Dünyanın en genç romancısı Eren Demir, iyi ki varsın!



Bir kitaptan, daha doğrusu bir romandan ve onun yazarından bahsedeceğim sizlere.
Kitabın adı Kristal Kılıç, yazarı ise Eren Demir (1).
Kitap, isminin ima ettiği anlam dairesiyle pek de güzel örtüştüğü üzere, ‘kılıç- gizem, büyü’ gibi fantastik bir temalar setini, sadece yazarının hayalhanesinde mevcut olan sıra dışı bir evrende işleyen bir fantastik roman.

Kitabın ve yazarının hem ülkemiz edebiyatı ve hem de benim kişisel tarihim bakımında önemi büyük bana kalırsa. Neden mi?
Her şeyden önce, bu kitap bir ilk kitap, bir ilk roman. ‘Ne var bunda? Her gün birçok kişinin ilk kitabı yayınlanmıyor mu bu ülkede?’ diyenlerinizi duyar gibiyim.
‘Kazın ayağı öyle değil!’
Sadece ülkemizde değil, dünyada da ender rastlanan türden bir olaydır bu kitabın ortaya çıkışı. Zira, Eren Demir bu romanı 12 yaşında yazdı!
Evet, Eren, sadece ülkemizin değil, belki de dünyanın en genç romancılarından birisidir.
1998’de İstanbul’da doğan Eren, çocuk ve ergen psikiyatrı olan bir anne ve babanın evlâdı. Babası Doçent Doktor Türkay Demir İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD başkanı. Anne, Eren’in kardeşine, 4 yaşındaki 2. evlâtlarına bakmak için kariyerine ara vermiş bu aralar. Metal müzik dinlemekten; tahmin etmekte zorlanmayacağınız üzere, anime, manga ve fantastik roman okumaktan hoşlanan Eren, bunlardan ve derslerden arta kalan vaktini bilgisayar ve oyun konsollarına hasrediyor denilse yanlış olmaz. İlk hikâye ve roman yazma denemelerine daha 8 yaşındayken girişen genç yazar, o günden itibaren düşürmemiş kalemi elinden. Şu sıralar ikinci romanı üzerinde çalışan Eren Demir’in, Başka Psikiyatri ve Düşünce Dergisi’nde de yazılarının yayınlandığını göz önünde bulundurduğumuzda, onun, anne ve babasının kariyer yoluna da çok uzak durmadığını söylemek mümkün.
NTV’de yayınlanan röportajında ve çeşitli basılı ve dijital mecralardakilerden bir tanesini (2) aşağıya aldığım beyanlarında ‘bilgisayar mühendisi olmak istiyorum’ dediğine şahit olduğumuz Eren’in, bu açıklamasından ve başlıklar halinde değindiğim diğer faaliyetlerinden hareketle, daha şimdiden çok zengin bir ilgi alanları koleksiyonu olduğunu görüyoruz.
Genç romancının kitabından çok beğendiğim bir pasajı sizlerle paylaşmadan önce, yukarıda bahsettiğim üzere, Eren’in benim şahsi tarihimdeki çok özel yerine de değinmeden geçemeyeceğim.
Eren, benim ‘yeğen-i maneviyem’dir.
Zira, Eren’in babası Türkay, benim neredeyse 30 yıllık arkadaşım ve kâdîm dostumdur. Hafızamda güçlü bir biçimde kendisine yer edinmiş olan ve Türkay’ın da aktörü olduğu bir resmi paylaşacağım. Yıl 1984, yer Rumeli Hisarı iskelesinin karşısındaki o dönemin çok popüler olan çay bahçesi. Birleştirilmiş çok sayıda masa etrafında toplanmış kızlı erkekli bir grup hararetli hararetli tartışmakta. Kimler yok ki o tartışmanın içinde? Türkây Demir, kardeşi, Eren’in halası felsefeci Türkân Demir, gazeteci - televizyoncu Savaş Ay, şu an Cumhuriyet Gazetesi Londra muhabirliği de dahil çok sayıda entelektüel işe imza atan Mustafa Kemal Erdemol, sahibi olduğu Med Yapımla Türkiye Show dünyasını domino eden Fatih Aksoy, 30 yıldır ‘itinayla sistem dışında kalmayı beceren’ Dr. Tayfun Gönül, benim gibi 1 gün bile petrol mühendisliği yapmamış olan ‘meslektaşım’ rehber, tercüman, tur operatörü ve mekân işletmecisi Mustafa Karlık, Almanya’dan ayağının tozuyla henüz gelmiş olan Radikal Yeşilci Recai Hallaç, Bilim ve Gelecek Dergisiyle aynı isimli yayınevinin kurucusu ve sahibi Ender Helvacıoğlu ve daha birçok kişi. Ve tabii ki bir de ben. O tartışmalar sonunda önce gençlik kültür dergisi Yeni Olgu yayın hayatına atılmış, ardından da, saydığım isimlerin bazıları İthaka isimli bir alternatif gençlik kültür – yaşam mekânını inşa etmişlerdi. Türkay’la yaptığımız felsefi, edebi, ilmi tartışmalar bugün gibi aklımdadır. Genlerden girer, Althusser’den çıkardık. Reel sosyalizm eleştirisi, çağdaş şiirin sorunları (o sıralarda ben de Türkay’da şiir yazardık), karşı psikiyatri, ekoloji, eğitim – üretim ilişkileri, diskur – iktidar ilişkileri, üleke ve dünyanın aktüel sorunları favori tartışma konularımızdı. Anlayacağınız, ontolojinin, epistemolojinin, siyasetin, etiğin, estetiğin altından girer üstünden çıkardık birkaç saat içerisinde.
Takip eden yıllarda giderek daha az görüşür olduk Türkay’la. Nihayet tamamen koptuk ve nerdeyse 15 yıl birbirimizden hiç haber alamadık.
1 ay önce facebook üzerinden Türkay’ın mesajını aldığımda nasıl sevindiğimi anlatamam. Söz konusu mesajdan sonra, yeniden bir araya gelebilmemiz için Allahtan bir 15 yıl daha beklemedik, hemen o mesajın haftasına gerçekleştirdik bunu. O gün, Eren’in yukarıda paylaştığım özelliklerine değinen babası, bununla da yetinmedi ve bir sonraki buluşmamıza Eren’le birlikte gelerek çok hoş bir sürpriz de yapmış oldu. Babasına eşlik eden genç yazar, bana çok şık bir jestte de bulundu bu ilk buluşmamızda. Kristal Kılıç’ın, alır almaz çok kısa bir zamanda okuduğum imzalı bir nüshasının hediye edilmesiydi bahsettiğim jest.
Kitabı okur okumaz, ‘bu romanla ve yazarıyla ilgili bir yazı yazmalıyım en kısa zamanda’ diye geçirdim zihnimden.
Bu yazı işte o yazıdır.
Sevgili Eren, pek kıymetli ‘yeğen-i maneviyem; yazmaktan asla vazgeçme, olmaz mı?
Yazımı, Eren Demir’in Kristal Kılıç kitabının 13. sayfasındaki felsefi şiir tadına sahip satırlarıyla tamamlıyorum:
‘Bazen insanın ruhunun Ay’a benzediğini düşünüyorum. Bir tarafı aydınlık, güvenli, bir tarafı ise karanlık, sanki kaosun merkezi gibi. Ve karanlık tarafa geçtiğinizde, kaos sizi ele geçiriyor. Vahşi, acımasız bir benliğinizi ortaya çıkarıyor. Sonuç ise iç açıcı değil. Elinize geçen tek şey, acı, üzüntü ve umutsuzluk oluyor. Bu benliğimizin ortaya çıkmasına, karanlığın bizi esir almasına izin vermemeliyiz.’

(1)  Kristal kılıç, Eren Demir, Laika Yayıncılık, ilk baskı. İstanbul, Ekim 2011, 167 sayfa.

1 yorum: