Abdi İpekçi

abdi ipekçi
Abdi İpekçi'nin (9 Ağustos 1929 - 1 Şubat 1979) nâşı Teşvikiye Camii avlusundaki musalla taşında.


Aşağıdaki metni 4 yıl önce paylaşmıştım, Abdi İpekçi'nin katledilmesinin sene-i devriyesi vesilesiyle yeniden blogumun başına taşımanın anlamlı olacağını düşündüm. Eklemeden geçmeyeyim, metnin bazı yerleri, özellikle finali, 4 yıl öncesinin Dünya hallerini yansıtmakta...


α - prologue: O suikastın üzerinden 45 yıl geçti

Soğuk Savaş'ın devam ettiği 1975 - 1980 yıllarında 'düşük yoğunluklu iç savaş' yaşayan Türkiye Toplumsal Formasyonu 38 yıl önce, 1 Şubat 1979'da, politik bir suikastle sarsılmıştı. Azmettiricileri hâlâ tespit edilememiş ve cezalandırılamamış olan bu olayı, yıl dönümünde, bütün cepheleriyle masaya yatırmakta fayda var.













1 - Abdi İpekçi’nin öldürülmesi,  Aldo Moro suikastının Türkiye’deki mütekabilidir
Milliyet Gazetesi başyazarı ve genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi’nin öldürülmesi, yakın siyasal tarihimizin önemli kırılma noktalarından birisidir. Zira bu suikast, merkez sağ Adalet Partisi ve merkez sol Cumhuriyet Halk Partisinin, demokratik parlamenter düzen içinde anlaşmalarını / uzlaşmalarını, neticesinde de bir büyük koalisyona giderek ülkeyi birlikte yönetmelerini imkânsızlaştıran (Gladio / Süper NATO / Stay-Behind tarafından icra edilmiş) politik şiddet temelli bir dizi provokasyonun, sembolik değeri ve mesaj içeriği en kuvvetli olanlarından birisiydi. 

Bu yüzden de bu suikastı, Aldo Moro’nun öldürülmesine eş düzeyde bir meydan okuma olarak ele alıp değerlendireceğim. Söz konusu cinayeti, parçası olduğu 1975 – 1980 düşük yoğunluklu iç savaş sürecini ve hemen akabinde gerçekleşen 12 Eylül askeri darbesini; Soğuk Savaş, Gladio ve Avrupa Komünizmi üzerinden kuşatmaya çalışan analizlerimi paylaşmadan önce, İpekçi’nin hayatının bazı önemli kesitlerini; mesleki kariyerinin, kişiliğinin ve politik duruşunun bazı satır başlarını mercek altına alma faydalı olduğunu düşünüyorum.
Soğuk Savaş / Cold War (1945 - 1991), hiç şüphesiz bu afişte resmedildiği gibi sevimli
bir olgu değildi; insanlık o süreçte ciddi bir bedel ödedi.

2 - Gazetecilik kariyerinde hakkıyla yükselen biriydi

9 Ağustos 1929’da doğan Abdi İpekçi, Galatasaray Lisesini bitirdikten sonra, bir süre devam ettiği hukuk eğitimini yarıda bırakarak gazeteciliğe başlamıştır. Yeni Sabah, Yeni İstanbul ve İstanbul Ekspres gazetelerinin çeşitli servislerinde (gazetecilik jargonundaki mütekabiliyle) 'haberciliğin mutfağı'nın neredeyse her görev ve pozisyonunda çalışıp iyice piştikten sonra, Milliyet Gazetesine giren İpekçi, kısa bir süre sonra, başta çalışkanlık ve dürüstlük olmak üzere, temel insani meziyetleri ve mesleki yetenekleri sayesinde önce yazı işleri müdürü, arkasından da genel yayın müdürü oldu. 1961 yılında, gazetesinin başyazarlığını da üstlenen İpekçi, bu önemli misyonu, öldürüldüğü 1979 Şubat ayına kadar aralıksız 18 yıl sürdürdü.




3 - Kişilik özellikleri, mesleki ve politik duruşu

Abdi İpekçi, bir bakıma, onu mesleğinde ve Türkiye Toplumsal Formasyonu'nda zirveye taşıyan; sevilen, sayılan bir kişi kılan şahsi özellikleri ve titizlikle uyguladığı prensipleri yüzünden öldürüldü. Bir diğer deyişle, onu başarılı, sevilen, aranan ve makbul insan kılan hassaları, aynı zamanda, cellatlarının ipini çekme nedenidir. Benzer dinamikler, (yazımın ilerleyen bölümlerinde ayrıntılı olarak dillendireceğim üzere), İpekçi suikastından sadece birkaç ay önce gerçekleştirilen Aldo Moro suikastının arka plânında da hükmünü icra etmişti. Bu analizimin altını dolduran argümanlarımı paylaştığımda, dilemma ya da paradoks gibi duran bahse konu tespitin, aslında bir fantezi, ya da mantıksız bir yaklaşım olmadığını, aksine, hakikatle mutabık bir betimleme olduğunu dikkatli okurun teslim edeceğine inanıyorum.


İpekçi siyaseten sosyal demokrat; kişisel özellikleri açısından ise hümanist, uzlaşmacı, akılcı, medeni, ılımlı ve diyalogdan yana birisiydi. Milliyet’i, 
Türkiye’nin en saygın gazetesi mevkiine yerleştirmekle kalmamış; yanı sıra, verdiği demokrasi mücadelesiyle de, hem gazetesinin ve hem de kendisinin isminin adeta markalaşmasına ve bu suretle de, ülkenin politik yelpazesinin her noktasındaki kanaat önderlerinin saygı duyduğu, sözüne itibar ettiği önemli sosyo-politik antiteler olarak algılanmasına yol açmıştı. Bu profildeki bir aydının, 1977’den itibaren tırmanmaya ve giderek de bir iç savaş görünümüne bürünmeye başlayan sağ – sol çatışmasını durdurmak için ciddi çaba sarf etmesi ve kendisini ortaya koyması beklenirdi. Nitekim, İpekçi’nin, ülkesinde yaşananlara verdiği tepki tam da bu türdendi.

4 - AP ile CHP’nin yapacakları bir büyük koalisyonun Türkiye’nin kurtuluşu olacağına dair inancı İpekçi’nin akıbetini belirledi

demirel ecevit erbakan türkeş ile ilgili görsel sonucu
Artık hiçbiri aramızda olmayan (soldan sağa) Demirel, Türkeş, Ecevit, Özal ve Erbakan, 1965 - 2000
 döneminde, Türkiye Toplumsal Formasyonu'nu domine eden politik aktörler oldular.


Abdi İpekçi, Türkiye’nin yaşadığı bu büyük kaostan, ancak, 2 kitle partisinin, seçmen tabanının en mütevazi ihtimalle % 80’ini temsil eden AP ile CHP’nin kuracakları bir büyük koalisyonun yaratacağı uzlaşma iklimiyle çıkacağına inanıyordu. Lâkin, 1977 – 1980 döneminin Türkiye’sinde, bırakın bir büyük AP – CHP koalisyonu kurulabilmesini, bu partilerin liderleri olan Demirel ve Ecevit’in bir araya gelerek konuşmaları dahi mümkün olamıyordu. 

Abdi İpekçi, işte böylesi bir atmosferde yazdığı yazılarda ve toplumun önde gelen aktörleriyle yaptığı görüşmelerde, sürekli olarak bir 'olmazı oldurmaya' çalışıyor, bir büyük toplumsal uzlaşmaya olan ihtiyaca vurgu yapıyordu.  Üstlendiği bu demokratik ve barışçı misyon yüzünden, İpekçi, akıbetinin, İtalya’nın eski başbakanlarından Aldo Moro’nun trajik sonuyla örtüşebileceğini hiç düşünmüş müydü, bilinmez. Öte yandan,  Aldo Moro’nun Kızıl Tugaylar örgütü tarafından öldürülmesiyle sonuçlanan sürecin arka plânı doğru okunduğunda, bunun, Abdi İpekçi suikastının doğru anlamlandırılmasına yardımcı olacak argümanlarla örülü olduğu görülecektir.
5 - Aldo Moro cinayeti, tipik bir Gladio operasyonuydu

Soğuk Savaş'ın (Cold War) iki süper gücü:
ABD vs. SSCB idi.
Soğuk Savaş (1945 – 1991) sırasında ABD ve SSCB (Sovyetler Birliği), hegemonya alanlarındaki (arka bahçeleri) ülkelerin kamp değiştirmesini önleyen bir mutabakata varmışlar ve buna da umumiyetle sadık kalmışlardır. Bu mutabakatın zemini, 2. Dünya Savaşı sonrasının küresel güçler ve jeo-stratejik akslar dengesini tayin eden iki temel koyucu anlaşmasına, Yalta (Şubat 1945) ve Potsdam (Ağustos 1945) antantlarına dayanmaktadır. 

ABD ve SSCB arasında tesis edilen bu büyük küresel hegemonik paylaşım dengesi, ilerleyen süreçte, ABD’nin liderliğini yaptığı Kapitalist Sistem aleyhine çalışan bir dizi gelişme yüzünden bozulmuştur. 1949’da ÇKP’nin iç savaşı kazanması üzerine Çin Halk Cumhuriyetinin kurulması ve dünyanın en büyük pazarlarından birisinin kapitalizmin kontrolü dışına çıkması; 1950’lerde ve 1960’larda ise, Latin Amerika, Afrika ve Güney Doğu Asya’daki sömürge halklarının neredeyse tamamının istiklâllerine kavuşarak, kapitalizmin doğrudan sömürgecilik ilişkilerini kırmaları, bunların Çin'le ya da SSCB ile, veyahut da her ikisiyle birden, yakın ekonomik - politik - kültürel ilişkiler içerisine girmeleri, bahse konu kapitalist pazar ilişkileri ve hegemonik kozmos aleyhine olan gelişmelerin en önemlilerindendir.
ABD önderliğindeki kapitalist sistem, bu gelişmelerle kaybettiği pazarları 'bir şekilde' yeniden kontrol altına alabilmek ve yeni jeo-stratejik ve jeo-politik kayıplara maruz kalmamak adına, farklı sahalarda olan, ancak birbirini destekleyen ve besleyen iki yeni uygulamayı hayata geçirmiştir. Bunlardan ilki, artık tasfiye olan klasik sömürgecilik ilişkileri yerine; sermaye transferi üzerinden yapılan yeni sömürgecilik ilişkilerine geçilmesidir. İkincisi ise, yerel unsurların yanı sıra; CİA, Pentagon ve (on yıllar boyunca varlığı ABD'li yetkililerce inkâr edilen) NSA’ın (National Security Agency) da katkı ve müktesebatıyla NATO ülkelerinde kurulan Gladio / Stay-behind isimli yer altı örgütü eliyle gerçekleştirilen illegal para-militer, dezenformatif ve psikolojik harp operasyonlarıyla ‘arka bahçesi’ndeki ülkelerin SSCB’nin kontrolüne geçmesi tehlikesini bertaraf etmeye çalışmaktır.


6 - Avrupa Komünizmi ABD ve NATO’yu niçin telaşlandırmıştı
Soğuk Savaş sırasında dünyayı
nükleer bir çatışmanın eşiğine
getiren iki güçlü lider:
Kennedy ve Kruşçev
İtalyan Hristiyan Demokrat Partisinin önemli figürlerinden, eski başbakan Aldo Moro, kıyasıya rekabet ettiği İtalyan Komünist Partisiyle yapmaya çalıştığı ‘Tarihsel Uzlaşma (Compromesso Storico)’ yüzünden Gladio’nun hedefi olmuştu. Peki, ne olmuştur, hangi meşum dinamikler hükmünü icra etmiştir de, Gladio, esasen sıkı bir SSCB karşıtı ve çok kaliteli bir entelektüel olan Moro’nun, ABD ve NATO'nun ‘âlî menfaatları’nı haleldar edeceği kanısına kapılmıştır? Bu sorunun sağlıklı bir biçimde cevaplanabilmesi  için, ‘reel sosyalizm’in kimi dönemeçlerini hatırlamamız gerekir.


7 - SSCB, Stalin’i reddediyor
SBKP’nin 1956’da yaptığı 20. Kongresine damgasını basan Kruşçef’le (1894 – 1971) birlikte, SSCB’de büyük bir ‘de-Stalinizasyon’ süreci başlatıldı. Bolşevik rejiminin kurucu figürlerinden Stalin’in (1878 – 1953) ideolojik izlerinin ve kuramsal katkılarının peyderpey tasfiye edilmesi demek olan bu sürecin, reel sosyalizm üzerindeki etkileri dramatik olmuştur. Sovyetler Birliğinin 1956 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya müdahaleleriyle, Kruşçev – Brejnev (1906 – 1982) kliğinin genel politik hatları, epeydir bu ülkenin kontrolünden çıkmanın yolarını arayan İspanya, Fransa ve İtalya’nın Komünist Partilerine ihtiyaç duydukları  manevra kâbiliyetini ve imkânını sağlamıştır. 


Avrupa Komünizmi, reel sosyalizmin
teorik mirasına ve pratiğine karşı
(verili sistemin, kapitalizmin içinden
yapılmış) ciddi bir itirazdı.
İdeolojik ve fiili öncülüğünü, İtalyan sosyalist kuramcısı Antonio Gramsci’den (1891 – 1937) aldığı teorik mirası iyi değerlendiren İtalyan Komünist Partisi ve lideri Enrico Berlinguer’in (1922 – 11 Haziran 1984) yaptığı bu üç Akdeniz ülkesinin komünist partisi, oldukça sancılı ve problemli olan bir teorik inşaa süresi sonunda, Bolşevizmden ve reel sosyalizmden kesin bir kopuş anlamına gelen Avrupa Komünizminin strateji, hedef ve programını ortaya atmışlardır.


8 - Avrupa Komünizmi Leninist – Stalinist mirası reddediyor
Ortodoks Leninizm –Stalinizm’den ‘proletarya diktatörlüğünü, devrimci politik şiddeti ve proletarya devrimini reddetmek; gelişmiş kapitalist ülkelerde ciddi bir güç halini alan yeni orta sınıfları devrimci bir kuvvet olarak analiz ederek onları müttefik addetmek; burjuva parlamenter demokrasisinde hür seçimlerle iktidara gelmeyi ve seçimi kaybettiğinde de muhalefete geçmeyi kabul etmek; ekoloji, feminizm ve eşcinsel hakları gibi mücadele alanlarını sosyalist mücadelenin ayrılmaz ve vaz geçilmez bir parçası olarak görmek; SSCB ve ÇHC’nin pratikleri başta olmak üzere, reel sosyalizmin her veçhesini ve görüngüsünü, gerektikçe ve yeri geldikçe ağır şekilde eleştirerek, onlarla arasına aşılması güç barikatlar örmek’ gibi kritik ve hayati noktalarda temelden ayrılıyordu Avrupa Komünizmi.


Jean-Paul Sartre'dan ödünç aldığım bir ifade ile söyleyecek olursam 'Sosyalizmin eteklerinde açan bir yaban gülü' olan Avrupa Komünizmi, 11 Eylül Eylül 1973’de, ABD, Şili’nin seçilmiş sosyalist başkanı Salvador Allende’ye (1908 - 1973) karşı darbe yaptıktan sonra, bir önemli ideolojik dönüşüm daha geçirdi. Buna göre, sosyalistler / komünistler, ülkelerinin merkez sağ kitle partileriyle de ittifaklar kurabilecek (Tarihsel Uzlaşma - Compromesso Storico) ve bunun üzerinden de, barışçıl bir şekilde, sosyalizmin inşasına giden süreci kurabileceklerdi.

Avrupa Komünizmi'nin fikir babalarından ve en önemli pratisyenlerinden İtalyan Komünist Partisi lideri Enrico Berlinguer
9 - Tarihsel Uzlaşma (Compromesso Storico) ve Kızıl Tugaylar
Berlinguer ve İtalyan Komünist Partisi, Avrupa Komünizmi çerçevesinde Tarihsel Uzlaşma (Compromesso Storico)’ teorisini ve politikasını ortaya atıp, İtalyan Hristiyan Demokrat Partisine ‘büyük koalisyon’ önerdiğinde, bunun yankıları hem çok yaygın (küresel ölçekte) ve hem de çok derin (şiddetli ve dramatik) olmuştu. SSCB ve yandaşları, bunu, sosyalizme ve SSCB’ye ihanet olarak nitelerken, ABD ve NATO çevreleri ise, 'Sovyetler Birliğinin maşası ve ‘5. Kolu’ olan kesimlerin hür dünyaya karşı giriştikleri çok tehlikeli ve yıkıcı bir ‘Truva Atı’ operasyonu' şeklinde değerlendirdiler. Kızıl Tugaylar ve RAF gibi extremist fukocu yapılanmaların da Avrupa Komünizmine bakışları çok olumsuzdu. Onlara göre bu akım ‘emperyalizmin sözcülüğüne, hatta ajanlığına soyunmuş karşı-devrimci bir dalgaydı’. 


10 - Aldo Moro, Berlinguer’in uzattiği eli tutmaya kalkınca ‘kalemi kırıldı’
Gladyo'nun tetikçisi Kızıl
Tugaylar tarafından kaçırılarak infaz
edilen İtalyan başbakanlarından
Hristiyan Demokrat siyasetçi Aldo Moro.
1963 – 1968 ve 1974 – 1976 dönmelerinde başbakanlık yapan Aldo Moro (1916 – 9 Mayıs 1978), sadece ülkesinin değil, Avrupa’nın da önde gelen Hristiyan Demokrat liderlerindendi. İtalyan siyasetinin istikrara kavuşması için girdiği entelektüel, politik ve stratejik arayışlar sırasında, Berlinguer’in ortaya attığı ‘tarihsel uzlaşma’ ona ciddi bir çıkış yolu olarak gözükmüş olacak ki, komünistlerle hristiyan demokratların büyük uzlaşmasına (koalisyonuna) olumlu yaklaştı. İtalya kamuoyu, siyaseti ve kanaat önderleri bu koalisyon ihtimalini hararetle tartışırken, 16 Mart 1978 günü ajansların geçtiği bir haber gündeme adeta bomba gibi düşmüştü: Kızıl Tugaylar Aldo Moro’yu kaçırmışlardı. 9 Mayıs 1978’de cesedi bulunan Moro’nun kurtarılabilmesi mümkünken, İtalyan Gladio’sunun eylemlerindeki sorumluluğunun deşifre olmasından korkan (derin) devletin, onu taammüden ölüme terk ettiği, sonradan yapılan soruşturmaların ortak sonucudur.

ABD ve NATO’nun illegal aparatı Gladio / Stay-behind, öyle anlaşılıyor ki, bu olayda da, benzeri diğer birçok gelişmede olduğu gibi, paranoyasının esiri olmuştu. Söz konusu yer altı yapılanması; Avrupa Komünizminin ‘tarihsel uzlaşma’ projesinin, kıtadaki bazı önemli kapitalist ülkeleri ‘hür dünya’dan koparacağına, bunun da, akabinde domino tesiri yaratarak, bütün Avrupa’yı SSCB’nin pençesine düşürebileceğine ciddi ciddi inanmış olmalıydı. Bu patolojik ruh hali, kapitalist sistemin ‘derin operatör’ünün, sistemin en kaliteli ve faydalı (işlevsel) evlâtlarından birisinin hayatına kastetmesine neden olmuştu.

11 - Abdi İpekçi ve Aldo Moro suikastları ‘tek yumurta ikizidir’

ABD ve İngiltere'nin, sosyalizmin
önünü kesmek ve dünya halklarını ve
emekçilerini sınırsızca sömürmek
için kurdukları küresel suç
örgütü: Gladio.
İpekçi’nin ve Moro’nun, öldürülmeden önce sergiledikleri politik duruşları büyük bir benzerlik arz etmektedir. Her ikisi de, ülkelerindeki istikrarsızlığın daha da derinleşerek iyice içinden çıkılamaz bir faza girmemesi için, merkez sağın ve merkez solun büyük bir uzlaşmaya ve fiili bir koalisyona gitmesini şart görmekteydiler. Uzlaşmacı, medeni, ılımlı, liberal, meşruiyetçi, demokrat ve saygın kimlikleri sayesinde, toplumun her kesimiyle konuşabilen ve söylediklerini de dinletebilen Moro ve İpekçi, şayet ömürleri yetseydi, angaje oldukları o büyük uzlaşmayı, o kapsamlı koalisyonu gerçekleştirecek dinamikleri belki de harekete geçirebileceklerdi.
Bir diğer deyişle; yazımın önceki bir bölümde vurgu yaptığım ve önemine binaen de burada tekrarlayacağım üzere, hem İpekçi ve hem de Moro, kendilerini mesleki yaşamlarında ve toplumsal hiyerarşide zirveye taşıyan; sevilen, sayılan bir kişi kılan kişilik özellikleri ve prensipleri yüzünden öldürüldüler. Anlayacağınız; onları başarılı, sevilen, aranan ve makbul insan kılan hassaları, aynı zamanda, cellatlarının iplerini çekme nedeni olmuştu.


12 - 'Our boys have done it!'



İpekçi’yi öldürten Türk Gladio’su da, aynen Moro’yu ortadan kaldı(rt)an İtalyan refikleri gibi, mesnetsiz bir korkunun, marazi bir paranoyanın esiri olmuşa benzemektedir. Abdi İpekçi’nin, gerçekleşmesi için ciddi manada çabaladığı AP – CHP büyük uzlaşması ve koalisyonunun, Türkiye’nin ABD ve NATO’dan koparak Sovyetler Birliği’nin yörüngesine girmesine neden olacak bir süreci tetiklemesinden korkan zamanın derin devletinin, İtalya’dakine benzer psiko-dinamiklerin ve ideolojik bagajların tesiri altında bu işe giriştiğine hükmetmek için ortalıkta yeterince argüman var gibi gözükmektedir.





Küresel Derin Devletin (Global Gladio) ve onun Türkiye'deki aparatının, ABD'nin Orta Doğu'daki en önemli müttefiği olan ülkemizi kaybetmemek için, askeri bir müdahaleye ve sivil siyasetin askıya alınmasına karar vermesi, bunun sonucu olarak da, Eylül 1973'de Şili'de tezgâhlanan faşist darbe sonrasında uygulananları pervasızca replika ederek Türkiye toplumsal formasyonuna dayatması; 12 Eylül 1980 Askeri darbesiyle İpekçi ve Aldo Moro suikastleri arasındaki, (kırılgan bir arkaik parşömene görülmez bir mürekkeple yazılmış izlenimi veren), o koparılamaz içsel bağlantıların görünür kılınması bakımından adeta bir kripto çözücü işlevini görmüştür.
13 - Fail, fiil ve fikir; ya da tarihsel aktörlere kukla muamelesi yapmanın dayanılmaz basitliği

İnsanlar koyun......
Dikkat edilirse, analizlerim boyunca, Aldo Moro cinayetinin zanlısı olan Kızıl Tugaylar ve Abdi İpekçi suikastının faili olan ülkücü – milliyetçi yapılanma hakkında yorum ve tespit yapmaktan özenle ve ısrarla kaçındım. Bunun sebebi, tarihsel olayları değerlendirirken, ‘fail – fiil – fikir’ saç ayağının ‘fikir’ 
basamağı üzerinde durmanın, bahse konu olguyu, onun özgün hakikatine en mutabık bir şekilde, kuşatıp analiz etmeye elverişli 
...ya da kula değildir;
şu ya da bu düzeyde de olsa,
özgür irade sahibi
tarihsel aktörlerdir.


olmasındandır. Bu analiz
penceresinden bakıldığında; belirli bir fikri kalkış noktasından hareketle, belirli bir fikri sonuç ve psiko-sosyal atmosfer (yukarıdaki olaylarda, Türkiye ve İtalya’nın Batı ittifakı içinde tutulması) oluşmasını istiyorsanız, ihtiyaç duyduğunuz herhangi bir fiili (yukarıdaki olaylarda siyasal cinayetler) işleyecek elverişli bir faili (yukarıdaki olaylarda Kızıl Tugaylar ve ülkücü gençlik mensupları şeklinde somutlaşan tetikçiler) bulmakta zorluk çekmezsiniz.

Ancak, bu analizleri yaptıktan sonra, sakın ola ki benim ‘tetikçiler, kuklacının oynattığı basit kuklalardır. Onların bağımsız iradeleri ve karar alma yetileri yoktur. Bütün tarihsel süreçlerin gerçek özneleri, perde gerisine saklanmış gizli sujelerdir. Ortalıkta dolaşan, ramp ışıklarının altında arz-ı endam eden kamuoyunca malum faillere gelince, bunlar, gerçekleşen olayların zahiri aktörleri, sahte özneleridir. Aslında onlar, kullandıkları silahtan nitelikçe farklı olmayan nesnelerdir, iradesiz objelerdir’ dediğim hükmüne de varılmasın. 

Bu satırların yazarı; bir şekilde bir şeyler eyleyen herkesin, şu yada bu oranda bir farkındalığa ve şu ya da bu nispette de bir özgür iradeye sahip olduğuna prim veren bir duruşa sahiptir. Bir diğer ifadeyle; gerek 12 Eylül 1980 öncesi iç savaş ortamında 'sağda ve solda pozisyon alanların', gerekse de ‘Arap Baharı’, ‘Wall Street’i işgal et’, 'Sarı Yelekliler', 'Gezi Parkı', 'Siyah Yaşamlar Önemlidir', '6 Ocak Capitol Hill İşgalcileri',  'Navalnyci Kalkışma' başta olmak üzere, son 15 yıla damgasını vuran kitlesel tepkilerin eyleyicilerinin ‘bir şekilde’ özne olduğunu ve bir 'Büyük Resme', bir 'Konspiratif Plân'a göre hareket etmediklerini, özünde ve temelde, hiçbir 'Üst Akıl' adına davranmadıklarını da teslim etmenin gerekli ve zaruri olduğuna da inananlardanım. Dillendirdiğim ve analizlerimi, projeksiyonlarımı üzerine inşâ ettiğim bu perspektifin 'tarihsel dönüşümlere neden olan bireysel ya da kitlesel eylemlerin arkasında, onların iplerini tutan bir avuç komplocu gizli özne' saklı olduğunu teşhis eden conspiratif (komplocu) yaklaşımlara prim vermeyen bir teorik çerçeveye referans verdiği aşikârdır.



Öte yandan bilir ve inanırım ki, dünyada yaşayan her erkek ve kadın teki, benliğinin içinde, tarihsel olayları kökten değiştirmeye ehil ve mümeyyiz bir potansiyel özneyi gizler, besler ve büyütür.
 - epilogue: onca yıl sonra bugün

Birbirinin ruh ikizi ve karbon kopyası olduğunu iddia ettiğim bu iki tertipten Abdi İpekçi suikastinin üzerinden 39; Aldo Moro'nun öldürülmesinden bu yana ise tam 40 yıl geçti. İnsanlık bu zaman zarfında kendisini, çevresini ve dünyayı ciddi manalarda değiştirdi. Hiç kuşkusuz, şu ya da bu oranda olmak kaydıyla, parçası olduğumuz Kozmos'u da değiştirdiğimizden bahsedilebilir. 
post-truth politics ile ilgili görsel sonucu
Post-truth sağcı - popülist liderler: Boris Johnson ve Donald Trump.

Değişimin dominant olduğu bütün bu süreçte değişmeyen az sayıdaki şeyin arasında, ne yazık ki, bu cinayetlerin, Aldo More ve Abdi İpekçi suikastlarının, gerçek azmettiricilerinin, hakiki faillerinin yakalanamamış olmasını da saymak mümkündür. 'Bahse konu suikastların gerçek faillerinin yakalandığı ve benzerlerinin de bir daha asla işlenmediği 'Bir Başka Dünya' mümkün olabilir mi?' diye düşünüyorum yüksek sesle. Bu düşüncem, zincirleme bir reaksiyon misali, 'Donald Trump'ın ABD başkanı olduğu bir dünyada, dillendirdiğim bu 'Bir Başka Dünya'nın oldukça ütopik kaldığını kabullenmem gerektiği' kanaatinin de arasında olduğu, bir dizi başka düşüncenin zihnimde doğumuna ebelik yapıyor.

Sol ya da sağ popülist liderlerin dün söylediklerinin bugün tam tersini dillendirmelerinin, takip eden süreçte ise, öncekilerin tamamıyla çelişen, hatta onları bütünüyle yalanlayan, başka beyanlarda bulunmalarının sıradanlaşmasını; daha da garibi, sevenlerince, taraftarlarınca bu 'lider hallerinin, führer tarzları'nın tamamının 'olağan - normal' karşılanmasını tarih boyunca yaşadı insanlık. Son yıllarda bu halleri daha sık deneyimliyoruz. Yaşadığımız aktüel uğrakta / tarihsel momentte, insanlığın 'başına gelen' bu hallerin, bazı akademya menşeyli kanaat önderlerince 'Hakikat-ötesi (Post-truth, Post-factual)' şeklinde tarif ve tavsif edildiğine şahit olmaktayız. Mezkûr çevrelerin, 'Post-truth' çağın doğal tezahürü olarak takdim ettikleri bahse konu bu 'çelişik - dolaşık - sorunlu' politika tarzına dair yaptıkları sosyo-politik, biyo-antropolojik ve psiko-kültürel açıklamaların meseleleri algılamamıza, anlamlandırmamıza ve anlamamıza ne denli hizmet ettikleri önümüzdeki günlerde netleşecek hiç kuşkusuz. 

Öte yandan, net bir şekilde itiraz etmesem de, en azından mesafeli durmaya çalıştığım bu kavramsallaştırmanın, 'Hakikat-ötesi politikası' çözümlemesinin referans verdiği liderlik - führerlik tarzının, insanlığın çok da hayrına olmadığı seziyorum, hissediyorum. Umarım bütün bu (popülist liderlik ve ona sorgusuz sualsiz teslim olmak merkezli) insanlık halleri, termonükleer silahların kullanıldığı üçüncü (son!) dünya savaşına yol açmaz. Bunun olmaması için gereken potansiyel, yukarıda işaret edilen ve sosyal bilimlerce 'sıradan insan - sokaktaki adam - ortalama kişi (average people) - tarihin nesnesi - tarihsel süreçlerin piyonu' şeklinde değersizleştirilen insanda içkindir aslında. Her bir insan teki, esasen tarihin gizli birer öznesidir. İnsanlık, takvimlerin 1 Şubat 2021'e işaret ettiği şu verili konjonktürde, bu garip ve tehlikeli halleri aşacak gücü - iradeyi potansiyel olarak barındırmaktadır.

3 Kasım 2020'de yapılan ABD başkanlık seçimini (benzeri görülmemiş derecede karmaşık ve tehlikeli olaylarla dolu bir sürecin akabinde) Joe Biden'ın kazanması bir nebze umutlandırsa da beni, trumpgillerden tiranlığa hevesli çok sayıda otoriter liderin halen iktidarda olduğu, ya da iktidara doğru bir 'Büyük Yürüyüş' gerçekleştiriyor oluşu, bir diğer deyişle - Ergin Yıldızoğlu'nun sık sık vurgu yaptığı üzere - 'süreç olarak faşizm'in Dünya'nın bir çok coğrafyasında gündemde oluşu, insanı karamsarlığa sürüklemiyor değil doğrusu. Demokratik ve çoğulcu yönetimlerin, otoriter ve totaliter zihniyetlere galebe çalması olasılığının, yukarıda işaret ettiğim o 'potansiyel irade'ye ve onun bu doğrultudaki eylemlerinin başarısına bağlı olarak, yükseleceğine işaret ederek tamamlamış olayım bu metni.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder