01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan mezkûr metinlerden 20 Mayıs - 24 Mayıs döneminde yayınlanacak olanlar aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.
101) Selim Sırrı Tarcan
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver
Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza
Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Selim Sırrı Tarcan.
Mekteb-i Sultânî’den Hocası Faik Üstünidman ile birlikte Türkiye’de jimnastik sporu, beden eğitimi hocalığı ve beden terbiyesi anlayışının iki kurucusundan biri; voleybolu ve boksu ülkemize getiren öncü sporcu; Olimpiyat Oyunlarına katılımımızı sağlayan vizyoner spor yöneticisi; sağlıklı yaşam ve ömür boyu spor için çokça yazan ve konferanslar veren bir kanaat önderi; folklor araştırmacısı ve siyasetçi Selim Sırrı Tarcan 24 Mart 1874’de Mora’da doğdu. 8 yıl okuduğu GS Lisesi’nin ardından askeri mühendislik mektebini bitirdi. Servet-i Fünûn dergisindeki spor yazarlığı ve editörlüğünden sonra beden eğitimi hocalığına atandığı İzmir’de çok sayıda spor branşıyla uğraşan Tarcan, Mühendis Mekteb-i Âlî'sine eskrim ve jimnastik hocası olarak atandığı dönemde, o sırada yeni ülkeleri olimpiyatlara dahil etmek için çıktığı Dünya turunun Türkiye etabında olan Uluslararası Olimpiyat Komitesi Genel Sekreteri Baron Pierre de Coubertin ile tanıştı. Selim Sırrı’nın gayretlerine karşın, Sultan Abdülhamit cemiyetlere izin vermediğinden, olimpiyatlara katılmamızın olmazsa olmazı Osmanlı Milli Olimpiyat Cemiyetinin kuruluşu 2. Meşrutiyetin ilânına müteakip, 1908 sonbaharında gerçekleşecekti. Aralık 1908’de Olimpiyat camiasına katılan Osmanlıyı, Berlin’de 1909’da yapılan toplantıda Selim Sırrı temsil etti. Tarcan, aynı yıl girdiği İsveç Kraliyet Beden Eğitimi ve Jimnastik Akademisi’nden 1911’de mezun olarak döndüğünde, jimnastik öğretmenliğine başladı. Hocası Ali Faik Bey’den beden eğitiminin Alman ekolünü öğrenen Tarcan, 20. asrın ilk çeyreğinde Dünyanın en popüler tarzı olan, İsveç ekolüne ölene değin sadık kalacaktır. Berlin’in yanı sıra Lüksemburg, Budapeşte, Stockholm, Lozan, Paris ve Prag’daki Uluslararası Olimpiyat Komitesi toplantılarına Osmanlıyı temsilen katılan Selim Sırrı, voleybol ve boksu federe sporlar haline getirerek alt yapılarını kurmuştur. 1919’da, I. Dünya Savaşı’na neden olduğu gerekçesiyle müttefikleriyle birlikte olimpik faaliyetlerden ihraç edilen Osmanlı, Tarcan’ın üstün gayretleri, Baron Pierre de Coubertin'in de ısrarıyla 1921’de olimpiyat sürecine tekrar katılmıştır. Böylelikle, 1908’de başlayan ve günümüze değin 116 yıldır süren milli olimpik örgütlenmemiz sırasıyla Kaim Cihan Müsabakalarına İştirak Cemiyeti, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı, III. Osmanlı Olimpiyat Cemiyeti, Türkiye Milli Olimpiyat Cemiyeti ve Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi isimlerini almış, Selim Sırrı bunların tamamının merkezinde bulunmuştur. Amatör spora büyük bir tutkuyla inanan Tarcan, bu konudaki tavizsiz tutumu spor camiasında tepkilere yol açınca bütün resmi görevlerinden istifa etmiş; hayatı boyunca da ‘sağlam kafa sağlam vücutta bulunur’ ilkesi uyarınca insanımızı yaşam boyu spora ikna etmek adına çok sayıda makale ve kitap yazmış, çoğu spor konulu yüzlerce konferans vermiştir. İsveç'teki eğitimi sırasında, mahalli değerlerin ulusal ölçekte tanınırlığının sağlanmasına şahit olan Tarcan, ilerleyen yıllarda Ege Bölgesi'nden zeybek oyunlarını derlerken benzer ilmi usulleri uygulayacaktır. Ülkemizde halen de çok popüler olan Gençlik Marşını, İskandinav yıllarında dinlediği bir İsveç dağ ezgisine söz yazıp, onu marş formunda aranje ederek üreten Tarcan 1935’e kadar yaptığı Beden Terbiyesi Başmüfettişliği ardından, vefat ettiği 2 Mart 1957’ye değin 3 dönem Ordu milletvekilliği de yapmıştır. Referans metnimiz Mustafa Mutlu’nun yazdığı ‘II. Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e Beden Terbiyesi ve Sporda Öncü Bir İsim: Selim Sırrı Tarcan (1874-1957)’, zihnen ve bedenen çok örselenmiş bir milleti spor ve beden terbiyesiyle ayağa kaldırmaya uğraşmış idealist bir sporcu, teorisyen, yönetici ve münevveri bütün veçheleriyle mercek altına alarak alanında benzersiz bir işe imza atan bir eserdir, konunun ilgilisine de şayanı tavsiyedir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
102) Slavoj Zizek (Slavoy Jijek)
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Slavoj Zizek.
Çoğunlukla yanlış telaffuz edilen isminin doğru okunuşu Slavoy
Jijek olan 1949 Ljubljana doğumlu Slovenyalı Sol Hegelyen ve Lacancı felsefeci,
kültür teorisyeni, konuşmacı, yazar, akademisyen ve entelektüel; bir küçük
ülkenin büyük bir düşünürü olarak gezegenin fikir hayatını 35 yıldır domine
etmeyi sürdürmekte. 1950’lerdeki birkaç yüz kişilik nüfusuyla ülkemiz ölçeğinde
ancak minnak bir köy sayılabilecek çocukluğunu yaşadığı sahil kasabası Portorož’un
3 km2’lik alanına Zizek’in neredeyse sınırsız olan ilgi alanlarını
barındıran o muhteşem beyni nasıl sığdı, bunun cevabı bizim açımızdan doğrusu meçhuldür.
O çağlarında sinema yönetmeni olmak isteyen, lisede ise hayat boyu sevdalanacağı
felsefeye merak sarıp Ljubljana Üniversitesi’nde felsefe alanında lisans ve
master eğitimi alan, ardından da Alman İdealizmi alanında doktora yapan Zizek,
Slovenya Komünist Partisi üyesi olmasına karşın, Başkan Tito’nun Yugoslavya’ya
giydirdiği otoriter – militer kostümü gardrobuna hiç dahil etmemiş, muhalif –
alternatif – underground gençlik dergilerine yazılar yazmıştır. 1960’ların ikinci
yarısında ilgi duyduğu Lacancı psikanalize yoğunlaşmak için 1970’lerde gittiği
Paris’te Jacques Alain-Miller’la çalışmış, kendisi gibi Lacancı psikanalize eğilimli
Mladen Dolar, Alenka Zupancic ve Renata Salecl’ın arasında olduğu genç sosyal
bilimcilerle Ljubljana Ekolü’nü kurarak kıta düşünce hayatına hızlı ve güçlü
bir giriş yapmıştır. Halen Ljubljana Üniversitesi Felsefe Bölümünde kıdemli
araştırmacı ve Ljubljana Teorik Psikanaliz Topluluğu’nun başkanı olan Zizek, European
Graduate School’da profesör; Londra Üniversitesi Birkbeck Beşeri Bilimler
Enstitüsü’nde uluslararası direktör; New York, Columbia, Princeton, Minnesota,
Michigan ve Chicago Üniversitelerinin de arasında olduğu çok sayıda muteber akademik
kurumda konuk profesördür. Şu ana değin yazdığı 50
kitabı, bir o kadar da, ortak yazar ya da editör olarak katkı verdiği kitap
olan, yanı sıra sayısız makale, tebliğ ve konuşmaya imza atan Zizek’in müktesebatına,
favori düşünürleri olan Jacques Derrida, Jacques Lacan, Sigmund Freud, Hegel ve
Louis Althusser gibi ekolleşmiş aktörlerin eserlerinden yaptığı çevirileri de
katmak gerekir. Düşünce dünyasında boy gösterdiği ilk günden itibaren ikonik bir aktör olacağının ipuçlarını veren, giderek de alanının âdeta Taylor
Swift’i olmaya doğru ilerleyen Zizek'in fikri yolculuğunun milâdı, 1989’da
İngilizce basılan ve dilimize İdeolojinin Yüce Nesnesi adıyla 2002’de
kazandırılan The Sublime Object of
Ideology'dir. Sayesinde uluslararası tanınırlık ve bilinirlik kazandığı ve salt bestseller değil, longseller da olan mezkûr eser, bir taraftan Alain Badiou, Robert Brandom,
Joan Copjec, Quentin Meillassoux ve Julia Kristeva gibi tartışmalı ve kült
düşünürlerin eserlerini kritike ederken, bununla birlikte kuantum dalga mekaniği,
Möbius Şeridi – Klein Şişesi gibi popüler bilim konuları, Hegel mantığının üçlü
temeli, toplumsal ve biyolojik cinsiyet farklılıkları, Ada merkezli analitik
felsefenin problematikleri, Hegelyen ve Kantçı perspektiflerden yapılmış film,
politika ve kültür değerlendirmeleri gibi çok geniş entervale yayılmış ilgi ve
bilgi alanlarından beslenmektedir. Müktesebatındaki kavram ve argümanların tutarsızlık ve çelişkiler
barındırdığı eleştirisine biz de katılıyoruz. Öte yandan, Zizek’in
eserlerindeki gösterenler, yâni, kavram ve argümanlar tutarsız da, onların gösterdikleri gösterilenler, referans verdikleri Dünya,
Kozmos, Mevcudat çok mu tutarlılar Allah aşkına?!? İrritative,
agresif, cüretkâr, şaşırtıcı, provokatif de olan Zizek külliyatını; ufuk açısı,
ezber bozan, muhatabını konfor alanı dışına çeken etkileri yüzünden beğeniyor ve
okuyoruz; temelde Lacan’ı Hegel ve Hegel’i de Lacan üzerinden okuma teşebbüsü
olan İdeolojinin Yüce Nesnesi’ni
de, Zizek’in fikri uzay-zaman sürekliliğine girmek için ideal bir başlangıç
metni olarak görüyor ve öneriyoruz. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça
kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
103) Olgu - Algı - Bilgi
Radyo 1'in
değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan
Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların
Dilinden programının bugünkü konusu Olgu - Algı - Bilgi.
Görkemli bilimsel
müktesebatımızın, muhtelif ekolleriyle felsefe kozmosumuzun ve sanat dediğimiz
o büyülü ve çok yönlü ummanı oluşturan teliflerimizin tamamının binlerce yıldır
hakkında dillendirdikleri iddialı onca argümana karşın, beyin gibi maddi bir
şeyin nasıl olup da BİLİNÇ gibi olağanüstü
bir gayri maddi çıktıyı / ürünü ürettiğine dair söyleyebileceğimiz dişe dokunur
bir hipotezin bile olmaması düşündürücüdür doğrusu. Bilinç dediğimiz antite, varoluş
dairesindeki herhangi bir şeye dair olan bir düşünceyi bilişsel bir proses
çerçevesinde geliştirebilmek marifetidir ve bu da algılar zemininde oluşan bir
fenomen olduğundan, ALGIyı alacağız
mercek altına. Bilişsel sürecin ilk merhalesi o şeye dair algılama aşamasıdır. Duyu
organları tarafından ‘o şey’e dair elde edilen ham veriler, yâni uyarıcılar, beynin
ilgili merkezinde mukayese – sınıflama – indirgeme – simülasyon – özetleme gibi
operasyonlardan / safhalardan geçerek önce algıya, akabinde de o temelde
bilgiye dönüşür ve belleğe kaydedilerek depolanır. Algının
görsel olan türü üzerinden ilerleyeceğiz. Bir ışık kaynağından üzerine düşen
ışık ışınlarını çevresine yansıtan bir nesnenin gönderdiği foton temelli
elektromanyetik dalgalar şayet görüş ufkumuza, görme konimize girmişlerse, görme
merkezimizde, bahsettiğimiz proseslerden geçerek, o nesneye dair görsel algı
oluşur. Duyusal farkındalığımızın neredeyse %80’i oluşturan görsel algı ve o
temelde inşa ettiğimiz görsel farkındalık hayatiyetimizi sürdürmemiz bakımdan
kritik önemdedir. Görsel farkındalık, gözde başlayan görsel hissin, beynin çeşitli
katmanlarının kademe kademe devreye girdiği kompleks bir sürecin nihayetinde dönüştüğü
antitedir. Görsel ayrım; görsel hafıza; uzayda konumlandırma;
şekil zemin ilişkisi; şekil sabitliği; görsel tamamlama; görsel sıralı bellek; görsel
motor entegrasyonu gibi becerilerin kombinasyonundan oluşan görsel algı,
homo-sapiens-sapiens’in inşâ ettiği
verili medeniyetin de temellerini oluşturmaktadır. Binlerce yıldır tartışılan
bazı kritik sorulara az ya da çok tatminkâr cevaplar verilmişse de, bunların
bazıları bizi halâ problemli alanlara gönderebilmektedir. İşte o mezkûr
sorulardan birkaçı: 1- Görsel algımız ve
onun üzerine bina ettiğimiz bilgimizin, referans verdikleri olgularla
mutabakatlarından emin olabilir miyiz? 2- Köpeklerin renkleri seçemedikleri şeklindeki
kabulümüz örneğinde olduğu gibi, başka canlıların görsel algılarına dair olan
bilgilerimizin sıhhatinden nasıl emin olabiliriz? 3- Bir başka insanın, ya da köstebek,
kartal, karınca, yunus gibi bir başka canlı türünün bir ferdinin görme
merkezinde oluşan görsel algısının zihnimize transferi mümkün müdür? Gökkuşağının
en dış rengi olan ve sarı ile mavi gibi üç ana renkten de biri olan kırmızı, vasati
630 – 760 nanometre olan dalga boyuyla aynı zamanda en düşük frekanslı renktir.
Bu rengi, başvuru kaynağımız olan metinde işgal
ettiği merkezi rol yüzünden aldık mercek altına. İnsanların ve diğer yüksek
primatların zekâsının ve bilincinin kaynakları ve evrimsel gelişimi üzerine uzman
olan Cambridge kökenli İngiliz nöropsikolog
Nicholas Humprey'nin yazdığı Kırmızıyı Görmek, türümüzün
bir ferdinin bir nesne, meselâ kırmızı bir perde
gördüğünde gerçekleşen ve nihayetinde de kırmızı hissinin doğmasına yol açan algısal
– bilişsel süreçleri irdelemekte. Doğa bilimleriyle beşeri bilimlerin
konvansiyonel tezlerinin; olgu – algı –
bilgi – bilinç zincirinin mahiyeti hakkında kesin konuşamamasının açığını felsefe,
psikoloji, biyoloji ve bilişsel bilimin tamamının birlikte çalıştıkları
mültidisipliner bir süreç üzerinden kapatmaya çalışan mezkûr eser; zihin,
bellek, bilinç, zekâ, algı konularında dillendirdiği sınırları zorlayan argümanlarla,
türün meraklısının başvurması gereken bir kaynak olarak öne çıkmaktadır. Bir
sonraki programımızda birlikte olmak
dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
104) Soyadı Kanunu
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini
yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un
sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Soyadı
Kanunu.
Gazi’nin Cumhurreisliğine denk düşen Cumhuriyetin ilk 15 yılında gerçekleştirilen
ve ‘Atatürk Devrimleri’ olarak tarif ve tavsif edilen bir dizi revizyonist /
reformist hamleden biri olan Soyadı
İnkılâbı, 2 Ocak 1935’de yürürlüğe giren 2525 sayılı Soyadı Kanunu gereğince,
her TC vatandaşının adını bütünleyen bir soyadı sahibi olmasını zorunlu kılmıştır.
Bu kanunla kişinin ailevi, ırki mezhebi, itikadi, sosyal aidiyetlerine vurgu
yapan soyadlarıyla, komik ve edebe aykırı isimleri alması yasaklanmıştır. Sadece
konservatif kesimlerde değil, yeni düzeni benimseyen ve destekleyen kesimlerde
de bu uygulamaya yönelik bazı itirazlar dillendirilmiş, bu kanunla; yurttaşların
aileleri, mâzileri ve atalarıyla olan irtibatlarının zayıfladığı ya da tamamen
koparıldığı; özellikle acilen karar vermeleri noktasında sıkıştırılan
memurların, bu psikolojiyle çok da içlerine sinmeyen seçenekleri tercih etmek
zorunda bırakıldıkları; azınlıkların Türkçe soyadı almaya yönlendirilmesiyle,
ya da, Türk ve Müslümanlar ‘oğlu’ ile biten soyadlarını alabilirken,
gayrimüslim unsurlara, yabancı dillerde aynı manaya gelen takıları içeren
soyadlarını almak konusunda engeller konulmasının anayasanın eşitlik ilkesiyle
çeliştiği; nüfus müdürlüklerine, kendilerine kayıtlı yurttaşlar arasında farklı
ailelerden olup da aynı soyadını almak isteyen kişilere izin verilmemesi
direktifinin gitmesinin, soyadı seçmek hürriyetini sınırladığı; bazı nüfus
memurlarının, yurttaşların kayıt altına alınmasını istedikleri soyadlarını,
kanuni kısıtlar kapsama girmemesine karşın, kişisel tasarruflarıyla engelledikleri,
bu suretle bürokrasinin keyfi uygulamalarının önünün açıldığı; yine bazı nüfus
memurlarının, yurttaşların soyadı tercihleri üzerinde kendilerince bazı
tadilatlar yaparak, milletin özgün ve özgür tercihlerine kısıtlama getirdikleri;
toplumun ananelerini, tarihsel birikimlerini, sosyolojik dokusunu ve kültürel
kodlarını yansıtmaya ehil bazı favori soyadlarının âdeta kapanın elinde
kalırcasına kapışıldığı, bunun ise yurttaşlar nezdinde sanki bir ‘soyadı
yağması’ varmış intibaı ve memnuniyetsizliği uyandırdığı merkezindeki şikayet
ve iddialar uzun süre gündemde kalmıştır. Nüfus memurları, yurttaşların
kaydettirmek istedikleri soyadlarının anlamını sorduklarında, birçok kişi, o an
akıllarına gelen saçma sapan bir ‘sözde izahat’ı
paylaşmış, meselenin absürtlüğünü anlayamayıp kaydı yapan memurun durumu da,
ister istemez, uzun süre berber sohbetleriyle kıraathane geyiklerinin mevzusu
olmuştur. Bu durumun, bürokrasiye duyulan güven ve saygıyı aşındırdığı bir
vakıadır. Aziz Nesin anılarında, soyadının öyküsünü anlatırken: ‘..cimriler ‘Eliaçık’,
korkaklar ‘Yürekli’, tembeller ‘Çalışkan’ soyadını aldı. Her türlü yağmada hep
sona kaldığım için övüneceğim bir ad kalmamıştı bana. O şekilde çağrıldıkça ne
olduğumu düşünüp kendime geleyim diye ‘NESİN’ soyadını seçtim!’ diyerek sürecin
tirajikomikliğine vurgu yapar.
Referans kaynaklarımızdan olan Derya Bengi ve Erdir Zat’ın araştırıp derlediği ‘100. YILINDA CUMHURİYET’İN POPÜLER KÜLTÜR HARİTASI – 1 (1923 – 1950) – Her Savaştan Bir Yara’, Cumhuriyetimizin 100. yılı vesilesiyle hazırlanmış 3 ciltlik kapsamlı bir çalışmanın ilk kitabı olup; yeni rejimin inşaya giriştiği ‘Yeni Türkiye’nin ilk 27 yılda yaşadığı büyük transformasyonun çok sayıdaki tezahürlerini, alfabetik bir disiplin çerçevesinde ve 250 başlık altında veren bol görselli, başarılı bir popüler kültür tarihidir. Tarihi, insanlığın önemli şahsiyetlerinin failleri olduğu büyük olayların kronolojik bir dizini olarak gören konvansiyonel anlatılara alternatif olan bu çalışma, Atatürk ve İnönü gibi dönemin protagonist kahramanlarıyla sokaktaki sıradan insanları popüler kültür kozmosunda yan yana getirerek kurduğu detaycı, samimi ve özgün mahiyet ve üslûbuyla; ilk ürünleri 1929’da Strasburg Üniversitesi’nde Marc Bloch ve Lucien Febvre’in verdiği dersler olan Annales Tarih Ekolü içerisinden konuşmakta. Görsel şölen mahiyetindeki grafik yanıyla da ciddi bir albeni kazanan eser, yakın tarihimize dair okumalar yapmak isteyenlerin ilgisini fazlasıyla hak etmektedir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
105) Turizm
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver
Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza
Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Turizm.
Gezerek, görerek ve tanıyarak bilgi ve görgü arttırma; boş
zamanları değerlendirme, tatil yapma, sağlık, eğitim, dini vecibeleri yerine getirme; dinlenme,
moral bulma, spor yapma, herhangi bir sanat faaliyetini gerçekleştirme, ticaret
– sanayi – hizmet – inovasyon – finansman başta olmak üzere her çeşit ekonomik temelli
gerekçeler ve motivasyonlarla ülke içinde ya da diğer ülkelerde yapılan
gezilere turistik gezi; turistik gezi fiilini gerçekleştiren faile /
özneye turist; bahse konu bütün bu amaçlarla yer değiştiren ve aksiyon
alanları ya da alacak olanları kendi destinasyonuna / coğrafyasına çekmek adına
yapılan plânların, alınan tedbirlerin, gerçekleştirilen projelerin; oluşturulan
tesisleşmelerin; bu tesislerde ve onlara erişim sırasında sunulan servisleri /
hizmetleri üretecek olan personelin yetiştirilmesinin; bütün bunların bünyesinde
gerçekleşeceği ekosferi, atmosferi, psikolojiyi, zihni iklimi, entelektüel
zemini, yasal çerçeveyi oluşturmak adına atılması gerekli adımların, yapılması
gereken işlerin ve alınması gereken aksiyonların tamamının toplamına ise TURİZM
denir. 20. asırdan önceki çağlarda fantezi ve heyecan arayan entelektüellerin, para
kazanmak için çalışmak zorunda olmayan aristokratların ve zenginlerin,
maceracıların, kanundan ya da hasımlarından kaçan kriminal tiplerin, flanörler ve
flanözler gibi amaçsız öznelerin ve ne idüğü belirsiz serserilerin yaptıkları
gezilere seyahat, bu fiili eyleyen aktörlere / faillere de genel olarak seyyah
denirdi. Turist ve turizm kavramları ise
ilk olarak İngilizlerin 1. Cihan Harbi’nin bir tık öncesinde ve hemen
sonrasında çeşitli amaç ve motivasyonlarla gerçekleştirdikleri dahili ve harici
seyahatleri tarif maksadıyla kullanılmıştır. 20. asrın başından bu yana
geçen son 125 yılda ve bilhassa da global büyüme çağının rahmi olan 2. Dünya
Savaşı’nın sonrasındaki 80 yıllık süreçte günden güne gelişen, serpilen,
büyüyen turizm sektörü, içinden geçtiğimiz aktüel uğrakta 1 trilyon doları aşan büyüklüğüyle devasa hacme erişen bir ekonomik antite halini almış, bu suretle de literatürdeki
‘bacasız sanayi’ yakıştırmasını
fazlasıyla hak eden bir kondisyona kavuşmuştur.
Türkiye turizm pastasından uzun süre hak ettiği payı alamamıştır; öyle ki, bu topraklarda yaşayan ve Türkiye Toplumsal Formasyonunun parçası olan bizler, kuşaklar boyunca bütün ilgililerle yetkililerin ‘bu sene o sene, evet, turizm artık bu sene patlayacak’ şeklindeki beyanlarına şahit olmamıza karşın, bu bir türlü geçekleşememiştir. Turizm master plânlarını yapmak, tesisler kurmak, eleman yetiştirmek, gereken hukuki mevzuatı oluşturmak, misyon – vizyon – stratejik bakış – inovasyon – fırsat / risk analizi - kuvvetli ve zayıf yanlar tahlili - niş alanların tespiti gibi unsurların tamamını bünyesinde barındıran holistik ve kreatif bir yaklaşımla turizm davamızın ele alınması 1983’de iktidara gelen Turgut Özal’ın devr-i iktidarında olmuştur. Son 42 yılda adım adım gerçekleştirilenlerle, bayrağı her devralanın üzerine tuğla koya koya inşâ ettiği hizmet ve eserlerle turizm sektörümüz içinden geçtiğimiz konjonktürel süreçte yıllık 60 milyon misafir ve 60 milyar dolarlık hedefleri realize etmeye çok yakındır. 2022’de 1 milyara yakın insanın 1 trilyon doları biraz aşan bir harcamayla yaptıkları turistik gezilerinde en çok ziyaretçi ağırlayan ülkeler listesinde ilk 4 sıra Fransa, İspanya, ABD ve Türkiye şeklinde oluşmuştu; sektör paydaşları bu sene ülkemizin küresel sıralamada üçüncülüğü elde etmesini beklemekte. Turizm karnemiz genel olarak olumlu notlarla dolu olsa da, sahil şeritlerimizi boydan boya kaplayan yapılaşmanın, icadımız olan ve uzun süre lehimize çalışan ve ama artık revize edilmesi şart olan ‘her şey dahil’ sisteminin, fahiş fiyat uygulaması yapan fırsatçılarla misafirlere kötü muamele eden paydaşların oluşturdukları problemlerin masaya yatırılarak çözülmesi şarttır. Brent Ritchie ve Charles Goelldner'in yazdıkları Turizm İlkeler, Uygulamalar, Felsefeler eseri bahse konu hususların meraklısının ilgilenmesi gereken faydalı ve kapsamlı bir kaynaktır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
------------------------------------------------------------
Önceki 100 metne erişmek için bknz. ltfn. https://ziyaversencan.blogspot.com/2024/04/trt-radyo-1-sayfalarn-dilinden-metinler.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder