TRT Radyo 1, Sayfaların Dilinden Programı, metinler - 8


01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan mezkûr metinlerin 26 Şubat - 01 mart döneminde yayınlanması plânlananları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri ve eleştirilerinizi paylaşırsanız sevinirim. Malûmu ilâm etmek olacak ama, paylaşmadan edemedim: TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek söz konusu programı Dünya'nın her yerinden dinleyebilirsiniz.

41) Konu: Varoluş ve Anlam, kitap: İnsanın Anlam Arayışı

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Tayfun Yönlü'nün sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Varoluş ve Anlam, bahsedeceğimiz kitap İnsanın Anlam Arayışı. 

Nazi toplama kamplarından kurtulmayı başaran 1905 Viyana doğumlu felsefeci, nörolog ve psikiyatr Viktor Emil Frankl varoluşçu ve hümanist psikoloji ile logoterapi adını verdiği varoluşsal terapinin kurucu babasıdır.  'Yaşamın anlamını bulmak istiyorsan, öncelikle bir amacın olmalıdır' diyen Frankl 'İnsandaki temel güdüleyici güç bir anlam bularak onun üzerinden yaşamını anlamlı kılma çabasıdır. Bu çabası başarısızlıkla sonuçlanan kişide varoluşsal boşluk ortaya çıkar; kişi kendini, yaşamını yalnız, anlamsız ve boş hisseder. Bu, tedaviye muhtaç psikopatolojik tabloların, psikoz ve nevrozların oluşmasını tetikler' diyerek teorisinin temellendirmişti. Sigmund Freud'un psikanaliz yöntemi 'Birinci Viyana Ekolü', Alfred Adler'in bireysel psikolojisi 'İkinci Viyana Ekolü' ve Frankl'ın 'Logoterapi ve Varoluş Analizi' ise 'Üçüncü Viyana Ekolü' olarak anılır. 

1926'da teorize ettiği Logoterapi metodunu 1933'de 'Varoluş Analizi' argümanıyla derinleştiren Viktor Frankl, klasik psikanalizi varoluşçu felsefe ve antropoloji ile özgün ve başarılı bir şekilde meczederek psikiyatri alanında aktüel olarak verili olandan temelde farklı bir teşhis ve tedavi bütünlüğü teklif etmişti. 'Gerçekten ihtiyaç duyduğumuz şey yaşamdan ne beklediğimiz değil, yaşamın bizden ne beklediğini anlamamızdır; bu kavrayış, yaşamın anlamı hakkında sorular sormak yerine, gündelik pratiklerimizin her anında yaşam tarafından sorgulananın bizatihi kendimiz olduğunu idrak etmeye götürü bizi' diyen Viktor Frankl şöyle devam eder: 'Sorunlarımızı çözmeye harcadığımız kaynakların bir kısmını amaçsız, hedefsiz, pusulasız, umutsuz ve mutsuz olanların problemlerine çözüm üretmek için sorumluluk almaya; gerektiğinde bu konuda risk de üstlenerek elimizi taşın altına koymaya vakfetmeliyiz. Böylesi tercihler, hayatın bize yönelttiği sorulara verilmiş doğru cevaplardır.' Kişi, yaşamın anlamını veya değerini sorguladığı an, hastadır' diyen Freud'un aksine Frankl 'yaşamın anlamını merak eden kişi ruh hastası değildir; bilâkis bu tutum onun insanlığını kanıtlayan bir haldir' diyerek Jaques Lacan gibi neo-Freudyencilerin karşısındaki post-Freudyen pozisyonunu netleştirmiş ve tahkim etmişti. İster Franklcı-varoluşçu psikanalizin savunduğu gibi hayatın bize sorduğu sorulara verdiğimiz cevaplar üzerinden ilerlesin, ister Freudcu-klasik psikanalizmin vazettiği gibi hayata sorduğumuz sorulara aldığım cevaplar çerçevesinde gerçekleşsin, isterse de duruma göre bazen bunlardan ilkinin, bazen de ikincisinin metodu işe yarayan çözümler üretmiş olsun, sonuç fark etmez: ruhbilimleri kozmosunda hayatımızı güdüleyen en temel ve en derin motivasyon özünde tekdir ve anlam arayışıdır. 

92 yıllık uzun bir yaşama müteakip, 1997'de, doğduğu muhitte, Viyana'da vefat eden 20. yüzyılın dominant psikiyatrlarından Viktor Frankl, sektör profesyonellerinin, varoluşçu psikanalizin kutsal metni muamelesi yaptıkları İnsanın Anlam Arayışı'nda, müellifi olduğu logoterapinin ilkelerini kristalize ederken, yanı sıra, 19. ve 20. asrın varoluşçu filozoflarının cevabını aradıkları 'İnsanı insan yapan nedir?' ve 'insan verili bir özle mi vücut bulur, yoksa kendi kendisini mi inşâ ve imar eder?' gibi soruları merkezine alan bir entelektüel hasıla koymuştu ortaya. Felsefe, antropoloji, ahlak, davranış bilimleri ve psikanaliz gibi çok sayıda beşeri disiplinin müşterek sahasında konumlanan kitap, bu çoklu alt metinli mahiyeti sayesinde, 1946'daki ilk baskısından günümüze değin otuz beş dile çevrilip 15 milyondan fazla satarak, bilim yayınları sahasında erişilmesi güç bir popülariteye ve başarıya imza atmıştır. Söz konusu içeriğiyle de, bahsettiğimiz alanların ilgilisine tereddütsüz önerilebilecek bir rehber kitaptır bu eser. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 




















42) Konu: Her şeyin Temeli, kitap: Dört Element: Su / Hava / Ateş / Toprak.

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Tayfun Yönlü'nün sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Her şeyin Temeli, bahsedeceğimiz kitap Dört Element: Su / Hava / Ateş / Toprak.

Ölüm, hastalık, savaş, deprem, yangın, sel, terör, açlık, işsizlik, yaşlılık, yoksullaşma, itibar kaybı, yalnızlık ve vahşi hayvanların da arasında olduğu bir dizi olgu ve olay tarihimiz boyunca bizi korkutmuştur. Zarar veremeyecek bile olsalar, anlamadığımız, bilmediğimiz, tanımadığımız olgularla yüzleşmek bizi, en az saydığımız korku faktörleri kadar ürkütür. Yaşama arzusuyla birlikte en kuvvetli 2 dürtümüzden biri olan merak duygumuz, varoluşun işte bu bilmediğimiz unsurlarını keşfetmemizi sağlayan niteliğimizdir. Merakımızın tetiklediği zihinsel süreçlerimiz sayesinde, en basit atom altı parçacıklardan, Güneş Sistemimiz gibi yüzlerce milyar yıldız sistemi içeren milyonlarca galaksiden oluşmuş devâsa ve kompleks yapılara değin, varlık zincirinin çeşitli bileşenlerinin olağanüstü çokluk ve karmaşıklığını parçalarına ayırarak basite indirger, onları böylelikle anlaşılabilir hale getiririz. Bilimsel bilgi temelde böyle çalışır. 

Modern bilimde, aynı türden atomların oluşturduğu, kimyasal ya da başka bir yolla daha basit ve farklı bir şeye dönüştürülemeyen ve indirgenemeyen maddi varlıklara element denir. 94'ü doğada var olan, 24 tanesi ise laboratuvarda tarafımızdan üretilmiş toplam 118 element mevcuttur. Bu programı sunan spiker, metni yazan kişi, giysilerimiz, içtiğimiz çay ve ince belli cam bardaklar, kayıt stüdyosundaki ekipmanlar, atmosferi dolduran sayısız toz zerresi ve mikroorganizmalar, bizi dinleyenler ve dinlemeyi gerçekleştirdikleri akıllı cep telefonları, kullandığımız bütün araç, gereç ve ekipman seti, gezegenimizi ısıtan Güneş, 'evimiz' dediğimiz Dünya, sevdiklerimiz ve nefret ettiklerimiz, korktuklarımız ve korkuttuklarımız, değişmez eşlikçilerimiz ev akarları, kuşların uzak ataları olup 65 milyon yıl önce neredeyse toptan yok olan dinozorlar, mevcudatın daha henüz karşılaşmadığımız ve deneyimlemediğimiz bütün bileşenleri, her şey bu elementlerin çeşitli kombinasyonları neticesinde oluşmuştur. Bu bilgiye erişmemiz, bir elementin varlığının ilmi yolla kanıtlandığı 1649'dan bugüne kadar sağlanan bilimsel atılımlarla oldu. Modern öncesi çağlarda ise durum çok farklıydı. Bir merdivenin ilk basamağı anlamındaki Grekçe elementa'dan gelen element kavramını var olan her şeyin temeline koyan ilk filozof-bilimci MÖ 7. asırda doğan Miletli Thales'di. Ona göre su, evrenin temel yapı taşıydı. MÖ 6. asırda yaşayan Efesli Herakleitos'a göre varoluşun temel elementi ateş, onun çağdaşı olan Milet'li bir diğer doğa felsefecisi Anaksimenes'e göre ise hava idi. MÖ 5. asırda Sicilya'da yaşan Empedokles, kendinden önce varoluşun temel yapı taşları olarak ilân edilen ateş, hava ve suya toprak'ı da ekleyerek arche'lerin sayısını dörde tamamlamış, ilâve olarak da, onları çeşitli oranlarda birleştirerek her şeyi yaratan kuvvetin sevgi, bunları birbirinden ayırarak ölüme, çürümeye ve başka bir şeye dönüşmeye taşıyan kuvvetin ise nefret olduğunu ileri sürmüştü. Birçok kadim düşünce sisteminde varoluşun temelleri, yânî arche'ler olarak kabul edilen değişmez-dönüşmez-bozulmaz dört element ile sevgi-nefret zıtlığı temelinde kurduğu kozmogoni ve kozmolojisiyle o, kültürümüzde anasır-ı erbaba denen kuramın da en olgun haline kavuşmasını sağlamıştır.

Kurmaca ve kurmaca dışı alanlardaki 13 kitapla, başta National Geographic olmak üzere çok sayıda dergide yayınlanan 300'den fazla makalenin yazarı Rebecca Rupp'un Dört Element: Su / Hava / Ateş / Toprak kitabı, varoluşun temel elementlerine dair insanlığın eriştiği güncel bilgiyi, bu müktesebatın binlerce yıllık tarihsel gelişimi üzerinden, kolay okunan bir üslup ve edebi bir lezzetle özetlemesini bilen bir referans metin, bu sohbetimizin de başvuru kaynağıdır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.



43) Konu: Obezite, kitap: Tıbbi ve Sosyal Yönleriyle Obezite

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Tayfun Yönlü'nün sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Obezite, bahsedeceğimiz kitap Tıbbi ve Sosyal Yönleriyle Obezite

Dünya Sağlık Örgütü, sağlıklı olmayı, fiziksel, zihinsel ve sosyal boyutları olan bütünleşik bir iyi olma hali şeklinde tanımlamakta. Sağlıklı beslenme bu tanımı hayata geçirmenin olmazsa olmazlarından. Tarım devrimini yapıp yerleşik yaşama geçmeden önce, atalarımız, yüzbinlerce yıl boyunca avcı-toplayıcı-talancı-göçer karakterli bir yaşam sürmüş; bu sırada deneyimledikleri uzun dönemli buzul çağları, kuraklık ve kıtlıklar yüzünden de katlanılması zor açlık halleri yaşamıştı. Bunun bedeli, bir çoğunun yetersiz beslenme yüzünden ölmesiydi.  Kuşaklar boyunca geçirdiği genetik mutasyonlar sayesinde kazandığı, bulduğunda ihtiyacının çok üstünde yiyecek tüketmek, bünyesine kattığı fazla kalorileri yağ dokusu halinde depolamak ve besin bulamadığında da yağ depolarını kullanmak özelliği, kaba taş devri insanının hayatta kalmasında kritik rol oynamıştır. Uzak atalarımızın yaşama tutunmasını sağlayan bu metabolik modifikasyon, endokrinolojik sistemimizin parçası haline gelen bu mucizevi mekanizma, son 60 yıldır küresel ölçekte yaşanan yaşam tarzı değişikliğiyle birlikte, adım adım, obezite denen hastalık düzeyinde kilolu olma halinin önü açılmıştır. Genomumuzun beslenmeyle ilgili bir aparatının işlevinin, taş devrindekinin zıddına evrilerek, aleyhimize çalışması ve obezite gibi pandemik bir hastalığa neden olması, Nobel fizyoloji (Tıp) Ödülünü alması beklenen ve metabolik hastalıklar alanında küresel şöhret sahibi olan Türkiye-ABD vatandaşı moleküler biyolog ve genetik mühendisi Gökhan Hotamışlıgil'in de arasında olduğu araştırmacıların uzun süredir üzerinde çalıştıkları bir problemdir.

Obezitenin yalnızca dış görünüşle irtibatlı kozmetik ve estetik bir problem olarak algılanması vahim bir hatadır; metabolik sendrom dediğimiz hipertansiyon, diyabet ve damar tıkanıklığının aynı anda görülmesine yol açan yüksek trigliserid - yüksek kolesterol tablosunun en önemli sebebidir obezite. Bir kişiye obez teşhisi koyulabilmesi için, bir dizi antropometrik ölçüm yapılır. Kişinin ağırlığının, boyunun karesine bölünmesiyle oluşan ve birimi kg/m² olan Vücut kütle İndeksi (VKİ) bu ölçümlerin en önemlisidir. VKİ, 18,5 ve altında ise kişi ideal kilonun altında, yâni zayıf; 18,5 - 24,9 arasında ise ideal kiloda; 25 - 29,9 arasında ise kilolu; 30,0 - 34,9 arasında ise 1. derece obez; 35,0 - 39,9 arasında ise 2. derece obez; 40 ve üzerinde ise 3. derece, yâni morbid - ölümcül obez diye nitelenir. Sporcuların kas dokusu ve bazı kişilerin kemik dokusu oranlarının yüksek oluşu ve vücutta yoğun ödem oluşmasına yol açan akut tablolar, VKİ'nin yüksek çıkmasına ve yanlış teşhise yol açabilir. Bu noktada kişinin kas, kemik ve yağ dokusunun oranları ve yağ kitlelerinin nerelerde yoğunlaştığını tespit için diğer antropomorfik ölçümlere başvurulur. Her seviyesiyle obezite ve kilolu olmanın çok basit bir çözümü var: yağ ve şeker gibi enerji içeriği çok yüksek gıdaların ağırlığını oluşturduğu dengesiz beslenme rejimlerini terk etmek, fiziksel aktiviteleri ve egzersizleri gündelik hayatın parçası kılmak. Böylelikle alınan enerji = harcanan enerji denklemi kurulmuş olur. 

1960'larda türümüzü tehdit etmeye başlayan obezite, günümüzde, sağlıksız beslenme tarzının kitleselleşmesi ve ekran-asansör-yürüyen merdiven-elektrikli scooter bağımlılığının sürekli artmasıyla tavan yapmış ve pandemiye dönüşmüştür. Obezite, ülkemiz için an itibarıyla bir bekâ sorunudur. Onlarca uzmanın yazdığı, Betül Sarı ve Necla Yılmaz'ın editörlüğünü yaptığı Tıbbi ve Sosyal Yönleriyle Obezite kitabı; metabolik sendrom, bazı kanser türleri, uyku apnesi, artrit, karaciğer yağlanması gibi hastalıkları tetikleyen bu modern belâyı; fizyolojik, psikolojik, sosyolojik, ideolojik, politik ve kültürel yönleriyle mercek altına alan benzersiz bir referans kitaptır ve şayanı tavsiyedir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 



44) Konu: Yalnızlık, kitap: Yalnızlık Psikolojisi

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Tayfun Yönlü'nün sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Yalnızlık, bahsedeceğimiz kitap Yalnızlık Psikolojisi.

Yalnızlık; kavramın dolaysız olarak ima ve iddia ettiği üzere, fiziki ve fiili olarak tek başına olma haline referans veren maddi ve dünyevi bir antite olmaktan çok, fikri, hissi ve ruhi boyutlarda tezahür eden bir fenomendir. Bir diğer deyişle yalnızlık, tek başına değil, kalabalıklar arasında yaşanan bir haldir çoğunlukla. Sigmund Freud ve Alfred Adler'la birlikte bilinç dışını konu edinen Derinlik Psikolojisinin üç kurucu babasından biri ve analitik psikolojinin de müessisi olan Carl Gustav Jung 'İnsan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder' dediğinde aslında kastettiği böylesi bir yalnızlık çeşidiydi. 

Kafamızı dinlemek, ruhumuzu havalandırmak, benliğimizi rekreasyona tabî tutmak adına tercih ettiğimiz; ya da, felsefi, ilmi, teolojik veya sanatsal bir eser üzerinde çalışırken, en üst seviyeden konsantrasyonla yolumuza devam etmek maksadıyla bilinçli olarak seçtiğimiz yalnızlıklar pozitif, üretken ve sağlıklı süreçler olup, psikopatolojinin ilgi alanı dışında kalırlar. Bunlar, başkalarıyla teması sadece en zaruri durumlarda ve minimum seviyede hayat geçiren, tek başına kalma ve yaşamayı taammüden ve iradi olarak seçen inziva türleridir. Charles Bukowski'nin 'yalnız olmak yanlış bir kalpte olmaktan iyidir' sözü; Henrik İbsen'in 'dünyanın en kuvvetli insanı, en fazla yalnız kalabilendir' deyişi; Edip Cansever'in 'insanın insana verdiği en değerli şeydir yalnızlık' dizesi; Michel Foucault'un 'eğer bir kişi yalnız olmayı beceremiyorsa, başkalarıyla bir arada olmayı da becermez' argümanı; Mevlâna'ın 'yalnızlık, adam olmayanların vereceği saygıdan, sevgiden yeğdir' hükmü; Einstein'ın 'sаkin bir hаyаtın tеkdüzеliği vе yаlnızlığı, yаrаtıcı аklı hаrеkеtе gеçirir' tespiti söz konusu sağlıklı inziva örneklerini olumlayan bildirimlerdir. 

Maslow'un İhtiyaçlar Piramidindeki temel gereksinimlerden olan bağlanma, aidiyet, yakınlık ve birliktelik gibi hisleri kimse ile kuramamamız durumunda; yalnızlık duygusunun terkedilme, dışlanma, depresyon, güvensizlik, huzursuzluk, umutsuzluk, anlamsızlık, değersizlik ve kızgınlık duygularıyla yüklenmiş varyasyonlarından birisini kuşanmışız demektir. Bu hallerin tamamı psikopatolojinin iştigal sahasındadır. Özdemir Asaf'ın 'yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz' dizeleri; Cahit Zarifoğlu'nun 'bir şehir kadar kalabalıktır, bazılarının yalnızlığı' mısrası; Çehov'un 'kendini yalnız hisseden kimse için her yer çöldür' cümlesi; Aldus Huxley'inin 'vücut bulmuş her ruh yalnızlığa mahkumdur' iddiası; George Sand'ın 'sevilmeyen bir insan her yerde ve her şeyde yalnızdır' betimlemesi sağlıksız yalnızlıklara doğrudan referans vermezseler de, psikopatolojik hallerle aralarında Çin Seddi değil, incecik ve belirsiz bir hat vardır sadece.

Milyonlarca yıl süren avcı-toplayıcı-talancı-göçer yaşam tarzımızla, onu takip eden tarım devrimi sonrasındaki son 12,000 yıllık yerleşik yaşam biçimimizin ortak özelliklerinin en dominant olanı, sosyal bir canlı olan insanın toplumsallaşmadan ve yardımlaşmadan hayatta kalmasının mümkün olamadığıdır. Tek başına yaşamaya tahammül edemememizin altında yatan temel neden; biyoloji, davranış bilimleri ve antropolojiye konu milyonlarca yıla yayılmış tekamül hattımızın semeresi olan söz konusu bu gelişmeler olsa gerektir. 

Dr. Recai Yahyaoğlu'nun yazdığı Yalnızlık Psikolojisi; içerdiği olgu, olay, kavram, süreç, örnek vaka ve anekdotlarla yalnızlık olgusunu bütün veçheler ve cepheler üzerinden kuşatan ansiklopedik mahiyetli bir referans metin olup, konunun ilgilisinin başucu eserlerinden olmaya namzettir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.



45) Konu: Kızıl Kmer Faciası, eser: Tavşan Yılı (516 kelimelik kısaltılmış versiyon*)

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Tayfun Yönlü'nün sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Kızıl Kmer Faciası, bahsedeceğimiz kitap Tavşan Yılı. 

'Evdeki hesap çarşıya uymaz' atasözü beklenti ile gerçekleşme, anlatı ile pratik arasındaki farka işaret eder. Teori - pratik diyalektiğinin kozmik doğası gereği, gerçekleşme daima beklentinin altında kalır, pratik teoriyi muhakkak mahcup eder. Bu en çok politik ve ideolojik söylemlerde olur. Söylem ne denli maksimalist ve iddialı ise, farkın niceliği ve oluşan uçurumun derinliği o oranda büyüktür. Güneydoğu Asya'nın mütevazi ülkesi Kamboçya'da 1975 - 1979 döneminde şahit olunan soykırım düzeydeki akıl almaz facia, maksimalist politik söylemle hayatın uyuşmazlığına yakın tarihten verilebilecek en ibretlik örnektir.

Kızıl Kmerler örgütü, Kamboçya Komünist Partisinin silahlı kolu olarak 1960'ların sonlarında kurulmuştu. Örgüt, Maocu Halk Savaşı taktikleriyle kırsalda başlattığı ayaklanmanın son aşaması olan 1975 atağında başkent Phnom Penh'ni de ele geçirerek iktidara hakim olmuştu. Çin Devrimini örnek alan Pol Pot liderliğindeki Kızıl Kmer rejimi, ideolojik anlatısında ataların fikriyatını canlandıran, onurlu, ayakları üzerinde duran, dış güçlere boyun eğmeyen, toplumun tamamına yayılmış bir ekonomik refah üzerine inşâ edilmiş tarım temelli bir kırsal komünizm ve yeryüzü cenneti vaat ediyordu. Kırsal temelli mutlak eşitlikçi sosyalizmi kurmak adına, kentlerde yaşayan milyonlarca kişi zorla köylere sürüldü, şehirler boşaltıldı; endüstri, ticaret ve envai çeşit zanaatkârlık âdeta yasaklanarak, ülke ekonomisi yok edildi; insanlara çiftçilik ve komünist rejim adına militanlık yapmak dışında bir çalışma seçeneği bırakılmadı. Gerici ve yoz burjuva ideolojileri üretiyor diye tıp, mühendislik, hukuk branşları da dahil olmak üzere, ülkeni her seviyedeki okulları kapatıldı. Doktorların, modern tıbbın aşı, görüntüleme yöntemleri, endüstriyel ilaçlar gibi aktüel teşhis ve tedavi metotlarını kullanması yasaklandı. Sağlık hizmetleri için sadece binlerce yıllık tartışmalı şifa tekniklerinin kullanılmasına izin verildi. Yabancı dil bilen, eğitimli, kültürlü insanlar ve gözlük takanlar Batı dünyasının ajanları ilân edildi, en ağır ve tehlikeli işleri yapmaya zorlandı; birden fazla yabancı dil bilen çok sayıda nitelikli insan, Kamboçya düşmanı dış alemin mutlak ajanları oldukları iddiasıyla, doğrudan infaz edildi. Stalin, Hitler ve Mao'nun icraatlarına rahmet okutan Kızıl Kmerler, 1975'de 8 milyon olan Kamboçya nüfusunun %25'ini imha etmişti. Bunların 1.3 milyonunu doğrudan öldüren rejim, 700,000'den fazlasının açlık, salgın hastalık, kötü muamele, tıbbi destek alamamak yüzünden ölümüne dolaylı yoldan neden oldu. Sadece 20. asrın değil, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından olan Pol Pot tiranlığının sonu, 1979'daki Vietnam işgaliyle oldu. Çoğunluğunu Çin, Vietnam, Müslüman inancından Çam etnik kökenlilerle; rejim muhalifleri, doktor, mühendis, öğretmen, akademisyen, gazeteci, teknisyen, subay gibi eğitimli insanların oluşturduğu en az 1.3 milyon milyon kişiye mezar olan, Ölüm Tarlaları ismiyle 1984'de belgesel nitelikli bir de filme konu olan yerlerde halâ yeni toplu mezarlar bulunmakta.

1975'de doğan, Kızıl Kmer katliamından kaçmayı başaran ailesiyle 1980'de Fransa'ya sığınan yazar ve çizer Tian'ın 2001'de döndüğü Kamboçya'da, Çin takvimine göre Tavşan Yılı olan 1975'de başlayan kanlı tiranlığın izini sürmesinin semeresi olan tanıklıklar temelinde yazıp çizdiği belgesel nitelikli Tavşan Yılı çizgi romanı ve Ölüm Tarlaları filmi, insanın kanını donduran bu ibretlik tarihsel süreci bütün çıplaklığı ve acımasızlığıyla anlatmakta bizlere. Ders alınsın ve bir daha tekrarlanmasın diye böyle bir zalimlik, okunmalı bu çizgi roman, izlenmeli bu film. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.

---------------------------------------

(*): Sayfaların Dilinden projesi çerçevesinde yıl boyunca yazmam gereken 262 metinden, şu ana değin, 45'ini teslim etmiş durumdayım. Bunların, konusu Koleksiyon nedir, koleksiyoner kimdir? ve kendisine gönderme yaptığım referans kitap Raffi Portakal - Portakal'ın Yüzyılı olan34. bugün yayınlanacak. An itibarıyla Felsefe Neye Yarar?, Kuantum Şaşırtır, Boşluk, Satranç, Mazhar Osman Usman başlıklarını taşıyan ve 04 Mart - 08 Mart haftasında yayına girecek 5 yeni metin üzerinde çalışmaktayım. 20 Şubat sabahı bunları teslim ettiğimde, projenin ilk 50 metni tamamlanmış olacak. Söz konusu proje, TRT Antalya Radyosu'nun Genç Yaşam Programı'nın Sıra Dışı bölümüne her Çarşamba kitap tanıtarak ve merak etmek - okumak - öğrenmek - kitap - kütüphane - arşiv - koleksiyon - müzayede konularında paylaşımlarda bulunarak içerik sağladığım 13 Temmuz 2023 - 10 Ocak 2024 döneminde şekillenmişti. Toplamda 27 hafta süren ve 80'den fazla kitap tanıttığım bu sürecin sonlarına doğru, 2023 Ekim - Aralık dönemindeTRT Antalya Radyosu Müdürü İbrahim Güneştekin ve mezkûr kurumun yapımcılarından Berivan Erin'le yaptığımız görüşmeler meyvesini verdi, TRT Radyo 1'de, 2024 yılı boyunca hafta içi her gün yayınlanacak bir fikir sohbetleri dizisi yapmak konusunda aramızda bir mutabakat tesis edildi, programın mahiyet ve formatını oluşturuldu. Bahse konu heyetin, Sayfaların Dilinden programı ile ne murat ettiğini, onun mahiyet ve karakteri hakkında ne düşündüğü 01 Ocak 2024 günü yayınlanan ve Vicdan olgusunu ele alıp , Dostoyevski'nin Suç ve Ceza romanına atıfta bulunduğum ilkinin metninin mukaddimesinde şöyle dillendirmiştim:

'Sayfaların Dilinden'in ilkiyle huzurlarınızda olmanın heyecan ve mutluluğunu yaşamaktayız. Bundan böyle her hafta, Pazartesi'nden Cuma'ya beş gün boyunca sürecek olan bahse konu programlarımızda, insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki, hayvan, böcek, toprak, su gibi bütün bileşenleriyle birlikte eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele / problem - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin önemli fenomenlerinden / tezahürlerinden birisi çok kısa tanımlanacak, akabinde de bu problematiğe işaret eden bir kitaba referans verilecektir.'

Programın temel ve başat formel özelliği olan süresi içinse şöylesi bir mimari yapı şekillenmişti: 

Her bir programın süresi, programın başlayacağını haber veren jingle'ın (cingıl okunur, anlamı şudur: reklamlarda fonda yer alan, ya da, radyo - tv - internet platformu programlarının başlangıç ve sonunda çalınan anons / tanıtım müziği) başlangıcından, seslendirmenin bitiminden sonra yayına tekrar giren Jingle'ın sonuna değin, toplamda 5 dakikadır. 

Bu durum, seslendirmeyi gerçekleştirecek olan spiker arkadaşımın, yazdığım metni okumak için net olarak sadece 4 dakikası olacağı anlamına gelmekteydi. Daha, mezkûr proje bağlamında yazdığım ilk senaryo olan mezkûr 'Vicdan' başlıklı metnimin üzerinde çalıştığım 2023'ün 30 Kasım - 02 Aralık döneminde bile, onun, radyo dinleyicisinin anlayabileceği bir tempoyla, yâni, allegro (canlı, hızlı), ya da adacyo (ağır, yavaş) değil, daha mutedil bir tempoda, yâni andante (ne yavaş, ne hızlı) süratinde okunmasının 4 dakikaya sığdırılabilmesi için, maksimum 450 kelime içermesi gerektiğini, (yazdığım metni kronometre eşliğinde ve bir spiker ya da dublaj sanatçısı gibi seslendirmeye çalıştığım okuma egzersizlerim sırasında), idrak etmiş idim. '4 dakika'lık süre, okunacak bahse konu 450 kelimenin 'ne', 've', 'de', 'da', 'o', 'bir', 'ilk', 'son' gibi çok kısa, ya da 'Çekoslovakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız' gibi çok uzun değil, medyan büyüklükte, ortalama uzunlukta olmaları halinde söz konusu olabiliyordu ancak. O günden bu yana geçen yaklaşık 2.5 aylık süreden, yazıp teslim ettiğim 45 metinden ve şu ana değin yayınlanan 34 programdan sonra, TRT Radyo 1 dinleyicileri ve bloguma girenler şu hususta benimle ittifak halindedirler diye düşünüyorum: ele aldığım konuların mahiyeti ve onları işleyiş tarzım göz önünde bulundurulduğunda, kelime sayısı hususunda ne kadar itina göstersem, ekonomik davranmaya gayret etsem ve âdeta bir şair titizliğiyle sözcük kuyumculuğu yapsam da, 500 - 525 bandının altında kalabilmem imkânsız gibi bir şey! Bu yüzden de, Aralık'ın ilk günlerinde, Berivan Erin'den bir 30 saniye daha kopartmış, böylelikle okumaya ayrılan net sürenin 4.5 dakika çıkmasını sağlamıştım. Üstelik bununla da yetinmeyerek, değerli yapımcımın jingle süresinden biraz daha kısabileceği varsayımından hareketle, spikere ayrılan sürenin 300 saniyeye yaklaştığı bir okuma zamanına göre yazdım metinlerimi hep. Bunu yaparken de, TRT'nin deneyimli spikerlerinin, ihtiyaç halinde, tempolarını zaman zaman andanteden allegroya çıkarabileceklerini de düşünmedim desem doğrusu yalan olur. 

Tam bu noktada, bir de samimi itirafım olacak: '5 dakikada okunacak 500 kelimelik bir metin ne ki, bunlardan günde en az 2 tane yazarım!' diye düşünerek çıkmıştım Kasım 2023'de yola. İşin içine girdiğimde ise, bunun dillendirildiği, görüldüğü, sanıldığı kadar kolay bir iş olmadığı dank ediverdi kafama. Bakınız, maksimum 5 dakikada okunması gereken ve 500 - 550 bandında bir kelime sayısına sahip olan tek bir metnim için, nasıl bir mesai, emek, enerji ve zaman harcamaktayım, ne denli karmaşık ve zorlu bir algoritma çerçevesinde çalışmaktayım: 1- Konuyu tespit etmek, 2- referans metne karar vermek, 3- metnin taslağını yapmak, 4- bu taslak çerçevesinde bir tasavvur - tahayyül - tefekkür - tasarım süreci yaşamak; bunu da, sadece notebook'un başına oturulan süreçte değil, yazmak dışındaki diğer bütün gündelik faaliyetler gerçekleştirilirken, hatta, uyurken, yaparak, günün 24 saatine yaymak, 5- bu temelde, muhakkak surette 1,000 kelimeyi aşan bir hacimde olmak kaydıyla, ilk versiyonu yazmak, 6- bu uzun versiyonu 500 - 550 kelime bandına indirmek (inanın işin bu kısaltma kısmı, uzun versiyonu yazma faslından daha çok vaktimi alıyor, daha çok zorluyor beni), 7- akabinde, yukarıda da işaret ettiğim üzere, kronometre eşliğinde, âdeta, bir tiyatro ya da dublaj sanatçısı, veyahut bir spiker edasıyla defalarca okuyarak, metnin 5 dakika tahdidine uyup uymadığını kontrol etmek, 8- 5 dakikada okuyamamışsam, okunması zor kelimeleri, daha kolay telaffuz edilebilir olan muadilleriyle değiştirerek son bir dokunuş daha yapmak, 9- metnin bu son halini, 7. maddede özetlediğim tarzda, yeniden okuyarak 5 dakika sınırlamasıyla olan uyumunu bir kez daha test etmek, 10- yapımcımla antant kaldığımız tarihte, teslim edilmeye hazır olduklarını düşündüğüm 5 (metinlerimi yapımcıma beşerli paketler halinde gönderiyorum) metni hemen göndermeyip onları kısa bir süre için de olsa demlenmeye bırakmak, 11- bu demlenme sırasında, kendini dış aleme atarak, 6.5 - 7 km civarında olan bir parkuru yürümek; bedeni, zihni ve ruhu bu suretle renöve etmek, 12- mezkûr restorasyon ve renövasyon ameliyesine müteakip, son bir kez daha notebook'un başına çökmek ve bir final okuması yaparak gözden kaçırılmış bir problem olup olmadığını kontrol etmek, 13- problem tespit edilirse düzeltmek, yoksa, metinleri yapımcıma göndermek ve WhatsApp'tan 'beklediğiniz metinler e-mail hesabınızdadır' bildirimini paylaşmak, 14- yapımcımın ilk okuması sırasında, ya da, spikerimizin kayıt sürecinde, metne dair bir problem saptanmışsa, bilgilendirilmem ve o metni uyarılar doğrultusunda tashih ederek revize dilmiş halini tekrar göndermem.

Yazma ve okuma pratiği olanların kolaylıkla teslim edeceği üzere, yukarıda algoritmasını paylaştığım süreç, 01 Aralık 2023'den bu yana, neredeyse 7/24 vaktimi almakta, (entre parenthèses vurgu yapmadan geçemeyeceğim: 2 metni birden tamamladığım günler olduğu gibi, 2, hatta 3 günde tamamlayamadığım metinler de oldu, hem de epeyce) ve bu tempo bu yıl sonuna kadar da böyle devam edecek. Ezcümle, rahatlıkla anlaşılabileceği üzere, bu iş, az önce de altını çizdiğim üzere, söylemesi kolay, gerçekleştirmesi ise fevkalâde müşkül bir antiteymiş doğrusu.  

Sayfaların Dilinden programının metinlerinin perde gerisine, mutfağına, kulisine, kamera arkasına, vücuda getirilmesinin satır aralarına dair yaptığımız hasbıhali muhtasaren şöyle itmam etmiş olayım muhterem kârîm: 01 Aralık 2023 - 15 Şubat 2024 döneminde, yâni son 2.5 aydır, abartısız hayatımın merkezi faaliyeti haline geldi bahse konu metinleri yazma işi.

Kızıl Kmer Faciası'nın, yapımcıma gönderdiğim, ancak, spikerimizin seslendirmesinin 6 dakikanın üzerinde olması yüzünden, kısaltılması gereken ve yukarıda paylaştığım 516 kelimelik kısa versiyonunun yerini aldığı 611 kelimelik ilk (uzun) versiyonu şöyleydi:


Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Tayfun Yönlü'nün sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Kızıl Kmer Faciası, bahsedeceğimiz kitap Tavşan Yılı. 

'Evdeki hesap çarşıya uymaz' atasözü beklenti ile gerçekleşme, anlatı ile pratik arasındaki farka işaret eder. Bu fark, teori - pratik diyalektiğinin kozmik doğası gereği, gerçekleşmenin daima beklentinin altında kalması, pratiğin muhakkak teoriyi mahcup etmesi şeklinde cereyan eder. Anlatı ile pratik arasındaki makasın açılarak âdeta bir uçuruma dönüştüğü hallere biz en ziyade politik ve ideolojik söylemler sahasında tesadüf ederiz. Politik söylem, ideolojik anlatı ne kadar maksimalist, ne denli iddialı ise, söz konusu farkın niceliği, oluşan uçurumun derinliği de o oranda büyüktür. Güneydoğu Asya'nın küçük ve mütevazi ülkesi Kamboçya'nın, 1960'ların 2. yarısından 1990'ların sonuna kadar yaşadığı, zirvesine ise 1975 - 1979 döneminde şahit olunan trajedi, soykırım denilebilecek düzeydeki akıl almaz facia, maksimalist politik söylemle hayatın uyuşmazlığına yakın tarihten verilebilecek en ibretlik örnektir.

Kızıl Kmerler örgütü Kamboçya Komünist Partisinin silahlı kolu olarak 1960'ların sonlarında kurulmuştu. Örgüt, Maocu Halk Savaşı taktikleriyle kırsalda başlattığı ayaklanmanın son safhasında kentlere saldırmış, parça parça hakimiyet sağladığı ülke coğrafyasında en son 1975'te başkent Phnom Penh'ni de ele geçirerek iktidara hakim olmuştu. Pol Pot liderliğindeki Kızıl Kmer rejimi ideolojik anlatısında onurlu, ataların fikriyatını canlandıran, ayakları üzerinde duran, dış güçlere boyun eğmeyen, toplumun tamamına yayılmış bir ekonomik refah üzerine inşâ edilmiş tarım temelli bir kırsal komünizm ve yeryüzü cenneti vaat ediyordu. Mao'nun teorilerini benimseyen Pol Pot ve Kızıl Kmerler, kırsal temelli mutlak eşitlikçi bir sosyalizm kurmak adına, kentlerde yaşayan milyonlarca kişiyi zorla köylere sürdü, şehirleri boşalttı. Endüstri, ticaret ve envai çeşit zanaatkârlık âdeta yasaklanarak, ülke ekonomisi yok edildi, hayatını devam ettirmek için iktisadi faaliyet yapmak durumunda olan insanlara çiftçilik ve komünist rejim adına militanlık yapmak dışında bir seçenek bırakılmadı. Gerici, yoz ve burjuva ideolojiler taşıyor diye tıp fakülteleri, mühendislik, hukuk gibi branşlarda eğitim verenler de dahil olmak üzere, bütün okullar kapatıldı. Doktorların, yoz ve gerici ilân edilen Batı tıbbı temelinde sağlık hizmeti sunmaları; aşı, görüntüleme yöntemleri endüstriyel ilaçlar gibi modern teşhis ve tedavi metotlarını kullanmaları yasaklandı. Sağlık hizmetleri için sadece binlerce yıllık geleneksel şifa tekniklerinin kullanılmasına izin verildi. Yabancı dil bilen, eğitimli, kültürlü insanlar ve gözlük takanlar yoz ve çürümüş Batı dünyasının ajanları ilân edilerek kırsaldaki en ağır ve en pis işleri yapmaya zorlandı. Birden fazla yabancı dil bilenler, Kamboçya düşmanı dış alemin mutlak ajanları oldukları şüphesiyle, yaşamlarını sürdürmelerinin imkânsız olduğu zorlu çalışma koşullarına mahkûm edildi. Stalin, Hitler ve Mao'nun gerçekleştirdiklerine rahmet okutacak denli kanlı icraatlar yapan Kızıl Kmerl rejimi, 1975'de 8 milyon olan Kamboçya nüfusunun %25'ini, bunların 1.3 milyonunu doğrudan öldürmek ve 700,000'den fazlasının da açlık, kötü muamele, tıbbi destek alamamak gibi nedenlerle dolaylı yoldan ölümüne yol açmak suretiyle, imha etti. Sadece 20. asrın değil, insanlık tarihinin de en karanlık sayfalarından olan Pol Pot tiranlığının sonu, 1979'da gerçekleşen Vietnam işgaliyle oldu. Çoğunluğunu Çin, Vietnam ve Müslüman inancından Çam etnik kökenli insanlar ve rejim muhalifleriyle, doktor, mühendis, öğretmen, akademisyen, gazeteci, teknisyen, subay gibi eğitimli insanların oluşturduğu en az 1.3 milyon milyon kişiye ebedi istirahatgâh olan ve Ölüm Tarlaları ismiyle 1984'de belgesel nitelikli bir de filmi çekilen tarlalarda halâ yeni toplu mezarlar bulunmaktadır.

Pol Pot'un iktidarı ele geçirdiği 1975'de doğan, Kızıl Kmer katliamından kurtulmayı başaran ailesiyle 1980'de Fransa'ya giden yazar ve çizer Tian'ın 2001'de döndüğü Kamboçya'da, Çin takvimine göre Tavşan Yılı olan 1975'de başlayan kanlı tiranlığın izini sürmesinin semeresi olan tanıklıklar temelinde yazıp çizdiği belgesel nitelikli Tavşan Yılı çizgi romanı ve Ölüm Tarlaları filmi, insanın kanını donduran bu ibretlik tarihsel süreci bütün çıplaklığı ve acımasızlığıyla anlatmakta bizlere. Ders alınsın ve bir daha tekrarlanmasın diye böylesi bir zalimlik, okuyalım bu çizgi romanı, izleyelim bu filmi. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.

-------------------------------------

Önceki 40 metne erişmek için bknz.

https://ziyaversencan.blogspot.com/2024/02/trt-radyo-1-sayfalarn-dilinden-program.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder