Başta Akira Kurosawa olmak üzere,
Dersu Uzala'ya emeği geçenlerin
önünde saygıyla eğiliyorum.
1 - 'Her kişinin bir maksadı olmak gerek'
11. asrın başlarında, savaşçılığıyla tanınan bir Moğol kavmi yaşardı iç Asya'da. Toprağı çorak, iklimi kurak ve arazisi taşlık olduğu için hayvancılık ve el sanatlarıyla uğraşan bir topluluktu bu. Yetiştirdiği okçuları ise dünyanın en iyileriydi. O çağda yaşayan en büyük ok ustası ve hocası olan bir bilge kişi, yaşı 80'i geçmiş olan Ataok da o kavmin bir ferdiydi. Ataok'un en sevdiği talebesi, ufak tefek, çelimsiz, köse bir çocuktu. Derdevur isimli bu çocuk 18'inde olmasına karşın, taş çatlasın 14 - 15'inden fazla göstermiyordu.
Ataok öyle iyi yetiştirmişti ve talebesi de öylesine yetenekliydi ki, Derdevur henüz 18'inin içindeyken, yerden yüzlerce metre yukarıda uçan kartalları vurabilir hale gelmişti. Bu durum Ataok'u gurura sevk ediyor, Derdevur'un her isabetli atışından sonra 'her kişinin bir maksadı olmak gerek, seninki uçanı kaçanı vurmak' demekten kendini alamıyordu.
2 - 'Artık attığını vurur oldun'
Derdevur'un 18 yaşını doldurup 19'undan gün almasına sayılı gün kaldığında, ustası onu karşısına oturtup (çok sonraları 'kariyer plânlaması' diye anılacak olan) önemli bir nasihatte bulundu:
'Oğlum, bu saatten sonra sana öğretebileceğim bir şey kalmadı; çünkü 'attığını vurur, vurduğunu öldürür oldun'. Şimdi Zirvetepe'ye gidecek, onun eteklerindeki yaylada
inzivaya çekilmiş olan Uzletbaba'dan ders ve feyz alacaksın'. Derdevur hocasını bu talimatını ikiletmedi. 'İnsanın kafasına koyduğu her şeyi yapabileceğine, her gaileyle başa çıkabileceğine, her derde derman bulabileceğine' sebepsiz yere inanmasına neden olacak güzellikte bir Nisan sabahı, güneş henüz yükselmeye başladığında, hocasının ve ebeveynlerinin helalliğini alıp, sadece o yörenin değil, aynı zamanda bütün Asya'nın da en yüksek tepelerinden olan Zirvetepe'ye doğru yola çıktı.
Aradan 7 bahar ve 7 yaz ve 7 güz ve 7 kış geçti. Ataok elden ayaktan düşüp evine kapandı. Ailesi, yakın arkadaşları ve hocasından başka Derdevur'u hatırlayıp anan, genç yaşta gurbete çıkan okçu için dertlenen kimse kalmamıştı artık.
3 - Bir yaz sabahı çıkageldi!
Derken, aynen yola çıktığı gibi, yine bir Nisan sabahı dönüverdi Derdevur.
Kurdun bir kuzu kapmasının, soğuk algınlığının bir yaşlının ya da bir bebenin canını almasının, besi hayvanlarının ikiz doğurmasının önemli kabul edilip günlerce konuşulduğu yörede, 7 yıl sonra gerçekleşen bu sılaya dönüş sadece günün değil, ayların, belki de yılların en sıra dışı olayıydı. İşte bu yüzden, haber obaya bir şimşek gibi düşmüş; hayvanlarını otlamaya çıkaran çobanlar, sürülerini o kocaman köpeklerine emanet edip köye koşmuş; demirci, çömlekçi, derici, değirmenci, baytar, şaman, müneccim gibi sanatkârlar ellerindeki işleri tezgâhlarına bırakarak çıraklarıyla birlikte okçunun evine gitmişti. Evet, söylenti doğruydu: evinin önünde annesi, babası, kardeşleri, akrabaları, komşuları ve tabii ki hocasının oluşturduğu kocaman bir sevinç yumağının merkezindeki o kavruk genç Derdevur'dan başkası değildi!
Durmadan konuşan, iştahla anlatan, bıkıp usanmadan cevaplar veren Derdevur, aradan geçen 7 yıl boyunca, 4,000 metre yüksekliğindeki bir platoda yaşamanın etkisiyle olsa gerek, bayağı esmerleşmiş, derin çizgilerin hoyratça iz bıraktığı sert yüz hatlarına sahip olmuştu. Köse suratında çıkan tek tük kıllar ise neredeyse göğsüne kadar inmiş; bu hal ona gizemli ve mistik bir aura kazandırmıştı.
O gece Derdevur, ailesi ve hocası Oba Hanı'nın çadırında ağırlandı. Han, yemeğe başlamadan şöyle dedi: 'Tez haber salınsın, bir ay dönümü sonra, dolunay yeniden çıktığında, 7 komşu obayı şölene davet ediyorum. O obaların ahalisi, kendilerine komşu yedişer obadaki akrabalarını da davet edecek. Bu kutlu olay kutlanacak ve yeni ok ustamız bizlere marifetini gösterecek'.
Han'ın davet ettiği insan sayısı kabaca 15,000 civarındaydı. Bu boyuttaki bir şölene, o kuraklık koşullarında, 4 hafta içinde hazırlanmak, onca insanı ağırlamak, o çağda ancak Çin İmparatorunun altından kalkabileceği bir gaileydi.
4 - Büyük şölen ve büyük 'Hayret!'
Göçer kavimlerin imece usulü yaşaması ve yardımlaşma esaslı davranması, bu büyük şöleni altında kalkılır bir mükellefiyete dönüştürmüştü. Davetli obalar, şölenden günlerce önce yola çıktıklarında, mobileze olan insanlarını doyuracak canlı hayvanı, sütü, peyniri, tereyağını, kavurmayı, balık konservesini, kımızı, basdırmayı, sebze ve meyve kurusunu da yanlarına almayı ihmal etmemişlerdi. Şölenden bir hafta önce, ziyafetin verilip kutlamaların yapılacağı Büyük Mera'da 15,000 insan kapasiteli devasa bir çadır kent inşa edilivermişti. Misafirler, ev sahipleriyle birlikte hummalı bir tempoyla yemek yaparken; bir taraftan da, şölenin gösteri kısmını şenlendirecek olan sanatçı, sporcu, dansçı, binici ve okçular provalarını sürdürüyordu.
Nihayet 20 yıldır bir benzeri yaşanmamış olan ve büyük bir heyecanla beklenen o gün geldi çattı. 15,000 göçer, adet olduğu üzere, güneşin gökte en yükseğe çıktığı sırada, Büyük Mera'da kurulan yer sofralarına oturdu. Ayın güneşle buluşacağı 15 saat sonrasına değin sürecek olan ziyafetin tertip düzeni gereği; Oba Hanı, 7 komşu obanın hanları ve müneccimleriyle aynı sofradaydı. Şölenin onuruna düzenlendiği Derdevur ve hocası Ataok da onun sağında ve solunda oturtulmuştu. Han 'hoş geldiniz, şeref verdiniz' temalı kısa konuşmasını, şölene vesile olan genç okçuyu ve hocasını överek bitirdi.
Saatlerce süren ve onlarca çeşit yemeğin birisinin gidip diğerinin geldiği ziyafet faslı sırasında çok ilginç ve başarılı gösteriler yapılmasına karşın, herkesin gözü, kulağı ve aklı Derdevur'daydı. Güneşin yavaş yavaş ufka doğru alçaldığı sırada, birdenbire davullar çalmaya, borazanlar ötmeye başladı. Oba Han, Derdevur ve Ataok'u da yanına alarak, yüzlerce yer sofrasının ortasındaki, gösterilere ayrılmış olan boş bölgeye geldi. 'Obamızı, hanımızı, hanemizi şereflendiren değerli konuklar; şimdi de ok ustamız, Zirvetepe'deki Uzletbaba'dan ders ve feyz almış olan genç okçumuz bizlere obasına, atasına, töresine, hanına, hanesine, ailesine ve hocasına lâyık olduğunu kanıtlayacağı unutulmaz bir maharet gösterecek' diyen Oba Han, kuşaklardır han sülalesince kullanılan kıymetli taşlarla süslü yayını ve murassa sadağından da bir oku Derdevur'a uzattı.
Han'ın uzattı yayı ve oku alan Derdevur, yaklaşık olarak 1,000 metre yüksekte süzülen bir çift kartala odaklanmıştı. Meydanı dolduran 15,000 can adeta ölüm sessizliğine büründü. İşte ne olduysa tam o sırada oldu; okçu, Han'ın verdiği yay ve oku yavaşça yere bıraktı. Meydandan önce büyük bir şaşkınlık nidası yükseldi: 'AAAAAAAaaaaaaaa...!!!' Han'ın suratı 'uğru girmiş otağ' gibi allak bullak olmuştu. Meydanı kaplayan mırıltılar şimdi yerini kızgın seslere ve bağırıp çağırmalara bırakmaya başlamıştı. Koluna giren iri yarı bir genç ve öbür eliyle tuttuğu bastonu sayesinde ayakta durabilen Ataok, aniden öfkeli bir kurt misali kabardı ve insanüstü bir hançereden çıktığı izlenimi uyandıran bir sesle ve istisnasız duyan herkesin kanını donduran bir tonda haykırdı: 'SUSUN VE İZLEYİN!!!'
Sustular ve izlediler.
5 - 'Sadece attığını değil.....
Derdevur, hocası Ataok'un çıkışı sayesinde yeniden ölüm sessizliğine gömülen o 15,000 çift göz bebeğini tarayabilseydi şayet, bunların her birisinde kendi suretini görebilecekti rahatlıkla. Okçu dikkatle baktığı kartallardan iri olanın erkek, diğerininse dişi olduğunu, bir kartal ailesini gözlediğini anlamıştı. Hemen ardından o, bir taraftan kartal çiftine odaklanmaya devam ederken, yanı sıra da hayali bir yayı germeye ve ona yerleştirdiği hayali bir oku atmaya hazırlanıyor gibi yapmaya başlamıştı. Kalabalıktan yükselen 'ne yapıyor bu?', 'deli mi ne?', 'bizimle dalga geçiyor bu adam' gibi itiraz mırıldanmaları yerini daha üst perdeden dillendirilen homurdanmalara bırakmaya başlamıştı ki, Okçu hayali okunu fırlatıverdi.
15,000 çift göz gökyüzüne kilitlendiği sırada, Derdevur batan güneşin ufuk çizgisinde yavaş yavaş erimesine dalmıştı. Birlikte süzülen kartallardan iri olanı birden duruverdi; ardından da kurşun misali yere, tam da Okçu'nun ayakları dibine düştü. Binlerce kişinin boğazından, ses tellerinden, hançeresinden ve diyaframından aynı anda boşalıveren o görkemli inleme, o güçlü 'OOOOAAAAAAAAOOOOHHNNNNNN!!!' nidası maruz kalanı sarhoş edecek derecede çarpıcı ve şaşırtıcıydı.
Oba Hanı'nın iri yarı iki muhafızı, Han'ın işaretiyle bir koşuda kartalı yerden kaldırıp halka gösterdi. Kanat açıklığı 2.5 metreye varan kaya kartalının kalbinin olduğu yerde minik bir kan lekesi vardı.
Okçu onu oksuz vurmuştu!
6 - ....atmadığını da vuruyor!'
Şölenin yapıldığı mera alkış ve ıslıktan yıkılıyor; bir mucizeye tanık olmanın neden olduğu toplumsal histerinin tesirindeki insanların bazıları haykıra haykıra ağlarken, bir kısmı da abartılı tonda kahkahalar atıyordu. İstisnasız hepsinin ortak paydası ise, etrafında Han'ın özel muhafızlarının bir güvenlik çemberi oluşturduğu Derdevur'a karşı hissettikleri o çok güçlü hayranlık duygusu ve dokunma arzusuydu. Doğaüstü bir fevkalâdeliğe muhatap olmanın neden olduğu bu anomi yerini yavaş yavaş aklıselime bırakır, ortalık usul usul yatışırken; Oba Han'ı Ataok'a 'ne diyorsun buna?' diye sordu. Yaşlı usta 'Derdevur, bir benzerinin gelmesi çağlar boyunca imkânsız olan bir ok ustası olduğunu kanıtladı. Değil mi ki sadece her attığını değil, atmadığını da vurabilmektedir; o halde O, artık sadece okçu değildir, ok ve yaydır da! O, benden de, benim ustamdan da, Uzletbaba'dan da, işte bu yüzden, daha büyük bir okçudur artık' cevabını verdikten sonra talebesinin koluna girerek çadırına doğru yavaş yavaş ilerlemeye başladı.
Derdevur'a dikkatle bakanlar, onun, dişi kartalın aşağıya doğru yaptığı birkaç yüz metrelik pikten hemen sonra attığı o acı çığlığa birkaç damla göz yaşıyla mukabele ettiğini mutlaka fark etmişlerdi.
Misafirler gitmiş, hayat normale dönmüştü. Kulaklarındaki ve vicdanındaki o çığlığı susturmaya muvaffak olamayan Derdevur ise bir türlü huzur bulamamıştı. Serin bir Eylül sabahı, güneşin ufuk çizgisini eriterek yavaş yavaş yukarıya doğru hamle etmeye başladığı sırada, hocasının huzuruna çıkan Okçu, adeta inleyerek açıkladı ruh halini: 'Acı Su'ya gitmeye karar verdim; başka türlü hayatıma devam edemeyeceğim'. Acı Su, deniz seviyesinden onlarca metre aşağıda, anormal tuzlu ve mineralli olan küçük bir göldü. Yaşama koşulları o derece ağırdı ki, civardaki kavimlerden olup da, maddi alemle irtibatını keserek tefekküre dalmak için orayı tercih edenlerle, obası tarafından bir sebeple aforoz edilip buraya sürülenler arasından geri dönene o güne değin pek rastlanmamıştı.
Talebesinin gözlerinde iç içe geçmiş olarak ikamet eden keder, hüzün ve kararlığı gören Ataok'un elinden, Derdevur'a sarılmak ve 'sadece şudur sözüm: sağ salim dönmeni ve seni karşılayabilmeyi diliyorum evlâdım' demekten başka bir şey gelmemişti.
Serin bir Eylül sabahı, güneşin kendisini ufuk çizgisinin üzerine atmayı başardığı bir sırada obasını arkasında bırakan Derdevur, Acı Su'ya doğru olan uzun yürüyüşüne işte böyle başlamıştı.
Aradan 9 sonbahar ve 9 kış ve 9 ilkbahar ve 9 yaz geçti. Yöreyi kasıp kavuran bir çiçek salgınında, Derdevur'un bütün ailesiyle Oba Han'ın da arasında olduğu yüzlerce kişinin hayatını kaybetmesi işte bu döneme denk düşmüştü. Gözleri görmeyen, yatalak olan ve sık sık bunama emareleri gösteren; buna karşın, zihninin berraklaştığı nadir zamanlarda 'Acı Su'ya gitti, dönecek, Derdevur dönecek, atmadan vuran okçu dönecek!' diye yüksek sesle söylenen Ataok da olmasa, Okçu bütünüyle unutulacaktı.
Puslu bir Eylül sabahı, obanın köpekleri adeta çıldırmışcasına havlamaya başladılar. Çadırlarından fırlayan ahali olmasa, iskelete dönmüş ve güneşten kapkara kesilmiş bedeni yarı çıplak olan meczubu çoban köpeklerinin parçalaması işten bile değildi. Açlık ve susuzluktan ölmek üzere olan zavallı adam adeta fısıldarcasına şunları söyleyebildi: 'Ataok'a 'döndü' deyin'
7 - 'Atmadan vurmanın, vurmadan öldürmenin ötesi de var mı?''
9 yıl önce bir Eylül sabahı ayrılan Derdevur, yine bir Eylül sabahı dönmüştü obasına. Ancak, önceki dönüşünden farklı olarak, bu kez onu tanıyan bir Allah'ın kulu bile çıkmamıştı!
Tanımadıkları bir Meczubu, 100 yaşını devirmiş bir bunağa götürmeye üşenen ahali, bir çocuğu Ataok'un evine yollamakla yetindi. İçlerinden vicdanlı biri Okçu'yu beklerken, diğerleri çadırlarına döndü.
Haberi alan Ataok, bakıcısının hayretten dışarı fırlayan gözleri önünde doğruldu. 5 yıldır mahkûm olduğu yatağından kalktı, gören bir insanın rahatlığıyla giyinip çevik adımlarla Okçu'nun yanına gitti. 10 yaşında bir çocuğun cüssesine zar zor sahip olan talebesini kucaklayıp çadırına yöneldiğinde, bir taraftan 'döneceğini biliyordum ve seni bekliyordum evlâdım; beni yanıltmadığın için teşekkür ederim ustam, beni üzmediğin için sağ ol büyük okçu' diye diller döküyor; diğer yandan da gözlerinden boşalan sicim misali yaşlarla Derdevur'un yüzünü ve bedenini yıkıyordu.
Ataok, çadırına taşıdığı Derdevur'a tam bir ay boyunca baktı. 100 yaşındaki yatalak, bunak ve kör bir insan müsveddesinin bu 'dirilişi' ve bu gayret ve çalışma patlaması, oba sakinlerince kâh onun şaman ataları üzerinden ve kâh, sağlığı karşılığında ruhunu albızlara verdiği varsayımıyla açıklanmaya çalışıldı. Bu spekülasyonlara asla prim vermeyen ve kulak asmayan yaşlı adam, talebesini öyle mükemmel besledi, bitkilerden, hayvan iç organlarından, kimi mineraller ve kristallerden yaptığı terkiplerle öyle harika tedavi etti ki; Okçu'nun ne bedenindeki yanıklardan, ne ciğerlerindeki ve böbreklerindeki iltihaplardan ve ne de geçirdiği son safhaya gelmiş olan o zafiyetten zerre miskal mertebesinde bir iz bile kalmadı.
Bir ayın sonunda ayaklanarak oba içinde dolaşmaya başlayan Okçu, 50 kiloya vuran ağırlığıyla, 9 sene önce, Acı Su için yola çıktığı zamanki ağırlığı olan 60 kiloya da epeyce yaklaşmış oldu. Ataok'la beraber, onun çadırının önünde bağdaş kuran ve yaşlı ustanın yaptığı manda kaymaklı ve buzlu meyve salatasını yiyen Derdevur, kendilerine doğru yaklaşan silahlı bir grup adamı ve aralarındaki soylu olduğu anlaşılan genci görünce bir an için irkildi. Ataok'un 'endişelenme, dostumuz onlar' deyişiyle biraz sakinleşse de, gelenlerin kim olduğunu anlamak için delici nazarlarla bakmaktan kendisini alamıyordu. 'Beni tanımadın mı?' diye sordu soylu genç. Derdevur'un dudaklarından 'Boğaçkan, Oba Han'ın en küçük oğlu!' cevabı adeta istemsizmişcesine dökülüverdi. Derdevur'dan 10 yaş genç olan ve onu çocukluğunun idolü olarak görüp büyük bir hayranlık besleyen genç soylu 'babamın, amcamın ve üç ağabeyimin öldüğü o çiçek salgınından beri, 5 yıldır 'Boğaçkan Han' deniyor artık bana' diyerek bastı kahkahayı.
İki çocukluk arkadaşı candan kucaklaştılar. Okçu'nun çelik mengeneleri andıran kollarından neden sonra sıyrılan Boğaçkan Han, coşku dolu bir acullukla devam etti: 'çok vaktim yok Okçu, beni iyi dinle. Birkaç güne kadar Roma diyarına karşı sefere çıkacak olan Moğol ordularına katılacağım. Ancak, ondan önce, Acı Su'ya gittiğin 9 yıldır neredeyse hiç aklımdan çıkmayan bir şeyi yapmamız lâzım'. Derdevur'un 'ama benim sağlığım...' diye başladığı itiraz girişimini, sinirlendiğini belli eden bir jestle engelleyip 'sözümü kesme, acelem var dedim ya! Müneccimim dün gece yıldızlarıma baktı ve Roma ile yapacağımız cenkte başarılı olmam için, yanımda mutlaka bir 'Kral Kartal padalyası' olması gerektiğini söyledi (i). Buna, atamdan ve ailemden birinin ona bir türlü sahip olamadıkları gerçeğini eklersen; doldurulmuş kuşu otağına koyan soyunun ilk ferdi olmanın benim için neden bu denli hayati olduğunu anlarsın. Bu demektir ki, Zirvetepe eteklerine gideceğiz; sen orada, kuşun az hasar görmesi için, 9 yıl önceki o şölende yaptığın gibi, ok ve yay kullanmadan, görkemli bir erkek kartalı indivereceksin ayaklarımızın dibine. Yarın gün doğmadan yola çıkacağız, buna göre yap hazırlığını' diyerek kestirip attı.
İnsan kılığındaki bir karınca kadar hareketli ve içine cin girmişcesine huzursuz (çok sonraları buna hiperaktif denecekti) olan Boğaçkan Han'ın çadırı terki ile oluşan rahatsız edici vakumu dolduran o derin sessizlik ve kuşatıcı dinginlik, Derdevur'un 'gelmiyorsun ve dinleniyorsun' diyen, Ataok'un ise 'itiraz etme, geliyorum!' şeklinde tercüme edilebilecek olan bakışlarıyla adeta dilim dilim doğranmıştı.
Boğaçkan Han liderliğindeki kafile ertesi sabah, güneş doğmadan yola çıkmıştı.
Derdevur'la neredeyse bitişik düzen ilerleyen Ataok'un zihnini yolculuk boyunca 'atmadan vurmak, vurmadan öldürmek avcılıkta ve atıcılıkta son menzil mi; yoksa bunun da ötesi var mı?' düşüncesi meşgul ederken; Okçu ise ikide bir geçmişten, 9 yıl öncesinden gelen acı bir çığlıkla, bir dişi kartalın bedduasıyla irkiliyordu.
8 - Zirve yolunda
Genç Han'ın muhafızlarıyla birlikte toplamda sayıları bir düzineyi bulan kafile sakinleri, uyumak ve yemek için verdikleri birkaç saatlik ara dışında, altlarındaki dayanıklı İç Asya atlarını çatlatırcasına koşturarak, 36 saatte varmıştı Zirvetepe eteklerindeki 2,500 rakımlı yaylaya. Göğünde, 1,500 - 2,000 metre kadar yukarıda, bir çift kartalın uçtuğu mıntıkaya gelince de durmuş; kanlı balgamlar kusan atlarından inerek nefeslenme imkânı vermişlerdi onlara. Boğaçkan Han, işte tam bu sırada sabırsız, biraz da sinirli bir tonlamayla seslendi Derdevur'a: 'ustalığını konuşturma zamanı Okçu; unutma: ok yok, oksuz vuracaksın!'
Derdevur atının başını, boynunu, sağrısını, sırtını, karnını uzun uzun okşayarak teşekkür etti ona. Ardından da yaylayı tırmanmaya başladı. 6,000 metre yüksekliğindeki zirveye giden yolun ilk 300 metreden ötesi kar ve buzla kaplıydı. 500 metre ötesi ise tamamen sis
ve bulutlarla örtülüydü ve göz gözü görmüyordu. Kafileden 300 metre kadar yukarıya çıktığında ayak bileklerine kadar karın içine giren ve üşüdüğünü hisseden, ancak bunu çok da dert edinmeyen Derdevur durmuş, gökyüzünde dönüp duran kartal çiftine uzun uzadıya bakmıştı. Kulağına, onların aralarındaki konuşmaları geliyordu sanki. Derin derin nefes aldı, gözlerini kapattı ve ardından da sadece diyafram, hançere ve gırtlak marifetiyle gerçekleştirilemeyecek bir tınıda bağırmaya başladı. Bir insandan çok, çığlık atan kartalları andırıyordu çıkardığı sesler.
Sonra yaşananlar ise insanoğlunun o güne kadar görmediği türden şeylerdi. Okçu'dan en az 1,000 metre yukarıda daireler çizen kartallar, onun haykırışının bitmesi üzerine, ani bir hareketle pike yapmışlar ve süratle Okçu'ya doğru yaklaşmaya başlamışlardı.
Derdevur'a 25 - 30 metre kalana değin sürmüştü bu hareket. Ardından, önce bir an için durmuş, sonra da zarifçe süzülerek Okçu'nun omuzlarına konmuşlardı. Erkek kartal sol, dişisi ise sağ omuzuna tünemişti Okçu'nun. Şaşkınlıktan adeta donan genç Han ve muhafızlarına son kez bakan Derdevur ve kartalları, kendilerini Avcıların Dünyası'ndan koparan sisin ve bulutların arasına girmiş, hemen sonra da, yavaşça eriyerek kaybolmuşlardı.
9 - Okçu iken önce ok, sonra da hedef olmak
Boğaçkan Han, 'aldattın beni, namussuz, bunun hesabını sorucam senden!' diye ter ter tepinir, gözden kaybolan Okçu'ya doğru küfür ve beddua salvoları yağdırırken; göğsüne dayanılmaz bir ağrı saplanan Ataok'un 100 yıllık gövdesi ise olduğu yere yıkılıvermişti.
'Attığını vurmayı atmadığını da vurabilmek izler. Okçuluktan ok ve yay olmaya terfidir bu. Bundan sonrası ise vurmayı vurmak, öldürmeyi öldürmek, avıyla bütünleşmek, avıyla bir olmaktır. Budur işte dünyanın en usta okçusunun, en yaman avcısının, en büyük atıcısının nihai menzili: okçuluk, ok ve nihayet hedef olmak' diye fısıldayan yaşlı usta, gözlerine yavaş yavaş inen o koyu siyahi perdeye rağmen; Derdevurla birlikte kartalca konuştukları, o bir çift kartalın ise insan gibi dile geldiği zirvede olduğunu görmüş ve gülümseyerek son nefesini vermişti (ii).
(i): Padalya: avlanan bir kuş ya da hayvanın içinin doldurularak süs nesnesi haline getirilmesi.
(ii): Yukarıdaki metne yazılan bir zeyl için bknz.
http://ziyaversencan.blogspot.com.tr/2015/02/dunyann-en-usta-okcusuna-zeyl.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder