10 Temmuz 1938, Zile - 21 Ekim 1999, Ankara.
1 - 21 Ekim 1999 günü, saat 09.40’da Ahmet Taner Kışlalı hayatının en ölümcül hatasını yaptı ve....
12 Eylül askeri faşist darbesinden sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinde siyaset bilimi dersleri veren ve 1988’de profesör olan Kışlalı, askeri rejimin gadrine uğramış olan çeşitli siyasi görüşlerden akademisyenler tarafından otoriter yönetimin şakşakçısı olmakla suçlanmıştı(3). İlk eşini 1995'de bir trafik kazasında kaybedince, 1997'de Nilüfer Kışlalı'yla evlenmiş; ondan da Nilhan Nur isimli üçüncü kız çocuğu olmuştur. 1991 – 1999 döneminde Cumhuriyet gazetesinde Haftaya Bakış başlığı altında yazdığı yazılarında, Türkiye ve dünya meselelerine radikal lâikçi hassasiyetlerin hakim olduğu bir mercekten bakan Kışlalı, bu özelliğiyle zaman zaman ülke gündemini belirleyen ‘kritik’ yazıların yazarı olarak öne çıkmıştı.
12 Mayıs 1999’da yazdığı makalesi, köşe yazarlığı kariyeri boyunca aldığı en ağır eleştirilerin müsebbibi olmuştu. Bu yazısında Kışlalı, Malatya’da başörtüsü yasağına karşı yapılan bir eyleme katılanları, hem beşeri insafın, ve, hem de siyasal nezaket sınırlarını zorlayan bir üslûpla eleştirmişti. Söz konusu yazı, Kemalist, lâikçi, ulusalcı, ulusolcu kesimlerde umumiyetle tasvip görmüş; mütedeyyin camiada ise haklı bir infiale neden olmuştu.
0 - medhal - prologue:
7 yıl önce yazdığım bir yazıyı, güncelliğine binaen, tarihini aktüalize ederek, blogumun başına taşıdım.
1 - 21 Ekim 1999 günü, saat 09.40’da Ahmet Taner Kışlalı hayatının en ölümcül hatasını yaptı ve....
Takvimlerin 21 Ekim 1999'u gösterdiği o gün, Ahmet Taner Kışlalı, her zaman olduğu üzere, tamamladığı köşe yazısını 09.30 sularında Cumhuriyet Gazetesine fakslamış, hemen ardından da, ders verdiği üniversiteye ulaşmak için otomobilinin yanına gitmişti. Saatler 09.40’ı gösterirken otomobilinin kapısını açan Ahmet Taner Kışlalı, tam o sırada, bira kutusunu andıran ve gazete kâğıdına sarılmış olan bir paketin aracının silecekleriyle kaputu arasına sıkıştırılmış olduğunu fark etti.
Bundan sonra attığı adım, yani o meçhul pakete doğru uzanması, hiç kuşku yok ki Kışlalı’nın hayatının en büyük hatasıydı. Sol eline aldığında, büyük gürültüyle patlayan paket, Kışlalı’nın sol kolunun kopmasına yol açmış; hemen akabinde hastaneye kaldırılan Kışlalı, aynı gün, 21 Ekim 1999’da kurtarılamayarak hayata gözlerini kapatmıştı.
Kışlalı'nın eşi, suikastın akabinde, basınla yaptığı bazı röportajlarında; 'patlama üzerine arabanın yanına gittiğini, eşinin sol kolunun kopmuş olduğunu ve kan kaybından ölmek üzere olduğunu, avazı çıktığı kadar yardım istemesine karşın, çok yakında olan koruma noktasındaki emniyet görevlilerin yanına hemen gelmediklerine dair olan şikâyetlerini paylaşmıştı. Bu durum, Kışlalı'nın derin devlet tarafından öldürüldüğünü savunan çevrelerin, argümanlarına destek için kullandıkları bir ayrıntı olarak geçmiştir kayıtlara.
Kışlalı'nın eşi, suikastın akabinde, basınla yaptığı bazı röportajlarında; 'patlama üzerine arabanın yanına gittiğini, eşinin sol kolunun kopmuş olduğunu ve kan kaybından ölmek üzere olduğunu, avazı çıktığı kadar yardım istemesine karşın, çok yakında olan koruma noktasındaki emniyet görevlilerin yanına hemen gelmediklerine dair olan şikâyetlerini paylaşmıştı. Bu durum, Kışlalı'nın derin devlet tarafından öldürüldüğünü savunan çevrelerin, argümanlarına destek için kullandıkları bir ayrıntı olarak geçmiştir kayıtlara.
Bülent Ecevit, Rahşan Ecevit ve hâzirûndan bazıları Ahmet Taner Kışlalı'nın
cenaze töreninde kameralar tarafından böyle tespit edilmişler.
2 - Ahmet Taner Kışlalı’nın hayatının bazı önemli dönüm noktaları
1938'de Zile'de doğan Kışlalı, Kabataş Erkek Lisesi ve AÜSBF'ni (Mülkiye) bitirdi. Mülkiye'de okurken, bir taraftan da Yeni Gün gazetesinde spor muhabirliği ve yazı işleri müdürlüğü yaptı. Paris Üniversitesi Anayasa Hukuku ve Siyaset Bilimi Departmanı'nda 'Modern Türkiye'de Siyasi Güçler' adı altında doktorasını veren Kışlalı, Nicole (Nilgün) ile 1968'de evlendi. Bu evliliğinden Altınay ve Dolunay isimli iki kız evlât sahibi olan Ahmet Taner Kışlalı, Türkiye'ye döndüğünde Hacettepe Üniversitesi'nde siyaset sosyolojisi hocası oldu.
Askerliğini bitirdiğinde Kışlalı'yı kötü bir sürpriz bekliyordu. Hacettepe Üniversitesi, onu yeniden kadrosuna almayı reddetmişti. Bu durum, 12 Mart 1971 sonrasında; devletçi, laikçi, askeri vesayet yanlısı, 'Sağ Kemalist', ve, devrimci muhalefet karşıtı siyasal görüşlerin bile şüpheyle karşılanabildiği paranoyakça bir kuşku ikliminin hakim olduğuna referans veren tarihi bir ayrıntıdır. Kışlalı'nın, mezun olduğu Mülkiye'ye öğretim görevlisi olarak dönüşü işte bu reddedilmenin akabinde olmuştu.
3 - Yankı Dergisi: TSK'nın, Pentagon'un, TÜSİAD'ın sözcüsü
Ahmet Taner Kışlalı'nın doçent olduğu 1972 yılı, onun, kariyerindeki önemli bir döneme, Yankı Dergisi yazarlığı yaptığı 1971 - 1977 periyoduna denk düşmüştür. Kışlalı'nın hem mesleki, ve, hem de kişisel hayatını derinden etkileyen Yankı Dergisi dönemine dair küçük bir parantez açmak faydalı olacaktır.
Ahmet Taner Kışlalı'nın önemli ve etkili yazarlarından olduğu Yankı Dergisi, 1 Mart 1971'de(1), ağabeyi Mehmet Ali Kışlalı tarafından yayınlanmaya başlanmıştır. Mehmet Ali Kışlalı'nın sahibi ve başyazarı olduğu bahse konu dergi, çok kısa bir sürede; Türkiye'deki verili düzenin sürmesinden yana olan ve 'Sağ Kemalist', ya da 'Gardrop Atatürkçüsü' şeklinde vasıflandırılan çevrelerin ideolojik gıdalarını temin ettikleri en önemli entelektüel mihraklardan birisi haline gelmişti. Yakın siyasal hayatımızın önemli kavramsallaştırmalarından olan 'Gardrop Atatürkçüsü' ifadesi, ilk defa, 9 Eylül 1966'da, Yön Dergisi'nde, bir Sol Kemalist olan İlhan Selçuk tarafından kullanılmıştır.
Bahse konu statükocu çevrelerin, ana hatlarıyla değindiğim hususlar yüzünden, 'organik-ideolojik artikülasyon' içerisine girdikleri (içerik bakımından vasat, teknik anlamda ise rezalet derecesinde kötü olan) mezkûr yayın organını, ‘ülkemizdeki modern - objektif habercilik dergilerinin öncüsü'
diyerek coşkuyla bağırlarına basmalarını ve onu 'Yerli Time’ mevkiine koyarak göklere çıkarmalarına şaşırmamamız bundan olsa gerektir. Sosyalistlere göreyse, Yankı Dergisi, ‘TSK’nin propaganda bülteni; ABD’nin, NATO’nun ve Gladio’nun örtülü ve aleni manüplasyonlarının iflah olmaz parçası ve TÜSİAD'ın menfaatlerinin yılmaz bir savunucusu’ idi.
Ahmet Taner Kışlalı'nın müktesebatına bakıldığında, bu külliyatın tarih, toplum, siyasal rejim ve dünya okumalarının, büyük ölçüde, abisi Mehmet Ali Kışlalı'nın ideolojik-politik bagajına referans verdiği görülecektir. 60 yıla yakın bir süre birlikte çalıştığı basın dünyamızın demokrat ve solcu unsurlarının; 'Abi Kışlalı' için 'Babıali'nin askerlik şubesi' ve 'gazeteciliğimizin garnizon komutanı' vasıflandırmalarını kullanmaları, Ahmet Taner Kışlalı'nın beslendiği en önemli ideolojik kaynağın mahiyeti hakkında yeterince ipucu vermektedir bize.
4 - Bülent Ecevit'in dikkatini çekiyor
Ahmet Taner Kışlalı'nın, bu metin çerçevesinde eleştirilere muhatap olan görüşlerini içeren Yankı Dergisi performansı, Bülent Ecevit’in dikkatini çekmişti. Ecevit’in isteği üzerine 1977 seçimlerinde CHP listesinden İzmir milletvekili seçilen Kışlalı, 1978’de kurulan Ecevit hükümetinde Kültür Bakanlığı yapmıştı(2).
1938'de Zile'de doğan Kışlalı, Kabataş Erkek Lisesi ve AÜSBF'ni (Mülkiye) bitirdi. Mülkiye'de okurken, bir taraftan da Yeni Gün gazetesinde spor muhabirliği ve yazı işleri müdürlüğü yaptı. Paris Üniversitesi Anayasa Hukuku ve Siyaset Bilimi Departmanı'nda 'Modern Türkiye'de Siyasi Güçler' adı altında doktorasını veren Kışlalı, Nicole (Nilgün) ile 1968'de evlendi. Bu evliliğinden Altınay ve Dolunay isimli iki kız evlât sahibi olan Ahmet Taner Kışlalı, Türkiye'ye döndüğünde Hacettepe Üniversitesi'nde siyaset sosyolojisi hocası oldu.
Askerliğini bitirdiğinde Kışlalı'yı kötü bir sürpriz bekliyordu. Hacettepe Üniversitesi, onu yeniden kadrosuna almayı reddetmişti. Bu durum, 12 Mart 1971 sonrasında; devletçi, laikçi, askeri vesayet yanlısı, 'Sağ Kemalist', ve, devrimci muhalefet karşıtı siyasal görüşlerin bile şüpheyle karşılanabildiği paranoyakça bir kuşku ikliminin hakim olduğuna referans veren tarihi bir ayrıntıdır. Kışlalı'nın, mezun olduğu Mülkiye'ye öğretim görevlisi olarak dönüşü işte bu reddedilmenin akabinde olmuştu.
3 - Yankı Dergisi: TSK'nın, Pentagon'un, TÜSİAD'ın sözcüsü
Ahmet Taner Kışlalı'nın doçent olduğu 1972 yılı, onun, kariyerindeki önemli bir döneme, Yankı Dergisi yazarlığı yaptığı 1971 - 1977 periyoduna denk düşmüştür. Kışlalı'nın hem mesleki, ve, hem de kişisel hayatını derinden etkileyen Yankı Dergisi dönemine dair küçük bir parantez açmak faydalı olacaktır.
Ahmet Taner Kışlalı'nın önemli ve etkili yazarlarından olduğu Yankı Dergisi, 1 Mart 1971'de(1), ağabeyi Mehmet Ali Kışlalı tarafından yayınlanmaya başlanmıştır. Mehmet Ali Kışlalı'nın sahibi ve başyazarı olduğu bahse konu dergi, çok kısa bir sürede; Türkiye'deki verili düzenin sürmesinden yana olan ve 'Sağ Kemalist', ya da 'Gardrop Atatürkçüsü' şeklinde vasıflandırılan çevrelerin ideolojik gıdalarını temin ettikleri en önemli entelektüel mihraklardan birisi haline gelmişti. Yakın siyasal hayatımızın önemli kavramsallaştırmalarından olan 'Gardrop Atatürkçüsü' ifadesi, ilk defa, 9 Eylül 1966'da, Yön Dergisi'nde, bir Sol Kemalist olan İlhan Selçuk tarafından kullanılmıştır.
Bahse konu statükocu çevrelerin, ana hatlarıyla değindiğim hususlar yüzünden, 'organik-ideolojik artikülasyon' içerisine girdikleri (içerik bakımından vasat, teknik anlamda ise rezalet derecesinde kötü olan) mezkûr yayın organını, ‘ülkemizdeki modern - objektif habercilik dergilerinin öncüsü'
diyerek coşkuyla bağırlarına basmalarını ve onu 'Yerli Time’ mevkiine koyarak göklere çıkarmalarına şaşırmamamız bundan olsa gerektir. Sosyalistlere göreyse, Yankı Dergisi, ‘TSK’nin propaganda bülteni; ABD’nin, NATO’nun ve Gladio’nun örtülü ve aleni manüplasyonlarının iflah olmaz parçası ve TÜSİAD'ın menfaatlerinin yılmaz bir savunucusu’ idi.
İlhan Selçuk (1925 - 2010) |
4 - Bülent Ecevit'in dikkatini çekiyor
Ahmet Taner Kışlalı'nın, bu metin çerçevesinde eleştirilere muhatap olan görüşlerini içeren Yankı Dergisi performansı, Bülent Ecevit’in dikkatini çekmişti. Ecevit’in isteği üzerine 1977 seçimlerinde CHP listesinden İzmir milletvekili seçilen Kışlalı, 1978’de kurulan Ecevit hükümetinde Kültür Bakanlığı yapmıştı(2).
12 Eylül askeri faşist darbesinden sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinde siyaset bilimi dersleri veren ve 1988’de profesör olan Kışlalı, askeri rejimin gadrine uğramış olan çeşitli siyasi görüşlerden akademisyenler tarafından otoriter yönetimin şakşakçısı olmakla suçlanmıştı(3). İlk eşini 1995'de bir trafik kazasında kaybedince, 1997'de Nilüfer Kışlalı'yla evlenmiş; ondan da Nilhan Nur isimli üçüncü kız çocuğu olmuştur. 1991 – 1999 döneminde Cumhuriyet gazetesinde Haftaya Bakış başlığı altında yazdığı yazılarında, Türkiye ve dünya meselelerine radikal lâikçi hassasiyetlerin hakim olduğu bir mercekten bakan Kışlalı, bu özelliğiyle zaman zaman ülke gündemini belirleyen ‘kritik’ yazıların yazarı olarak öne çıkmıştı.
12 Mayıs 1999’da yazdığı makalesi, köşe yazarlığı kariyeri boyunca aldığı en ağır eleştirilerin müsebbibi olmuştu. Bu yazısında Kışlalı, Malatya’da başörtüsü yasağına karşı yapılan bir eyleme katılanları, hem beşeri insafın, ve, hem de siyasal nezaket sınırlarını zorlayan bir üslûpla eleştirmişti. Söz konusu yazı, Kemalist, lâikçi, ulusalcı, ulusolcu kesimlerde umumiyetle tasvip görmüş; mütedeyyin camiada ise haklı bir infiale neden olmuştu.
5 - Akit gazetesi, Kışlalı hakkındaki yayınıyla çok eleştirildi
Hiç kuşku yok ki, bu infialin zirvesi, Akit gazetesinin 13 Mayıs 1999’da yaptığı yayın oldu. İsmini daha sonra Vakit ve Yeni Akit olarak değiştiren halen de bu isim altında faaliyetlerine devam eden 'mevkûte'nin selefi olan söz konusu gazete, medya eleştirileri yaptığı ‘Tutanak’ sayfasında Kışlalı’nın söz konusu yazısını ‘Zorba Kemalist gemi azıya aldı’ ve ‘Halkı köpeğe benzetti’ manşetleriyle vermişti.
Akit’in yaptığı bu yayının en dikkate değer yanı, halen de çok eleştirilen görseliydi. Sayfanın sol üst köşesinde yer alan Ahmet Taner Kışlalı fotoğrafının üstünün siyah bir çarpıyla karalanmış olması; lâik, Kemalist, ulusalcı, ulusolcu çevrelerin önemli bir bölümünün yanı sıra; bazı sol, sosyalist, liberal ve demokrat kesimler tarafından da Kışlalı'nın hedef gösterildiği şeklinde algılanmış ve sert bir biçimde eleştirilmişti.
Ahmet Taner Kışlalı’nın, bu gelişmelerden 5 .5 ay sonra uğradığı suikast sonucu ölmesi, yukarıda zikredilen politik anlayışlardan olan yurttaşların, Akit gazetesini ‘cinayet azmettiriciliği’ ile itham etmelerine neden olmuştu. Bu hadise, bu müessif olaydan onca zaman geçtikten sonra, bugün de, gerek siyasi analizlerin ve gerekse de 'medya etiği ve sorumlu habercilik' başlığı altında mercek altına alınan mesleki tartışmaların odak noktasında durmaya devam etmektedir.
Akit’in yaptığı bu yayının en dikkate değer yanı, halen de çok eleştirilen görseliydi. Sayfanın sol üst köşesinde yer alan Ahmet Taner Kışlalı fotoğrafının üstünün siyah bir çarpıyla karalanmış olması; lâik, Kemalist, ulusalcı, ulusolcu çevrelerin önemli bir bölümünün yanı sıra; bazı sol, sosyalist, liberal ve demokrat kesimler tarafından da Kışlalı'nın hedef gösterildiği şeklinde algılanmış ve sert bir biçimde eleştirilmişti.
Ahmet Taner Kışlalı’nın, bu gelişmelerden 5 .5 ay sonra uğradığı suikast sonucu ölmesi, yukarıda zikredilen politik anlayışlardan olan yurttaşların, Akit gazetesini ‘cinayet azmettiriciliği’ ile itham etmelerine neden olmuştu. Bu hadise, bu müessif olaydan onca zaman geçtikten sonra, bugün de, gerek siyasi analizlerin ve gerekse de 'medya etiği ve sorumlu habercilik' başlığı altında mercek altına alınan mesleki tartışmaların odak noktasında durmaya devam etmektedir.
6 - Ahmet Taner Kışlalı’yı kim öldürdü?
Bu soruyu Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Çetin Emeç ve Turan Dursun için sorduğumuzda hangi cevabı alıyorsak, Kışlalı için sorduğumuzda da, cevabın aynı olacağını düşünenlerdenim.
Bir diğer deyişle, şayet siz, dünyayı; Kemalist, ulusalcı, lâik, lâikçi, ya da, sol ve sosyalizm dairesindeki bazı kesimlerle, kimi liberal, demokrat ve milliyetçi çevrelerin prizmalarından göründükleri haliyle algılıyorsanız, Kışlalı’nın katili, İran tarafından desteklenen extremist 'Selâm Tevhid Örgütü'dür(4).
Öte yandan, meselelere mütedeyyin, muhafazakâr perspektiflerden, ya da, bazı liberal, demokrat ve sol çevrelerle ortak zaviyelerden bakıyorsanız, bu durumda da suikastın olağan şüphelisi, İsrail ile işbirliği halindeki derin devlet yapılanmasıdır.
Lâik ve Kemalist çevrelerin İran'ı töhmet altında bırakan senaryoya prim vermelerinin iç tutarlılığı ve bu tutarlılığı besleyen (kendilerine göre makul) politik bir tarihsel arka plânları vardır. İlk cephe, İslâmi devrimi Türkiye'ye ihraç ederek, yaşam tarzlarını zorla değiştireceği kaygısıyla İran karşıtı pozisyon alırken; 'milliyetçi tahayyül'de kendisine yer bulan 'ülkenin en ince kılcallarına kadar nüfûz eden acemler paranoyası' ise, kökleri bir hayli eskiye, Yavuz Sultan Selim dönemine kadar inen kâdim Şia kaygısından neşvünema bulmaktadır. Bu derin kaygı, modern versiyonu olan aktüel bir 'persephobia'nın mezkûr zihniyet kodlarında kendisine alan açmasıyla güncellenmiş ve pekişmiştir.
Küresel sistem nezdinde meşruiyet devşirmeye çalışan her iki yaklaşımdan ilki; el Kaide ve IŞID gibi selefi akımların, global ölçekte yüz milyonlarca tv izleyicisinin hafızasına nakşolan, eylemleri yüzünden, tezlerine rahatlıkla müşteri bulabilecek durumdayken; bahsettiğim kâdim Şia saplantısı temelli ve aktüel iktidar bloğunun yönetim kadrosunu da töhmet altında bırakma amaçlı Persephobia ise, İran'ın ABD, İngiltere ve İsrail'le ilişkilerinin yeniden bozulduğu şu son dönemle birlikte, küresel elitler indindeki popülaritesini giderek kuvvetlendirmektedir.
Ahmet Taner Kışlalı ve diğer Kemalist, lâik aydın cinayetlerinin tetikçilerinin extremist islâmcılar olmasının yanıltıcı olduğunu; bu eylemlerin arkasındaki 'üst akıl'ın, ABD, İngiltere, İsrail ve Türkiye gizli servisleriyle işbirliği halinde olan Derin Devlet aparatçıklarının olma ihtimalinin yüksek olduğunu düşünüyorum.
7 - Azmettirici üst irade bulunsun, hesap sorulsun!
Türkiye Toplumsal Formasyonu; aralarında habercilerin de olduğu kanaat önderlerinin söylediklerinden, yazdıklarından ve davranışlarından hareketle 'durumdan vazife çıkarma'ya ve kanun dışına çıkmayı da göze alacak denli 'vaziyet alma'ya meyyal 'sınırda kişilik bozukluğu (borderline personality disorder)'na yakalanmış kişilerin azımsanmayacak oranda olduğu bir cemiyettir. Bu yüzden de, kanaat önderleri başta olmak üzere, bütün toplumsal aktörlerin, kamusal alana taşıdıkları eylem ve görüşleriyle ötekileştirmekten ve nefret suçu işlemekten özenle kaçınmaları, kalıcı bir sosyal barışın tesisi bakımından, hayati öneme sahiptir.
Uğur Mumcu’nun, Bahriye Üçok’un, Çetin Emeç, Turan Dursun, Ahmet Taner Kışlalı’nın ve diğer yüzlerce faili meçhul cinayetin maktulünün gerçek katilleri ve bu menfur fiillerin hakiki azmettiricilerinin ortaya çıkarılması; söz konusu faili meçhul siyasal cinayet dosyalarının çözülmesine ve hakiki demokratik ilişkilerin tesis edilmesine katkı sağlayacak, öte yandan da, Türkiye Toplumsal Formasyonu'nun kendisine, çağına ve mezkûr maktüllere olan namus borcudur.
dipnotlar:
(1):12 Mart 1971 Askeri Müdahalesinin tam da arefesine denk düşen bu tarihi görüp de, zamanlama manidar dememek mümkün mü Allah aşkına?
(2): Bülent Ecevit'in Ahmet Taner Kışlalı'yla yollarının kesişmesi, 4 mayıs 1972'de toplanan CHP 5. Olaganüstü Kurultayı'na müteakip, 14 Mayıs 1972'de CHP genel başkanı olduğu günlerin hemen sonrasına rastlar. Ecevit'in; TSK'nın, TÜSİAD'ın, entelijansiyanın, ve, İsmet İnönü başta olmak üzere, CHP'nin dominant figürlerinin temsil etikleri statükocu, elitist ve jakoben politikalara, ve vesayetçi anlayışlara karşı savaş açtığı 1970'lerin ilk yarısında; siyasal yelpazenin tam da merkezinde konumlanmış bir denge insanını, devletçi, vesayetçi ve Sağ Kemalist Kışlalı'yı çekirdek kadrosuna katmaya çalışması, yakın dönem siyasal hayatımızın dilemmalarındadır.
(3): Konumlandıkları politik yelpazenin sağındaki ve solundaki mevzilerinden konuştukları için 12 Eylül Askeri faşist rejimiyle başları belâya giren akademisyenlerin tamamının kendisinden şikâyetçi oldukları Ahmet Taner Kışlalı, bu halin de ima ettiği üzere, tam da 12 Eylül rejimiyle örtüşen bir vesayetçi mantalitenin taşıyıcısıydı.
(4): Daha düne kadar birbirlerini 'Ergenekoncu, darbeci, vesayetçi' ve 'CIA ajanı, şeriatçı, gerici' diye itham ederek ötekileştirmenin alâsını yapan; yek diğerini tekfir ve demonize etmekte hiçbir şekilde sınır tanımayan bu çevrelerin son zamanlardaki yakınlaşması; 'düşmanımın düşmanı dostumdur' argümanıyla, 'dün dündür, bugünse bugün' totolojisinin 'Türkiye Toplumsal Formasyonu Siyasi haritası ve ideolojik halitası'nda çok güçlü bir şekilde hükmünü icra etmeye, ve, tabiri amiyane ile, 'borusunu öttürme'ye devam etmesinin nişanesi olsa gerektir. Bir Anadolu deyişinin dillendirdiği üzere, '40 yıl aynı kazanda kaynatılsalar bile, birbirlerine asla karışmayacak olan şeyler' gibi farklı uzay-zaman koordinatlarından konuşan ve fikriyat ve hissiyatlarının kesişimi, verili süreç öncesinde (ne yazık ki) 'boş küme' mertebesinde olan bahse konu sosyolojik antitelerin, birbirlerinin faziletini aniden keşfederek kuruverdikleri verili simbiyotik kozmos, ve cari mücadele ittifakı, insana, 'Türkiye siyaseti uzun erimli ve ilkesel esaslı olmaktan çok, pragmatik kaygılar temelli ve kısa vadecilikle malûldur' dedirtecek cinsten bir sosyo-politik gerçekliktir.
Bir diğer deyişle, şayet siz, dünyayı; Kemalist, ulusalcı, lâik, lâikçi, ya da, sol ve sosyalizm dairesindeki bazı kesimlerle, kimi liberal, demokrat ve milliyetçi çevrelerin prizmalarından göründükleri haliyle algılıyorsanız, Kışlalı’nın katili, İran tarafından desteklenen extremist 'Selâm Tevhid Örgütü'dür(4).
Öte yandan, meselelere mütedeyyin, muhafazakâr perspektiflerden, ya da, bazı liberal, demokrat ve sol çevrelerle ortak zaviyelerden bakıyorsanız, bu durumda da suikastın olağan şüphelisi, İsrail ile işbirliği halindeki derin devlet yapılanmasıdır.
Lâik ve Kemalist çevrelerin İran'ı töhmet altında bırakan senaryoya prim vermelerinin iç tutarlılığı ve bu tutarlılığı besleyen (kendilerine göre makul) politik bir tarihsel arka plânları vardır. İlk cephe, İslâmi devrimi Türkiye'ye ihraç ederek, yaşam tarzlarını zorla değiştireceği kaygısıyla İran karşıtı pozisyon alırken; 'milliyetçi tahayyül'de kendisine yer bulan 'ülkenin en ince kılcallarına kadar nüfûz eden acemler paranoyası' ise, kökleri bir hayli eskiye, Yavuz Sultan Selim dönemine kadar inen kâdim Şia kaygısından neşvünema bulmaktadır. Bu derin kaygı, modern versiyonu olan aktüel bir 'persephobia'nın mezkûr zihniyet kodlarında kendisine alan açmasıyla güncellenmiş ve pekişmiştir.
Batılı Akıl, yukarıdaki karikatürde tipik bir şekilde vulgarize edilerek gösterildiği üzere, DAEŞ ile İran rejimi arasında ne özde, ne de uygulamada bir fark olmadığını iddia etmekte; bu suretle de aktüel İran rejimini demonize etmektedir. Bu tarzın ABD - İngiltere - İsrail - Mısır - Suudi Arabistan - Ürdün - BAE ittifakının İran'a karşı gerçekleştirecekleri olası bir sıcak savaşın meşruiyetini tesise yönelik olduğu söylenebilir. |
Ahmet Taner Kışlalı ve diğer Kemalist, lâik aydın cinayetlerinin tetikçilerinin extremist islâmcılar olmasının yanıltıcı olduğunu; bu eylemlerin arkasındaki 'üst akıl'ın, ABD, İngiltere, İsrail ve Türkiye gizli servisleriyle işbirliği halinde olan Derin Devlet aparatçıklarının olma ihtimalinin yüksek olduğunu düşünüyorum.
7 - Azmettirici üst irade bulunsun, hesap sorulsun!
Türkiye Toplumsal Formasyonu; aralarında habercilerin de olduğu kanaat önderlerinin söylediklerinden, yazdıklarından ve davranışlarından hareketle 'durumdan vazife çıkarma'ya ve kanun dışına çıkmayı da göze alacak denli 'vaziyet alma'ya meyyal 'sınırda kişilik bozukluğu (borderline personality disorder)'na yakalanmış kişilerin azımsanmayacak oranda olduğu bir cemiyettir. Bu yüzden de, kanaat önderleri başta olmak üzere, bütün toplumsal aktörlerin, kamusal alana taşıdıkları eylem ve görüşleriyle ötekileştirmekten ve nefret suçu işlemekten özenle kaçınmaları, kalıcı bir sosyal barışın tesisi bakımından, hayati öneme sahiptir.
Uğur Mumcu’nun, Bahriye Üçok’un, Çetin Emeç, Turan Dursun, Ahmet Taner Kışlalı’nın ve diğer yüzlerce faili meçhul cinayetin maktulünün gerçek katilleri ve bu menfur fiillerin hakiki azmettiricilerinin ortaya çıkarılması; söz konusu faili meçhul siyasal cinayet dosyalarının çözülmesine ve hakiki demokratik ilişkilerin tesis edilmesine katkı sağlayacak, öte yandan da, Türkiye Toplumsal Formasyonu'nun kendisine, çağına ve mezkûr maktüllere olan namus borcudur.
dipnotlar:
(1):12 Mart 1971 Askeri Müdahalesinin tam da arefesine denk düşen bu tarihi görüp de, zamanlama manidar dememek mümkün mü Allah aşkına?
(2): Bülent Ecevit'in Ahmet Taner Kışlalı'yla yollarının kesişmesi, 4 mayıs 1972'de toplanan CHP 5. Olaganüstü Kurultayı'na müteakip, 14 Mayıs 1972'de CHP genel başkanı olduğu günlerin hemen sonrasına rastlar. Ecevit'in; TSK'nın, TÜSİAD'ın, entelijansiyanın, ve, İsmet İnönü başta olmak üzere, CHP'nin dominant figürlerinin temsil etikleri statükocu, elitist ve jakoben politikalara, ve vesayetçi anlayışlara karşı savaş açtığı 1970'lerin ilk yarısında; siyasal yelpazenin tam da merkezinde konumlanmış bir denge insanını, devletçi, vesayetçi ve Sağ Kemalist Kışlalı'yı çekirdek kadrosuna katmaya çalışması, yakın dönem siyasal hayatımızın dilemmalarındadır.
(3): Konumlandıkları politik yelpazenin sağındaki ve solundaki mevzilerinden konuştukları için 12 Eylül Askeri faşist rejimiyle başları belâya giren akademisyenlerin tamamının kendisinden şikâyetçi oldukları Ahmet Taner Kışlalı, bu halin de ima ettiği üzere, tam da 12 Eylül rejimiyle örtüşen bir vesayetçi mantalitenin taşıyıcısıydı.
(4): Daha düne kadar birbirlerini 'Ergenekoncu, darbeci, vesayetçi' ve 'CIA ajanı, şeriatçı, gerici' diye itham ederek ötekileştirmenin alâsını yapan; yek diğerini tekfir ve demonize etmekte hiçbir şekilde sınır tanımayan bu çevrelerin son zamanlardaki yakınlaşması; 'düşmanımın düşmanı dostumdur' argümanıyla, 'dün dündür, bugünse bugün' totolojisinin 'Türkiye Toplumsal Formasyonu Siyasi haritası ve ideolojik halitası'nda çok güçlü bir şekilde hükmünü icra etmeye, ve, tabiri amiyane ile, 'borusunu öttürme'ye devam etmesinin nişanesi olsa gerektir. Bir Anadolu deyişinin dillendirdiği üzere, '40 yıl aynı kazanda kaynatılsalar bile, birbirlerine asla karışmayacak olan şeyler' gibi farklı uzay-zaman koordinatlarından konuşan ve fikriyat ve hissiyatlarının kesişimi, verili süreç öncesinde (ne yazık ki) 'boş küme' mertebesinde olan bahse konu sosyolojik antitelerin, birbirlerinin faziletini aniden keşfederek kuruverdikleri verili simbiyotik kozmos, ve cari mücadele ittifakı, insana, 'Türkiye siyaseti uzun erimli ve ilkesel esaslı olmaktan çok, pragmatik kaygılar temelli ve kısa vadecilikle malûldur' dedirtecek cinsten bir sosyo-politik gerçekliktir.
Türkiye Toplumsal Formasyonundaki hakim, dominant algı; 1990'larda, her biri benzer tertiplerle öldürülen Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu ve Kışlalı gibi Kemalist aydınların hiçbirisinin gerçek cinayet azmettiricilerinin bulunamadığı merkezindedir. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder