sonsuzluğa Çatalhöyük’;
İstanbul Modern: ‘Kesişen Zamanlar’, ‘François-Marie Banier’, ‘Gökkuşağında iki Kuşak’
Sakıp Sabancı Müzesi: ‘Heykelin Büyük Ustası Rodin İstanbul’da’
Sadberk Hanım Müzesi: Sanat Tarihi ve Arkeoloji bölümlerinde eski sergiler devam ediyor.
Rahmi Koç Sanayi Müzesi: Eski sergiler devam ediyor.

Müze faciasına pratik çözüm öneriyorum. Devletin işlettiği, daha doğrusu işletemediği müzelerimizin durumunu son günlerde hepimiz basından, üzülerek, kahrolarak, izliyoruz. Milletin devlete emanet ettiği arkeoloji ve sanat eserlerinin bu bizleri ciğerhun eden perişan vaziyetini nasıl çözebiliriz? Aslında bu sanıldığından daha kolaydır. Yukarda bahsettiğim özel müzelerimizin performansı, başarısı ortada. Dolayısıyla da çözümü uzaklarda aramaya hiç gerek yok. Yapılacak şey kamuya ait arkeoloji ve sanat eserleri ile bunların barındırıldıkları müzeleri, işletme yeterliliğine ve müzecilik tecrübesine sahip, özel kurum ve vakıflara belli süreler için, mesela 49 yıllığına, kiralamaktır. Müzeler olsun, barındırdıkları eserler olsun yine milletin malı olmaya devam edecekler. Anlayacağınız, müzelerin sahipliği değil, sadece işletmesi belli bir süreliğine özelleştirilmiş olacak. Özel sektör işletmesini aldığı müzelere ciddi yatırımlar yapacak. İyi maaşlı, eğitimli, kaliteli ve her şeyden önemlisi işini seven personelle çalışacak. Bırakın eserlerinin çalınmasına yol açacak lakayıtsızlığa izin vermeyi, özelleştirildikten sonra iyi birer işletme olarak idare edilen müzelerimiz kendilerinden daha önceden çalınan sanat ve arkeoloji eserlerinin de meşru bir zeminde ve güçlü bir biçimde peşine düşecekler ve bunları geri alacaklardır. Özel sektörün transfer ettiği fonlarla yeni müze kompleksleri, binaları, galerileri açılacak; depolarda çürümeye terk edilen insanlığın şaheserleri gün ışığına, izleyicilerin huzuruna çıkarılacaktır. Böylece Türk müzeciliği yeni bir altın çağa girecektir. Aklın yolu birdir ve şunu emretmektedir: Müzelerimizi özelleştirmeliyiz. Çözüm bu denli basit ve pratiktir.

İzleyelim izleyelim izleyelim
Sil baştan (Eternal sunshine of the spotless mind)
Vizyona girmeden kült film olan bir film. Jim Carrey muhteşem. Çok makbul bulmadığım Kate Winslet bile fena değil. Eğer bu performansıyla da Oscar’a uzanamazsa Carrey söyleyecek yegane şey ‘Orson Welles gibi İngiltere’ye yerleş koçum. Ve bir daha da kıymetini bilmeyen Holywood gerzekleriyle işin olmasın. Asla bulaşma onlara’. Sadece Carrey için bile izlenmeli. Unutmadan, en iyi senaryo Oscar’ı var filmin. Kaçırmayalım, kaçıranlar için de bir miktar üzülelim
Guantanamo yolu (The Road of Guantanamo)
Michael Winterbottom’ın 56. Berlin Film Festivali’nde "Gümüş Ayı" ödülünü alan belgesel-kurmaca kırması filmi. 11 Eylül’den sonra Amerika ve İngiltere’nin dünyayı nasıl bir gailenin, kaosun, katastrofun içine attıklarına dair ibret verici bir yapım. Onca abuk subuk seyirlikten sonra, dünyada olup bitenler hakkında sahih kanaatler edinmek isteyenler için kirlenmiş zihinleri tedavi edici mahiyette bir kordela. İzleyelim, eşe dosta önerelim.
Dondurmam kaymak
‘Karpuz kabuğundan gemiler yapmak’ kıvamında, sıcak mı sıcak, samimi mi samimi, sahici mi sahici bir film. Bir nevi ailecek izlenecek şirinlik muskası. Salondan çıkınca elinize kamerayı alıp kendi ‘Dondurmam kaymak’ınızı çekmek arzunuzu bakalım yenebilecek misiniz?
Da Vinci Şifresi (The Da Vinci Code)
Dünyaya bambaşka bir zaviyeden bakabilmek için ciddi imkanlar sunan bir metne (aynı isimli romana) dayanıp da onun gerisinde kalmayı becermek az başarı değil doğrusu. Tom Hanks, Audrey Tatu, Ian Mckellen, Jean Reno gibi kozlarına ve dökülen kucaklar dolusu dolarlara karşın başarısız bir film. Buna rağmen, Dan Brown hayranlarıyla komplo teorisi tutkunlarının bigane kalamayacakları bir ‘üstün’ yapımla karşı karşıya olduğumuzu da itiraf ediyorum. Muhabbetlerde lafı medeniyetler çatışmasına getirmeyi ihmal etmeden tartışalım.

*Daha önce Hedef Sağlık dergisi ve http://www.tahinpekmez.org/ 'ta yayınlandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder