İç savaş Türkiye’sinden insan manzaraları




1 - İstanbul seninle konuşurken, başkasına kulak kabartamazsın!

1979 yılının yazıydı. 3 üniversiteli arkadaş, bir sabah vakti, memleketlerine giden öğrencilerin boşalttığı Kadırga Öğrenci Yurdu'nun önüne attığımız iskemlelerimize kurulmuş, Kâmil abiyle sohbet ediyorduk.

70'in oldukça üzerinde gösteren yaşlı adam; yaz, kış, açık alan, kapalı mekân demeden sürekli taktığı şapkası yüzünden 'fötr' lâkabıyla anılır ve muhitin de 'ağır abiler'inden birisi olarak bilinirdi.


Fötr Kâmil, 60 yıldır içtiğini, her vesileyle ve iftiharla, söylediği sigaranın çatallaştırdığı sesiyle, hırıltılı hırıltılı konuşurken, İstanbul’un çıkardığı sesler çoğu zaman onu bastırıyordu.

Ah İstanbul, güzel İstanbul, efsunlu İstanbul; kısa süreliğine de olsa, nasıl da koparmıştı bizi gündelik gailelerimizden!

Banliyö treninin sesi, gemi sirenlerine; sabah trafiğini oluşturan motorlu araçlarla yayaların uğultusu, şehrin çöplükleriyle sahilleri arasında ring seferi yapan martı çığlıklarına karışıyordu. Türkiye’nin birkaç yıldır yaşadığı ve biz üç üniversitelinin de bir şekilde tarafı olduğu iç savaş sürecinin ağırlığını, kasvetini, dehşetini, stresini adeta unutmuş; kentin serenadına, ahalisiyle söyleşen tarihi Kadırga semtinin mırıltısına terk etmiştik kendimizi.


2 - Devrimci ahlâk ve devrimci tavır, taviz veremeyeceğimiz kabullerimizdi

Fötr Kâmil nefes almaksızın konuşurken, doğrusu bu ya, sürekli aynı şeylerden bahsettiğinden olsa gerek, hiç birimiz de onu can kulağıyla dinlemiyorduk.

Tabii, ayıp olmasın diye, aralarda 'he abi, vay canına, yok ya, alla alla!!' falan deyip sohbeti idare ediyor; böylece, onun gönlünü hoş tutmayı da ihmal etmiyorduk. O sırada odaklandığımız şey, ‘İstanbul sabahı’nı dinlerken, etrafı rasat etmek ve geleni geçeni gözlemekti.

Beyoğlu’nda, Nişantaş’ında, ya da Bağdat Caddesi’nde ‘piyasaya yapan’ yaşıtları genç kızlardan bile daha güzel gözüken 2 travestinin görüş alanımıza girmeleri işte tam o sırada oldu. Travestiler, kırıtarak, adeta cilvenaz modunda, önümüzden geçip uzaklaşırken, bize göz kırpmayı ve davetkâr bakışlarla atmayı da ihmal etmemişlerdi.

O an, her üçümüzün de yaşadığı tam bir bilinç yarılması, esaslı bir benlik parçalanmasıydı. Alt benliğimiz, travestileri bakışlarımızla ‘kesmeye’, hatta onların ardından gidip, ayaküstü de olsa lâflamaya zorlarken; üst benliğimiz ise; yaşadığımız iç savaşın dinamiklerini ve acı gerçeklerini unutmamamız ve devrimci ahlâk ve devrimci tavrı terk etmememiz konusunda uyarıyordu bizi.

Her gün 15 – 20 insanın hayatını kaybettiği Devrimci – Ülkücü savaşının yaşandığı sokaklarıyla; çok değil, daha 6 ay önce gerçekleşen o tahammülfersa Kahraman Maraş katliamının sol cenahta ve Alevilerde neden olduğu acı, öfke ve intikam hisleri ve bunların tetikleyip beslediği ödeşmeci ruh durumuyla; arka plânında, geçmişi asırlara dayanan güçlü ve çok köklü bir Moskof korkusu ve düşmanlığının da olduğu ‘komünistler ülkeyi Rusya’ya peşkeş çekecek; din, diyanet, ahlâk, ırz elden gidecek!’ kabulünün motive ettiği 'sağ, muhafazakâr, mütedeyyin argümantasyon'la; emekçilerin sendikal mücadelelerinden çok şikâyetçi ve endişeli olan ve gidişatı kabul edilemez bulan hakim sınıflar ittifakının ve yönetici elitin, sürecin başından beri sol, sosyalist bloğun karşısında ve ülkücülerin yanında duran kısa vadeci ve antidemokratik mahiyetteki politikalarıyla; her geçen gün katlanarak artan bir 'keder, yas, öfke ve mukabele-i bilmisil biriktirme hali'nin toplumsal bellekte oluşturduğu travmalarla; ülkenin yarınına ve çocuklarının istikbaline dair endişe ve kaygıdan başka bir şey tasavvur edemeyen kolektif bilinciyle; örselenmiş, yaralanmış, sakatlanmış, giderek de paramparça olmuş toplumsal dokusuyla; içerisine hapsedildiği o karabasandan, o ‘cinnet mustatili’nden nasıl kurtulacağının bilgisine sahip olduğuna dair ufacık bir ümit ve ipucu bile veremeyen ‘ortaklaşa gelecek tahayyülü’yle Türkiye Toplumsal Formasyonu; insanlarının neşelenmeyi unuttukları, eğlenmeyi zûl addettikleri, hayattan zevk almayı günah saydıkları bir memleket haline gelmişti.

Ahlâki ve kültürel kodlar bakımından, mücadele halinde oldukları ülkücüler ve akıncılarla pek çok ortak noktaları olan devrimci gençler,  istisnai vak’alar sarfı nazar edildiğinde; muarızı ve muhasımsı oldukları kesimlerin maksatlı ve vazifeli bazı unsurlarının, psikolojik harp ve algı operasyonu çerçevesinde iddia ettikleri ve genel kamuoyunun nezdinde de oluşturmayı başardıkları algı ve zannın aksine; hayatın küçüklü büyüklü zevklerini ellerinin tersiyle iten, ‘dünyadan kâm almayı’ devrim sonrasına erteleyen, ‘kadın – erkek’ ilişkisine neredeyse manastır hayatı penceresinden bakan aseksüel ve çilekeş bir hayat tarzının failleriydiler.

3 – Devrimci gençler, aslında, muhafazakâr hayatlar yaşıyordu

Devrimci gençlerin; topluluk içinde yüksek sesle kahkaha atmanın; görünür bir şekilde sakız çiğnemenin ve çikolata yemenin; kamusal alanda karşı cinsin elini tutmanın, omuzuna sarılmanın, onunla gülüşerek yakın mesafeden konuşmanın; Amerikan markaları taşıyan giysileri ve özellikle de Amerikan ‘Kotu’nu giymenin; lüks lokantalara gitmenin ve yoksulların yiyemeyeceği yemekleri yemenin; figüratif ve toplumcu gerçekçi ekolden olmayan plastik sanatlarla ve edebiyatla ilgilenmenin; halk türküleri ve devrimci marşlar dışındaki müzikleri dinlemenin ve icra etmenin; sosyal içerikli, sol mesajlı ve sloganlı filmler ve piyesler dışında sinema ve tiyatroyla hemhal olmanın; (sadece kendilerine ait olan) fraksiyon dergileriyle, (sadece muteber addettikleri) sosyalist ve komünist liderlerin ve teorisyenlerin yazmadığı dergileri ve teorik, ilmi, akademik kitapları okumanın çok da hoş karşılanmadığı bir sosyalist tahayyülün biçimlendirdiği devrimci ahlâk kodlarıyla davrandıkları göz önünde bulundurulduğunda; yaşları 19 – 21 arasında değişen 3 delikanlının, yukarıda paylaşılan hayat pratiğini, travestilerle yüzleşmeyi yaşadığında, içine düştükleri sıkıntının, öyle basite alınabilecek bir kimlik problemi olmadığını; bunun, insanı, ontolojik boyutu da olan çok kompleks bir problemin nesnesi kılabileceğini kabul etmek durumundayız.


4 - Engin hayat tecrübesi, teoriye her zaman galebe çalar!

Kâmil abi, eski kulağı kesiklerden tabii, şıp diye anlayıverdi içine düştüğümüz o zalim çelişkiyi, girdabına yakalandığımız o esaslı açmazı.

Yukarıdaki yapmaya çalıştığım ‘hayatın problemlerini teorik olarak kuşatarak anlama ve anlamlandırma’ işini Fötr Kâmil; 40 dereden su getirmeden, tonla teorik referansa başvurmadan; basit, kısa ve bilgece bir şuurla mücehhez bir tarzla, adeta tereyağından kıl çekercesine, şıp diye yapıveriyordu. Onun, o son derece de zengin hayat tecrübesi sayesinde oluyordu bu.

Uzaklaşıp giden travestilerin ardından, çok ama çok istememize karşın, bırakınız gitmeyi, onlara doğru düzgün bakmayı bile beceremememiz ve üstüne üstlük bir de, onları ayıplarmış gibi iğreti bir tavır takınmaya kalkmamızı müstehzi ve ama, anlayışlı bir bilge edasıyla ve tabii ki sevecenlikle karşılayan yaşlı dostumuz, ‘size bi şey anlatıcam çocuklar’ diyerek lâfa girdi ve oluşan sıkıntılı havayı anında dağıtan ve bizi ağzına baktıracak denli sohbetine kilitleyen bir anısını anlatmaya başladı.

'Bi gün, geçmiş zaman valla, bi 30 yıl kadar önce, Ednan beyin (Menderes'e öyle derdi) Demirkıratının iktidarının ilk günleri felan. Ben de o vakit 40'larının başında, filinta gibi bi delikanlıyım, anadın mı...

5 – Kahvede fazla iddialı kumar; aman dikkat, sonra maraza çıkar!


Biraz ötede, Kadırga Merkez Kahvehanesinde oturmuşuz; epeyce, şöle aralıksız rahat bi 10 saat kadar, okey çevirdikten sonra, baktık, saat sabahın 3'ü olmuş; hadi, bi de çanak yapalım, cilalayalım bu muhabbeti dedik. Nöbetçi memurların tamamı karakolda kestiriyo olduğundan, o saatte izinsiz kumar oynanıyo mu diye yapılacak bi baskında sakata gelme şansımız neredeyse sıfırdı. Rahatız annayacağınız.

Zavallı kaveci, gözleri kan çanağı olmuş bi halde, uykusuzluktan geberik vaziyette yani, 'Allah aşkına gidin de dükkânı kapatıp yatayım; sabah 06.30'da açacam bu meret yeri yine!' dercesine, yalvaran nazarlarla bakıyodu bize.

Ama kimin umurunda; sabah ezanını duymadan eve girmeyenler tayfasıydık biz. Ve tabii ki, 23.30'dan beri de, mekânın son masaydık.

Toplam 7 kişiydik, 'Kadırga Merkez Kavanesinin demir leblebileri' derdi maalleli bize. Yediğimiz, içtiğimiz birdi. Bi de şu var ki, hepimiz mahallenin lâfı dinlenen, sayılan, korkulan 'abileri'ydik; o zamanlar külhanbeyi denirdi bizim gibilere, neden sonra çıktı o kabadayı lâfı felan.

Başladık çanak oynamaya; dördümüz oynuyo, üçümüz yandan takılıyo, yancılık yapıyo annadın mı.

Ne hikmetse acaip şanslıyım, her eli kazanıyorum. Önüm, arkadaşlardan üttüğüm mangırlarla tepeleme doldu. Hem yancılar, hem de diğer oyuncular takılıyolar, şamata yapıyolar; kimisi Hacı Abdullah'ta yemek ister, kimisi Tünel'deki terzi Dimitri Avromopulo'dan gömlek! Ben de kırmıyorum, 'he he, bakarız, lâfı mı olur, yemek seni itin olur, gömlek senin itin olur' felan deyip geçiştiriyorum işte.

6 – 1950’lerin başında gay ne anlama geliyordu?

Bi ara, sol omuz başımda, ayakta dikelen Çopur Salih, sırtıma hafifçe vurup, 'bre Kâmil, gey misin nesin bilader! bu nasıl şansmış böle' deyiverdi.

Olay 50'lerde geçiyo, gey mey çok yeni henüz, bilen yok anadın mı.

'Ne dedin sen?' dedim. İkiletmeden cevapladı Salih, bir taraftan da sırıtıyodu: 'abi, bildiğin ipine işte, kulampura annayacan, acaip şanslıymış kumarda onlar'.

Öyle Sibirya'dan, Balkanlardan felan değil, direk kuzey kutbu cihetinden dondurucu bi rüzgâr esti aniden ve kaveanenin içini anında dolaşıverdi. Salih ve benim dışındakiler, nefeslerini tutmuş, n'olacak diye bekliyolardı.

Salih, yüzümün kireç gibi olduğunu görünce panikledi, 'abi, latife be,.... Kâmil abi, aklım sıra ecnebi lâf ettim işte. geçen berber Hüsam Berber'in dükkânda, koleje giden semtim ekalliyetten çocukları konuşuyodu, bi Amerikan filminde duymuşlar, ordan kalmış aklımda, sen,..., ıhh, sen şey yapma abi....,özür dilerim abi, özür...!!!'

Sol kolumla masayı altından kaldırıp diğerlerinin üzerine yıkıvermemle; ayağa fırlayıp sağ elimle kuşağımdaki, babam ve benim gibi namlı ve belâlı külhanilerden olan, büyükbabamın yadigârı, 100 küsur hasmının kanıyla beslenmiş, saldırmayı 'bismillah!' deyip çekmem bir oldu.

7 – Bir kere can yaktın mı, tiryakisi olur, sürekli yakarsın!

Salih, akıbetini anlamış, ancak, zifiri karanlıkta ışık tutulmuş tavşan misali felç olmuş, öyle bakıyodu. Saldırmam karnına girdiğinde, sadece 'ınghhh.....' diyebildi!

Sırt üstü yıkılınca, tepesine binip seri şişlemeye başladım. Adeta mitralyöz gibiydim anadın mı....

Tahminimce 50, 60 kere saplamış olmalıyım; zirâ, arkadaşlar beni onun üzerinden aldıklarında, Salih'in barsaklarının yarısı, dalağı, midesi falan ellerimdeydi.

'Atın bu şerefsiz leşi dışarı; eve gidip yatıcam; az dinlendikten sonra, mapusane bavulumla teslim olurum, hadi hayırlı sabahlar!' dedikten sonra, mesanemi boşaltmak için kaveanenin memişhanesine gittim. Kan ve organ parçalarıyla dolu elbiselerimin, elimin, yüzümün ilk temizliğini de orada yaptım. Bi de, aynada uzun uzun suratıma bakıp, ‘ilk leşin bu işte Kâmil; bakalım akıbetin n’olacak!?’ diye geçirdim içimden. Sonrasında onlarca benzeri cürmümün daha olacağını ve toplamda 20 yıla yakın bir mapusluk çekeceğimi sanki az buçuk çakozlamış gibiydim.

Memişhaneden çıkınca, gözlerinde o aynı şaşkın tavşan bakışıyla bağırsakları boğazına dolanmış vaziyette, kendi kanının gölünde uzanmış yatan cesede yaklaştım; suratına suratına 2, 3 sıkı tepük savurdum. Hırsım yatışmıştı acık.

Dakikalardır taş kesilen arkadaşlar, nihayet hareketlendi ve koluma girip beni dışarı çıkardılar.

Yüzüme çarpan sabah ayazı iyi gelmişti. Deniz kıyısındaki bi bankta güneşe ve ciyaklayan martılara 'meraba!' dedim; sonra, eve gidip bi duş aldım, mapusane bavulumu hazırlayıp, semt karakoluna teslim oldum.

27 Mayıstan sonra çıkan genel affa kadar da, temiz bi 9 yıl yattım.

Yaaa, işte böyle, bize gey misin dedin mi, sonun bu çeşit olurdu anadın mı! Bi de zamane gençliğine bak!. Neydi o demin geçen o kızlar misal, tööbe, töbe!....'

Kâmil abinin bu anısı gerçek miydi, uydurma mı, bilmek mümkün değil tabii. Öte yandan, bu hikâye, onu adeta kulak kesilerek dinleyen biz 3 kafadarın gecelerce rüyalarımıza girdi, sıkı kâbusumuz oldu.

O günden beri, tamı tamına 36 yıldır, hiç kimseye, şakayla da olsa, 'gay misin?' demek cesaretini bulamamış olmam, bende travmatik tesirlere neden olan bu anım yüzünden olsa gerektir (*).


(*) Bu metni, diğer birçokları gibi, başka mecralarda da paylaştım. Onlardan birisinde, metnin altındaki yorumlar bahsinde 'gay kavramının 1950'lerin başında 'erkek eş cinsel' karşılığında kullanılıp kullanılmadığına dair bir itiraz dillendirildi. Bir ayrıntı olsa da, soruyu önemsiyorum. Öte yandan, mezkûr metnin kritiği söz konusu olduğunda, 'Fötr Kâmil ve anlattıkları gerçek midir, yoksa kurmaca mı?' demenin daha kuşatıcı olduğunu ve bunun, esasa dair bir hayati sorgulamaya referans verdiğini düşünüyorum. Bu iki sorunun olası cevaplarının oluşturduğu argümanlar setine kısaca bakalım derim:

(i) Hafızası Fötr Kâmil'e oyun oynamış ve 1970'lerde yaygın bir şekilde Türkçede kendisine kullanım alanı açan kavramın bu içeriğini, anakronik bir şekilde daha eski bir anısına projekte etmiş olabilir pekalâ. 
(ii) Yaşlı külhaninin '.bn.' ya da p.şt' demiş olmasına karşın, metnin yazarının gay'i tercih etmiş olabileceği de ihtimaller arasındadır tabii ki. 
(iii) Fötr Kâmil'in hayalhanesi çok geniş bir 'Acem avcı' karakterine sahip olduğu ve söylediği her şeyin de palavraya nispet ettiği gözlerden ırak tutulmaması gereken bir başka olasılıktır. 
(iv) Nihayet, Fötr Kâmil karakteriyle onun anlattıklarının, bu satırların müellifinin hayalhanesinin eseri olduğu göz ardı edilemeyecek bir başka olası devam yoludur. 

YAZAR'ın ve onun kadiri mutlak olduğu 'BÜYÜK HARFLERLE KONUŞAN ANLATI'ın öldüğü'; okurların (politik duruşları, ideolojik bagajları, entelektüel arka plânları, psikolojik yükleri, sosyal mevkileri ve mevzilenişleri üzerinden) yaptıkları okumaların yarattığı 'küçük harfli anlatılar'ın söz konusu olduğu 'post-postmodernist (metamodernist) çağda; yukarıdaki olasılıklar setinin hangi argümanını benimseneceği, ya da tamamen farklı bir başka iddianın peşinden mi koşulacağı okurun bileceği bir iştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder