Samuel Huntington ve Medeniyetler Çatışması; Simetri; Süleyman Fikri Erten; Reklam ve Edward Bernays; Bilinç Akışı >>> metinler 38














01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. Mezkûr metinler, muhtasar bir ifadeyle, insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki - hayvan - böcek - toprak - su gibi bileşenlerinin oluşturduğu o alâimisemâ mahiyetli muhteşem mimari ve muhtevanın referans verdiği eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin fenomenlerinden / tezahürlerinden birisinin, ana hatlarıyla da olsa, kuşatılma teşebbüsüdür. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan bahis konusu entelektüel hasılanın yılın 38. haftasına denk düşen 16 Eylül - 20 Eylül döneminde yayınlanacak olanları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.

186) Samuel Huntington ve Medeniyetler Çatışması

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Samuel Huntington ve Medeniyetler Çatışması.

18 Nisan 1927 doğumlu, Foreign Policy Dergisi’nin Warren Demian Manshel’le birlikte eş-kurucusu, dış politikada uzmanlaşmış bir siyaset bilimci, yazar, akademisyen, danışman, Jimmy Carter döneminde Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Güvenlik Planlama Koordinatörü Samuel Phillips Huntington, siyaset biliminin George Kennan, Zbigniew Brzezinski, Henry Kissinger ve Francis Fukuyama’yla birlikte, en önemli Amerikalı düşünürlerindendir. 9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasının fitilini ateşleyeceği süreç, 25 Aralık 1991’de, Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un istifa etmesine müteakip, Sovyetler Birliği’nin ve Sosyalist Sistemin dağılmasıyla noktalanacaktı. Bu durum, Soğuk Savaş’ın da sonuydu. Küresel sistemi altüst eden bu radikal dönüşüm, global liderlik boyutunda rakipsiz kaldığı için eli rahatlayan ABD’deki fikir odaklarını, aktüel zeitgeist’a uyan argümanlar serdetmek hususunda motive etmiş; ülkelerini, yönünü arayan insanlığın tartışmasız belirleyicisi kılacak bir bağlamın inşaası için ürettikleri çok sayıdaki hipotezden ikisi öne çıkmıştı. Bunlar; Huntington'ın, 1992’de verdiği bir konferansı, aynı yıl yayımlanan öğrencisi Fukuyama’nın Tarihin Sonu ve Son İnsan’daki tezlerine ciddi itirazlar içerecek şekilde güncelleyerek, Medeniyetler Çatışması mı? başlığıyla Foreign Affairs’in Yaz 1993 sayısında yayımlanan makalesindeki argümanlar ve Fukuyama’nın bahse konu eserindeki tezleridir. Makalesinin olağanüstü etkili olması, Huntington’ın onu geliştirerek  Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması adıyla 1996’da kitaplaştırmasını sağladı. Kariyerine 1950’lerin başında askerin devlet içindeki yeri ve sivillerle ilişkisini inceleyerek başlayan, akabinde, karşılaştırmalı siyaset, uluslararası ilişkiler ve modernleşme sahalarına odaklanan Huntington, 1950 – 1959 dönemiyle, 1963’ten öleceği 24 Aralık 2008’e değin, 54 yıldan fazla bir süre mensubu olduğu Harward Üniversitesi’nin en popüler ve etkili aktörlerindendi. Medeniyetler Çatışması’nın temel tezleri, kabaca, şunlardır: Soğuk Savaş sonrasında çatışmalar, ülkeler ve ideolojiler arasında değil, etnik kökenin fikri ifadesi olan milliyetçilikle, dini inançların şekillendirdiği kültürlerin en üst ifadesi olan medeniyetler arasında gerçekleşecek. Öncesindeki dönemin aksine, Soğuk Savaş sonrasında Batı dışı medeniyetler pasif ve sömürülen alıcılar değil, aktif, bağımsız ve etkili aktörler olarak tarihteki yerlerini alacak. Katolik – Protestan inancın oluşturduğu Batı Medeniyeti, Ortodoks Medeniyeti, İslâm Medeniyeti, Konfüçyüsçü Çin Medeniyeti, Hindu Medeniyeti, Budist Medeniyeti, Sahra Altı Afrika Medeniyeti ve Japon Medeniyeti Dünyanın önemli medeniyetleridir. Batı’nın değer ve sistemlerini evrensel normlar’ addedip diğer medeniyetlere dayatması çatışma üreteceğinden, yanlıştır. Ekonomik, politik ve askeri güç odakları, Batı’dan, potansiyel müttefik olan Çin ve İslâm Medeniyetlerine kayacak; Batıyla bunlar arasında çatışmalar yaşanacak. Köklü değerler setini terk edip, Batınınkileri ithal etmeye çalışan Türkiye, Meksika, Rusya ve Avustralya bölünmüş ve kararsız ülkelerdir. Huntington’ın değindiğimiz West versus Rest - Batı Geri Kalana karşı! olarak özetlenebilecek anlayışını Edward Said, Cehalet Çatışması makalesinde ‘pür ırkçı, Arap ve Müslümanları ötekileştiren Hitlervari bir tür bilim parodisi’, diyerek; Noam Chomsky’yse, 'Amerika’nın Soğuk Savaş sonrasında yapacağı zulümleri aklamak için kullanacağı, komünizmi ikame edecek, yeni bir düşman yaratmak gayreti' ifadesiyle eleştirdi.

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte, liberal demokrasiyle desteklenen serbest piyasa kapitalizminin diğer ideoloji ve sistemler karşısında kesin bir zafer elde ettiğini; Dünya düzeni hakkında bildiğimiz ne varsa, tamamının ontik ve epistemik manasını kaybettiği yeni bir dönemin, tarihten sonra gelen bir çağın yaşanacağını argümante eden sağ Hegelyan düşünür Fukuyama’nın, görüşleriyle çelişmesine karşın kapsamı ve çağdaş küresel siyasetin inceliklerini kavraması bakımından göz kamaştırıcı’ diye övdüğü, Kissinger’ınsa göklere çıkardığı, siyaset bilimi alanında aldığı atıflar bakımından Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’sundan sonra gelen, küresel çoksatar Medeniyetler Çatışması, eleştirel bir nazarla okunması icap eden bir klasik, referanslarımızdan biri ve meraklısına da şayanı tavsiyedir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 

187) Simetri

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Simetri.

Müzikte, şiirde, dansta, hayvan ve böceklerin hareketlerinde; ayçiçeklerinden çam kozalaklarına, kar tanelerinden kuşların tüylerine, çiçeklerin taç yapraklarından denizi gökyüzünden ayıran ufuk çizgisine, bazı coğrafi şekillerden astronomik fenomenlere ve insanların yüz ve bedenlerine değin, doğanın sayısız görüngüsünde beliren simetri; matematik, fizik, astronomi, kozmoloji, kimya, biyoloji, fizyoloji bilimlerine sızan kozmik bir antitedir. Simetri, matematikte, birbirinin aynısı, ya da mutlak dengi olan iki şey için kullandığımız eşit, ya da, eşdeğerli kavramlarıyla akrabadır. Bu bağlamda simetri; tamamı fizik yasalarına tâbi olan Higss Bozonu, atom, insan, kıta, yıldız, galaksi ya da Evren’in bütününden herhangi birine referans veren bir fiziksel sistemde gerçekleşen bir değişiklikten sonra, sistemin önceki ve sonraki hallerinin eşit olması durumudur. Sistemdeki değişikliğe simetri işlemi, ya da, simetri transformasyonu denir. Bir diğer deyişle simetri, bir fiziksel sistemin bir transformasyon karşısındaki değişmezliğidir. ‘Wir müssen wissen, wir werden wissen- Bilmeliyiz, bileceğiz! mottosunun müellifi, tüm zamanların en büyük matematikçilerden David Hilbert’in talebesi, gelmiş geçmiş en önemli kadın matematikçi Emmy Noether’nın ispatladığı Noether Teoremi, kuantum kuramının mikro dünyasıyla, genel göreliliğin makro dünyasındaki süreçlerin simetri tarafından nasıl yönetildiğini göstermesi bakımından, fizikle simetriyi birbirine doğrudan eklemleyen bir teorik imkândır. Büyük patlama öncesindeki ve sırasındaki o sonsuz büyük sıcaklık ve basınç şartlarında, Evren’deki dört temel kuvvet olan Zayıf Nükleer, Yeğin Nükleer, Elektromanyetik ve Kütleçekim Kuvvetilerini bir araya getirerek birleştiren şey, ayar değişmezi denen bir simetri ilkesiydi. Bütün madde, enerji, mesaj, bilgi, uzay ve zamanı, Evren’in genişlemeye başlamasından önceki fazında, bir potada eriterek birleştiren mezkûr ayar değişmezliğinin mutlak simetri prensibi, fizik yasalarının çöktüğü ve varoluşa dair bildiğimiz ne varsa tamamının paranteze alınarak denklem dışına atıldığı Kara Delik içerisinde de geçerlidir. Parçacık fiziğinin en olgun anlatısı olan Standart Modeli, her temel parçacığın, aynı kütleli, zıt yüklü bir karşı parçacığı olduğu iddiası yüzünden, çok simetrik bulduysanız, acele hükme varmayınız deriz, zîra, ondan çok daha simetrik olan bir kuram vardır. Bahsettiğimiz şey, başta kuramsal fizikçiler, matematikçiler ve kozmologlar olmak üzere, birçok disiplinden sayısız düşünürün epeydir peşinden koştuğu Her Şeyin Kuramı, ya da, Büyük Birleşik Kuram olmaya en yakın hipotez olan, 11 boyutlu bir uzay-zaman sürekliliği resmi veren o karmaşık denklemler setiyle, Süper Sicim Teorisi, yâni, M-Teorisidir. Bu teori, beynimizin tasarlayabileceği en simetrik iddiadır. Gündelik konuşmalarımızda sıklıkla dem vurduğumuz güzel kadın, yakışıklı erkek gibi nitelemelerin altında yatan, kendilerinden beğeniyle bahsettiğimiz o kadın ve o erkeğin fizyonomilerinin orantılı ve muntazam oluşu, bir diğer deyişle, simetrinin derin ilkelerine uymalarıdır. Enteresan olan husus, 13.8 milyar yıllık geçmişini gözlemleyebildiğimiz kadarıyla Evren’de gerçekleşen bütün kozmik süreçlerin kök nedenlerinden olan ayar değişmezliği dediğimiz simetri ilkesinin; insanları, hayvanları, böcekleri, cansız doğayı, araçları, binaları ve aletleri güzel bulmamıza yol açan o derin içsel simetri ilkesiyle bir ve aynı olmasıdır. Ezcümle, Evren’deki her şey, varoluşun köklerini besleyen simetrinin dışa vuran tezahürleridir.

1988 Nobel Fizik Ödülü’nü kazanan 3 kişiden biri ve Tanrı Parçacığı kitabıyla Higss Bozonu’nu tanıtan Amerikalı deneysel fizikçi ve bilim yazarı Leon Max Lederman’ın, Amerikalı kuramsal fizikçi Christopher T. Hill’le birlikte yazdıkları Simetri ve Evren’in Görkemli Güzelliğini Anlamak, varoluşun birçok olgusunun nasıl da simetriyle şekillendirildiğini, bilimin en derin gerçekliklerinden olan bu kavramın, aynı zamanda gündelik güzellik anlayışımızın da temelini oluşturmasının nedenlerini ortalama okurun anlayabileceği şekilde dillendirilen zekice yazılmış yetkin bir eser, kaynakçamızın dominant metni ve meraklısına okuma önerimizdir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 

188) Süleyman Fikri Erten

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Süleyman Fikri Erten.

Antalya Müzesinin kurucusu ve ilk müdürü, araştırmacı yazar, eğitimci Süleyman Fikri Erten, Bosna Hersek bulunan, o sıralardaysa Avusturya’ya bağlı Bosna vilayeti, Tuzla Sancağı’nın kasabası Rahiç’te 1876’da doğdu. Hali vakti yerinde, köklü ve eğitimli bir aileye mensup olan Süleyman Fikri, daha çocukken okumaya ve öğrenmeye tutkuluyla bağlıydı. Yöresinden eğitim için İstanbul’a giden öğrencilere çok özeniyor, Payitaht’a giderek okuma arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Yaşadığı yörede tahrir dersleri alan ve Hırvatça, Sırpça, ve biraz Almanca öğrenen Süleyman’ın gözü, Türkçe ve Arapça öğrenmekten başka bir şeyi görmüyordu. 1894’de İstanbul’a gidip, Gazanfer Ağa Medresesi’nde okumaya başladığında, yaşadığı maddi zorluklar yüzünden sıkıntılı bir hayatı olmuş, her fırsatta Anadolu ve Bosna’da çalışmak zorunda kalmıştı. Bosna’da olduğu sırada, yaşı geldiği için Avusturya devletince askere alınmak istenen Süleyman, abileri tarafından gizlice sınır dışına, Osmanlı İmparatorluğu’na kaçırılacaktı. 1898’de kaydını yaptırdığı darülmuallim’in ilk kısmını 1900’de bitiren Süleyman, 1905’de Şehri Nasuhzade Mustafa Efendi’den aldığı İcazetname-i Darülmuallimin ve 1906 Mayıs’ında hak ettiği edebiyat şubesi şahadetnamesiyle eğitimini taçlandıracaktı. Osmanlı İmparatorluğunun maarif ordusunun bir neferi olan Süleyman, çocukluğundan beri hayalini kurduğu talebelerini eğitme ülküsünü, Bolu Îdâdisi’nde coğrafya, geometri, ziraat, resim öğretmenliği yaparak gerçekleştirmiş, 1908’de, gayretli mesaisi sayesinde, daha çok öğrencisi olan Antalya İdadisi’ne atanmıştı. Bu kâdim ve önemli şehirde, ihtiyaç olan resim ve Türkçe branşlarında öğretmenliğe devam eden Süleyman, tutkulu ve başarılı eğitimci profiliyle, 1915’te, yörenin en önemli eğitim kurumu Antalya Lisesi’ne Türkçe ve Farsça öğretmeni olarak atanacaktı. İmparatorluk dağılırken, milleti bir arada tutmanın ancak çocuklara iyi bir eğitim vermekle mümkün olacağının şuurunda olan maarif yöneticileri, bu yorulmak bilmez genç öğretmene üst üste yeni sorumluluklar yüklemiş, sürdürdüğü öğretmenliklerinin yanı sıra, onu önce Antalya Lisesi’nin müdür vekilliğine, ardından da Rum Okulu’nun Türkçe öğretmenliğiyle İmam Hatip Okulu’nun ruhiyat ve ahlak öğretmenliğine atamıştı. Cihan Harbi bitip, yenilen Osmanlı teslim olduğunda, Sevr Antlaşması gereği paylarına Antalya düşen İtalyan birlikleri, 28 Mart 1919’da şehri işgal etmiş; müstevlî düşman askerlerinin ilk yaptıkları işse ortalıkta gördükleri bütün tarihi eserleri yağmalamak olmuştu. Harekete geçen memleketperver ve münevver muallim Süleyman Fikri, Antalya mutasarrıflığına başvurarak, onca yoğun mesaisi yetmezmiş gibi, 15 Ekim 1919 tarihinde, fahri asar-ı atika, yâni, gönüllü eski eser memuru vazifesini de üstlenecekti. Antalya merkezindeki eski eserleri ilkin Tekeli Mehmet Paşa Camii karşısındaki metruk Bayraktar Baba Türbesi’nde toplayarak geçici bir depo müze oluşturan Süleyman Fikri, böylece Antalya Müzesi’nin temelini atmıştı. Mübadele sonrasında Rumların terk ettikleri 5 ibadethaneden biri olan ve günümüzde Sultan Alâaddin Camii olarak hizmet veren Panaya Kilisesi, 1922’de Antalya Müzesi’nin ikinci adresiydi artık. Süleyman fikri Bey’in fahri memurluktan asli memurluğa geçişi 1923’te, müze müdürü oluşuysa 1924’e denk düşer. 1930’da Antalya’yı ziyaretinde Gâzi’ye Aspendos Tiyatrosu’yla, müzeyi gezdiren, ona nadir yazmalar takdim eden Süleyman Bey, gayretleri ve yazdığı Antalya Livası Tarihi yüzünden Cumhurreisi’nin takdirini kazanmıştır.

1941’de 65’indeyken yaş haddinden emekliye ayrılan Süleyman Fikri Erten, 1962’de, 86 yaşında vefat ettiğinde, ardında, sadece ülkemizin değil gezegenin de önemli müzelerinden birisini, Antalya hakkında büyük bir arşivi ve edebiyat, Antalya tarihi ve kültürü konulu makale ve kitaplar bırakmıştı. Antalya Müzesi, ilerleyen yıllarda, önce Kaleiçi’ndeki Yivliminare Camii'ne, 1972’de de bugünkü binasına taşınmıştır. İsmi Kepez’deki bir caddeye verilen bu değerli eğitimci ve müzecimiz hakkında bir biyografi yazılmaması araştırmacılarımızın bir eksikliğidir diye düşünüyoruz. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 












189) Reklam ve Edward Bernays

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Reklâm ve Edward Bernays.

Diğerleriyle aramıza mesafe koyarak, belirli bir fikri benimsememize, bir eylemi gerçekleştirmemize, bir mal ya da servisi satın almamıza, ilgimizi herhangi bir şey üzerinde yoğunlaştırmamıza hizmet edecek iktisadi, politik, sosyolojik, psikolojik, pedagojik, mitolojik, teolojik, estetik kaynakların birinden ya da birkaçından beslenmiş bir mesajın, akla gelebilecek bütün mecraların, ücreti karşılığında, kullanılması suretiyle, bize eriştirilmesini sağlayan sektöre reklamcılık endüstrisi, ürettiği çıktılara ise reklam denir. Kökenleri 50 asır önce Antik Mısır ve Mezopotamya’daki kadim medeniyetlerin yurdu Levant coğrafyasına dayanan reklamın biri bilgi, diğeri de hikâye olmak üzere, iki temel bileşeni vardır. Akla seslenen bilgi, reklama konu mal ya da servisin teknik özelliklerine dair bir gerçeklikken; irrasyonel olan duygularımızı hedefleyen hikaye, muhatabına, hakkında anlatıldığı şeyin edinilerek deneyimlenmesi halinde, kendisini farklı, mutlu, sağlıklı, başarılı, meşhur biri gibi hissedeceğini vaat eden abartılı bir kurgudur. Bilgi ve hikayenin, reklâmın kompozisyonundaki yüzdelerine göre 5 çeşit reklam vardır. Bu reklam türlerinin örnekleriyle ilerleyelim: 1- salt bilgiden ibaret reklâm: Tepük pabuçları rahat, uzun ömürlü ve emsallerinden ucuzdur; 2- çok bilgi, az hikaye bazlı reklam: evlâdiyelik, konforlu ve benzerlerinden ekonomik olan Çokgezer ayakkabıları sizi mutlu eder; 3- bilgi ve hikayesi dengeli reklam: İskarpin markasını seçtiğinizde, kalite ve konforu ederinde alırken, Premium ürünlerin elit sahiplerinden olmanın keyfini yaşarsınız; 4- bilgisi az, hikayesi çok reklam: rahat, dayanıklı ve hesaplı demekle yetinmek isterdik ShoeWorld ayakkabıları için; oysa, premium kalitedeki ürünlerinin bu fiyattan satıldığını öğrenen mağaza sahibinin çalışanlarına ‘ticaret değil bu, zararına satış, hatta soygun!’ diye çıkışmasına hak vermek zorunda kaldık ne yazık ki!; 5- salt hikayeden ibaret reklam: Cosmo di Scarpe Fantasi’nin ekstra boyutlarını deneyimleyenler, Hollywood starıymışçasına, kahvaltıyı Boğaz’daki bir sarayda, öğle yemeğini Paris yakınlarındaki bir şatoda, akşam yemeğini de Samanyolu Galaksisi’nin sınırlarındaki benzersiz bir kozmik mekânda yemeye eşdeğer doruk hazları yaşarlar, ayaklarında ve bütün uzuvlarında. Cosmo di Scarpe Fantasi, ayakkabının fantastik kipi. 1891 – 1995 döneminde yaşamış, anlamdaş olgular olan halkla ilişkiler, reklam ve propaganda disiplinlerinin modern hallerinin mucidi, 20. asrın en etkili kişilerinden, hakkında belgeseller çekilmiş, çok sayıda kitap, makale ve tez yazılmış Edward Louis Bernays, başta annesinin kardeşi olan psikanalizin kurucusu Sigmund Freud olmak üzere, insan ruhunu inceleyen bilimcilerden feyz almıştı. CIA’nın gerçekleştirdiği illegal uluslararası operasyonları aklayan halkla ilişkiler faaliyeti, reklamcılık tarihine geçmiş Özgürlük Meşalesi kampanyasıyla kadınların kitlesel olarak sigara içmesini sağlaması ve Amerikalıları, kahvaltılarında muhakkak surette domuz pastırması yemeye ikna etmesi hem eleştirilen, hem de öne çıkan 'başarıları'dır. Bernays’ın temel tezleri, vülgarize edecek olursak, şöyleydi: İnsanların büyük kısmı vasat olduğundan akıllı azınlık tarafından yönlendirilmeye muhtaçtır. Mantıklı düşünme yetisi zayıf olan bu büyük kalabalığın davranışlarını duyguları belirler. İrrasyonel olan bu yığınların duygularını harekete geçirdiğinizde, onlara istediğinizi yaptırabilirsiniz. İnsanlara bu şekilde hükmetmek ahlâksızlık değildir; zîra, siz kalabalıkları yönlendirmezseniz, akıllı azınlıktan bir başkası onları duyguları üzerinden kontrol ederek yönetecektir, iyisi mi bunu erken davranıp siz yapın.














Şirketler, kamu kurumları, sivil toplum kuruluşları adına gerçekleştirdiği çığır açmış çok sayıda başarılı kampanyasıyla modern reklâmcılığı ve onunla akraba disiplinler olan halkla ilişkiler ve propagandayı kuran Bernays 97 yaşında öldüğünde, CIA, Guatemala’nın seçilmiş meşru yönetimini devirirken katledilen insanların; her sene akciğer kanserinden ölen 3 milyondan fazla kadının ve domuz pastırmasıyla tuzlu ve şekerli mısır gevreği yediğinden damarları tıkanıp ölen yığınların ahı üzerindeydi. Edward L. Bernays’ın yazdığı Belirginleşen Kamuoyu, halkla ilişkiler ve reklam sahalarının kurucu metni ve başvuru kaynağımızdır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 


190) Bilinç Akışı

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Bilinç Akışı.

sesler duyuyorum, sözler … kafamın içindeler ve birbirine karışıyor, çarpışıyorlar … fikirler, görüşler, kelimeler … beynimde onlarca kişiler, her biri diğerinden geveze insanlar onlar, ki, dinlemeden diğerini, aynı anda konuşuyorlar sanki … gürültü diyemem buna, ama, ne dediklerini anlamaya çalışmak da doğrusu yoruyor beni … hangisine uymalı, hangi sesin sözüne meyletmeliyim, çok zor karar vermek … serebral korteksime milyonlarca iğne saplanması bu yüzden … tenimin her zerresinden sokulduğumu hissetmem, yaz güneşine olan alerjimden … tabiatın serâpâ gevezeleştiği evvelbahar’la, kışı önceleyen ahir bahara muhabbetim, alerji oluşturan ultraviyole ışınların yok olmasından … en temel unsurlarıma, proton ve nötronlarımın yapıtaşları olan kuarklarıma değin istediğim şey, yok olması Gazze katliamcılarının … düşünce gücüyle keşke yok edebilseydi insan kötüleri ve kötülükleri ve keşke mümkün olsaydı ‘eyy siyonist rejim, seni ademe mahkûm ediyorum!’ dediğinde, yok olması şerrin … her şerde vardır hayır ve onca ‘bak, vesvesen var, hatta panik atağın, ilaç kullanman menfaatinedir; yan etkisinden korkmanaysa gerek yok, an itibarıyla toplumun yarısı kullanıyor onları zaten’ telkinlerine rağmen, antidepresan kullanmaya hayır demem, bence fevkalâde hayırlıdır … üniversite mezuniyeti eskiden işe girişin garantisiydi, büyük çoğunluk içinse şimdi, kaynak israfı ne yazık ki … ‘hayır’ demesi zamane gencinin bu duruma ve meslek edinmeye hasretmesi imkânlarını, hayırlı tercihtir ve ruh sağlığını koruyarak antidepresan kullanmak zorunda kalmamasının da garantisi … sanki garantilerinden biri gibi mutluluğun ve yaklaşan o kaçınılmaz akıbet karşısında sergilenecek metanetin, çok sayıda kitaptan oluşan bir arşivle yaşamak ve ‘okudun mu bunların hepsini?’ diye sorana şunu sormak: ‘sadece okunmak için midir kitaplar; yoksa, birlikte yaşanmak için mi aynı zamanda?’… bütün kitapların okurunu yönlendirdiği bir tek kitap ve o tek kitabı anlamak için okunan diğer bütün kitaplar … okuduğunda hayatını değiştiren ve değiştiğinde hayatın okudun o değişik kitaplar … okurunu kaosa, şiddete, yıkıma, intihara sevk eden kitaplar … megaegoist - ultraliberal ayn rand'i yalvaç, kitaplarını holybook bilen bazı plazacılar, 'Osho'ymuş, Krishnamurti'ymiş çözüm' deyip göçünce kırsala, soyununca halâskâran-ı ziraate, sandılar kurtaracaklar planeti... bir avuçtu oysa ürettikleri, ki, yediler onu da kendileri ... sesler duyuyorum, sözler … kafamın içindeler ve 'bilmen gerek ey mütekait halaskâr, kurtuluş yok olandan, olacağı gibi oluyor işte her şey' diyor gibiler ... o sesler ... o sözler ...

Bize öyle geliyor ki sevgili dinleyen, senin de kafanda aynı anda konuşan birçok sen ve sayısız ses var; korkma ama, bu bir hastalık değil, Allah muhafaza, sağlıkçıların iddia ettiği üzere, yarılmış benlik, çoklu kimlik, ya da şizofreni falan hiç değil. Bu düpedüz bildiğin o bilinçakışı, kimliğinin gizemli veçhesi, biliçaltının yüzeye çıkmış kipi ve ezcümle, şuurun doğal ritmi. Wirginia Woolf’un icat edip eserlerine uyguladığı bir edebi teknik aynı zamanda. Uygun olduğunda sevgili dinleyen, en yakın kitapçıya düşürüver lütfen yolunu ve Virginia Woolf’un şu üç kitabını: Deniz FeneriDalgalar ve Mrs. Dalloway’ini; James Joyce’un Ulysses’ini, bunun özellikle de Molly Bloom’un iç monologlarına dair olan pasajlarını; Allen Ginsberg’ün Uluma’sını; William Faulkner’ın Ses ve Öfke’siyle Döşeğimde Ölürken’ini; Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ını ve Jack Kerouac'ın Yolda’sını kafamızda konuşup duran ve susmak bilmeyen o gevezeler bakımından inceleyiver ayaküstü. İnan, okuduğunda o kitapları, Dünya’ya farklı bir gözle bakacak, önünde açılan geniş ufkun, karşılaştığın o eşsiz manzaranın ve beliren paralel evrenlerin seni olağanüstü zenginleştirdiğine şahit olacaksın. Necip Fazıl’ın dediği gibi sevgili okur, sadece su değil, insan, tarih, yıldız ve fikir de akar; akar yâni şuur. Öyleyse bilinçakışı içeren anlatılara müracaatın tam sırasıdır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 















------------------------------------------

Önceki 185 metne erişmek için bknz. ltfn.:

https://ziyaversencan.blogspot.com/2024/08/franz-anton-mesmer-tuketici-ataleti.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder