01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. Mezkûr metinler, muhtasar bir ifadeyle, insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki - hayvan - böcek - toprak - su gibi bileşenlerinin oluşturduğu o alâimisemâ mahiyetli muhteşem mimari ve muhtevasının belirlediği eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin fenomenlerinden / tezahürlerinden birisinin, ana hatlarıyla da olsa, kuşatılma teşebbüsüdür. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan bahis konusu entelektüel hasılanın 17 Haziran - 21 Haziran döneminde yayınlanacak olanları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.
121) Enver Paşa
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini
yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un
sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Enver Paşa.
Asker, siyasetçi, 1. Cihan Savaşında Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili olarak İmparatorluğun en muktedir kişisi, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin lider kadrosundan Enver Paşa 23 Kasım 1881’de İstanbul’da doğdu, İsmail Enver olarak nüfusa kaydolundu. Şahsi hayat patikasını ve İmparatorluğun geleceğini belirleyecek olan sosyopolitik ve jeopolitik koşulların oluşturduğu bir aktüel momentte; Çar 1. Nikola’nın Kırım Savaşı öncesinde, 1853’de, İngiliz sefiri Lord Seymur’la paylaştığı ‘kollarımızın arasında hasta bir adam var’ tespitiyle başlayan, 9 Haziran 1908’de, bugün Estonya’nın başkenti olan Reval’de, İngiltere Kralı 7. Edward’la Rus Çarı 2. Nikolay arasında yapılan görüşmede ‘’Hasta Adam’ın mirasını uygun şekilde bölüşerek Şark Meselesi’ni halletmemiz lâzım!’ mutabakatıyla olgunlaşan Osmanlıyı imha plânının vatanperver münevverlerle subayları endişelendirip öfkelendirdiği bir tarihsel süreklilikte bilinçlenen duyarlı bir gencin halâskâr zâbitân, kurtarıcı subaylar idealine meyletmesi şaşırtıcı değildir. Kardeşleri Nuri ve Kâmil’le birlikte, varlıklı olmayan ailesinin eğitime verdiği önem sayesinde, dönemin en iyisi olan askeri okullarda okutulan İsmail Enver, henüz Harp Okulu talebesiyken, ihtilalcilik yüzünden amcası Halil Beyle birlikte yargılanıp beraat etmişti. Balkanlarda çetelere karşı verdiği başarılı mücadele, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne
katılması, 23 Temmuz 1908’de ilân edilen 2. Meşrutiyet’i tetikleyen isyanın Resneli Niyazi'yle birlikte lideri olması; Selânik, Payitaht ve İzmir gibi metropollerde ‘Hürriyet Kahramanı’ ilân edilerek adına şiirler yazılan, marşlar bestelenen, poster ve kartpostalları kolektif imajinasyondan, mimari dokunun harici ve dahil birçok mekânına değin, maddi ve gayrimaddi hemen her vasatı süsleyen ikonik ve efsanevi bir figür haline gelmesi, ateşli bir Alman hayranı olması ve Osmanlının kurtuluşunun disiplinli Germen milletiyle kaderini birleştirmesinde olduğuna inanması; 13 Nisan 1909’da patlak veren 31 Mart İsyanının bastırılmasının ve 2. Abdülhamit’in halledilerek Sultan Reşat’ın tahta geçirilmesinin asli faillerinden olması; Mustafa Kemal’le birlikte katıldıkları Trablusgarp Savaşında önerdiği gerilla faaliyetlerinin başarılı olması, Balkan Savaşında şehri Bulgarlardan kurtarıp 'Edirne Fatihi' lâkabını alması; 23 Ocak 1913’de tertiplenen Bâb-ı Âli baskının liderliğini yaparak İttihat ve Terakki’nin idareyi ele almasını sağlaması; Padişahın yeğenlerinden Naciye Sultan’la 5 Mart 1914’de evlenerek damad-ı hazreti şehriyâri pozisyonuyla saray ve hanedanın mensubu ve ‘damat paşa’ olması; Ocak 1914’de Harbiye Nazırı, akabinde de Başkumandan Vekili olarak imparatorluğun, daha önce imzaladığı gizli protokolle, Almanların yanında Rusya’ya karşı 1. Cihan Harbi’ne girmesine yol açması; müthiş bir hezimet olan Sarıkamış harekâtını sahada yönetmesi; 27 Mayıs 1915’de çıkarılan Tehcir Kanunu’yla Osmanlının Ermeni tebasının zorlandığı göçün müellifi ve müsebbibi olması Enver Paşa'nın hayatının önemli dönemeçlerindendir. Savaşın kaybedilmesi üzerine 1918 sonunda yurt dışına kaçan Enver Paşa, Türkistan bağımsızlık hareketi kapsamında Bolşeviklere karşı İstiklâl mücadelesi veren Basmacılara destek için bulunduğu Tacikistan’ın Belcivan mevkiinde, 4 Ağustos 1922’de giriştiği bir muharebede şehit olmuştur.Enveriye alfabenin mucidi, kadınların çalışmasını destekleyen bir reformist; Almanca, Fransızca, Farsça ve
Rusçayı mükemmelen bilen bir münevver; tanıyanların zarif, kaliteli ve iyi bir kurmay
dedikleri bir asker; müktesebatınıza göre Türk milliyetçisi, Turancı, panislamist, Osmanlıcı,
ihtilâlci, reformist ve maceracı olarak niteleyebileceğiniz çok yönlü ve kaleydoskopik bir tarihi antite olan Enver Paşa hakkında
yazılmış en önemli kaynak Şevket
Süreyya Aydemir’in 3 ciltlik abidevi
eseri Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa biyografisidir. Temel
referansımız olan eser ilgilisinin muhakkak okuması gereken bir opus magnumdur.
Bir sonraki programımızda
birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli
dinleyenler.
122) Teleoloji
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini
yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un
sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Teleoloji.
Teleoloji, erekbilim,
ya da gayecilik, 1- varoluşun
beşeri, sosyal ve tabii bütün fenomenlerini ve veçhelerini kendi doğal amaçları
temelinde izaha çalışırken, onları, sadece kendilerini doğuran sebeplerle
değil, aynı zamanda ve daha ziyade, finalde yöneldikleri netice ve gayelerle de
açıklamaya matuf kuramsal yaklaşım; 2-
olup bitmiş, olmakta olan ve olacak olanların
‘zaman dışında ve başlangıç öncesi’nde
saptanmış ilkeler – metrikler – sabiteler – kanunlar çerçevesinde
gerçekleşmekle kalmadıklarını, önceden var edilip mevcudata eklemlenen bütün bu
kurallar bütününün, sürecin tabii ve zaruri olarak kendisine doğru ilerlediği
bir nihayeti gerçekleştirmeye de hizmet ettiğini ve hatta, o final tarafından
da domine edildiklerini vaz’eden nazari tarz; ve nihayet, 3-
bilmediğimiz, bilebileceklerimiz, bildiğimiz ve bilemiyeceklerimizin
oluşturduğu sınırsız ve sonsuz olgular setinin, kudreti sınır tanımayan
metafizik bir antitenin müellifi olduğu fizikötesi bir plâna göre telif
edildiğini savunan teolojik uzay-zaman sürekliliğinin komponenti ve teorik enstrümanı
olan teleoloji, sadece konuya uzak
olanların, ya da tam manasıyla vakıf olamayanların değil, felsefi ıstılahlar ve
külliyatla ortalamanın üzerinde haşır neşir olanların dahi zaman zaman karıştırdıkları
ve ikame kavramlarmış gibi kullandıkları determinizm
ve nedensellikten farklı bir
içeriğe sahiptir. Determinizm,
belirlenimlilik, muayyeniyetçilik, belirlenircilik ya da gerekircilik, bütün olgu, olay, fiil, fail
ve süreçleriyle Mevcudat’ın / Evren’in, kendisinin içine gömülmüş olan bir denklemler
ve yasalar çerçevesinde varlık düzlemine çıktığına, üstelik de bu realizasyonun
olduğundan başka türlü olamayacak bir zorunluluklar silsilesi şeklinde tezahür
ettiğine referans veren bir argümantasyondur. Tabiat olaylarının ve tarihsel
süreçlerin objektif, belirlenmiş, değiştirilemez, engellenemez olduğuna yönelik
determinist temelli bu kesin inanç, Kuantum Fiziği yüzünden ağır hasar alana
değin, pozitif, beşeri ve sosyal bilimlerin temel umdesi olmuştur. Determinizmin üzerinde yükseldiği nedensellik / illiyet / causality prensibi,
gerçekleşenlerin tamamının daha önce gerçekleşmiş bir olgunun sonucu ve takip
eden gerçekleşecek bir olgunun da nedeni olduğunu savunur. Teleoloji ile nedensellik
ve gerekircilik arasındaki temel fark, teleolojinin sadece teoloji,
epistemoloji, ontoloji ve metafizikte cârî olmasına karşın, nedensellik ve
gerekirciliğin bilimin pozitif, beşeri ve sosyal bütün alt kırılımlarının yanı
sıra, teoloji, ahlâk, felsefe ve metafizikte de hükmünü sürdürebilmesidir. Gerekircilik – olumsallık ve zorunluluk – rastlantısallık gibi majör
dikotomilerin düşünce arenasına davet ettiği sorunsallarla; felsefenin bütün
branşlarında, bilhassa da onun epistemoloji, ontoloji ve metafizik kırılımlarında;
başta psikoloji, antropoloji, sosyoloji, politika, hukuk, kriminoloji ve iktisat
olmak üzere beşeri bilimlerde, teoloji ve ahlâkta merkezi bir mesele olan ‘özgür
irade var mıdır?’ sorusuna cevaplar üreten teleoloji – determinizm – nedensellik antiteleri, tarihsel
köklerini binlerce yıl öncesinin kadim fikri iklimlerinden almasına karşın, günümüzdeki
modern muhteva ve formlarına Spinoza'nın
ve Pierre-Simon Laplace’ın müktesebatlarıyla kavuşmuştur. Teleolojinin; doğal dünyanın düzenini, onu amaçlı bir
öznenin eylemleriyle kıyaslayarak anlayabileceğimizi savunan Platoncu dışsal teleolojik yorumuyla; doğadaki
her olgunun kendi ereksel nedeni ve tikel amacı olduğunu savunan Aristotelesçi içsel teleolojik yorumu
gibi iki ana fraksiyonu vardır diyerek itmam edelim bu bahsi.
Konumuzla ilgili çok sayıda maddesinden faydalandığımız başvuru kaynağımız, 2014'de kaybettiğimiz Ahmet Cevizci hocanın yazdığı 2 ciltlik ve 2,100 sayfalık kayda değer hacimdeki Büyük Felsefe Sözlüğü, felsefeyle ilgilenen istisnasız herkesin başucu kaynaklarından ve temel referans metinlerinden olmaya lâyık parlak bir entelektüel semere, fikri meseleler karşısında sunduğu, çok amaçlı bir İsviçre çakısının cömertliğiyle yarışan, çözümler setiyle de tam bir problemsavardır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
123) İmparator Norton
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın
metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un
sunduğu Sayfaların Dilinden okudu programının
bugünkü konusu İmparator Norton.
Dahi mi yoksa deli mi olduğuna karar veremediğimiz; derviş tabiatını mı, yoksa serkeş karakterini mi kuşandığını çözemediğimiz; saflığıyla ve hüsnüniyetiyle dalga geçmeye kalktığımızda, gördüğümüz mukabele üzerine ‘yoksa aslında o mu beni tiye alıyor?!?’ diye tereddütlere gark olduğumuz ayrıksı ve fakat hakikaten latif insanlar vardır, işte Joshua Norton onlardandır. Emlakçı, emtia tüccarı ve ilk ve tek ‘ABD İMPARATORU’ olan Joshua Abraham Norton 4 Şubat 1818’de Londra yakınlarında doğdu. Ailesinden kalan yüklüce bir mirasla 23 Kasım 1849’da gemiyle San Fransisco’ya gelen ve giriştiği emlakçılık ve emtia yatırımlarında çok başarılı olan Norton, servetini 3 yılda altıya katlayarak 250,000 dolarlık bir servet yapmış, kentin en mutena semtinden aldığı malikânesinde yaşamaya başlamıştı. Yeni Dünya’nın ‘Yeni Vatandaş’ı artık kentin saygı gören bir ferdi, muhitinin creme de la creme’inin parçasıydı. Aralık 1859'da, kuraklık yüzünden Çin'in ihracatını yasaklaması pirinç fiyatını emtia borsasında 40 sente çıkarınca, Norton, elindeki nakdi krediyle katlayıp oluşturduğu 25,000 dolarla Peru’dan 12.5 sentten pirinç ithal etti. Ancak evdeki hesap çarşıya uymamış, Norton’un talihi bu kez ters dönmüştü; bazı emtia tacirleri, o sırada olağanüstü bir pirinç bolluğu yaşanan Latin Amerika'nın başka ülkelerinde kilosu 2-3 sente yüklü miktarda pirinç ithal edince malı elinde kalan, sermayesini kaybeden Norton banka kredisini ödeyememiş, bütün varlığına haciz konmuştu. Sözleşme koşullarına uyulmadığı gerekçesiyle açtığı ve yıllarca süren davaları nihayet kaybettiğinde Norton, artık beş parasızdı; hayatını, kentin yoksullarının yaşadığı bir semtteki bakımsız bir lojmanda sürdürmek zorunda kalmış, ağır bir depresyonun pençesine düşmüştü. Dostlarının yardımıyla yeniden atılım yapmak için birçok teşebbüste bulunduysa da, hiçbirinde başarılı olamadı. Hayata küstü, tam manasıyla kabuğuna çekildi. 4 Temmuz 1859'da, ABD İstiklâl Gününde ülkenin hukuki ve siyasi yapısının dürüst yurttaşlarını koruyamadığına, bu alanda radikal değişimler yapılması gerektiğine dair derin bir aydınlanmaya ve köklü bir inanca sahip oldu Norton. ABD’nin sosyoekonomik yapısının temelden değiştirilmesini vaz’eden tespit ve öneriler içeren özlü ve kısa bir manifestoyu kaleme aldı, onu, aynı gün San Fransisco Daily Evening Bulletin’de, cebindeki son parasıyla, ücretli reklâm olarak yayınlattı. 17 Eylül 1859’da, eyaletin bütün gazete ve ajanslarına gönderdiği Başkan Abraham Lincoln’ı azlediyor, idareyi tamamen elime alıyorum dediği metni Norton 1 – ABD İmparatoru olarak imzalayan Norton, Fransa İmparatoru 3. Napolyon’un Meksika’yı işgali üzerine, 1863’de unvanına ‘Meksika’nın Koruyucusu’ sıfatını da ekledi. Böylece başlayan ve 8 Ocak 1880’deki ölümüne değin devam eden 21 yıllık meczupluğu sırasında Norton sürekli beyannameler yayımladı; resmi daireleri, kiliseleri, sivil toplum kuruluşlarını, şirketleri ve iş adamlarını düzenli ziyaret etti, onlardan ve bütün San Fransisco’lulardan saygı, sevgi, samimi bir alâka ve maddi yardım gördü. Yaptığı alışverişlerde kullandığı kendi adına bastırdığı paralar satıcılar tarafından kabul edildi ve hatıra olarak saklandı. Bunların bazıları sonradan müzayedelerde yüksek meblâğlarla alıcı buldu. Cenaze töreninde katafalka konulan nâşının önünden 10,000 kişi geçerek saygısını gösterdi, mezarlığa kadar tabutuna eşlik eden hemşehrilerinin sayısı 30,000’den fazlaydı, cenaze kortejiyse kilometreleri bulmuştu. Yaşarken efsaneleşen Norton’un hayatı ve anısı Mark Twain, Robert Louis Stevenson, Christopher Moore, Morris, Rene Goscinny, Selma Lagerlöf, Neil Gaiman, Mircea Cartarescu ve Charles Bukowski gibi yazar, sanatçı ve artistlere ilham kaynağı oldu. Başvuru kaynağımız olan Wikipedia'nın İngilizce edisyonundaki Emperor Norton maddesi, konunun meraklısı için çok kapsamlı ve faydalı bir etüt olup, dilimize kazandırılmayı beklemektedir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
124) Homo Narrans
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın
metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un
sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Homo
Narrans.
Kabaca 100,000 yıl önce Doğu
Afrika’nın mağaralar gibi korunaklı yerlerinde yaşarken, hançeresindeki bir
mutasyonla ses entervali günümüzdeki zenginliğine erişen, bu sayede de modern
insanın çıkarabildiği bütün sesleri üretebilmek imkânına kavuşarak aktüel
dilleri andıran ilk iletişim ve bilişim sistemlerini icat eden öncü homo-sapiens-sapiens’lar,
yaşadıkları mağara içinde ya da önünde yaktıkları ateşin etrafında halka olarak
sohbet etmeye ve hayatta kalmalarına yardımcı olacak bilgileri paylaşmaya
başlamışlardı. Aslında başlayan, türümüzün günümüze kadar kesintisiz olarak
sürecek olan bir güncellemeler silsilesi içinde hem kendisini ve hem de medeniyet
dediğimiz o büyük kozmosu inşa etmesinin en dominant enstrümanı, en önemli
imkânı ve en hayati vasatı olan ANLATI ÇAĞIydı.
İnsanın ‘düşünen canlı’, ‘irrasyonel
canlı’, ‘oyun oynayan canlı’, ‘dik duran canlı’, ‘ekonomik canlı’, ‘politik
canlı’, ‘gülen canlı’, ‘ağlayan canlı’, ‘hemcinslerine en acımasız davranan
canlı’, ‘uygarlık kuran ve yıkan canlı’, ‘konuşan canlı’, ‘öleceğini bilen
canlı’, ‘bilim yapan canlı’, ‘inanan canlı’, ‘ölümsüzlük arayan canlı’, ‘sanat
yapan canlı’, ‘hayal kuran canlı’ gibi sayısız tanımı var; ‘insan, hikâye uydurmaktan, bunları
paylaşmaktan ve anlatısının beğenildiğini görmekten mutlu olan canlıdır’
şeklindeki tanım, bir diğer deyişle, homo-sapiens-sapiens
= homo narrans tarifi bize göre, bütün diğer tanımlar içinde türümüz homo-sapiens-sapiensi
en çok kuşatanı, en eksiksiz olarak anlatanıdır. Alman etnolog Kurt Ranke’ın
1950’lerde ‘anlatan olarak insan’a dair yaptığı: ‘insan kendisini ve dünyasını anlamak,
anlamlandırmak ve anlatmak için hikâyeler anlatır; bu anlatılar, bizi ve
dünyamızı biçimlendirip inşâ eder, bizi birbirimize bağlar, geleceğin tekinli
ve kestirilebilir olmasını sağlar. Bu yüzden de anlatmak temel ve hayati bir
beşeri faaliyettir’ tanımlaması, paylaştığımız denklem temelli
homo-sapiens-sapiens tanımıyla genetik olarak akrabadır. Anlatı üst başlığının
kucaklayıp kuşattığı türlerden olan masal, mit, destan, efsane ve öykü
farklı anlamlara sahip olmalarına karşın karıştırılmakta, ikame kavramlarmış
gibi kullanılabilmektedir; kurmaca
yanı baskın, gerçeklikle irtibatı ise gevşek ya da hiç olmayan anlatılar masal,
mit ve efsanelerdir. Bu anlatı türlerinden masal ve mitler esas olarak insanüstü
ve doğaötesi varlık ve olgulara yaslanırken, efsaneler, insanların başından
geçenlerin bir miktar abartılıp egzajere edilmesi ve yer yer de sürreel bir
boyuta doğru esnetilmesiyle oluşurlar. Destanlar ve öyküler ise gerçeküstü
motifler ve temalar içerebilmelerine karşın, daha ziyade reel dünyanın, fizik
alemin ve beşeri ve sosyal dokunun gerçekçi ögelerinin terkibiyle ortaya
çıkarlar. Bizi birleştirerek bugüne taşıyan o sohbetlerin ateşini ilk
yakışımızdan 100,000 yıl sonra bugün, ekranlardan edindiğimiz bizi fragmante ve
partikülarize eden, müştereklerimizi ve değerler setimizi zedeleyen dijitalize
formattaki çoğunlukla faydasız, bir kısmı da doğrudan zararlı olan anlatılar,
gezegenimizi ve medeniyetimizi belirsiz ve tekinsiz bir istikbale taşırken,
sebep oldukları bağımlılık yüzünden de ayrıca risk unsuru olmaktalar. İnsanlığın
etrafında toplanarak, gezegendeki hayatımızı sürdürmemize yardımcı olacak, inşâ
vasfı ve kozmoplastisitesi yüksek, güncel ve faydalı anlatıları paylaştığı yeni
sohbet halkalarını oluşturmasının zamanı geldi de geçiyor sanki, ne dersiniz?!?
‘İyi bir editoryal süreçle sarkan bölümleri
kısaltılsa ve tekrarlanan temalar metin dışına atılsa daha iyi olabilirmiş’ dediğiniz, buna karşın, bu haliyle de faydasını görebileceğiniz arkeolog,
yazar ve akademisyen İsmail Gezgin’in
yazdığı Homo Narrans – İnsan Niçin Anlatır – Mit, Masal ve Hikâyenin
Arkeolojisi müracaat ettiğimiz referans metinlerimizdendir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve
muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
125) Kahve
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini
yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un
sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Kahve.
Bir fincan
kahve, tercihan sayfaları açık bir kitap ve sevimli bir kedinin unsurları olduğu
görsellerin süslediği paylaşımlar, sosyal medya mecralarının en favori
postlarındandır. İçerdiği etken madde olan kafein zihni uyardığı, enerji verdiği ve mutlu hissettirdiği için içenlerin umumiyetle tiryakisi olup bir
daha da terk edemedikleri bu egzotik tad, hem Osmanlı – Türk yaşam tarzının
ve hem de küresel medeniyetimizin yeme - içme kültürünün vazgeçilmezlerindendir.
Kökeni Afrika’ya inen, içecek olarak insanlığın hayatına dahil olduğu coğrafya ilkin 9.
asrın başında Etiyopya ve akabinde gece ibadetlerinde zinde kalmak için arayış
içinde olan Arap sûfîlerin pratiklerine sahne olan Güney Arabistan olan, Orta
Çağ’dan itibaren de sözlü ve yazılı Arap edebiyatının parçası haline gelen
kahve, bu yüzden Türkçe ve İngilizce dahil birçok dilde, Arapçadaki iştahı kesildi anlamına gelen kahiye
fiilinden türemiş ismiyle anılmaktadır. 1600’lü yıllarda Venedikli tacirlerin vasıtasıyla
önce İtalya’ya, ardından da bütün Avrupa’ya yayılan kahve içme alışkanlığı ve
kültürü, mezkûr kıtadaki kolonyalist devletlerin denizaşırı sömürgelerine de
taşınmış, böylelikle de kısa sürede global bir antite halini almıştır. En
kaliteli ve verimli türleri tropikal bölgelerin rakımı yüksek mıntıkalarında yetiştirilen
kahve ziraatının en yoğun yapıldığı ülkeler Kolombiya, Kostarika, Brezilya, Meksika,
Peru, Guatemala, Honduras, Endonezya, Etiyopya, Vietnam, Hindistan’dır. İnsanları
müptelâsı kılan ilk pişirilme formları Araplar ve Osmanlılar tarafından icat
edilip geliştirilmesine karşın, onu envai çeşitte ve formatta demleyerek yeme –
içme kozmosuna dahil edenler İtalyanlardır. Bütün Dünya’da tanınarak haklı bir şöhret
kazanan, küresel ölçekte onlarca milyon fanı olan, hakiki gurmelerin de
vazgeçilmezleri arasına adını yazdıran Türk
Kahvesi’nin tarihi neredeyse 500 yıla erişmiştir. Kanuni Sultan
Süleyman’ın devri saltanatında Yemen Valisi olan Özdemir Paşa, çok
sevdiği kahveyi 1530’ların sonunda davet edildiği Topkapı Sarayı’na
sokmuş, Sultan ve saray ahalisi bu egzotik tadı çok beğenince saray
görevleri arasına kahvecibaşı titriyle bir pozisyon, makam ve rütbe eklenmiş, akabinde
bu âdet İstanbul’daki diğer saray ve konaklara da yayılmıştır. İstanbul’daki
ilk kahvehane 1554’de günümüzde Tahtakale diye anılan Taht-ul Kale’de, yânî, Kaleiçi denen mevkide, kuru kahve
manasındaki Tahmis Sokağı’nda açılmıştır. Önceleri medrese talebeleri, müderrisler,
hattatlar, Enderun mensupları ve üst rütbeli zabitler gibi münevver zümrelerce,
akabinde de başta esnaf ve yeniçeriler olmak üzere, çok geniş kesimlerce
benimsenen kahve kültürü ve alışkanlığı, Payitaht’ın hemen her semtinde çok
sayıda kahvehane açılmasına neden olmuştur. Yangınlara neden olduğu, dedikoduların tetikleyip
beslediği, fitne ve fesat ortamlarının doğmasına yol açtığı, dinen haram
addedilen diğer keyif verici maddelerin tüketimini de kamçıladığı gibi
gerekçelerle Osmanlı tarihi boyunca 4 farklı dönemde uygulanan kahve içimi ve
kahvehane işletilmesi yasağı 1830 tarihli bir padişah fermanıyla kaldırılmıştır.
Osmanlıdan bu yana ülkemizde yapılan birçok kahve üretimi teşebbüsü iklim
uyuşmazlığı yüzünden, başarısız olmuşsa da; 2004'te Antalya, Anamur ve Mersin’de
sınırlı bir arazide başlanan ekim çalışmaları, mezkûr mıntıkalar küresel klimatoloji
haritasındaki değişikliklerle yüzünden Akdeniz İkliminden subtropikal kuşağa doğru
kayınca, olumlu bir ivme kazanmıştır.
Globalizasyonun yol açtığı üniformizme, tek
boyutluluğa ve çoraklaşmaya karşı yerel değerleri ve varlıkları korumak adına 2013’de
UNESCO'nun ‘İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel
Mirası Temsilî Listesi’ne kaydedilen Türk
Kahve Kültürünü odağına alan Açelya Oğuz Ekici’nin yazdığı Türk Kahve Geleneği Sunumu ve Kuşaktan Kuşağa Aktarımı, başvuru kaynaklarımızdan olup, mevzunun
meraklısına şâyânı tavsiyedir. Bir sonraki programımızda
birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli
dinleyenler.
---------------------------------------------------
Önceki 120 metne erişmek için bknz ltfn.:
https://ziyaversencan.blogspot.com/2023/05/refik-halit-karay-kavanozdaki-beyin.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder