Rıza Nur; Şeker; Sağlıklı Yaşam ve Michael Mosley; Alaturka Mûsikî Yasağı; Mc Taggart'ın Zaman Kuramı >>> metinler 36

01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. Mezkûr metinler, muhtasar bir ifadeyle, insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki - hayvan - böcek - toprak - su gibi bileşenlerinin oluşturduğu o alâimisemâ mahiyetli muhteşem mimari ve muhtevanın referans verdiği eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin fenomenlerinden / tezahürlerinden birisinin, ana hatlarıyla da olsa, kuşatılma teşebbüsüdür. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan bahis konusu entelektüel hasılanın 02 Eylül - 06 Eylül haftasında yayınlanacak olanları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.



176) Rıza Nur

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Rıza Nur.

Politikacı, doktor, yazar Rıza Nur 30 Ağustos 1879’da Sinop’ta doğdu. 1905’de Feni Hıtan, yâni, İlmi Sünnet adıyla basıldıktan sonra Almancaya da çevrilecek olan bitirme teziyle 1901’de Askeri Tıbbiye’den tabip yüzbaşı olarak mezun olan Rıza Nur, Osmanlı’nın ilk fenni sünnetçisiydi. Kamuoyu tarafından tanınmasını sağlayan kitabının basılmasından, Yahyâ Kemal’in ‘ateşle ve kanla siler bir gün ordumuz lekeyi / bu insanoğluna bir şeyn olan mütârekeyi’ dizeleriyle tasvir ve telin ettiği, İmparatorluğun işgalinin temelindeki Mondros Mütârekesi’ne kadar olan süreci Rıza Nur dolu dizgin yaşayacaktı. 1907’de aldığı cerrahî profesörlüğü; 1908’de tabip binbaşı olması; İttihat ve Terakki Cemiyeti listesinden Osmanlı Meclis-i Mebûsanı'nın Sinop milletvekili seçilmesi; anlaşmazlığa düştüğü Cemiyet’ten istifa etmesiyle tıbbiyedeki kürsüsünün lağvedilerek profesörlüğünün düşürülmesi; tenzili rütbeyle kolağası yapılması; Prens Sabahaddin’in Ahrar Fırkasına katılması; ardından istifa ederek Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nın kurucularından olması; 1912 seçimlerine müteakip İtilafçılar’dan da ayrılması; ağır eleştirilerde bulunduğu Cemiyet’in Bâbıâli Baskını’yla iktidarı alması üzerine, mesleki tetkikler bahanesiyle yurt dışına sürülmesi; Köstence, Cenevre, Nice, Paris ve Kahire’de bulunduğu bu ilk sürgün dönemini doktorluk ve İttihatçılık karşıtı siyasi faaliyetlerle geçirmesi; anılarında ‘Morfin bağımlısıydı, sıklıkla kafa-göz kavga ederdik, hastalıklı ve zayıf yaratıklar olan diğer kadınlar gibi eşine sadakat sıkıntısı çekiyordu’ diyerek aşağıladığı ve 1932’de boşanacakları, Edirne Müdâfii olarak tarihe geçmiş, eski serasker Deli Şükrü Paşa’nın kızı İffet Hanım’la Nice’te evlenmesi gibi önemli olaylar bahse konu bu 13 yıllık periyotta gerçekleşecekti. Mütarekeye müteakip döndüğü İstanbul’da, son Osmanlı Meclisi Mebûsanı’nda Sinop vekili olan Rıza Nur, işgal güçlerince meclisin dağıtılması üzerine Ankara’ya geçmiş, Milli Mücadele’ye katılmıştı. İstiklâl Harbi sırasında meclisin seçtiği ilk eğitim bakanı ve ikinci Sağlık Bakanı olan Nur, bir dönem Hariciye Nezâreti’ne vekâlet etmiş, fevkalâde murahhas sıfatıyla gittiği Moskova’da, 16 Mart 1921’de Sovyetlerle akdedilen antlaşmaya katkı verdi. Mustafa Kemal Paşa’ya geçici bir süre için geniş yetkiler tanıyan Başkumandanlık Kanunu tasarısını meclise sunan mebuslara önderlik eden Rıza Nur, cerrah olarak katıldığı Sakarya Meydan Muharebesi’nin ardından, 1 Kasım 1922 tarihinde, metnini yazdığı kanunun mecliste kabulüyle, saltanatın ilgasında kilit rol oynayacaktı. TC’nin tapusu ve kurucu metni sayılan Lozan Konferansı'nda, baş müzakereci İsmet Paşa’yı ikinci delege sıfatıyla asiste eden Rıza Nur, 1923 seçimlerinde tekrar Sinop vekili seçildi. Gâzi’nin hükümet tarzıyla ters düşmesi üzerine çıktığı yurt dışında 13 yıl kalan Nur; 2. sürgün hayatının 1926 – 1933 döneminde Paris’te, 1933 – 1938 arasındaysa İskenderiye’de yaşamış, bu süreçte, 1920’lerin başında giriştiği Türk tarihi araştırmalarına ağırlık vermişti. Gurbette gerçekleştirdiği edebiyat, tarih, müzik müktesebatının temel karakteristik özelliği Türk Milliyetçiliği olan Rıza Nur, Atatürk’ün vefatı üzerine çıkarılan afla Aralık 1938’de Türkiye dönmüş, yazma ve yayımcılık faaliyetine odaklanmayı sürdürdüğü 4 yılın sonunda, 8 Eylül 1942’de vefat etmişti. Başta Arnavutlar olmak üzere, bazı milletler hakkındaki ırkçı tespitleri ve kadınlara dair aşağılayıcı iddiaları yüzünden eleştirilen yazarın hayatını ayrıntılı olarak anlattığı otobiyografisi Hayat ve Hatıratım; İstiklâl Harbi, Lozan Konferansı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki bütün olumlu ve başarılı işleri sahiplenen, hata ve olumsuzlukları ise başta Atatürk ve İnönü olmak üzere, Yeni Türkiye’nin diğer kurucu babalarına ciro eden tutumu ve içerdiği ciddi mantık hataları ve maddi tutarsızlıklarıyla spekülatif ve güvenilmez bir metin olup, nesnel görüş edinmek adına Cavit Orhan Tütengil’in Dr. Rıza Nur Üzerine ve Turgut Özakman’ın Dr. Rıza Nur Dosyası’yla birlikte okunmasında fayda vardır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 

177) Şeker

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Şeker. 

2023 verilerine göre Dünya’da 10 milyona yakını tip 1, ezici çoğunluğuysa tip 2 karakterli olmak üzere, toplamda 530 milyon kadar diyabetli, yâni, şeker hastası vardır. Bizim projektör tutup analiz edeceğimiz şeker bahsiyse, diyabetin de sebeplerinden olmasıyla bir tehdit unsuru olan, bununla birlikte, besleyici özelliği sayesinde, günümüzün en temel ve vazgeçilemez enerji kaynağı olan besin içeriği olarak şeker, yâni, sakkarozdur. Bitkilerdeki en önemli şeker olan ve en çok da şeker kamışıyla şeker pancarından elde dilen sakkaroz, diğer şeker türleri olan glukoz ve fruktozla karıştırılır. Bu durum, üç kavramın, sanki ikame terimlermiş gibi, yanlışlıkla birbirinin yerine kullanılmasına yol açabilir. Bir glukoz ve bir früktoz molekülünün birleşerek oluşturduğu disakkaritin teknik adıdır sakkaroz. Sükroz, ya da, halk arasında, çay şekeri de denir sakkaroza. Monosakkarit olan glukozun bir diğer adı ise dekstrozdur. Bir diğer monosakkarit olan fruktoz; bal, çeşitli meyveler ve kök sebzelerinde bol miktarda bulunur. İnsan bünyesinde, alkol içeren ürünlerin yol açtığı hasara benzer yıkımların sebebi olan fruktoz, karaciğerde metabolize edilerek yağa dönüştürüldüğünden, ihtiyaçtan fazla tüketildiğinde, obezite, diyabet ve metabolik sendrom riskini arttırır. Kolay sindirilen ve en pratik ve zahmetsiz enerji kaynaklarından olan sakkarozun aşırı tüketimi de, fruktoz gibi, obezite, metabolik sendrom ve diyabet nedenidir. MÖ 3000 yılından önceki çağlarda şeker kamışını çiğneyerek ağzını tatlandıran Polinezyalılar, Doğu ve Güneydoğu Asya coğrafyalarının şekerin anavatanı olarak anılmasını sağlamıştır. Büyük Darius’un katip ve tarihçilerinin tuttuğu kayıtlar bize, bu önemli Pers hükümdarıyla maiyetinin, MÖ 6. asrın başında giriştikleri Hindistan seferinde, İndus Nehri kıyılarındaki şeker kamışı tarımına dair yaptıkları gözlemleri içermesi bakımından tarihi öneme sahiptir. MÖ 4. asrın başında aynı coğrafyayı fetheden Büyük İskender, mukaddes kamış dediği şeker kamışı numunelerini Doğu Akdeniz, Ege Çanağı ve Doğu Afrika sahillerine taşıyarak, bu egzotik bitkinin Akdeniz havzasıyla tanışmasını sağlayacaktı. Şeker kamışından, bazı iptidai endüstriyel metotlarla, kristalize şeker elde edilmesinin kaynağının İndus vadisi olması şaşırtıcı değildir. Şekeri İspanya ve Portekiz üzerinden Avrupa’ya taşıyan, onunla İran seferinde tanışan Araplardır. Yüksek gelir sağlayan ve endüstriyel gelişimi de tetikleyen şeker kamışı tarımını Karayipler havzasıyla, Orta ve Güney Amerika’ya taşıyan İspanyol ve Portekizliler oldu. 16. asrın ortasına gelindiğinde, söz konusu coğrafyalarda, şeker kamışından kristalize şeker üreten işliklerin sayısı on bine yaklaşmıştı. Şeker bazlı endüstriyel alt yapı öylesine muazzam, kullanılan teknoloji de öylesine devrimciydi ki, bu hal ister istemez bizi ‘endüstriyel devrim 1750’lerde Manchester’daki dokuma tezgâhları temelinde yükselmiştir’ ezberini terk etmeye zorlamaktadır. Şeker pancarının şeker içerdiği, şeker kamışının tatlı olduğunun keşfinden yaklaşık 50 asır sonra, 18. asrın ortasında, Germen kimyager Andreas Sigismund Marggraf tarafından anlaşılacaktı. Tropikal ve subtropikal iklimleri seven egzotik şeker kamışının aksine, şeker pancarının, karasal iklimin hakim olduğu Avrupa ve Batı Asya’da yetiştirilebilmesi, şeker endüstrisi ve ticaretinin ağırlık merkezleriyle nakil hatlarını çeşitlendirdi. Ülkemizde pancar şekeri ziraatının miladı 1926 Kasım’ıdır. %80’si kamıştan, %20’si pancardan elde edilen Dünya sakkaroz kökenli şeker üretimi 177 milyon ton olup, Brezilya 42, Hindistan 33, Tayland 11, Çin 9, Amerika 8, Türkiye 2.7 milyon ton yıllık üretim yapmaktadır. BBC Dünya Servisi’nden Fernando Duarte’nin Gıda ve Tarım Örgütü, FAO’nun 2018 verileri temelinde yaptığı araştırmaya göre, Dünya’da kişi başı yıllık şeker tüketimi 23 kg, ülkemizde ise 31 kg’dır. İsrail, yıllık kişi başı 64 kg tüketimle açık ara birincidir. Siyonist rejim idaresindeki bu toplum daha az şeker tüketirse, saldırganlığının dozu düşer mi acaba? diye düşünmeden edemiyor insan.

Ulbe Bosma’nın yazdığı Şekerin Tarihi, 100 yıl önce ortalama bir insan 5 kilonun altında şeker tüketirken, nasıl oldu da bu miktar günümüzde 25 kiloya yaklaştı? gibi stratejik soruları yanıtlayan okunması elzem bir referanstır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler












178) Sağlıklı Yaşam ve Michael Mosley

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Sağlıklı Yaşam ve Michael Mosley. 

21. yüzyılın ilk çeyreğinin tamamlanmasına sayılı günlerin kaldığı yaşadığımız aktüel uğrakta, iletişim ve bilişim olanaklarının geometrik bir şekilde gelişmesi faydalı şeyler yemek, düzenli egzersiz yapmak, stresini yönetmek, kaliteli uyumak, bir amaca sahip olmak, gereksiz risklerden kaçınmak ve sosyalleşmeyi ihmal etmemek gibi bileşenleri olan sağlıklı yaşam olgusunu her zamankinden daha bilinir kılmaktadır. Öte yandan ekonomik krizler, savaşlar, küresel iklim değişikliği, doğal afetler, bölgesel ve küresel salgın hastalıklar, küresel şirketlerin empoze ettiği sağlıksız alışkanlıkların yaşamsal ezberlerimiz halini alması gibi olumsuzlukların, insanlığın %80’inden, en zengin %20’sine doğru gerçekleşen servet transferini hızlandırdığı da bir vakıadır. Bu büyük resmin bize sunduğu içerik şudur: sağlıklı yaşam anlatısı, neredeyse, insanlığın yarısının malûmuyken, hayatını bahse konu ilkeler temelinde tasarlayıp kurabilen insanların sayısı, ne yazık ki, sınırlı kalmaktadır. Özetle, an itibarıyla gezegende yaşayan 8.1 milyar insanın en fazla %20’si, sağlıklı, kaliteli ve uzun yaşamayı amaç edinmekte, bu konuda okumakta, belgeseller izlemekte, araştırmakta, tecrübe paylaşmakta, hayatını bu alanın kanaat önderlerinin müktesebatları doğrultusunda formatlamakta, ya da, en azından, gündelik pratiklerini bu doğrultuda revize etmeye uğraşmaktadır. Sağlıklı yaşam fikrini ve bu temeldeki pratikleri hayatının yegâne referansı, tartışmaya kapalı amacı, asrı saadet ve yeryüzü cenneti vaat eden miti, muhkem mutlağı ve eleştiriden azade kutsalı haline getiren küçük bir kesimin, bir diğer deyişle, kabaca insanlığın %1’inin, özellikle son 40 yıldır, bu temelde muasır bir put ve new age bir itikadi sistem inşaa etmeleri, tartıştığımız konunun ekstrem bir görüngüsüdür. 

Mercek altına aldığımız olguya sıcak bakanlar, 9 Haziran 2024 günü aldıkları bir haberle derinden sarsıldılar. İngiliz doktor, televizyon programcısı, yazar ve sağlıklı yaşam gurusu Michael Mosley, tatil yapmakta olduğu Yunanistan’ın Sömbeki adasında ölü bulunmuştu. Adli tıpçıların 5 haziran günü gerçekleştiğine hükmettikleri ölümüyle gezegendeki milyonlarca izleyenini ve sevenini üzen Dr. Mosley, 22 Mart 1957 doğdu. Oxford’da felsefe, ekonomi ve politika okuyan, ancak, psikiyatr olmak istediğinden, tıp eğitimine başlayan sağlıklı yaşam gurusu, sınavları verip diplomasını aldığında, psikiyatri stajlarının kendisini hayal kırıklığına uğratması yüzünden, doktorluk yapmama kararı alacaktı. Tam da o sırada BBC’ye stajyer olarak giren Mosley, böylelikle 1985 – 2024 dönemini kapsayan 40 yıl boyunca, Birleşik Krallık’ta kamu yayımcılığı yapan mezkûr kurum için, aralarında İngiltere’yi Kim Şişmanlattı; Bana Güvenin, Ben Doktorum; Mikrop Yuvası! Parazitlerle Yaşamak gibi çok izlenen, başarılı ve faydalı popüler bilim, biyoloji, tıp ve sağlıklı yaşam temalı programların da olduğu sayısız yapımı gerçekleştireceği bir yolculuğun da ilk adımını atıyordu. 2013’de yayımlanan The Fast Diet kitabında önerdiği haftada 5 gün sağlıklı beslenmeyi, 2 gün minimum kalori almayı ve her gün de düzenli egzersizi içeren Hızlı Diyet, ya da Beşe İki Diyeti diye anılan sistemiyle Mosley küresel bir fenomen halini alacaktı. Karbonhidratları yasaklayan, proteini minimize eden, günlük kalori ihtiyacını esas olarak yağlar üzerinden karşılamayı öneren ketojenik diyet bir müddettir parkinson, alzheimer ve epilepsi gibi nörolojik hastalıkların tedavisinde kullanılmakta, kısmen de olumlu sonuçlar vermektedir. Ciddi yan etkilere yol açabilen bu rejimi kilo vermek isteyen sağlıklı insanlar için önermesi yüzünden sert eleştirilere uğrayan Michael Mosley, ketojenik diyetin sadık uygulayıcılarındandı. Yaşına kıyasla son derece fit ve enerjik görünmesine ve sağlıklı yaşamın bütün şartlarını sağlamasına karşın, 67 gibi erken sayılabilecek bir yaşta ve spor yaparken ölmesi, onun önerileri doğrultusunda hayatlarını düzenleyen milyonlarca insana ‘Dr. Mosley önerdiği yaşam reçetesi yüzünden mi öldü?’ dedirtecek ve sağlıklı yaşam miti etrafında tereddütler oluşturabilecek türden dramatik bir gelişmedir. Her şeye karşın, Dr. Mosley’in katkı verdiği tv programlarına rastladığımızda, eleştirel gözle de olsa, izlemenin faydalı olacağını düşünüyoruz. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 


179) Alaturka Mûsikî Yasağı 

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Alaturka Mûsikî Yasağı. 

Cumhuriyetin ilânına müteakip, yeni rejimin kurucu figürleri tarafından gerçekleştirilen Kemalist inkılaplarla birlikte bir yeni toplumun, o toplumun atomik unsurları olan bir yeni bireyin ve yeni bireyin personasını şekillendirecek olan bir yeni kültürün oluşturulması sürecinin merhalelerinden olan Alaturka Mûsikî Yasağı, hakkında doğru sanılan çok sayıda yanlışın dolaşımda olduğu, aydınlatılmaya muhtaç bir yakın tarih hadisesidir. Güncel Türkçedeki kavramsal karşılığı Nağmeler Evi, kurumsal karşılığıysa konservatuar olan Dârülelhan’daki Türk Musikisi Bölümü’nün 1926’da kapatılmasıyla başlayan, radyolardaki Türk Musikisi yayının kaldırıldığı Kasım 1934’de ise zirve yapan bahse konu yasağın tarihi hakikatlere dayanan gelişim seyri, ana hatlarıyla, şöyledir: 1926’da Sarayburnu Parkı’nda yapılan ve Reisicumhur’un da dinleyicilerinden olduğu bir konserde seslendirilen Türk Musikisi eserlerinin karamsar, kederli ve kaderci güfteleriyle arabesk formundaki armoni ve aranjmanları Gâzi’nin hoşuna gitmemişti. Onun memnuniyetsizliği ve tepkisi, her alanda radikal dönüşümlerin yaşandığı genç rejimde bu sefer de musiki inkılabı tartışmasının fitilini ateşleyecekti. Mustafa Kemal’in tepkisini eylem plânına dönüştüren Cumhuriyetin kültür ve sanat kadroları, Alaturka musiki yerine Batı müziği öğretecek konservatuarlar kurulmasını, insanımızın Alafranga eserleri rahatlıkla anlayıp söyleyebileceği bir beğeni ve beceri düzeyini yakalamasını ve halk müziği eserlerinin Batılıların zevkle dinleyecekleri çok sesli formlar içerisinde icra edilecek hale getirilmesini mümkün kılan bir müzik kozmosunu adım adım inşa etmek iddiasıyla çıktılar yola. 1 Kasım 1934’deki Meclis konuşmasında Alaturka Musiki hakkında ‘Bugün (acuna) dinletmeğe yeltenilen musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal hisleri, ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir an önce son musiki kurallarına göre işlemek gerektir. Kültür işleri bakanlığının buna değerince özen vermesini, kamunun da bunda ona yardımcı olmasını dilerim’ diyen Gâzi’nin beyanının hemen ardından, 3 Kasım 1934’de başlayan radyo yayın yasağını Alaturka musikiye elveda! Resmî müesseselerde alaturka musiki ilga edildi, artık bu musikiden tarih derslerinde bahsolunacaktır’ şeklinde yorumlayan İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’ın yaklaşımı, dönemin zeitgeist’ını ele verir mahiyettedir. Anadolu Ajansı’nın ‘Dâhiliye Vekâleti, Büyük Millet Meclisi’nde Gazi Hazretlerinin alaturka musiki hakkındaki irşadlarından ilham alarak bu akşamdan itibaren radyo programlarından alaturka musikinin tamamen kaldırılmasını ve yalnız garb tekniğiyle bestelenmiş, motifleri millî olan musiki parçalarımızın, garb tekniğine vakıf sanatkârlar tarafından çalınmasını alâkadarlara bildirmiştir.’ ibaresiyle abonelerine duyurduğu mezkûr yasak sırasında, Dolmabahçe Sarayı’ndaki bir yemekli toplantıya katılan, dönemin en etkili gazeteci ve kültür kadrolarından Yunus Nadi Bey, geniş bir kesimin dilek, talep ve ricalarını Atatürk’le şöyle paylaşacaktı: ‘Paşam, alaturka şarkılardan, Türkülerden bizi mahrum etmesinler, zevkimize, duygularımıza müdâhale edildiğinden inciniyoruz’. Gazi’nin Ben de hoşlanıyorum, fakat inkılap yapan bir nesil, milli kültürüne kıymet vermek ve mahrumiyet ve fedakârlıklara katlanmak mecburiyetindedir.’ şeklindeki cevabı, bahse konu uygulamanın sürmesinden yana olduğu izlenimini vermişse de, bundan kısa bir süre sonra, 1935 Temmuz’unun başında, bizzat onun verdiği talimatla, 8 ay uygulanan bu yasak kaldırılacaktır. Radyodaki yasak sadece 8 ay uygulanırken, konservatuarlardaki Türk Müziği blokajı tam 50 yıl sürmüş, ilgilisi Türk Musikisi eğitimini almak için 1976’da, Süleyman Demirel'in başbakanlığındaki Milliyetçi Cephe dönemini beklemek zorunda kalmıştı. 

Mercek altına aldığımız konunun meraklısıyla, programımızın; tarihçi, yazar, gazeteci ve tv programcısı Murat Bardakçı’nın yazdığı Atatürk’ün Alaturka Musiki Yasağı başlıklı köşe yazısıyla, Kültür ve Turizm Bakanlığı sitesindeki Türk Musıkisinin Yasaklanması başlıklı metnin de arasında olduğu çok sayıda dijital kaynaktan beslenen bir bibliyografyası olduğunu paylaşarak tamamlıyoruz. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 












180) McTaggart'ın Zaman Kuramı

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu McTaggart’ın Zaman Kuramı.

1866 – 1925 döneminde yaşamış, 19. asrın sonlarıyla, 20. asrın ilk çeyreğinin önemli sistematik metafizikçilerinden ve iz bırakan Hegelyan tandanslı idealistlerinden olan İngiliz filozof John McTaggart Ellis McTaggart, düşünce tarihindeki kalıcı yerini, biraz da, önce 1908’de Mind Dergisi’nde yayımlanan Zamanın Gerçek Dışılığı makalesinde yer alan, akabinde The Nature of Existence kitabında daha ayrıntılı ele aldığı ‘varoluşun gerçekliği tükettiği ve zamana niteliğini veren kipsel kavramların gerçekliğe uygulanamayacağı’ argümanları etrafında şekillenen zaman hakkındaki spekülatif hipotezleriyle edinmiştir. Zamanın gerçek olmadığı merkezindeki radikal görüşünü ilk olarak 1889’da, dönemin önde gelen ressam ve post-ekspresyonist sanat eleştirmeni Roger Fry’a gönderdiği mektubunda dillendiren Mc Taggart, ‘var olan hiçbir şey zamansal değildir, bu nedenle zaman da gerçek değildir’ diye özetleyebileceğimiz mezkûr iddiasını, olayların kronolojik olarak sınıflandırılmalarının iki farklı seri, yâni, dizi üzerinden okunabileceği argümanıyla temellendirir. Bunlardan ilki olan B-dizisi’ne göre, olaylar arasında sadece ‘öncelik’, ‘sonralık’ ve ‘eşzamanlılık’ ilişkisi vardır ve bu ilişkiler sabittir. Meselâ 2. Dünya Savaşı 1. Dünya Savaşı’ndan sonra ve 1. Savaş ikincisinden öncedir. Uygulanan savaş ekonomisi sayesinde, işsizlik oranlarının düşerek tam istihdam koşulunun sağlanmasıysa 2. Harple eşzamanlıdır. Bahse konu olayların arasındaki ilişkilerde bir değişiklik olması, örneğin, 1. Dünya Savaşı’nın ikincisinden sonra gerçekleşmesi, ya da, 2. Harp sırasındaki tam istihdam koşullarının 2 savaş arasındaki yıllarla eşzamanlı olması mümkün değildir. McTaggart’ın tezini temellendirirken yarattığı 2. zihni enstrüman olan A-dizisine göre olaylar arasında geçmiş – şimdi – gelecek şeklinde bir zamansal ilişki olup, bu, B-dizisi’ndekilerin aksine, sabit olmayıp değişkendir. Bunu da şöyle örnekleyebiliriz: 2,500 yılında gezegenimize çarparak onu un ufak edecek olan devâsâ bir asteroidin yol açacağı kozmik felâket günümüz koşullarında uzak gelecekken, şimdinin ilerlemesiyle önce yakın gelecek, ardından, felâketin gerçekleştiği sırada şimdi, akabinde de önce yakın geçmiş ve nihayet uzak geçmiş olacaktır. McTaggart’ın açtığı yolda ilerleyerek, zamanın niteliği hakkındaki literatüre katkı yapan filozof ve kuramsal fizikçiler, gerçekleşen olaylar arasındaki kronolojik ilişkiler sabit olduğu ve geçmiş – şimdi – gelecek zaman kipleri de gerçek kabul edilmediği için, B-dizisi’ne statik zaman teorisi, ya da kipsiz zaman teorisi demişlerdir. Öte yandan, şimdinin sürekli ilerlemesi sonucu, vuku bulan olaylar arasında mütemadiyen değişen dinamik bir ilişki olduğundan, kuramcılar A-dizisini dinamik zaman teorisi, ya da, kipli zaman teorisi olarak adlandırmıştır. Burada soru şudur: zamanın ve olayların doğası bakımından A-dizisi mi, yoksa B-dizisi mi temel alınmalıdır? McTaggart’a göre A-dizisi olmaksızın B-dizisi olamaz, zirâ, zamanı ontik düzleme taşıyarak var eden A-dizisinin bizatihi kendisidir. ‘Olaylar ilk önce gelecek, sonra şimdi, daha sonra da geçmiş olurlar’ diyen düşünür, akabinde dillendirdiği ’eğer ben bir olay geçmiştir dersem, bu, bu olayın ne şimdi, ne de gelecek olduğunu imâ eder’ iddiasıyla da, literatürde McTaggart Paradoksu denen açmazın temellerini atacaktır.

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Din Felsefesi Anabilim Dalı hocalarından Prof. Dr. Engin Erdem’in Felsefe Tartışmaları Dergisi’nin Temmuz 2010 tarihli 44. sayısında yayımlanan Zaman ve Kip başlıklı makalesi; The Stanford Encyclopedia of Philosophyde yer alan İngiliz felsefeci Kris McDaniel tarafından yazılmış John M. E. McTagart başlıklı madde ve McTagart’ın zaman felsefesinin kurucu metinlerinden kabul edilen ve ‘Zaman nedir? Zaman insan zihninin ürettiği bir kurgu veya yanılsama mı, yoksa zihnimizden bağımsız bir gerçeklik mi? Zamanda geriye doğru gidilebilir mi?’ gibi soruların peşini kovalayan, bu niteliğiyle de Bertrand Russell gibi Analitik Felsefecilere ilham veren öncü makalesi Zamanın Gerçek Dışılığı referans metinlerimizdir ve ilgilisine de okuma önerilerimizdir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.   

---------------------------------------------------------------------------

Önceki 175 metne erişmek için bknz. ltfn.:

https://ziyaversencan.blogspot.com/2024/08/voynich-elyazmas-turgut-uyar-tuz.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder