01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. Mezkûr metinler, muhtasar bir ifadeyle, insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki - hayvan - böcek - toprak - su gibi bileşenlerinin oluşturduğu o alâimisemâ mahiyetli muhteşem mimari ve muhtevanın referans verdiği eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin fenomenlerinden / tezahürlerinden birisinin, ana hatlarıyla da olsa, kuşatılma teşebbüsüdür. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan bahis konusu entelektüel hasılanın 15 Temmuz - 19 Temmuz haftasında yayınlanacak olanları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.
141) Kuantum Mikrotübüller
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver
Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza
Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Kuantum mikrotübüller.
Tübül denilen protein moleküllerince oluşturulmuş
silindirik mimarileriyle mikrotübüller, canlıların hücresel yapılanmalarının asal
unsurlarındandır. Mezkûr organik yapıtaşlarının; homo sapiens-sapiens’in
kendisini ve parçası olduğu Evren’i anlamasını sağlayarak, onu,
diğer canlılardan ayıran temel donanım ve kâbiliyetler olduğu kabul edilen
bilinç, benlik, farkındalık, düşünme gibi niteliklerini açıklayan nörolojik
ve bilişsel süreçlerde oynadığı olası merkezi role işaret
eden çoklu disiplinler anlayışıyla gerçekleştirilmiş argümantasyonların
35 yıllık bir geçmişi vardır. Konunun meraklısı; matematiksel fizikçi,
matematikçi, bilim felsefecisi, akademisyen ve yazar İngiliz Sir Roger
Penrose’la, Amerikalı nörolog, psikolog, anesteziolog, yazar Stuart
Hameroff’un telif edip geliştirdikleri, rakip teorilere kıyasla hem en heyecan vereni, hem de, bir çok uzmanca
spekülatif olarak nitelenmiş ezber bozan mahiyetiyle canlı tartışmalara yol
açanı olan Orchestrated Objective
Reduction - Düzenlenmiş
Objektif İndirgemecilik - Orch-OR kuramını kastettiğimizi anlamıştır. Temelleri, Hameroff’un
yazdığı 1987 tarihli, henüz dilimize kazandırılmamış Ultimate
Computing eserinde ve 1989’da yayımlanmış Penrose imzalı Kralın
Yeni Aklı – Bilgisayar, Zekâ ve Fizik Yasaları’nda atılan, geliştirilerek
olgunlaştırılması ise Penrose’un bu iki esere gelen
eleştirilere Hameroff’la birlikte verdikleri cevaplar temelinde
yazdığı 1994 tarihli Zihnin Gölgeleri ve 1997 tarihli Büyük,
Küçük ve İnsan Zihni’nde gerçekleştirilen bahse konu kuram özetle ve mealen
şunları vâzetmektedir: Nöronların mikrotübül denilen kısmı,
hücrelerin bilgi işleme merkezleri olup, Max Tegmark’ın bir
makalesinde işaret ettiği üzere, kütle çekimi gibi bir dizi faktör
yüzünden nöroloji, psikoloji, yapay zekâ ve bilişsel bilimlerin konvansiyonel
iddia ve kabullerinin aksine, algoritmik olmadan deterministik olarak
çalışabilecek yapıdadır. Bu durum, mikrotübüllerde oluşan senkronik-bütünleşik-çoklu
hallere tekabül eden süperpozisyon resminin, beyni temel uzay-zaman
geometrisine bağlayan objektif indirgeme denen bir kuantum dalga indirgeme
metoduyla, olası hallerden birisine çökmesinin, böylelikle de bilinç hallerinin
ve benliğin oluşmasının nedenidir. Bilişsel süreçlerin, kuantum dalga
mekaniğinin ilgi sahasındaki fazları yüzünden, algoritmalarının çıkarılamaması,
modellenememelerine neden olur. Roger Penrose ve Stuart
Hameroff’un özetlemeye çalıştığımız bilincin formel mantığın ve
matematiksel hesaplamaların sınırlarını aşan non-algoritmik mahiyette olduğu,
insanın mekanik bir perspektifle yorumlanabilecek bir makineden çok daha
fazlasına karşılık geldiği iddiaları, onları, bilhassa da Penrose’u;
bilişsel süreçlerin algoritmik olduğunu, bunları matematize ederek yazılmış
simülatif programlar üzerinden açık uçlu nitelikli, bir diğer deyişle,
hudutsuzca bir gelişme potansiyeli taşıyan yapay genel zekâ, ya
da, güçlü yapay zekâ oluşturulabileceğini savunan Ray
Kurzweil ve Marvin Minsky gibi bilimcilerle karşı
karşıya getirmiştir. Penrose ve Hameroff’un, mikrotübüllerin
kuantum mekaniği karakterli davranışlarını yerçekimi üzerinden açıklamalarını Max
Tegmark’ın iddialarına dayandırması bir aşırı yorum olarak değerlendirilmektedir.
Penrose ve Hameroff, 2010’lar boyunca yaptıkları konuşmalarda ve yazdıkları
metinlerde, yapılan eleştirileri yanıtlarken, Orch-OR teorilerini
de güncelleyerek geliştirmiştir. Hameroff’un,
bilişsel bilimler ve bilinç bilimleriyle
uğraşan küresel ölçekte önemli 300 kişiyle 1994’de
Tuscon’da Bilinç Bilimine Doğru toplantılar
dizisinin ilkini organize etmesi,
Bilimsel Bilinç Araştırmaları Derneği’nin de temelini oluşturmuştur. Kasım 2006’da
California’da yapılan Beyond Belief: Science, Religion, Reason and
Survival toplantı serisinin
ilkinde başta Lawrence Kraus olmak üzere, birçok katılımcı, etkinliğin
konuşmacılardan olan Hameroff’u, Orch-OR Modeli yüzünden, bilim değil safsata yapmakla suçlanmıştır.
Roger Penrose ve Stuart Hameroff’u, bir şekilde, Jim Al-Khalili ve Johnjoe McFadden gibi Kuantum Biyolojisi denilen çok genç bir ilmi disiplinin müellifleri arasına dahil eden mikrotübüller temelli nöro-kuantum argümantasyonu, Penrose’un, bizim de faydalandığımız ve meraklısına önerdiğimiz 1997 tarihli Büyük, Küçük ve İnsan Zihni başlıklı eserinde muhtasaren dillendirilmektedir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
142) İhtişamlı Versus Muhteşem!
Radyo 1'in değerli
dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in
yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların
Dilinden programının bugünkü konusu İhtişamlı versus Muhtesem!
‘Dilimizin kelime ve kavramlarının izin verdiği nispette hayal kurar ve düşünürüz; bu hayaller ve düşünceler doğrultusunda davranırız; davranış ve eylemlerimizle kendimizi ve geleceğimizi inşâ ederiz.’, ’Dilimiz evimizdir’, ‘Bir sıla varsa şayet, o, ana lisanımızdır!’, ‘Dil, insanın varlık bulduğu evrenidir.’, ‘Diğer şeylerin kaybı tolere edilebilir, telafisi olmayan yegâne kayıpsa ana dildir.’, ‘Birine ana dilini unutturduğunuzda, onun hatırlayabildiği diğer şeylerin zerrece önemi yoktur!’. Dilin insan hayatındaki yerine ve önemine dair çokça dillendirilen popüler argümanlardan bazılarını, bizim az önce yaptığımız gibi, art arda sıraladığınızda, hemen ardından, kendinizi şunu demek zorunda hissediyorsunuz: Dilimizle çok özenli bir ilişki kurmalı, ifade hatalarına karşı müsamahakâr davranmamalıyız. Bir diğer deyişle, eş - dost, ahbaplar gibi kendimizi yakın hissettiğimiz kişiler dışında kalan eşhasın oluşturduğu bir topluluk karşısındaki konuşmalarımızla, sosyal medya paylaşımlarımızdan, bilimsel ve akademik etütlerimize değin, kamusal alana mal olacak her tür ve içerikteki sözlü ve yazılı ifadelerimizde, yüzyılların imbiğinden damla damla süzülerek oluşan dilimizin birikim ve imkânlarını olanca zenginliğiyle yerinde ve doğru şekilde kullanmalıyız. Hal böyle olunca, milyonlarca izleyeni olan tv ve radyo programlarında, ya da dijital mecralarda paylaşılan metinlerde ‘Japonya Başbakanı’nı taşıyan uçağın az sonra alana iniş yapması bekleniyor.’ yerine: ‘Japonya Başbakanı’nı taşıyan uçak az sonra alana inecek.’; ‘milli sporcularımızla onlara eşlik eden kafilenin, birkaç dakika önce etkinliğin yapılacağı alana giriş yaptığını söyleyebiliriz.’ yerine: ‘milli sporcularımızla onlara eşlik eden kafile, birkaç dakika önce etkinliğin yapılacağı alana geldi’; ‘pandemi yüzünden durma noktasına gelen deniz taşımacılığında, konteynır bedelleri üç misli azaldı.’ yerine: pandemi yüzünden durma noktasına gelen deniz taşımacılığında, konteynır bedelleri üçte iki oranında azaldı.’ demenin, hem muhteva bakımından ve hem de biçim ve üslûp itibarıyla doğru ve şık olduğu aşikârdır.
Varoluş mecmuası dediğimiz sonsuz elemanlı o hudutsuz olgular – olaylar - süreçler kümesinin unsurlarının isimlerinin önüne getirilen ve anlamlarıyla, önceledikleri antitenin nicelik ve niteliğine dair bir ya da birkaç hususiyeti açıklayan kelime türüne sıfat; sıfatın, nitelediği isimle birlikte oluşturduğu söz öbeğine ise sıfat tamlaması denir. Sıfatlardan türetilmiş isimler, yâni, sıfatların isim halleri olan, meselâ muhteşem’den ihtişam, nazik’den nezaket, mütevazı’dan tevazu, mümkün’den imkân, kutsal’dan mukaddes, müessir’den tesir, müşfik’ten şefkatli ve münezzeh’den nezih’ gibi ‘sıfat isimler’ doğru ve yerinde kullanıldıklarında, konuşarak ya da yazıyla paylaşılan bildirimin anlamını derinleştirmeye, mesajı güçlendirerek etkisini arttırmaya, ifadeye edebi bir lezzet ve bedîî bir boyut katmaya hizmet eder. Onların, ne yazık ki şu aralar sıklıkla maruz kaldığımız ‘ihtişamlı sanat eseri’, ‘tevazulu kadın’, ‘tesirli ilaç’ gibi yanlış kullanımları ise, sadece mezkûr hataların parçası olduğu bildirimlerin içeriğini boşaltmakla ve formel yapısını zayıflatmakla kalmaz, yaygınlaşarak sosyo-kültürel memler halini almalarına da katkı vererek, ana dilimiz üzerinde toksik tesirler oluşmasına neden olurlar. Çocuklarımıza ilkokul çağlarından itibaren öylesine güçlü bir ana dil şuuru, mantık formasyonu ve matematiksel muhakeme kazandırmalıyız ki, ‘Hiperenflasyon yaşayan Adurya’nın para birimi Klorin, son bir yılda, Zaporenland para birimi Ralod karşısında %150 oranında değer yitirdi.’ şeklinde bir metin okuduğunda, ya da bu mahiyette bir konuşmaya şahit olduğunda, hiç gecikmeksizin ‘bir şey, mantıken ve matematiksel olarak, en fazla %100 değer kaybeder!’ tepkisini ortaya koyabilsin.
Necati Demir’in yazdığı Üniversiteler için Türkçe Dilbilgisi, liseli ve üniversiteliler, Türkçe öğrenmek isteyen yabancılar, yazar ve çevirmenler ve okuma müptelaları için vazgeçilmez bir başvuru kaynağı ve bizim de referans metnimizdir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
143) Dehriyye
Radyo 1'in değerli
dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in
yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların
Dilinden programının bugünkü konusu Dehriyye.
Esas
olarak Demokritos, Epikuros ve Lucretius gibi antik Grek ve Roma düşünce dünyalarının bilinen ilk materyalist ve ateist filozoflarının görüşlerinin
İslâm coğrafyasındaki tesirlerinin neticesinde oluşmakla birlikte, kadim Çin,
Hind, Pers, Mezopotamya ve Mısır fikir alemlerinin izdüşümlerini de şu veya bu
nispette barındıran Dehriyye ekolü,
adını ‘kesintisiz / sonsuz / mutlak zaman’ anlamındaki Arapça dehr kavramından
almıştır. Düşünce tarihçileri, en önemli figürü İbnü’r-Râvendî olan ve Âlem’in
ezeli ve ebedi olduğunu, bu bakımdan da yaratıcı bir metafizik faile ihtiyaç
duymadığını, Kâinat’ta gerçekleşen bütün
olay, olgu ve süreçlerin yegâne müsebbibinin dehr olduğu savunan mezkûr
ekolün İslâm fikir ve inanç kozmosunda güçlenememesini, Hz. İbrahim’den neşet
eden semavi inançlar silsilesinin hayatın her alanını domine eden tesirlerine,
bilhassa da İslâm Medeniyetinin materyalizm ve ateizm gibi düşünce ve inanç
akımlarına karşı geliştirdiği şiddetli reaksiyona bağlamaktalar. Dehriyye ekolünün müntesiplerine göre tabiat, her şeyi var eden, doğuran,
mümkün kılan pozitif kuvvet, dehr
ise çürüten, öldüren, yok eden fail olarak fonksiyon îfâ eder. Dehriyun taifesi, görüşlerine İslâm
Peygamberinden de delil getirmek adına, onun, Buhârî gibi muteber kaynaklarda yer alan sahih hadislerinden olan ‘Dehre
sövmeyiniz, çünkü dehr Allah’tır (veya Allah dehrdir)’ ifadesine
başvururken; onun ‘Sizin dehre nisbet ettiğiniz olayların asıl fâili ve yaratıcısı
Allah’tır; bu sebeple zamana sövmekle Allah’a hakaret etmiş olursunuz’
şeklindeki devamına referans vermeyerek ağır bir fikri çarpıtmanın da eyleyeni
olmuşlardır. Gazzâlî, dehriyyecileri
ateist ve materyalist olarak nitelerken, nübüvvet müessesesini inkâr eden,
ancak Yaradan fikrine sıcak bakan, Batı düşüncesindeki deistlerin mükekabilleri
olan, tabîyyûnu titizlikle onlardan
ayırmış ve kâfir tanımlamasını sadece dehriyyûn ekolü mensupları için sarf
etmiştir. Tarih boyunca dehriyyecilerle karıştırılan ve tabiatın yaratıcı
kudretine inanan zenâdıka, yâni, taife-i zındıkı mezkûr mezhepten ayıran
en temel fark, özel hayatlarında ve iç dünyalarında Allah’ın varlığına,
birliğine, ahiret hayatına ve mucizelere inanmamalarına karşın, takıyye
yaparak, kamusal alanda inanmış gibi görünmeleridir.
Dehriyye
akımının en önemli kanaat önderi, doğum tarihine dair bir kayıt olmamasına
karşın, 911 – 914 arasında, 80 yaşının üstündeyken vefat ettiğine dair bilgiler
olan, Ebü'l-Hüseyin İbnü'r-Râvendâ Ahmed
bin Yâhya bin Muhammed bin İshak’ır. Hayatının en önemli çağını
yaşadığı Bağdat’ta önceleri bilinçli ve adanmış bir Mu’tezile taraftarı olan Râvendî, akabinde Şiî
– Râfızî tandanslı ilhad akımının, yâni ateizmin müridi ve müdâfii olmuş, bu
görüşü etkili ve müdânâsızca savunduğu için de ağır eleştirilere, baskılara ve
takibata maruz kalmıştır. Müktesebatı ve hayatıyla dehriyye akımının tecessüm
etmiş hali olarak görülen İbnü’r-Râvendiî, telifiyle, ilhâd ve mülhid kavramlarıyla
da özdeşleştirilen bir fikir ve aksiyon aktörü olarak mal olmuştur tarihe. Râvendî, Maniheizm’in ‘Tanrı hareket halinde bir cisim ve nurdur’ anlayışının
tesirinde kurduğu
kozmolojisinde, ‘madem ki Alem Allah’dan
izler taşır, madem ki kâinat Yaradan’ın tescim etmiş halidir, öyleyse ikisi
arasındaki fark mahiyete değil, dereceye dairdir’ diyen Kerrâmiye ekolünden Hişâm bin Hakem’in cismanileşme
argümanına yaslanmıştır. Mütekellimin, görüşleri hayatı boyunca dalgalı
seyreden Râvendî’nin müktesebatının, günün sonunda, dehri ve mülhid olarak
özetlenebileceğine işaret eder.
Konumuzla ilgili çok sayıda maddesinden istifade ettiğimiz TDV İslâm Ansiklopedisi, gerek uzmanlarca kaleme alınmış maddelerinin kapsamlı ve güvenilir olmasıyla ve gerekse de madde sonlarında yer alan zengin bibliyografyaları üzerinden sundukları ileri okumalar listesiyle, her düzeyden okur ve araştırmacı için ideal bir başvuru kaynağıdır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
144) Âsaf Hâlet Çelebi
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba;
Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği,
Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Asaf Halet Çelebi.
Asıl adı Mehmet Ali Âsaf olan
şair, yazar, çevirmen, musikişinas Âsaf Hâlet Çelebi, 27 Aralık 1907’de İstanbul'da
doğdu. Soyadı olarak aldığı Çelebi, onun Mevleviliğe ve Mevlâna'ya
olan hürmet ve muhabbetine nispet etmektedir. Din, tasavvuf, mistisizm,
Fars Dili ve edebiyatı, Arap Dili ve edebiyatı, Dîvan Edebiyatı, Fransız kültürü ve şiiri, Batı Alemindeki Modernist sanat akımları, dini
- tasavvufi - klasik musiki, Hind Medeniyeti, antik Mısır Medeniyeti gibi
çok geniş bir sahada derin ve kapsamlı bilgi sahibi olan Âsaf Hâlet’in şiirleri
1937'den itibaren Ses, Küllük, Hamle, Servet - i Fünûn,
Yeditepe, İstanbul, Türk Sanatı dergilerinde
ve Gün gazetesinde
yayınlanmıştır. Mistik, metafizik unsurlarla, çağın abstre sanat gibi en modern edebiyat metotlarını başarıyla meczeden
şiirlerine, yaşarken, eleştirmenler mesafeli yaklaşırken, anlam dünyasına ne
kadar dahil oldukları tartışmalı olsa da, ortalama okur onları çok sevmiştir. Sadece
telifi yüzünden değil, yanı sıra aykırı, aşırı coşkulu, öz denetimden yoksun –
âdeta çocuksu - tavırları yüzünden de taifei münevveranca küçümsenen,
aşağılanan ve alaya alınan Âsaf Hâlet,
15 Ekim 1958’de henüz 50 yaşındayken vefat etmiş ve akabinde de bütünüyle
unutulmuştu. Ölümünden 25 yıl sonra, Om
Mani Padme Hum’un 2. baskısının yapıldığı 1983’de, âdeta bir reenkarnasyon ve Rönesans yaşayarak
edebiyat gündemimize yeniden giren şair hakkında arka arkaya kitaplar,
makaleler, tezler yazılmaya başlanmıştır. Mezkûr basübadelmevtte, hiç kuşkusu, Âsaf
Hâlet’in poetikasının apolitik
mahiyetinin, 12 Eylül Askeri Rejiminin toplumu depolitize
etme projesiyle örtüşmesi ve kurduğu anlatısının metafizik
gerilimler barındıran ve güncele mesafeli duran içeriğinin, dönemin zeitgeistıyla barışık olması belirleyici olmuştur. Yaşarken
istiskal edilip sükut ve itibar suikastına maruz kalan; meczup, müteşair, dandy
ve snop muamelesi gören Âsaf Hâlet’in edebiyatımızın immortal kanonuna
dahil olduğuna dair bir kanaat birliği henüz oluşmasa da, itibarının büyük
ölçüde iade edilmiş ve modern şiirimizin kurucu babalarından olduğu hakikati
teslim edilmiştir. Beyoğlu’nda yürürken karşılaştığı hiç tanımadığı kadınlara,
sırf güzel oldukları için çiçek vermesi; vapurda yanına oturduğu kişilere,
aktarlardan temin ettiği ve antika bir kutuda muhafaza ettiği kakulelerden
ikram etmesi;
1951'de Beyoğlu'da açtığı Maya Sanat Galerisi ile özel sanat galericiliğinin
founding mother'ı olmuş, sanat eleştirmeni, Almancadan yaptığı çevirilerle TDK
çeviri ödülü kazanan başarılı bir çevirmen ve tadına doyum olmaz kültür sanat
dedikoduları merkezli magazin yazılarıyla 'gıybet forever!'
diyen kültürlü okurun ikonası, idolü ve kankisi olmayı başarmış Adalet
Cimcoz’un evindeki davetlerde, lezzetine doyamadığı kremalı pasta
dilimlerini cebine atması; Löbon’da masasına davetsizce çöktüğü güzel
kadınlara işte sizin için
yazdığım son mısralar diyerek dizelerini okuması; Galata Köprüsünde yolunu
kesen hayranlarına tam da köprünün ortasında ve lokantada kendisini fark ederek
tezahürat yapanlara da omuzlarına attığı masa örtüsü eşliğinde, üstelik de,
üstü tabak, bardak ve şişelerle dolu masaya çıkarak, abartılı jestlerle Om mani padme hum şiirini okuması gibi
extrem tavırlarıyla yaşarken efsaneleşen şairin, dahilik mertebesindeki
Salvador Dali’yle, meczup profili veren Florinalı Nâzım arasında gidip geldiği görülmektedir.
50’den fazla kitabın yazarı, çok sayıda muteber ödülün sahibi şair, araştırmacı yazar, eleştirmen, gazeteci ve biyografist Beşir Ayvazoğlu’nun yazdığı Âsaf Halet biyografisi He’nin İki Gözü İki Çeşme, bu sıra dışı şairin hayatını kuşatan en kapsamlı çalışma ve mükemmel bir edebiyat monografisi olup, üslûbunun içerdiği yüksek edebi lezzet sayesinde muhatabına benzersiz bir okuma pratiği de vaat etmektedir. Bizim de fevkalâde istifade ettiğimiz mezkûr eser meraklısı için hakikaten şâyanı tavsiyedir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
145) Geyik muhabbeti
Radyo 1'in değerli
dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in
yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların
Dilinden programının bugünkü konusu Geyik Muhabbeti.
Ciddi tartışmaların konusu olamayacak kadar küçük detayların mizahi zeminde ele alındığı; magazinvari popüler konularla aktüel gelişmeler hakkında absürd de olabilen diyaloglar şeklinde gelişen; içeriğiyle eyleyicilerine hoş vakit geçirten, sosyalleşme imkânı sağlayan, bu sayede de gündelik hayatın stres ve kaygısının giderilmesine hizmet eden iletişim türüne geyik muhabbeti denir. Argo literatürde mavra ya da laga luga olarak da anılan her yaştan kadın ve erkeğin kendi arasında yürüttüğü mezkûr iletişim türünün tarihi gelişimi konusunda konuşmak, veri eksikliği yüzünden, zordur. Bununla birlikte, bu spesifik janrın içerik ve üslûbunun parmak izlerini sitcom dizileri olan Jerry Seinfeld ve Bing Bang Theory’deki diyaloglarda; Ekşi Sözlük’te yer alan çok sayıdaki entry içeriğinde; Quentin Tarantino filmografisindeki konuşmaların tamamında tespit etmek mümkündür. Tarihsel süreklilik içerisinde daima zeitgeist’la beslenerek ve diyalojik bir mimari çerçevesinde dönüp zeitgeist’ı da besleyerek evrilen geyik muhabbetinin hakikatle mutabakatı tartışmalı bir orijin hikâyesi şöyledir: Gezegenin Kuzey yarımküresindeki soğuk coğrafyalarda yaşayan Ren Geyikleri, havanın dondurucu olduğu günlerde bir araya gelir, nefeslerinin sıcaklığından yararlanmak için, baş başa vererek bir halka oluştururlar. Uzaktan bakıldığında insanda geyiklerin sohbet ettikleri izlenimi uyandıran bu tablo, onu gözleyenler tarafından ‘şu işe bak, kafa kafaya vermiş sohbet ediyorlar’ şeklinde aktarılır, böylelikle geyik muhabbetinin temelleri atılmış olur. Deyimin kökenine dair başka bir kuşkulu anlatı şudur: 'Namık Kemal’in 1866’nın Ramazan ayında Tavîr-i Efkâr’ın 452. sayısında yayımlanan yazısında, vaizlerin vaazlarında cemaate faydalı hususattan bahsedeceğine, hiçbir manası ve faydası olmayan İsrâiliyatla dolu konuşmalar yaptıklarından şikâyet etmiş, bunu da ‘geyik hikâyeleri anlatıyorlar!’ diye formüle etmiştir. Deyişin son 42 yılda insanımızın vokabülerine girmesinde, özellikle gençlerin diline pelesenk olmasında etkili olan olgu, mizah yazarı Cihan Demirci’nin, boş konuşmaları eleştirmek için GırGır’da 1982’de başlattığı Geyik Muhabbeti köşesinde yazdıklarıdır. Tarihsel gerçeklere dayanan, bu yüzden de mercek altına aldığımız kavramın otantisitesi en yüksek köken anlatısı olduğunu düşündüğümüz olaylar zinciri ise şöyledir: Sultanı 2. Meşrutiyet’i ilâna zorlamak için askerleriyle 3 Temmuz 1908’de dağa çıkan kolağası Resneli Niyazi Bey, Saray’ın üzerine gönderdiği bütün kuvvetleri yener; yenilenler de Niyazi Bey’e katılırlar. Böylece maiyeti süreli genişleyen asi yüzbaşının ünü de artık Ohri yakınlarında çıktığı dağın çok ötesine, Selânik, İzmir ve Payitaht’a kadar yayılmıştır. 2. Meşrutiyet’in ilân edildiği 24 Temmuz 1908’de maiyetindekilerle Selânik’e giren Niyazi Bey, dağdaki direnişi sırasında evcilleştirdiği, Bulgar çetecilerle yaptığı bir muharebede yol göstererek kendisini ve askerlerini kurtardığı için de kutsiyet yüklediği geyiğini de yanında getirmiştir. Yüzbaşı Niyazi’nin evcil hayvanı olan geyik halk tarafından çok sevilmiş, Gazâl-ı Hürriyet olarak isimlendirilmişti. Hürriyet sembolü sayılan geyiğin Payitaht’ta gördüğü ilgi ve sevgi daha da büyük olmuş, onu Nizayi beyle görüntüleyen kartpostallar yok satmış, arasında saray ahalisinden kişilerin de olduğu on binlerce İstanbullu, para ödeyerek muhafaza edildiği yerde geyiği ziyaret etmişti. Tam bir şehir efsanesine dönüşen geyik etrafındaki anlatılar Payitaht’ın gündeminden uzun süre düşmemiş; büyük ölçüde palavradan oluşan mezkûr mit, bilâhare, saçma ve yararsız konuşmaların jenerik adı olarak kullanılmaya başlanmıştı. Faydalandığımız Vikipedia ve Ekşi Sözlük’teki çok sayıdaki maddede, geyik muhabbetinin kökenini İslâmiyet öncesi Türk inanışında geyiğin en kutsal hayvanlardan olmasına, yalanların efendisi Baron Von Münchhausen’in av hikâyelerine ve Erzurumlu Teyyo Pehlivan'ın palavralarına dayandıran anlatılar da mevcuttur. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
------------------------------------------------------------
Önceki 140 metne erişmek için bknz. ltfn.:
https://ziyaversencan.blogspot.com/2024/06/tramvay-ikilemi-sakaysa-komik-degil.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder