siyasal İslam'dan muhafazakar demokratlığa *


Modern siyasal İslam Erbakan’la başlar. Türkiye’de modern siyasal İslam Erbakan’la başlar. Sosyolojik olarak Türkiye büyük sermayesine (TÜSİAD) karşı Anadolu sermayesinin (Anadolu Kaplanları, MÜSİAD) siyasal temsilcisi olmak iddiasıyla ortaya çıkan Erbakan, doğrusu uzunca bir sure küresel sistem ve onun Türkiye’deki ayağı tarafından çok da ciddiye alınmamıştır. Erbakan’ın AB, ABD, NATO karşıtı siyasetlerinin 1996 sonuna kadar sadece retorik seviyesinde kalması, bahse konu siyasal akım tarafından bu söylemin oplumsal karşılığının, somut pratiklerinin yeterince inşaa edilememesi Türkiye müesses nizamını (Turkish establishment), 'Hoca'yı her değerlendirmesi gerektiğinde, görünürde 'sözde endişeli' bir edaya, kapılar arkasında ise 'bıyıkaltından gülme' moduna icbar etmiştir. Erbakan Gelişmekte olan Sekizler (D8)’in kurulmasına önderlik ederek İslam Dinarı, İslam NATO’su, İslam Ortak Pazarı için somut adım attığında ise manzara değişivermiştir.

28 şubat 1997 Türkiye siyasal İslamının mecrasında çok ciddi bir kırılmadır. Kapitalist sistemin, arka arkaya girdiği krizlere çözüm olarak dünyaya dayattığı küreselleşme projesine zarar verebilecek bu yaklaşım yüzünden Erbakan 28 Şubat operasyonu ile iktidardan uzaklaştırılmıştır. Böylece Erbakan, siyaset hayatında 3. partisinin kapandığı bir merhaleye gelmiştir. Bu durum, başını Erdoğan ve Gül’ün çektiği ve kendilerine ‘Yenilikçi’ diyen kanadın küresel sistemle barışmadan iktidar olamayacaklarına kanaat getirmelerine ve milli görüşten ve bunun siyasal ifadesi olan Erbakan’ın ekibinden ayrılmalarına yol açmıştır. Daha sonra AKP’yi oluşturacak olan bu oluşum bir iddiaya göre daha milli görüşçü iken küresel efendiler tarafından ‘devşirilmişlerdir’.  Bir başka ifadeyle AKP 90’lı yılların ortasından itibaren ABD tarafından dizayn edilen bir siyasi harekettir. Ben, işin daha ziyade komplo teorileriyle ilintirilendirilen bu kısmını bırakıyor ve Erdoğan ve AKP’nin geçirdiği zihni transformasyona birlikte bakmamızı teklif ediyorum.

Siyasal İslamdan merkez sağa seyreden AKP. Kurulduktan 1 yıl sonra iktidar olan AKP, silahlı ve silahsız bürokrasiyi geriletmek için AB (ve ABD)yi arkasına almaya çalışmış, bunda da büyük ölçüde başarılı olmuştur. AKP bunu 2003 – 2005 döneminde uygulamaya soktuğu reform paketlerinin stümüle ettiği o çok güçlü AB rüzgarıyla becermiştir. 2006 2008 döneminde, Türkiye kurulu düzeninin sahipleri AKP’nin adım adım inşa ettiği yeni bir düzenle yaşamaya alışmak zorundaydılar. 2008’de genişleyen Ergenekon soruşturması, Türk gladiosunun ABD tarafından gözden çıkarılmış kanadının tasfiye edilmesiyle duruşma aşamasına geldi. Ergenekon süreci aşağıda bağımsız bir başlık altında değerlendirilecektir. Burada şu kadarını söylemeden geçemeyeceğim: Ortak paydaları AKP, ABD ve AB karşıtlığı olan ulusalcı, Avrasyacı çevreler, gerçeklerin aşırı zorlanması ve çoğunlukla da tepe taklak ettirilmesiyle iyice siyasileştirilen Ergenekon’a dahil edilmişler, bu suretle de ülkedeki muhalefet potansiyeli zayıflatılmıştır.

Bu toprakların 300 yıllık güç, servet ve iktidar topoğrafyası değişiyor. 7 Ocak 2009’da yapılan 10. dalga tutuklamalarıyla birlikte yeni bir faza giren Ergenekon süreci bize şu tespiti yaptırmaktadır: Ülkemizdeki siyasal dengeler büyük ölçüde altüst olmuştur. Şimdi biraz geriye gidip bugüne nasıl geldiğimize kuşbakışı bakalım. 2007 seçimini, asker-sivil bürokrasi, muhalefet, İstanbul Dükalığı (TÜSİAD) ve bunlarla organik eklemlenme içindeki medya ve aydınların fahiş hataları yüzünden çok kolay bir şekilde zafere tahvil eden AKP’nin yaşadığı son ciddi sıkıntı kapatma davasıydı. Adli bürokrasinin iyi tasarlanmadan sahneye koyduğu bir hamlesi olarak tavsif edilebilecek bu dava, yeterince sosyal destek devşiremediğinden akim kaldı. Bunda, birçok dinamiğin yanı sıra, küresel iktisadi krizin giderek daha çok hissedilen etkileri ve Kürt sorunundaki olası vahim devam yolları tayin edici faktörlerdi. ‘Adli darbe’ teşebbüsünün başarısız olmasındaki diğer önemli nedenlerine gelince, hiç şüphesiz bunlar AKP ve Erdoğan’ın içerde silahlı bürokrasi ile, dışarıda ise Washington-Londra-Brüksel ekseniyle tesise muvaffak olduğu uzlaşmalardır. Böylece, sayılı günlerin kaldığı 2009 yerel seçimi öncesinde AKP; sermaye, medya, akademya ve yargıdaki operasyonlarına hız verdi. Polis ve adli bürokrasi zaten epeydir büyük ölçüde politize olmuş, neredeyse malum cemaatin ve iktidarın ‘özel kuvvetler’i gibi çalışmaya başlamıştı.

İstanbul Dükalığı (TÜSİAD) partiyi kaybediyor mu? 2007’ye kadar kendisini ‘ülkenin sahibi’ addeden İstanbul Dükalığı, bu gelişmelerle birlikte büyük ölçüde kan kaybeder olmuştu. Refah Partisinin 1994’deki büyük yerel seçim başarısıyla belediyelerin ihaleler pastasından giderek daha çok pay almaya başlayan muhafazakar sermaye, 2. kez kazanılan merkezi iktidarın kendilerine sağladı imkanlarla ciddi manada sermaye, ilişki, know-how, yetişmiş insan gücü stoğu sahibi oldu. Mezkur sermaye grubu, elde ettiği imkanların desteğiyle, sadece Türkiye’de değil, başta Orta Doğu, Afrika, Orta Asya, Balkanlar, Kafkaslar olmak üzere nerdeyse yerkürenin her yerinde ‘bayrak gösterir’ hale gelmişti. Basında da benzer bir manzara oluşuyordu. İstanbul Dükalığı ilk kez karşısında bu denli güçlü bir (iliştirilmiş, embeded, yandaş, organik, eklemlenmiş) aydın ve medya kuvveti buluyordu. Erdoğan kendisine yakın işadamlarının medyadaki varlığını destekliyor, kolaylaştırıyordu. Bu alandaki operasyonların en kayda değeri sabah-atv iktisadi bütünlüğünün ‘bizim Çalık’a verilmesi olmuştu. Aslında iktidarların kendilerine tabi bir sermaye ve basın oluşturma gayretleri bu topraklarda 1908’de beri yaşanan vakıalardı. Öte yandan AKP ve Erdoğan’ın bu gelenekten farkı çok daha planlı, ‘akıllı’ ve cüretkar olarak davranmalarıydı.

Fabrikalar, tarlalar, siyasal iktidar, her şey bizim olacak! 12 Eylül öncesinde Türkiye sol haritasındaki renklerden birisi de Emeğin Birliği idi. Bu yeterince yığınlarla buluşamayan siyasetin, politik arenadaki gücüyle hiç de uyumlu olmayan iddialı bir sloganları vardı: ‘fabrikalar, tarlalar, siyasi iktidar, her şey emeğin olacak!’. AKP’nin son yıllardaki pratiğine baktığımda bu sloganının bir versiyonunun Erdoğan ve kurmaylarına çok yakışacağını görüyorum: fabrikalar, tarlalar, siyasal iktidar, her şey bizim olacak! Aslında Erdoğan ve arkadaşları bu sloganın ifade ettiklerinden çok daha fazlasına talipler. Onlar sanırım şöyle yemin ediyorlardır bazı mahfillerde: ‘Allahım, bize bu ülkenin, yok yok ülke yetmez bölgemizin, yok yok, o dahi yetmez, bütün dünyanın fabrikalarını, tarlalarını, ormanlarını, madenlerini, minerallerini, petrolünü, doğal gazını, suyunu, havasını, tersanelerini, oto yollarını, demir yollarını, uçak filolarını, gemilerini, medya organlarını, internetini, üniversitelerini, araştırma enstitülerini, bürokratik aygıtlarını, yerel yönetimlerini, merkezi yönetimlerini, ordularını, ticaret imkanlarını, ibadethanelerini, din adamlarını, aydınlarını, sivil toplum kuruluşlarını ve insanlık aleminin bütün fertlerinin bilinç ve algı dünyalarını nasip eyle ne olursun, amiiinnn!’. Şaka gibi mi geldi, aslında hiç de şaka değil.

‘Büyük Birader’i çok seviyorum’ ya da ‘Çankaya muhtarından köşke uzanan anlaşmış bir ekip’ özleminin tercümesi. 2007 temmuzu, seçimlerden hemen  önce Egemen Bağış’ı cnbc-e’de konuk ediyorlar, ben de izliyorum. AKP’nin en önemli simalarından Bağış mealen şöyle diyor: ‘Cumhurbaşkanı bizi çok engelliyor. Çankaya’ya iktidarla uyumlu birisinin çıkması çok önemli. Muhtarlardan belediyelere, hükümetten köşke birbiriyle uyumlu kişilerin vatandaşa nasıl daha fazla hizmet edeceğini bir düşünsenize’. Evet, Erdoğan’ın uluslar arası ilişkilerdeki en önemli kurmaylarından Bağış, her kademedeki yöneticilerin tamamının AKP’li olmalarının olumlu yanlarına işaret ederken, acaba kafasındaki (yoksa Erdoğan’ın kafasındaki mi demeliydim) ülke yönetim şemasının neyi ima ettiğinin farkında mıydı? Bu model İsmet Paşanın tek partisine çok güzel uyar. Hiç kuşku yok ki, Bağış’ın modeli SSCB’nin aslında devletin bizatihi kendisi demek olan Bolşevik parti örgütlenmesine de, Hitlerin nasyonal sosyalist devlet aygıtına da tıpatıp uymaktadır. Peki ama, AKP ve Erdoğan AB derken, gelişmiş ve ileri demokrasi derken böylesi bir totaliter tek partici modeli mi koyuyorlardı Türkiye’nin önüne? Hayır, tabii ki hayır. Seçim meydanlarında AKP sözcülerinin milletin önüne koydukları model AB tarzı bir devlet millet ilişkisiydi. Acaba Bağış bunları sehven mi söylemişti? Aslında çok hayati olan bu sorunun cevabını bir başka problemle, Erdoğan’ın muhalif basına gösterdiği anormal derecede sert tepkinin nedeniyle birlikte izahatın sırası geldi. Bunlar, Erdoğan ve AKP’nin genlerini oluşturan ‘hakikat rejimi’nin, siyasal islamın tabii tezahürleridir.

Siyasette ‘hakikat rejimleri’ne sadakat, otoriter, totaliter yönetimleri doğurur. Bir önceki bölümde anons ettiğim üzere, siyaset felsefesinde ve sosyolojisinde önemli yer işgal eden ‘hakikat rejimi’ ve bundan kaynaklanan ‘büyük anlatı’ kavramına kısaca değineceğim. Gündelik pratiklerimizde pek çok sosyal ilişki kurar, konuşur, anlaşır, ya da anlaşamayız. Konuşurken kullandığımız kelime hazinemiz (vokabüler) gündelik kelimeler, kavramlar, terimler, mecazlar ve sembollerden oluşur. Bunların hepsinin gerçeklikle, fiziki dünyayla şu veya bu düzeyde irtibatı vardır. Konuşmamız ise bilgi içerikleri (enformasyon) taşıyan bildirimlerdir. Bunlar dış dünya ile mutabıklarsa doğru, değillerse yanlıştırlar. Dış dünya, kendimizden, benliğimizden gayrısı; yani diğer insanlar, doğa, maddi varlıklar vb.dir. Yaşadıklarımızın gerçek dediğimiz kısmı, var oluşun aktüel, güncel görüngüleri(feneomenleri)dir. Bunlar an be an değişirler. Değişen bu gerçeklerin üstünde (bazı anlayışlara göre ilahi bir menşeyden doğan, diğerlerine göreyse tamamen doğanın ve onun bir parçası olan insan aklının marifeti olarak) değişmeyen tözler (hakikatler) yer alırlar . Mesela kainatın yaratıcısı, sahibi ve kadir-i mutlakı olan Yaradan. Mesela evrenin sırlarına vakıf olabilme potansiyeline sahip ve maddenin nihai amacı olarak ‘kendisinin farkına varma’nın tezahürü olan akıl. Yaradan ve akıl, tarih boyunca çoğunlukla rakip hakikat rejimlerinin kaynağı olmuşlardır. Bunlar var oluşun, mevcudatın bütün sırlarına vakıf olduklarını ve insana kişisel selamet imkanı sağlayacak olan yolun kendilerine, prensiplerine ram etmek olduğunu vaz ederler.

Hem selamet ve hem de sıkıntı kaynağı olarak hakikat rejimleri. Emmanuel Kant’ta zirvesini bulan akli, rasyonel paradigma (aydınlanma hakikat rejimi) bütün olumlu sonuçlarının yanı sıra, faşizm ve komünizm gibi totaliter sistemlerden ve neden olduğu büyük krizi insanlığın şu günlerde yaşamakta olduğu köktenci Anglo-Amerikan piyasacılığı gibi sözde liberal devam yollarından sorumludur. Yaradan merkezli kişisel selamet reçeteleri (İslamın Sünni hakikat rejimi, Evangelic hakikat rejimi, Katolik hakikat rejimi vd) de olumlu yorumlarının insanlığa sunduğu çözüm yollarının yanı sıra, kimi ortodoksi yorumlarıyla da asırlarca süren din savaşlarını tetiklemişlerdir. Günümüzde de mezkur ortokdoksilerin neden olduğu sıkıntılar devam etmektedir. Bir hakikat rejimi içinden konuştuğunuzda sosyal pratiklerinize yön veren bir reçete, bir yol haritası, özetle bir büyük anlatınız vardır elinizde. Buna, yani ‘büyük anlatınıza’ (yol haritası, kişisel selamet imkanı, reçete, Kitap) uymayanları hayatın her alanında rahatlıkla sapkın, hain, dönek, zındık, kafir, fasık olarak niteleyebilirsiniz. Hakikat rejimlerinin insanlara sundukları kişisel selamet reçeteleri, bu sistemlerin kitlelerle bağ kurmasını temin eden diskurlarının, yani büyük anlatılarının en hayati parçasıdır. Bir hakikat rejiminin ve onun büyük anlatısının içinden konuşarak başka hakikat rejimi bağlılarına ‘yanlış yola sapmışlar, fasıklar, zındıklar, küfr içinde olanlar’ tabirlerini nispet ettiğinizdeyse, onları ötekileştirirmiş oluyorsunuz. İşte bu yüzden de toplumları ileri götüren liderler, bir hakikat rejimine mutlak manada sadık olmayan, bir başka deyişle ortodoks olmayan kişilerdir.  Devlet adamı mayası taşıyan bu liderler, toplumdaki her hakikat rejiminden kişileri kucaklamak adına, problemlerin çözümüne katkı verebilecek bütün imkanları, mevcut bütün hakikat rejimlerinden seçebilme, derleyebilme basiretini gösterirler. Öyleyse sosyo-politik süreçlerde problem çözen tarz-ı siyaset, herhangi bir hakikat rejimine ortodoksça bağlı olmamak, farklı hakikat rejimlerinden realistçe, pragmatikçe seçmeler yapmaktır (pozitif eklektisizm).

Mehdi sendromu ile malul bir müstekbir. Erdoğan ve AKP, İslamın Sünni hakikat rejimiyle Köktenci Anglo-Amerikan piyasacılığına ortodoksi sadakat gösterdiğinde büyük sıkıntılar hasıl olmakta, toplum ciddi ‘ötekileştirme ameliyesi’ne maruz kalmaktadır. Başbakanın ‘çıkardım’ dediği ‘Milli Görüş’ gömleğinin bazı vasıfları aslında onun set-up’ında, hard diskinde, genetiğinde kazılıdır. Dahil olduğu hakikat rejimine ortodoksi sadakati (bu sadakat işaret ettiğim üzere genetiğinden geliyor), pratiklerinde başarılı oldukça kendisine olan güveninin tehlikeli bir şekilde artması ve etrafındaki riyakarlar ordusunun ‘efendim siz insanlık için büyük nimetsiniz, küresel lidersiniz’ şeklindeki yağcılıklarının zamanla zıvanadan çıkarak ‘efendim siz İslam aleminin bayrağısınız, ümmetin kurtarıcısısınız, Mehdi aleyhisselemsiniz’ seviyesine varmasıyla Erdoğan’ın bazen reel dünyayla bağları zayıflamakta, hatta bazı kritik anlarda tamamen kopabilmektedir. Başbakanın muhalif şeyler söyleyen basına, iş alemine ve diğer herkese büyük bir öfke içinde saldırdığında, benliğini, egosunu esir alan ruh hali aşağı yukarı şöyle bir şey olmalı: ‘ben sizin için, sizi kurtarmak için ölesiye çalışırken, üstelik de bu iş için Allah’ın seçtiği çok özel birisiyken, siz nasıl olur da bunu anlamaz ve benim kadrimi kıymetimi bilmezsiniz?'. Erdoğan’ın kendisine yapılan muhalefete olan tahammülsüzlüğünün arkasındaki kritik nedenleri araştırırken, her çağda ve her coğrafyada liderlerin etrafını saran menfaatperest çetelerin pompaladığı lideri firavunluğa teşvik eden yaklaşımların, liderin elinde giderek daha çok güç biriktirmesiyle devam eden bir süreci beslediğini, ardından tekeline aldığı iktidarla liderin daha da büyük bir yağcılık ve riyakarlık çemberiyle çevrildiğini, bunun da liderin daha çok kudret ve iktidarı tekeline almaya heveslendiği bir sarmalı mümkün kıldığını göz ardı etmemeliyiz. Kendisini besleyen bir kısır döngü gibi işleyen bu sarmalla lider sonunda mutlak iktidara sahip olduğu zehabına dahi kapılabilir. İşte bu durumda hatırlanması gereken ‘iktidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar’ şiarı olmalıdır. Başbakanın etrafında olan akil adamların, zaman zaman kendisine ‘böbürlenme, kibirlenme başbakanım, eninde sonunda sen de sıradan bir fanisin, senden büyük, hem de çok büyükler var, her şeyden önce Allah var!’ demelerinde çok büyük faydalar görmekteyim. Yoksa, ‘Mehdi sendromu’ içinde olan ve her geçen gün daha da mağrur ve daha da müstekbir bir ruh hali sergileyen Erdoğan, hem kendisine ve hem de memleketine hakikaten çok büyük zararlar verebilecektir.

Yurtta fetih ve ganimet, cihanda fetih ve ganimet. Erdoğan’ın 6 yıla mütecaviz iktidarına damgasını vuran kritik husus, başbakanın ‘Ulubatlı Hasan’ kıvamındaki ‘evlad-ı fatihan’ tavrıdır. Kendisine ‘canı-ı gönülden bağlı güçlü bir yandaş medya kurması ve yine kendisine çok şey borçlu olan bir sermaye kesimini her geçen gün destekleriyle daha da semirtmesi Erdoğan’ın ‘yurtta büyük fetih hamlesi’nin kendisi ve yandaşları bakımından başarılı sonuçlarıdır. Başbakanın Fatihliği uluslararası arenaya da, cihana da sirayet etmiştir. Erdoğan; ABD, AB, İsrail, Rusya vd. küresel aktörlerle icra ettiği ‘çok taraflı ritmik diplomasi’ (hem ifadenin ve hem de mezkur politikanın sahibi Ahmet Davutoğlu’dur) ile görünüşte ülkesi adına küresel bir ağırlığa sahip olmaya çalışırken, esasta ise kendisine ve destekçilerine küresel ganimet pastasından daha çok pay kapmaya çalışmaktır. Hatırlayalım: ABD’nin Irak’a yönelik 2003 işgali Erdoğan tarafından onaylanmıştı. Buna karşı çıkanlar, 2007 seçimlerinde Erdoğan tarafından partiden tasfiye edilen Milli Görüşçü ve milliyetçi kanattı. Nitekim, 1 Mart 2003 tezkeresi Erdoğan’ın arzusu hilafına, Bülent Arınç, Turan Çömez, Ersönmez Yarbay’ların gayretiyle AKP grubundan 99 fire verilmesiyle reddedilmişti. Ardından, Erdoğan’ın gayretleriyle bu ‘hata’ ‘telafi edilmiş’ ve ABD ile AKP yeniden el ele yürümeye başlamıştı. Erdoğan’ın başta Irak işgali olmak üzere, İslam coğrafyasında sınırlarının değiştirileceği deklere edilen 22 ülkeye yapılacak olası ABD müdahalelerini desteklemesi, mezkur İslam coğrafyasından mürekkep olan ‘ganimet - ziyafet’ sofrasına oturabileceğini sanmasındandır. Böylelikle kendisi ve yandaşları, sadece ‘dahili fetihler’le yetinmeyecek, ABD’nin yanında giriştikleri ‘cihanşumül fütühat hamlesi’ sayesinde küresel ganimetlere de ortak olabileceklerdir. Bu ‘kendin yapamıyorsan güçlü bir efendi bul ve onun fetihlerinden sebeplen’ anlayışının bir tezahürüydü. BOP’un eş başkanı olduğunu gururla beyan eden başbakan şu günlerdeyse tam manasıyla zıt bir profil vermekte. Gazze olayıyla birlikte İsrail’e ve dolayısıyla da ABD’ye ‘sert mesajlar’ gönderen Erdoğan, küresel müttefiğini mi değiştirmektedir, yoksa bütün bunlar iğrenç bir vodvilden, 3. sınıf bir tuluattan mı ibarettir, bunun cevabını pek yakında öğreneceğiz.

İnşallah Erdoğan yakın çevresinin bu çok tehlikeli fetih planını uygulamaz! Bu bahsi kapatırken bir önemli uyarıda bulunmak istiyorum. Başbakanın etrafında olan eşhasdan bazıları (Erdoğan’ın iç kabinesindeki en hırslı, en maceracı, en doymaz, en arsız figürleri kastediyorum) başbakanın kulağına şunları mı fısıldıyorlar acaba: ‘Efendim, Amerika ve Avrupa bu krizle büyük sıkıntıya düştüler. TÜSİAD’çılar da bunlarla içiçeler, onlar da çok kan ve kaynak yitirdiler. Özellikle de Koç ve Doğan Gruplarının büyük sermaye erozyonu içinde oldukları ortada. Bunların varlıklarını size yakın kişilere transferin tam zamanıdır. Yapılacak şey TÜSİAD’ın başta Koç , Özyeğin ve Doğan olmak üzere size ve AKP’ye sıcak bakmayan üyeleri için hızlandırılmış bir operasyon icra etmektir. Hazır Ergenekon operasyonu ve davası büyük bir hızla ilerliyorken ve kamuoyunda da ‘bu operasyonun sermaye ve medya ayağına ne zaman sıra gelecek’ beklentisi bize yakın çevrelerce oluşturulmuşken, elimizde de bu gibi durumlar için biçilmiş kaftan olan ‘Uzan Yasası’nı mevcutken çok vakit kaybetmeden hamle etsek iyi olacak efendim’. Erdoğan ve AKP’nin bu en iddialı ve hiç kuşku yok ki en tehlikeli ‘dahili fetih hamlesi’ne girişip girişmeyeceği, girişecekse ne zaman girişeceği belli değil henüz. Ancak ben bu çok tehlikeli hamle için sanki geri sayım içindeymişiz gibi bir zehaba kapıldım her nedense! Ne diyeyim, Allah akıl fikir ihsan eylesin, Allah encamımızı hayırlara tahvil eylesin inşallah! Allahım, ihtirası ve kibirleri boylarından büyük sapmış kullarından ve şeytandan sana sığınırız, yüzünü bizden çevirmezsin inşallah Allahım, amin!

* 15 ocak'ta teslim ettiğim kapsamlı bir çalışmamdan alınan yukarıdaki metin ilk olarak http://www.tahinpekmez.org'/ ta 18 şubat 2009'da yayınlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder