Yaşamının köşe taşları. Türk alimi, tabibi, tarihçisi. 1771’de İstanbul’da doğdu, 1826’da Tire’de vefat etti. Ailesi çok varlıklıydı, ailesinin Ortaköy’deki yalısında dünyaya geldi. Dedesinin mesleği olan tarakçılığa nispetle Şanizade lakabıyla anılır. Medine mollası Elhac Mehmet Sadık Efendinin oğludur. Hem asırlardır bu topraklarda yapılan klasik medrese eğitimini ve hem de bunlarla yetinmeyerek modern batı tarzı bir eğitimi alması formasyonunu tayin etmiştir. Eğitiminin daha ilk yıllarında pozitif bilimlere, özellikle de tıbba ve matematiğe karşı büyük ilgi duymaya başladı. Çok yönlü bir alim, gerçek bir hezarfen olan Mehmet Ataullah Efendiden Latince, İtalyanca, Fransızca ve bir miktar da Almanca dersleri aldı. Şanizade Osmanlının gerilemesine çare olarak gördüğü ‘Batılılaşma’ sürecinin prototip aydınıdır. ‘Klasikle, gelenekle olan bağlarını koparmadan moderne, yeniye açık olmak ve bu ikisini makul bir tarzda sentezlemek şeklindeki terkip Cumhuriyet kurulana değin olan süreçte Osmanlının reformist bütün Padişah ve devlet adamlarının izleyecekleri temel formül olagelmiştir. Bu terkipte yaşanan ilk kırılma cumhuriyet döneminde vaki olmuştur. Süleymaniye medresesinde tıp, Halıcıoğlu Mühendishane’sinde matematik, astronomi ve astroloji okudu. 1786’da rüus (diploma) alarak müderris oldu. Bir müddet Ordu kadısı olan babasının yanında çeşitli hizmetlerde bulundu. 1816’da Eyüp kadısı oldu. Yanı sıra, Şanizade’ye Çorlu Medresesi müderrisliği de verildi. Dönemin vakanüvisi olan Mütercim Ayıntablı Asım Efendi, sadece 2. Mahmut’un tahta çıkışından (28 Temmuz 1808) itibaren 4 aylık hadiseleri yazıp Padişah’a sunabilmişti. Asım efendi, takip eden 12 yılın olaylarını kaydetti. Ancak bu müsveddeleri, üzerinde biraz daha çalışarak Padişaha sunulabilecek metinler haline getiremediği için devlet ricalinde sıkıntılar baş gösterdi. Payitahtın ve Osmanlı Sülalesinin resmi tarihinin yazılmasının kesintiye uğradığı bu süreç Mütercim Asım Efendinin vefatıyla noktalandı. 30 Ocak 1819’da vakanüvisliğe atanan Şanizade’ye, yanı sıra sadrazamın denetiminde bulunan Evkaf Müfettişliği de verildi. Şanizade tarih yöntemi üzerine kaleme aldığı bir metni 2. Mahmut’a takdim etti. Yazacağı tarihte metodoloji hatası olmaması, tekrarlara düşülmemesi bakımından Sadrazamdan Asım Efendiden kalan 12 yıllık müsveddeleri istedi ve aldı. Ardından da, 1808 sonlarından 1821 yılına değin olan Osmanlı tarihini yazdı. Bu arada, 1821’de Mekke mevleviyetine atandı. Esasen döneminin en kıymetli hekimi olmasına karşın, Padişah üzerinde büyük tesiri olan devlet adamlarından Halet Efendi yüzünden, onun desteklediği Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi engelini aşarak, Hekimbaşılığa gelemedi. Hekimbaşılık için verdiği mücadele sırasında, bir nevi ‘evdeki bulgur’dan da oldu: Başta Halet Efendi olmak üzere, muarızlarının kulisleriyle 28 Eylül 1825’te vakanüvislikten alındı. Ataullah Efendi, vakanüvisliği sırasında Asım Efendiden kalan müsveddeler üzerindeki çalışmalarını ancak bitirebildiği için kendi dönemine dair vakayinameleri tamamlayıp Padişah’a sunamamıştı. 1822 – 1825 arasındaki olaylara dair tuttuğu notlarından oluşan müsveddelerini yerine vakanüvis olan Sahaflarşeyhizade Esad Efendiye devretti. Bir iddiaya göre aktif üyesi olduğu Beşiktaş İlim Cemiyeti İsmail Ferruh Efendi’nin kurduğu ilk mason locasının maskelenmesine hizmet eden bir paravan organizasyondur. Bu husus, başta Halet Efendi olmak üzere çekemeyenlerine arayıp da bulamadıkları ‘nihai darbe’yi vurma imkanını verdi: Muarızlarına göre O, mezhepsizlik ve Bektaşiliği dinsizlik raddesinde yaşayan bir far-masondu. Bu temelde yapılan kulisler sonunda mason biraderleriyle birlikte sürgüne gönderildi. Bu bahis aşağıda detaylı olarak ele alınacaktır. Şanizade’nin sürgün mahalli arpalığı olan İzmir’in Tire kazasıydı(1826). Aynı yıl, aşağıda ayrıntıları verilen trajik bir hata yüzünden burada öldü.
Döneminin panoraması. İslam’ın ilm ve sanatta yaptığı büyük atılım döneminin (9-13.yy) ardından, Batı Rönesansla ‘ilerleme’ bayrağını devraldı. 14. yüzyılda İtalya`da başlayan Rönesans 15. ve 16. yüzyıllarda bütün Avrupa`ya yayıldı. Tıp gelişmenin en hızlı seyrettiği sahalardandı. Osmanlı`ya gelince, atalarımızın 17. asırda başlayan umumi zafiyeti tababet alanına da yansıdı. Tıp medreseleri muasır bilgilerinden kopmaya ve gerilemeye başladılar. Bu yüzden de telif eserlerin önü tıkanmıştı. Tercümeye gelince…Yabancı dil bilen hekimlerin yok mesabesinde oluşu, matbaanın Osmanlı`ya geç girişi ve kitap basmanın 1729`da başlamasından dolayı tıp kitaplarının tercüme edilemiyordu. Çok az sayıdaki Osmanlı hekim ve bilim adamlarının kendi çabaları ile dil öğrenmeleri, yenilikleri takip etmeleri ve kendi tecrübe ve bilgilerini de katarak kendi kitaplarını yazmaları da telif ve tercüme sürecinin devamını sağlayamamıştı. Tıp medreseleri eski parlak dönemlerinden çok uzaktılar. Bir kısmı ise kapanmıştı. Tıp eğitimi neredeyse çökmüştü. Osmanlı Mülkünde tıp sahasındaki çağdaş gelişmeleri azınlık hekimleri ve Avrupa`dan gelen yabancı hekimler dışında bilen ve uygulayan neredeyse yoktu. Yeterli tabibin olmayışı sosyal sıkıntılara yol açıyor, ‘mütabbib (tabip olmayan sahte hekim)’ hekimler serbest hekimlik yaparak, hatta orduda dahi görev alarak bir çok insanın ölümüne sebep oluyorlardı. Bunların önlenmesi yönelik fermanlardan ise umulan sonuç elde edilemiyordu.Anlayacağınız, 19. yüzyıla gelindiğinde durum tıp eğitimi açısından berbattı. Başta İtalyanca ve Fransızca olmak üzere, tıp alanında tercih edilen yabancı dillerden en az birini bilen az sayıdaki Osmanlı hekimi çağı yakalamak için insan üstü bir gayretle debelenip duruyorlardı. Şanizade Mehmet Ataullah ve Mustafa Behçet Efendi (1774-1834) bunların en önemlileridir. Behçet Efendi de saygın bir alim olmasına karşın, birçok uzman Şanizade’nin ondan daha yetenekli olduğunu, bu yüzden de sarayın baş hekimliğini aslında Ataullah Efendi’nin hak etiğini belirtirler. Bu iki önemli alimin etrafında gelişen olayları, entrikaları doğru anlamlandırmak için onların dönemdaşı olan 3. Selim (1761-1808; saltanatı: 1789-1807), 4. Mustafa (1779-1808; saltanatı: 1807-1808) ve 2. Mahmut (1785-1839; saltanatı: 1808-1839) saltanatlarına kuş bakışı bakmak kafidir. Bahse konu çağ, Osmanlının her bakımdan çözüldüğüne, çürüdüğüne ve çöktüğüne işaret ediyordu. İşte, bu 2 yetenekli alim, tabip, Batı’da telif edilen ‘yeni tıb’bın Osmanlı tıp eğitimine girmesini savundular. Reformist III. Selim zamanında yeni tıp eğitimi veren, bir Tıphane açılması düşünülmüştü. Teşrih (anatomi) yasağından dolayı ulemadan çekinen III. Selim buna cesaret edememiş, öte yandan, Rumlara tıp fakültesi kurmaları için izin vermişti(1805). Dönemin hekimbaşısı 21 yaşındaki Behçet Efendi, uğrunda çok çalıştığı ‘yeni tıp’ eğitimi veren bir Tıphane kurulması için II. Mahmut’un hekimbaşlığını yaptığı 40’lı yaşlarına kadar mücadele etmek zorunda kalmış, nihayet 1827’de, 43’ünde, bu amacına ulaşabilmiştir. 1826’da cereyan eden bir hadise hem Osmanlı İmparatorluğunun geleceğini tayin eden faktörlerin en önemlilerindendir; hem de Şanizade’nin hayatının finalini tayin etmiştir. Bu, tarihimize ’Vak’a-i Hayriye’ olarak mal olmuş olan Yeniçeri Ocağının yok edilmesidir. Yeniçerilik sadece askeri bir olgu değildi. Yeniçerilik, toplumun içine, gerek ekonomik bağlamda, gerek Bektaşilik üzerinden inanç düzeyinde ve gerekse de diğer sosyolojik vasatlarda çok derinlere değin nüfuz etmişti. Bu bakımdan, yeniçerilerin yok edilişlerinin sosyal etkileri çok önemli, çok ağır ve çok derin olmuştur. Yeniçeriliğin inanç kodlarının üzerinde yükseldiği Bektaşiliğe karşı alınan hasmane tutumlar, etkilerini Alevi-Bektaşi cemaatlerin günümüzdeki yaşantılarına kadar hissettirmesini bilmiştir. İşte bu bağlamda, tam da Bektaşililere karşı genel bir yok etme çizgisi izlendiği sırada, Ataullah Efendinin Bektaşilikle, mezhepsizlikle ve dinsizlikle suçlanması, tabir-i amiyane ile, O’nun ‘ipinin çekilmesi’ne vesile teşkil etmiş, İstanbul’dan sürülmesine neden olmuştur.
Şanizade’yi ‘bitiren’ tartışma. “Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi”, “Beşiktaş veya Ortaköy İlmî Cemiyeti”, “Beşiktaş Grubu”, “Beşiktaş Ulemâ Grubu” ve “Cemiyyet-i İlmiyye” olarak adlandırılan cemiyet, XIX. Yüzyılın ilk yarısında kurulmuş; daha çok, fen ve edebîyat konularında faaliyet göstermiştir. İ. Hakkı Uzunçarşılı, ‘ahlâkı güzelleştirme ve din ile felsefe arasında bir uzlaşma sağlamayı amaç edinme’leri bakımından İhvan-ı Safa’ya benzetir. Cemiyetin bazı üyeleri Londra’da büyükelçilik yapmış olan İsmail Ferruh Efendi (ö. 1840), vakanüvis tabip Şanizâde Atâullah Efendi, Melekpaşazâde Abdülkadir Bey (ö.1843) Kethüdâzâde Mehmed Ârif Efendi, Fehim Efendi (ö.1846), Mustafa Şâmil Efendi (ö.1840) ve Bektaşî Şeyhi Mahmud Babadır.Cemiyette fen derslerini Şanizâde, edebîyat derslerini Ferruh Efendi, felsefe derslerini haftada Kethüdâzâde Ârif Efendi, matematik derslerini Tevhid Efendi (ö. 1870) okutmaktaydı. Cemiyet, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına paralel olarak Bektaşîlere karşı yönelik yürütülen büyük operasyon sırasında ‘mezhepsizlik, Bektaşîlik ve dinsizlik’le suçlandı, üyeleri sürüldü. Cemiyetin maskeli bir Mason Locası, üyelerinin de gizli masonlar oldukları iddia edilse de bunu destekleyen sağlam kanıtlar ortaya konulamamıştır.
Ataullah Efendinin önemi. 19 asrın ilk yarısının en önemli hezarfenlerindendi. Tarihçiliği ve hekimliğiyle kendisinden sonraki alimlere yol göstermiş, model teşkil etmişti. Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca ve Latince bilen Şanizade döneminin en parlak alimlerindendi. 3. Selim, 4. Mustafa ve 2. Mahmut dönemlerinde , çoğunlukla Ortaköy’de İsmail Ferruh Efendinin yalısında toplanan ve bizim Royal Society’miz sayılabilecek olan Beşiktaş Cemiyet-i İlmisinin en aktif üyelerindendi. Tıp, biyoloji, cebir, geometri, astronomi ve astroloji Şanizade’nin üstadlık mertebesinde vakıf olduğu alanların arasındaydı. Başyapıtı olan Tarih-i Şanizade esasen 5 kitap olarak tasarlanmışsa da, 4 cilt olarak basılmıştır. Deniz ve kara coğrafyasına, sahra ve kale tahkimatına, deniz harplerine dair birçok eseri çevirdi. Özellikle Vesayaname-i Seferiyye bu alandaki çevirilerinin en önemlisidir. Büyük Friedrich’in subaylarına yazdığı bu kitap Yeniçerilerin yok edilmelerinden sonra girilen Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi sürecinde önemli rol oynamıştır. Çevirileri sırasında ilgili bilimin ıstılahlarını (terim) Türkçeye kazandırmakta çok titiz davrandı. Alim olmanın olmazsa olmazı olan hezarfenliğinin doğal bir parçası olarak sanatçı yönü fevkalade kuvvetli idi. Musiki, resim, hat Şanizade’nin olgun eserler verdiği sanat disiplinlerinin bazılarıydı. Şiirlerinde Ata mahlasını kullanan Ataullah Efendinin bir nüsha yazma Divançesi İstanbul Üniversitesi kütüphanesindedir. Tarih kitaplarından dolayı döneminin İbni Sina’sı, musiki sahasındaki faaliyetleri yüzünden zamanının Farabi’si olarak anılmıştır. Büyük alim Cevdet Paşa ise onu ‘ilk ilmi lügati yazan alim’ olarak tavsif etmiştir. Zarif, nazik, mütevazı kişiliğiyle Şanizade kötü niyetli muhterisler dışında herkesin sevdiği birisiydi. Resim yapmak, tambur çalmak, saat tamir etmek, 6 bilim dalında 18 eser vermek gibi vasıfları bu satırların yazarını Şanizade için hezarfen deyimini kullanmaya icbar etmektedir.
Tıp ve eczacılığa katkıları. Özellikle tıp alanındaki verimi gerçekten öncü çalışmalardan oluşuyordu. Şanizade tıp terimlerini ilk defa Türkçeye çevirmiş, ilk resimli anatomi kitabını basmıştı. Tarihsel kayıtlar bize Şanizade’nin Süleymaniye Tıp Medresesinde dönemin en önemli hekimlerinden Hekimbaşı Numan Naim Efendiden ders aldığını, dışarıdan gelen yabancı hekimlerle sık sık görüşerek mesleki bilgi alışverişinde bulunduğunu, hem teorik ve hem de pratik tababet uygulamaları içinde olduğunu aktarmakta.
Özellikle de tıp terimleri alanında yaptığı çeviriler çok uzun süre bu disiplini tayin eden dinamiklerden oldu. Kaynaklar, tıp terimlerini ilk olarak O’nun tercüme ettiğine işaret ediyorlar.
Tababetle ilgili başyapıtı Hamse-i Şanizade’dir. Yaptığı çevirilere kendi tecrübelerini de ekleyerek yazdığı tercüme-telif nitelikli bu yapıta, İbn-i Sina’nın anıtsal eseri Kanun’a hürmeten, Kanun-i Şanizade de demiştir. Basımı 3 yıl süren kitabın devlet ricaline hediye için olan lüks baskısının (anatomik resimler renklidir) yanı sıra, ‘avam’ için bir de ucuz edisyonu yapılmıştı. Haleflerine uzun süre rehber kitap mahiyetindeki eser 3 ana bölümden oluşur:
1-Mir’at-ül-Ebdan fi Teşrih-il-A’za-il-İnsan: İlk resimli anatomi kitabımız. Şanizade’nin Eyüp Kadılığı dönemine denk düşer. Bu yapıt, önsözünde de belirtildiği üzere, döneminin birçok muteber anatomi atlasından faydalanılarak oluşturulmuş bir derleme olmasına karşın yazarın kendi gözlem ve çalışmalarına da içermektedir. Kitap 56 anatomik çizimi havidir. Çizimlerin bir kısmı telif olup Erzurumlu Agop’a aittir. Türkçe ve Latince anatomi terimleriyle bezeli kitap anlaşılır bir Türkçe ile yazılmıştır. Ostolocya(kemik bilimi) ve Sarkolocya(kas bilimi) olmak üzere 2 kısımdır.
2-Usulü’t-Tabia: İlk fizyoloji kitabımız. Kitap ‘yemek, çiğnemek, içmek, sindirmek, üremek, nefes almak, kan dolaşımı, ter, his, uyku, görme’ fonksiyonlarını ve bunların hastalıklarını (sebep ve belirtileriyle) içerir. Önsözü ve başlıkları Arapça, metni anlaşılır bir Türkçedir.
3- Miyar-ül-Etibba: Avusturya İmparatoriçesi Marie Therese’in sertabibi, Avusturya Tıb Fakültesi Dekanı Baron Anton von Stoerck’in aslı Almanca olan Pratik Tıbbi Öğrenim yapıtının İtalyanca çevirisinden çevrilmiştir. Hastalıkların Türkçe karşılıkları verilmiş, belirtileri ve tedavi şekilleri aktarılmış, kullanılması gereken 319 drog kitabın arkasında listelenmiştir. Buradaki en ilginç husus, terkibinde şarap bulunan droglara da aynen yer verilmesidir.
Kavanin-i Cerrahin (Cerrahların Kanunları) kitabında bölüm bölüm cerrahi rahatsızlıklara yer vermiştir. Önce hastalıkların türleri, ardından nedenleri, belirtileri, ilaçları ve nihayet yapılması gereken cerrahi müdahaleleri içeren kitap cerrahlar için bir rehber mahiyetindedir.
Mizan-ül Edviye basit ve bileşik ilaçlar üzerine bilgiler veren Müfredat-ı Ecza-ı Tıbbiye (İlaçların İlkel Maddeleri) ve Mürekkebat-ı Ecza-ı Tıbbiye (İlaçların Bileşimleri) isimli 2 yapıttan mürekkeptir. Bu kitaplarda ilk kez yüksük otu(digitali)nun fizyolojik etkileri anlatılır. 1801’de Jenner’in çiçek aşısı üzerine yaptığı çalışmaları 3 yıl sonra çevirmiştir. 1811’de Jenner ve Mardini’nin bu çalışmalarını inekler üzerinde denediklerini öğrendiğinde, bunu Kağıthane’deki inek çiftliklerinde başarıyla tekrarlamış ve çiçek aşısı elde etmiştir. Burada bir aşı merkezi kurmak istemişse de, ihtiyacı olan desteği bulamamıştır. Sultan Abdülmecit’in çiçek olmasına müteakip bu destek kendiliğinden sağlanmış, İstanbul/Osmanlı bir aşı merkezine kavuşmuş, çiçek aşısı da zorunlu hale gelmiştir. 1812 yılında İstanbul’da baş gösteren veba salgını sırasında onca gayretine karşın karantina uygulamasında başarılı olamamıştır. İstanbul’da ilk modern karantina 20 yıl sonra uygulanmıştır.
Trajik son. Muarızlarının iftiralarıyla Tire’ye sürülen Şanizade, bir yandan yerinin doldurulmasının (dile kolay, tam 7 dil bilen bir Rönesans insanından bahsediyoruz) ne denli zor olduğunun yokluğuyla net bir biçimde anlaşılmasıyla, beri yandansa başta Padişah olmak üzere bazı etkili figürlerin alime yapılan isnatların temelsiz olduğuna kani olmaları yüzünden kısa zamanda affedildi. Af fermanını evine getiren görevlinin yaptığı trajedik hata gerçekten antolojik bir ahmaklık olarak tarihteki yerini almıştır. Gece geç vakit Şanizade’nin evine ulaşan görevli, ‘affına’ anlamına gelen ‘ıtlakına’ diyeceğine yanlışlıkla öldürülmesi manasındaki ‘ıtlafına’ deyiverince karşısındakinin idam fermanını taşıdığını zanneden Ataullah Efendinin yorgun zihni ve bedeni bu gerilimi kaldıramamış, Şanizade kalp krizinden vefat etmişti. Habercinin ikinci kez düzelterek yaptığı tebligat sırasında Şanizade ne yazık ki artık yaşamıyordu. Dehası ve çalışkanlığı yüzünden muasırlarınca çok kıskanılan ve sevilmeyen Şanizade, başarılarının bedelini iftiralara uğramakla, hak ettiği makamlara gelememekle, sürülmekle ve bütün bunların bünyesinde yol açtığı derin tesirler yüzünden, daha çok şeyler üretebileceği bir yaş olan 55’inde terk-i dünya ederek ödemiştir. Onun erken ölümünün yol açtığı süreç, bugün hala yaşadığımız kimi sıkıntıların da vasatını oluşturur.
‘İslam terakkiye mani midir?’ Bu soruyu asırlardır sorar dururuz. Şanizade’nin yaşadığı 18. asrın son ve 19. asrın ilk çeyrekleri, Osmanlının yaşadığı derin çöküş yüzünden bu sorunun sık sık gündem edildiği dönemlerdi. Hedef Sağlık’ın 26. sayısında yazdığım Gazali biyografisinde bu hususa değinmiş ve kendimce yanıtlamıştım. Hayır, İslam gelişmeye, ilme, akla mani değildir. İslam Aleminin yaşadığı olumsuzluklar, ‘sultanların, iyi niyetle dahi olsa, düşünce, hikmet, felsefe ve bilim üzerinde kurmaya çalıştıkları kontrol mekanizmaları ile onların etraflarını kuşatan çapsız, derinliksiz ‘düzmece/sahte alimler’in sebep oldukları fikri kuraklık, felsefi çoraklık idi. Fatih’in İstanbul’u fethine müteakip yürürlüğe koyduğu dünyanın, bilhassa da İslam Alemi’nin önde gelen alim ve filozofları için payitahtı cazibe merkezi kılma projesi yarım/akim kaldı. Bu projenin merkezi figürü olan Ali Kuşçu’nun misyonunu tamamlayamadan 1474’deki terk-i dünya eylemesi bunda rol oynadı. Gerçi, Kuşçu daha uzun süreler yaşasa ve Fatih’in projesi realize olsa dahi 8. - 11 . asırlar arasında Arap kıtasında ve 9. – 14. asırlar arasında Endülüs’e yaşanan fikri canlılığı aşmanın, hatta tekrarlamanın dahi çok zor olduğunu öngörmek mümkündür. Zira, ne kadar iyi niyetli ve ne denli bilge olursa olsun, sultanın patronajında / kontrolünde özgür ve özgün felsefe ve ilim yapmak neredeyse imkansızdır. Fatih’ten sonra gelen sultanların çaplarını, kapasitelerini göz önünde bulundurursanız; buna bir de Kuşçu’dan sonraki dönemlerde ulemayı ‘temsil eden’ Cinci Hoca, Hatipzade, Halet Efendi gibi ‘sözde/sahte alimler’in yıkıcı tesirlerini eklerseniz, İslami Düşünce, felsefe ve ilimin, özellikle Sünni toplumlarda gerilemesin nedenleri kolaylıkla anlaşılır.
Eserleri.
Hamse-i Şanizade (3 kitaptan oluşur: Mirat-ül-Ebdan fi Teşrih-il-A’za-il-İnsan, İstanbul, 1819 + Usulü’t-Tabia + Miyar-ül-Etibba (Doktorların Ölçüsü, İstanbul, 1819), Tarih-i Şanizade (esasen 5 kitaptan oluşması tasarlanmışken 4 cilt olarak basılmıştır, İstanbul, 1867 – 1875, birçok basımları mevcuttur, 1808 – 1821 arasındaki olayları kapsar); Kavanin-ül-Asakir-il-Cihadiye (Savaş Askerlerinin Kanunları, İstanbul, 1819); Tanzim-i Piyadegan ve Süvariyan (Piyade ve Süvarilerin Düzenlenmesi); Kavanin-i Cerrahin (Cerrahların Kanunları, Mısır, Bulak, 1828); Istılahat-ı-Etibba (Doktorların Terimleri); Müfredat-ı Ecza-ı Tıbbiye (İlaçların İlkel Maddeleri); Mürekkebat-ı Ecza-ı Tıbbiye (İlaçların Bileşimleri); Usul-i Hisap (Matematik); Usul-i Hendese (Geometri); Ta’rifat-ı Sevahil-i Derya (Deniz Kıyılarının Anlatımı); Kavanin-i Asakir-i Cihadiye (Savaş Askerlerinin Kanunları, İstanbul, 1815) ; Usulü’t-Tabia, Vesayaname-i Seferiye (ölümünden sonra, 1832)
(*)Ben aslında ‘ilm’in öncülerini yazıyorum. Benim nokta-ı nazarımdan, bilim ve ilm birbirlerinin yerine kullanılabilecek, birbirilerinin ikamesi olan kavramlar değildir. Bilim ve ilm farklı manalara nispet ederler ve bu fark da dereceye değil mahiyete dairdir. Bilim modern zamanların kavramıdır ve modern dünyada maddi karşılığını bulur. Bilim adamı (= bilimci?), sınırlı bir alana dair uzman olan teknisyendir, en fazla zanaatkardır. O, çocuk ya da kardiyoloji doktorudur, makro ya da mikro ekonomisttir, yol ya da baraj mühendisidir, peyzaj ya da iç mimarıdır, futbol ya da atletizm yorumcusudur, muslukçu ya da elektrikçidir ilnh… Bu bakımdan, bilim adamı/insanı sadece alanının bilgisine vakıftır. Öte yandan, uzmanı olduğu alanın, sahibi olduğu ‘malumat’ın diğer alanların bilgisiyle, malumatıyla irtibatlarını kuramaz. Zira, diğer alanlara dair bilgisi ya yoktur ya da çok sınırlıdır. Descartes’çı ‘kartezyen düşünce’ ile kendisine felsefi bir varlık zemini bulan bilim adamının ilm adamına pratik sahada tam manasıyla galebe çalması 1. Dünya Savaşı sonrasına denk düşer. Bilim adamı bilgindir. İlm adamı (bilici?) ise döneminin mevcut bütün bilgisine, kapasitesi nispetinde vakıf kişidir, bilgin değil alimdir. Alim sanatkardır. Alim, modernizm öncesi dönemin hakim paradigması olan klasik anlayıştaki eğitimine üstatlarından, mürşitlerinden aldığı mantık dersiyle başlar. Bunu retorik, gramer, matematik, müzik, fizik ile ilgili tedrisat izler. Fizik dediğimde bundan doğal bilimlerinin (fizik, kimya, tababet, astronomi vb.) tamamınnı anlaşılmasını murad ederim. Alimin eğitim süreci metafizik Alemle tanışmasıyla mahiyet değiştirir, taçlanır. Metafizik tedris eden alim/alim adayı artık döneminin maddi ve manevi bütün malumatına vakıftır. Bu durumda malumat artık kelimenin hakiki manasıyla ‘bilgi’ seviyesine ‘terfi etmiş’tir. Alim, sadece asrın bütün bilgisini, bütün muasır malumatı kucaklamakla kalmaz, o, aynı zamanda mürşitlerinden elde ettiği bakış açılarıyla, ölene değin ‘talebe’ kalacağının da şuuruyla davranır. O, daimi suretle ‘Hakikat’ı taleb eder. O, ‘Hakikat’ talebesidir, ‘ferd-i hakir-i fakir-i taliban-ı Hakikat’tır. Öğretirken öğrenir, öğrenirken öğretir. Bilgini bekleyen en önemli handikap bilgiçliğe düşmek, malumatfuruş olmakken; Alim ise, bu bahiste ancak bir kısmına işaret edebildiğim keyfiyet yüzünden, asla bilgiç/malumatfuruş olamaz. Olabilecek ‘Adam’a da zaten ‘Alim’ denmez. Demek ki, ‘Bilen İnsan’ın bilgiçliğe tevessül etme potansiyeline haiz olanına bilgin, asla bilgiçlik taslayamayacak tıynette olanına ise alim diyoruz. Bilgin konjonktürün, çağının insanıdır, tek boyutludur, madde ve insan merkezlidir; Alim zamanla ve mekanla kayıtlı değildir, çok boyutludur, mana ve insanötesi merkezlidir. Bilgin tek fenlidir, dünya odaklıdır; Alim hezarfen (bin fenli)dir, rönesanas adamıdır, Alem merkezlidir. Bilgin (genellikle) soru sormaz, cevap yetiştirir; hiçbir şeye şaşmaz/şaşamaz, o katı bir erişkindir. Alim ise çocuk gibidir; daima hayret ve hayranlık makamındadır. Dedim ya, ben burada aslında ilmin tarihine dair debeleniyorum, bilmin değil. Benim işim Alim’le; her an bilgiçliğin, çok bilmişliğin, malumatfuruşluğun sığ sularına yuvarlanıverecek olan bilginle değil.
Kaynakça:
İslam Ansiklopedisi, ilgili maddeler, MEB
İslam Ansiklopedisi, ilgili maddeler, Türkiye Diyabet Vakfı
Türk Ansiklopedisi, ilgili maddeler, MEB
Türk ve dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, ilgili maddeler, Anadolu Yayıncılık
Meydan Larousse, ilgili maddeler, Meydan Neşriyat
Osmanlı Türklerinde İlim, Adnan Adıvar, Remzi Yayınları www.edebiyatdergisi.hacettepe.edu.tr, İlk Türk Bilim Akademisi, Cahit Bilim www.firat.edu, Kethudazade Arif Efendi ve Felsefi Görüşleri, İsmail Erdoğan
Bu Mülkün Sultanları, Necdet Sakaoğlu, Oğlak Yayınları
Asklepios, sayı 1, GSK
Hedef Sağlık, sayı 26, Bilimin Öncüleri: İmam-ı Gazali, Z. Şencan, Hedef Alliance
* Daha önce Hedef Sağlık dergisinde ve http://www.tahinpekmez.org/ 'ta yayınlandı.
Döneminin panoraması. İslam’ın ilm ve sanatta yaptığı büyük atılım döneminin (9-13.yy) ardından, Batı Rönesansla ‘ilerleme’ bayrağını devraldı. 14. yüzyılda İtalya`da başlayan Rönesans 15. ve 16. yüzyıllarda bütün Avrupa`ya yayıldı. Tıp gelişmenin en hızlı seyrettiği sahalardandı. Osmanlı`ya gelince, atalarımızın 17. asırda başlayan umumi zafiyeti tababet alanına da yansıdı. Tıp medreseleri muasır bilgilerinden kopmaya ve gerilemeye başladılar. Bu yüzden de telif eserlerin önü tıkanmıştı. Tercümeye gelince…Yabancı dil bilen hekimlerin yok mesabesinde oluşu, matbaanın Osmanlı`ya geç girişi ve kitap basmanın 1729`da başlamasından dolayı tıp kitaplarının tercüme edilemiyordu. Çok az sayıdaki Osmanlı hekim ve bilim adamlarının kendi çabaları ile dil öğrenmeleri, yenilikleri takip etmeleri ve kendi tecrübe ve bilgilerini de katarak kendi kitaplarını yazmaları da telif ve tercüme sürecinin devamını sağlayamamıştı. Tıp medreseleri eski parlak dönemlerinden çok uzaktılar. Bir kısmı ise kapanmıştı. Tıp eğitimi neredeyse çökmüştü. Osmanlı Mülkünde tıp sahasındaki çağdaş gelişmeleri azınlık hekimleri ve Avrupa`dan gelen yabancı hekimler dışında bilen ve uygulayan neredeyse yoktu. Yeterli tabibin olmayışı sosyal sıkıntılara yol açıyor, ‘mütabbib (tabip olmayan sahte hekim)’ hekimler serbest hekimlik yaparak, hatta orduda dahi görev alarak bir çok insanın ölümüne sebep oluyorlardı. Bunların önlenmesi yönelik fermanlardan ise umulan sonuç elde edilemiyordu.Anlayacağınız, 19. yüzyıla gelindiğinde durum tıp eğitimi açısından berbattı. Başta İtalyanca ve Fransızca olmak üzere, tıp alanında tercih edilen yabancı dillerden en az birini bilen az sayıdaki Osmanlı hekimi çağı yakalamak için insan üstü bir gayretle debelenip duruyorlardı. Şanizade Mehmet Ataullah ve Mustafa Behçet Efendi (1774-1834) bunların en önemlileridir. Behçet Efendi de saygın bir alim olmasına karşın, birçok uzman Şanizade’nin ondan daha yetenekli olduğunu, bu yüzden de sarayın baş hekimliğini aslında Ataullah Efendi’nin hak etiğini belirtirler. Bu iki önemli alimin etrafında gelişen olayları, entrikaları doğru anlamlandırmak için onların dönemdaşı olan 3. Selim (1761-1808; saltanatı: 1789-1807), 4. Mustafa (1779-1808; saltanatı: 1807-1808) ve 2. Mahmut (1785-1839; saltanatı: 1808-1839) saltanatlarına kuş bakışı bakmak kafidir. Bahse konu çağ, Osmanlının her bakımdan çözüldüğüne, çürüdüğüne ve çöktüğüne işaret ediyordu. İşte, bu 2 yetenekli alim, tabip, Batı’da telif edilen ‘yeni tıb’bın Osmanlı tıp eğitimine girmesini savundular. Reformist III. Selim zamanında yeni tıp eğitimi veren, bir Tıphane açılması düşünülmüştü. Teşrih (anatomi) yasağından dolayı ulemadan çekinen III. Selim buna cesaret edememiş, öte yandan, Rumlara tıp fakültesi kurmaları için izin vermişti(1805). Dönemin hekimbaşısı 21 yaşındaki Behçet Efendi, uğrunda çok çalıştığı ‘yeni tıp’ eğitimi veren bir Tıphane kurulması için II. Mahmut’un hekimbaşlığını yaptığı 40’lı yaşlarına kadar mücadele etmek zorunda kalmış, nihayet 1827’de, 43’ünde, bu amacına ulaşabilmiştir. 1826’da cereyan eden bir hadise hem Osmanlı İmparatorluğunun geleceğini tayin eden faktörlerin en önemlilerindendir; hem de Şanizade’nin hayatının finalini tayin etmiştir. Bu, tarihimize ’Vak’a-i Hayriye’ olarak mal olmuş olan Yeniçeri Ocağının yok edilmesidir. Yeniçerilik sadece askeri bir olgu değildi. Yeniçerilik, toplumun içine, gerek ekonomik bağlamda, gerek Bektaşilik üzerinden inanç düzeyinde ve gerekse de diğer sosyolojik vasatlarda çok derinlere değin nüfuz etmişti. Bu bakımdan, yeniçerilerin yok edilişlerinin sosyal etkileri çok önemli, çok ağır ve çok derin olmuştur. Yeniçeriliğin inanç kodlarının üzerinde yükseldiği Bektaşiliğe karşı alınan hasmane tutumlar, etkilerini Alevi-Bektaşi cemaatlerin günümüzdeki yaşantılarına kadar hissettirmesini bilmiştir. İşte bu bağlamda, tam da Bektaşililere karşı genel bir yok etme çizgisi izlendiği sırada, Ataullah Efendinin Bektaşilikle, mezhepsizlikle ve dinsizlikle suçlanması, tabir-i amiyane ile, O’nun ‘ipinin çekilmesi’ne vesile teşkil etmiş, İstanbul’dan sürülmesine neden olmuştur.
Şanizade’yi ‘bitiren’ tartışma. “Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi”, “Beşiktaş veya Ortaköy İlmî Cemiyeti”, “Beşiktaş Grubu”, “Beşiktaş Ulemâ Grubu” ve “Cemiyyet-i İlmiyye” olarak adlandırılan cemiyet, XIX. Yüzyılın ilk yarısında kurulmuş; daha çok, fen ve edebîyat konularında faaliyet göstermiştir. İ. Hakkı Uzunçarşılı, ‘ahlâkı güzelleştirme ve din ile felsefe arasında bir uzlaşma sağlamayı amaç edinme’leri bakımından İhvan-ı Safa’ya benzetir. Cemiyetin bazı üyeleri Londra’da büyükelçilik yapmış olan İsmail Ferruh Efendi (ö. 1840), vakanüvis tabip Şanizâde Atâullah Efendi, Melekpaşazâde Abdülkadir Bey (ö.1843) Kethüdâzâde Mehmed Ârif Efendi, Fehim Efendi (ö.1846), Mustafa Şâmil Efendi (ö.1840) ve Bektaşî Şeyhi Mahmud Babadır.Cemiyette fen derslerini Şanizâde, edebîyat derslerini Ferruh Efendi, felsefe derslerini haftada Kethüdâzâde Ârif Efendi, matematik derslerini Tevhid Efendi (ö. 1870) okutmaktaydı. Cemiyet, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına paralel olarak Bektaşîlere karşı yönelik yürütülen büyük operasyon sırasında ‘mezhepsizlik, Bektaşîlik ve dinsizlik’le suçlandı, üyeleri sürüldü. Cemiyetin maskeli bir Mason Locası, üyelerinin de gizli masonlar oldukları iddia edilse de bunu destekleyen sağlam kanıtlar ortaya konulamamıştır.
Ataullah Efendinin önemi. 19 asrın ilk yarısının en önemli hezarfenlerindendi. Tarihçiliği ve hekimliğiyle kendisinden sonraki alimlere yol göstermiş, model teşkil etmişti. Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca ve Latince bilen Şanizade döneminin en parlak alimlerindendi. 3. Selim, 4. Mustafa ve 2. Mahmut dönemlerinde , çoğunlukla Ortaköy’de İsmail Ferruh Efendinin yalısında toplanan ve bizim Royal Society’miz sayılabilecek olan Beşiktaş Cemiyet-i İlmisinin en aktif üyelerindendi. Tıp, biyoloji, cebir, geometri, astronomi ve astroloji Şanizade’nin üstadlık mertebesinde vakıf olduğu alanların arasındaydı. Başyapıtı olan Tarih-i Şanizade esasen 5 kitap olarak tasarlanmışsa da, 4 cilt olarak basılmıştır. Deniz ve kara coğrafyasına, sahra ve kale tahkimatına, deniz harplerine dair birçok eseri çevirdi. Özellikle Vesayaname-i Seferiyye bu alandaki çevirilerinin en önemlisidir. Büyük Friedrich’in subaylarına yazdığı bu kitap Yeniçerilerin yok edilmelerinden sonra girilen Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi sürecinde önemli rol oynamıştır. Çevirileri sırasında ilgili bilimin ıstılahlarını (terim) Türkçeye kazandırmakta çok titiz davrandı. Alim olmanın olmazsa olmazı olan hezarfenliğinin doğal bir parçası olarak sanatçı yönü fevkalade kuvvetli idi. Musiki, resim, hat Şanizade’nin olgun eserler verdiği sanat disiplinlerinin bazılarıydı. Şiirlerinde Ata mahlasını kullanan Ataullah Efendinin bir nüsha yazma Divançesi İstanbul Üniversitesi kütüphanesindedir. Tarih kitaplarından dolayı döneminin İbni Sina’sı, musiki sahasındaki faaliyetleri yüzünden zamanının Farabi’si olarak anılmıştır. Büyük alim Cevdet Paşa ise onu ‘ilk ilmi lügati yazan alim’ olarak tavsif etmiştir. Zarif, nazik, mütevazı kişiliğiyle Şanizade kötü niyetli muhterisler dışında herkesin sevdiği birisiydi. Resim yapmak, tambur çalmak, saat tamir etmek, 6 bilim dalında 18 eser vermek gibi vasıfları bu satırların yazarını Şanizade için hezarfen deyimini kullanmaya icbar etmektedir.
Tıp ve eczacılığa katkıları. Özellikle tıp alanındaki verimi gerçekten öncü çalışmalardan oluşuyordu. Şanizade tıp terimlerini ilk defa Türkçeye çevirmiş, ilk resimli anatomi kitabını basmıştı. Tarihsel kayıtlar bize Şanizade’nin Süleymaniye Tıp Medresesinde dönemin en önemli hekimlerinden Hekimbaşı Numan Naim Efendiden ders aldığını, dışarıdan gelen yabancı hekimlerle sık sık görüşerek mesleki bilgi alışverişinde bulunduğunu, hem teorik ve hem de pratik tababet uygulamaları içinde olduğunu aktarmakta.
Özellikle de tıp terimleri alanında yaptığı çeviriler çok uzun süre bu disiplini tayin eden dinamiklerden oldu. Kaynaklar, tıp terimlerini ilk olarak O’nun tercüme ettiğine işaret ediyorlar.
Tababetle ilgili başyapıtı Hamse-i Şanizade’dir. Yaptığı çevirilere kendi tecrübelerini de ekleyerek yazdığı tercüme-telif nitelikli bu yapıta, İbn-i Sina’nın anıtsal eseri Kanun’a hürmeten, Kanun-i Şanizade de demiştir. Basımı 3 yıl süren kitabın devlet ricaline hediye için olan lüks baskısının (anatomik resimler renklidir) yanı sıra, ‘avam’ için bir de ucuz edisyonu yapılmıştı. Haleflerine uzun süre rehber kitap mahiyetindeki eser 3 ana bölümden oluşur:
1-Mir’at-ül-Ebdan fi Teşrih-il-A’za-il-İnsan: İlk resimli anatomi kitabımız. Şanizade’nin Eyüp Kadılığı dönemine denk düşer. Bu yapıt, önsözünde de belirtildiği üzere, döneminin birçok muteber anatomi atlasından faydalanılarak oluşturulmuş bir derleme olmasına karşın yazarın kendi gözlem ve çalışmalarına da içermektedir. Kitap 56 anatomik çizimi havidir. Çizimlerin bir kısmı telif olup Erzurumlu Agop’a aittir. Türkçe ve Latince anatomi terimleriyle bezeli kitap anlaşılır bir Türkçe ile yazılmıştır. Ostolocya(kemik bilimi) ve Sarkolocya(kas bilimi) olmak üzere 2 kısımdır.
2-Usulü’t-Tabia: İlk fizyoloji kitabımız. Kitap ‘yemek, çiğnemek, içmek, sindirmek, üremek, nefes almak, kan dolaşımı, ter, his, uyku, görme’ fonksiyonlarını ve bunların hastalıklarını (sebep ve belirtileriyle) içerir. Önsözü ve başlıkları Arapça, metni anlaşılır bir Türkçedir.
3- Miyar-ül-Etibba: Avusturya İmparatoriçesi Marie Therese’in sertabibi, Avusturya Tıb Fakültesi Dekanı Baron Anton von Stoerck’in aslı Almanca olan Pratik Tıbbi Öğrenim yapıtının İtalyanca çevirisinden çevrilmiştir. Hastalıkların Türkçe karşılıkları verilmiş, belirtileri ve tedavi şekilleri aktarılmış, kullanılması gereken 319 drog kitabın arkasında listelenmiştir. Buradaki en ilginç husus, terkibinde şarap bulunan droglara da aynen yer verilmesidir.
Kavanin-i Cerrahin (Cerrahların Kanunları) kitabında bölüm bölüm cerrahi rahatsızlıklara yer vermiştir. Önce hastalıkların türleri, ardından nedenleri, belirtileri, ilaçları ve nihayet yapılması gereken cerrahi müdahaleleri içeren kitap cerrahlar için bir rehber mahiyetindedir.
Mizan-ül Edviye basit ve bileşik ilaçlar üzerine bilgiler veren Müfredat-ı Ecza-ı Tıbbiye (İlaçların İlkel Maddeleri) ve Mürekkebat-ı Ecza-ı Tıbbiye (İlaçların Bileşimleri) isimli 2 yapıttan mürekkeptir. Bu kitaplarda ilk kez yüksük otu(digitali)nun fizyolojik etkileri anlatılır. 1801’de Jenner’in çiçek aşısı üzerine yaptığı çalışmaları 3 yıl sonra çevirmiştir. 1811’de Jenner ve Mardini’nin bu çalışmalarını inekler üzerinde denediklerini öğrendiğinde, bunu Kağıthane’deki inek çiftliklerinde başarıyla tekrarlamış ve çiçek aşısı elde etmiştir. Burada bir aşı merkezi kurmak istemişse de, ihtiyacı olan desteği bulamamıştır. Sultan Abdülmecit’in çiçek olmasına müteakip bu destek kendiliğinden sağlanmış, İstanbul/Osmanlı bir aşı merkezine kavuşmuş, çiçek aşısı da zorunlu hale gelmiştir. 1812 yılında İstanbul’da baş gösteren veba salgını sırasında onca gayretine karşın karantina uygulamasında başarılı olamamıştır. İstanbul’da ilk modern karantina 20 yıl sonra uygulanmıştır.
Trajik son. Muarızlarının iftiralarıyla Tire’ye sürülen Şanizade, bir yandan yerinin doldurulmasının (dile kolay, tam 7 dil bilen bir Rönesans insanından bahsediyoruz) ne denli zor olduğunun yokluğuyla net bir biçimde anlaşılmasıyla, beri yandansa başta Padişah olmak üzere bazı etkili figürlerin alime yapılan isnatların temelsiz olduğuna kani olmaları yüzünden kısa zamanda affedildi. Af fermanını evine getiren görevlinin yaptığı trajedik hata gerçekten antolojik bir ahmaklık olarak tarihteki yerini almıştır. Gece geç vakit Şanizade’nin evine ulaşan görevli, ‘affına’ anlamına gelen ‘ıtlakına’ diyeceğine yanlışlıkla öldürülmesi manasındaki ‘ıtlafına’ deyiverince karşısındakinin idam fermanını taşıdığını zanneden Ataullah Efendinin yorgun zihni ve bedeni bu gerilimi kaldıramamış, Şanizade kalp krizinden vefat etmişti. Habercinin ikinci kez düzelterek yaptığı tebligat sırasında Şanizade ne yazık ki artık yaşamıyordu. Dehası ve çalışkanlığı yüzünden muasırlarınca çok kıskanılan ve sevilmeyen Şanizade, başarılarının bedelini iftiralara uğramakla, hak ettiği makamlara gelememekle, sürülmekle ve bütün bunların bünyesinde yol açtığı derin tesirler yüzünden, daha çok şeyler üretebileceği bir yaş olan 55’inde terk-i dünya ederek ödemiştir. Onun erken ölümünün yol açtığı süreç, bugün hala yaşadığımız kimi sıkıntıların da vasatını oluşturur.
‘İslam terakkiye mani midir?’ Bu soruyu asırlardır sorar dururuz. Şanizade’nin yaşadığı 18. asrın son ve 19. asrın ilk çeyrekleri, Osmanlının yaşadığı derin çöküş yüzünden bu sorunun sık sık gündem edildiği dönemlerdi. Hedef Sağlık’ın 26. sayısında yazdığım Gazali biyografisinde bu hususa değinmiş ve kendimce yanıtlamıştım. Hayır, İslam gelişmeye, ilme, akla mani değildir. İslam Aleminin yaşadığı olumsuzluklar, ‘sultanların, iyi niyetle dahi olsa, düşünce, hikmet, felsefe ve bilim üzerinde kurmaya çalıştıkları kontrol mekanizmaları ile onların etraflarını kuşatan çapsız, derinliksiz ‘düzmece/sahte alimler’in sebep oldukları fikri kuraklık, felsefi çoraklık idi. Fatih’in İstanbul’u fethine müteakip yürürlüğe koyduğu dünyanın, bilhassa da İslam Alemi’nin önde gelen alim ve filozofları için payitahtı cazibe merkezi kılma projesi yarım/akim kaldı. Bu projenin merkezi figürü olan Ali Kuşçu’nun misyonunu tamamlayamadan 1474’deki terk-i dünya eylemesi bunda rol oynadı. Gerçi, Kuşçu daha uzun süreler yaşasa ve Fatih’in projesi realize olsa dahi 8. - 11 . asırlar arasında Arap kıtasında ve 9. – 14. asırlar arasında Endülüs’e yaşanan fikri canlılığı aşmanın, hatta tekrarlamanın dahi çok zor olduğunu öngörmek mümkündür. Zira, ne kadar iyi niyetli ve ne denli bilge olursa olsun, sultanın patronajında / kontrolünde özgür ve özgün felsefe ve ilim yapmak neredeyse imkansızdır. Fatih’ten sonra gelen sultanların çaplarını, kapasitelerini göz önünde bulundurursanız; buna bir de Kuşçu’dan sonraki dönemlerde ulemayı ‘temsil eden’ Cinci Hoca, Hatipzade, Halet Efendi gibi ‘sözde/sahte alimler’in yıkıcı tesirlerini eklerseniz, İslami Düşünce, felsefe ve ilimin, özellikle Sünni toplumlarda gerilemesin nedenleri kolaylıkla anlaşılır.
Eserleri.
Hamse-i Şanizade (3 kitaptan oluşur: Mirat-ül-Ebdan fi Teşrih-il-A’za-il-İnsan, İstanbul, 1819 + Usulü’t-Tabia + Miyar-ül-Etibba (Doktorların Ölçüsü, İstanbul, 1819), Tarih-i Şanizade (esasen 5 kitaptan oluşması tasarlanmışken 4 cilt olarak basılmıştır, İstanbul, 1867 – 1875, birçok basımları mevcuttur, 1808 – 1821 arasındaki olayları kapsar); Kavanin-ül-Asakir-il-Cihadiye (Savaş Askerlerinin Kanunları, İstanbul, 1819); Tanzim-i Piyadegan ve Süvariyan (Piyade ve Süvarilerin Düzenlenmesi); Kavanin-i Cerrahin (Cerrahların Kanunları, Mısır, Bulak, 1828); Istılahat-ı-Etibba (Doktorların Terimleri); Müfredat-ı Ecza-ı Tıbbiye (İlaçların İlkel Maddeleri); Mürekkebat-ı Ecza-ı Tıbbiye (İlaçların Bileşimleri); Usul-i Hisap (Matematik); Usul-i Hendese (Geometri); Ta’rifat-ı Sevahil-i Derya (Deniz Kıyılarının Anlatımı); Kavanin-i Asakir-i Cihadiye (Savaş Askerlerinin Kanunları, İstanbul, 1815) ; Usulü’t-Tabia, Vesayaname-i Seferiye (ölümünden sonra, 1832)
(*)Ben aslında ‘ilm’in öncülerini yazıyorum. Benim nokta-ı nazarımdan, bilim ve ilm birbirlerinin yerine kullanılabilecek, birbirilerinin ikamesi olan kavramlar değildir. Bilim ve ilm farklı manalara nispet ederler ve bu fark da dereceye değil mahiyete dairdir. Bilim modern zamanların kavramıdır ve modern dünyada maddi karşılığını bulur. Bilim adamı (= bilimci?), sınırlı bir alana dair uzman olan teknisyendir, en fazla zanaatkardır. O, çocuk ya da kardiyoloji doktorudur, makro ya da mikro ekonomisttir, yol ya da baraj mühendisidir, peyzaj ya da iç mimarıdır, futbol ya da atletizm yorumcusudur, muslukçu ya da elektrikçidir ilnh… Bu bakımdan, bilim adamı/insanı sadece alanının bilgisine vakıftır. Öte yandan, uzmanı olduğu alanın, sahibi olduğu ‘malumat’ın diğer alanların bilgisiyle, malumatıyla irtibatlarını kuramaz. Zira, diğer alanlara dair bilgisi ya yoktur ya da çok sınırlıdır. Descartes’çı ‘kartezyen düşünce’ ile kendisine felsefi bir varlık zemini bulan bilim adamının ilm adamına pratik sahada tam manasıyla galebe çalması 1. Dünya Savaşı sonrasına denk düşer. Bilim adamı bilgindir. İlm adamı (bilici?) ise döneminin mevcut bütün bilgisine, kapasitesi nispetinde vakıf kişidir, bilgin değil alimdir. Alim sanatkardır. Alim, modernizm öncesi dönemin hakim paradigması olan klasik anlayıştaki eğitimine üstatlarından, mürşitlerinden aldığı mantık dersiyle başlar. Bunu retorik, gramer, matematik, müzik, fizik ile ilgili tedrisat izler. Fizik dediğimde bundan doğal bilimlerinin (fizik, kimya, tababet, astronomi vb.) tamamınnı anlaşılmasını murad ederim. Alimin eğitim süreci metafizik Alemle tanışmasıyla mahiyet değiştirir, taçlanır. Metafizik tedris eden alim/alim adayı artık döneminin maddi ve manevi bütün malumatına vakıftır. Bu durumda malumat artık kelimenin hakiki manasıyla ‘bilgi’ seviyesine ‘terfi etmiş’tir. Alim, sadece asrın bütün bilgisini, bütün muasır malumatı kucaklamakla kalmaz, o, aynı zamanda mürşitlerinden elde ettiği bakış açılarıyla, ölene değin ‘talebe’ kalacağının da şuuruyla davranır. O, daimi suretle ‘Hakikat’ı taleb eder. O, ‘Hakikat’ talebesidir, ‘ferd-i hakir-i fakir-i taliban-ı Hakikat’tır. Öğretirken öğrenir, öğrenirken öğretir. Bilgini bekleyen en önemli handikap bilgiçliğe düşmek, malumatfuruş olmakken; Alim ise, bu bahiste ancak bir kısmına işaret edebildiğim keyfiyet yüzünden, asla bilgiç/malumatfuruş olamaz. Olabilecek ‘Adam’a da zaten ‘Alim’ denmez. Demek ki, ‘Bilen İnsan’ın bilgiçliğe tevessül etme potansiyeline haiz olanına bilgin, asla bilgiçlik taslayamayacak tıynette olanına ise alim diyoruz. Bilgin konjonktürün, çağının insanıdır, tek boyutludur, madde ve insan merkezlidir; Alim zamanla ve mekanla kayıtlı değildir, çok boyutludur, mana ve insanötesi merkezlidir. Bilgin tek fenlidir, dünya odaklıdır; Alim hezarfen (bin fenli)dir, rönesanas adamıdır, Alem merkezlidir. Bilgin (genellikle) soru sormaz, cevap yetiştirir; hiçbir şeye şaşmaz/şaşamaz, o katı bir erişkindir. Alim ise çocuk gibidir; daima hayret ve hayranlık makamındadır. Dedim ya, ben burada aslında ilmin tarihine dair debeleniyorum, bilmin değil. Benim işim Alim’le; her an bilgiçliğin, çok bilmişliğin, malumatfuruşluğun sığ sularına yuvarlanıverecek olan bilginle değil.
Kaynakça:
İslam Ansiklopedisi, ilgili maddeler, MEB
İslam Ansiklopedisi, ilgili maddeler, Türkiye Diyabet Vakfı
Türk Ansiklopedisi, ilgili maddeler, MEB
Türk ve dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, ilgili maddeler, Anadolu Yayıncılık
Meydan Larousse, ilgili maddeler, Meydan Neşriyat
Osmanlı Türklerinde İlim, Adnan Adıvar, Remzi Yayınları www.edebiyatdergisi.hacettepe.edu.tr, İlk Türk Bilim Akademisi, Cahit Bilim www.firat.edu, Kethudazade Arif Efendi ve Felsefi Görüşleri, İsmail Erdoğan
Bu Mülkün Sultanları, Necdet Sakaoğlu, Oğlak Yayınları
Asklepios, sayı 1, GSK
Hedef Sağlık, sayı 26, Bilimin Öncüleri: İmam-ı Gazali, Z. Şencan, Hedef Alliance
* Daha önce Hedef Sağlık dergisinde ve http://www.tahinpekmez.org/ 'ta yayınlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder