01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. Mezkûr metinler, muhtasar bir ifadeyle, insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki - hayvan - böcek - toprak - su gibi bileşenlerinin oluşturduğu o alâimisemâ mahiyetli muhteşem mimari ve muhtevanın referans verdiği eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin fenomenlerinden / tezahürlerinden birisinin, ana hatlarıyla da olsa, kuşatılma teşebbüsüdür. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan bahis konusu entelektüel hasılanın yılın 39. haftasına denk düşen 23 Eylül - 27 Eylül döneminde yayınlanacak olanları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.
191) Peter Stuyvesant
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba;
Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını
üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Peter
Stuyvesant.
Hollanda’nın yüzölçümü 41,865 km2, Konya’nınki 40,000 km2, ülkemizinkiyse 783,562 km2’dir. Ticaret Bakanlığı verilerine göre, 2022’de toplamı 2 trilyon 21 milyar $ olan Dünya tarım ihracatında Hollanda’nın payı 121.8 milyar $, ülkemizinkiyse 29.9 milyar $’dır. Bu başarısını anlamak adına, Hollanda’nın sömürgecilik faaliyetlerine ve Peter Stuyvesant’ın hayatına eğileceğiz. Stuyvesant, senede 8 milyondan fazla insanın ölümüne yol açan malûm zehre ait bir markayı çağrıştırsa da, aslında o, Hollanda’nın Kuzey Amerika’yı sömürgeleştirmesinde ve New York’la ABD’nin temellerinin atılmasında kilit rol oynamış kolonyalist bir yöneticiydi. Hollanda Krallığı, siyasal üstyapıda demokratik, ekonomik altyapıda liberal olan düzeni sayesinde 17. asırda altın çağını yaşamış; bilimde, sanatta, felsefede, teknolojide ve gemicilikte gezegenin, İngiltere’yle birlikte, 2 lider ülkesinden biri olmuş, büyük bir sömürge imparatorluğu kurmuştu. Hollandalı tüccarların, İngiltere’nin East India Company’siyle rekabet için 1602’de kurduğu Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nin tekelci uygulamaları, bazı kurucuları rahatsız edince, gayrı memnun sermayedarlar, Asya’ya giden yeni rotalar oluşturmak ve İspanya ve Portekiz tarafından kolonize edilen Latin Amerika’yla, Kuzey Amerika’nın kaynaklarından pay almak için, İngiliz kaşif Henry Hudson kumandasındaki Halve Maen gemisini Kuzey Amerika’ya yolladı. Ekim 1609’da, Kızılderililerin dilinde Birçok Tepeden Oluşan Ada anlamındaki Manhatta’ya, yâni, Manhattan’a varan Hudson, Hollanda'nın ilk Kuzey Amerika kolonisinin temelini atmış; 1624’de ileri karakol olan bölge, 1626’da New Amsterdam adını almıştı. 1621 – 1631 arasında Yeni Hollanda Valisi olan Peter Minnewit, bölgenin kolonizasyonunu hızlandıracak, 60 Gulden, yâni, 24 $ değerindeki incik boncukla, yerli halk Lenapelilerin kontrolündeki Manhattan adasını takas edecekti. Wikipedia’ya göre 1610’da, Encyclopaedia Britannica’ya göreyse 1592’de Doğan Kalvinist mezhebinden Peter Stuyvessant, 1632’de girdiği Hollanda Batı Hindistan Şirketi adına 1644’de gerçekleştirdiği Saint Martin seferinde sağ bacağını kaybetti ve 28 yıl tahta bacakla yaşadı. Temmuz 1946’da, Hollanda’nın Kuzey Amerika kolonileri yöneticiliğine atanan Stuyvesant, Mayıs 1647’de New Amsterdam’a görkemli bir giriş yapacaktı. Salgın hastalık yaydıkları gerekçesiyle sokaklarda dolaşan domuzları vurdurması, Pazar sabahlarıyla, her akşam 21.00’den sonra içkili mekânları kapatması, ağır vergiler koyması, Kalvenistler dışındaki Hristiyan mezheplerine, özellikle de Yahudilere karşı çok müsamahasız davranması ve despotik bir yönetim tarzı izlemesi Stuyvesant’ın eleştirilen yanları; limanı onartması, gemiciler için, daha sonra belediye binası olarak hizmet verecek bir lojman yaptırması; Manhattan’ın kuzey sınırına Kızılderili, korsan ve İngiliz saldırılarına karşı bir hendekle tahta bir çiten oluşan bir savunma hattı inşaa ettirmesi ise beğenilen icraatlarıydı. Stuyvesant zamanında nüfusu 3 misli artan New Amsterdam’ı koruyan bu duvar ilerleyen on yıllarda sürekli geliştirilecektir. Küresel Finans kozmosunun kalbi Wall Street, yâni, Duvar Sokağı, adını işte bu tahta çitten almıştır. New Amsterdam’daki varsıl kesimler, epeydir eleştirdikleri Stuyvesant’a karşı İngilizlerle birleşerek 1664’de onu devirmiş, Hollanda kolonisinin İngiliz idaresine geçmesini sağlamıştı. Öleceği 1672’ye değin, sonradan NY’un Bowery semtine ismini verecek olan çiftliği Bouwerie’de yaşayan Stuyvesant'ın, Kral 2. Charles’ın, kontrolünü York Dükü olan kardeşine bırakması üzerine ismi New York olan New Amsterdam’daki bu transformasyonu hazmedemediği kayıtlardadır. Adına kasaba, mahalle, okul kurulan, popüler kültürün her alanında kendisine sayısız atıf yapılan Peter Stuyvesant’ın parçası olduğu sömürge imparatorluğu pratikleriyle edindiği maddi ve gayri maddi birikim, bu küçük ülkenin, tarım dahil, her alandaki büyük başarılarının temelinde yatmaktadır.
Encyclopaedia
Britannica ve Wikipedia’nın
İngilizce edisyonundaki ilgili maddelerle, entelektüel çizgi roman serisi Martin Mystère’in 16., 17. ve 18. sayılarında yer alan New York Hikâyesi – Büyük
Elma’nın Sırrı – Peter Stuyvesant’ın Hazinesi maceralarından faydalanarak oluşturduğumuz bu sohbetimizin meraklıları,
ileri okumalar için zikrettiğimiz kaynaklarımıza başvurabilirler. Bir
sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve
muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
192) Hurûfîlik
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba;
Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını
üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Hurûfîlik.
Sesler,
harfler ve sayılara kutsiyet ve gizli, bâtınî anlamlar atfeden; bunların her
birinin, varoluşun canlı ya da cansız, maddi ya da gayri maddi bir unsurunun
sembolü ve özü olduğunu kabul eden; onların insan, Dünya ve hatta Kâinat’ın
tamamı üzerinde tesirleri olduğuna, varoluşun bütün
tezahürlerinin mezkûr semboller tarafından sevk ve idare edildiğine inanan ve
rüyalara hayati önem yükleyen heterodoks inanç sistemi Hurûfîlik, temelini,
binlerce yıl öncesinin gnostik karakterli kadim pagan inançlarından alır. Hint,
Mezopotamya, Mısır, İran, Anadolu ve Grek coğrafyalarında şekillenen mezkûr çok
tanrılı inanç disiplinlerinin tılsım ve efsun gibi enstrüman
ve teknikleriyle donanan Hurufilik, İbrâhîmî inançlar silsilesinin bileşenleri Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâmiyetin Ortodoks pratiklerine sızarak,
bunlarla heterodoks, senkretik, gnostik ve eklektik sentezler oluşturmuş,
böylelikle de hurûf, ya da, ilmü’l-hurûf denen, kuşatılması gerçekten zor o devâsa külliyat çıkmıştır ortaya. Jenealojisi Sibyline kehanetleri; Yahudi mistisizminin
gematria geleneği; Philo’nun hermenötik metodu; Resâilü İhvâni’s-Sâfa; Abraham Abulafia’nın Kabala tefsiri; Sabatay Sevi’nin hurûfî kabalizmi; Hristiyan gnostizmi; Saint Augustinus’la diğer Latin babaların mistik hermenötiği; Câhiliye döneminin fal, rüya ve sembolizma temelli hurûf-ı mukattaa tefsirleri; gnostik ve teosofik kökenli Şiî-Bâtınî cefr
geleneği; İbn Sînâ ve İbn Haldûn gibi alimlerle, Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Bekir eş-Şiblî, Abdülkādir-i Geylânî, Şehâbeddin es-Sühreverdî el-Maktûl ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıfların ebced hesabını önceleyen külliyatları; Şîa
Bâtıniyye ekolündeki İsmâiliyye damarı; Katip Çelebi’nin
yorumları ve nihayet, Fazlullah-ı Hurûfî’nin müktesebatından oluşan
mezkûr ekol, hiç kuşkusuz, en olgun örneğini, Fazlullah Esterâbâdî olarak da
anılan Acem milletinden bu mistiğin şahsında bulabileceğimiz bir antitedir. Mîlâdî
1340’ta Hazar denizinin güneydoğusundaki Esterâbâd şehrinde doğan, 1401 ya da 1402’de,
ulemâdan alınan fetvayla zındık, kâfir ve ibâhiyyeci ilân edilip, Timur’un oğlu
Mîrân Şah tarafından öldürtülen Fazlullah, Dünya nimetlerine
sırt çevirip ibadet, îtikâf, tefekkür ve irşad temelli yaşadığı son 47 yılında
Irak, Suriye, İran, Horasan, Azerbaycan, Mısır ve Arabistan’ın bütün önemli
merkezlerini dolaşmış; buralarda ders almış, ders vermiş, görüşlerini
propaganda etmiştir. Önce peygamber ve Mehdi, kendisine ulûhiyet atfetmesi
sonucunda da, Yaradan olduğunu yaymaya başlamasıyla büyük tepki çeken
Fazlullah, dönemin en güçlü hakanı Timur’u kendisine inanmaya davet edince
yakalanarak hapsedilmişti. Fazlullah’ın ölümünden sonra, başta Ali el-A‘lâ olmak üzere, çok sayıdaki mürid ve halifesi,
ağır baskılara karşın Horasan, İsfahan, Suriye, Azerbaycan, Anadolu ve
Balkanlarda Hurûfîliği yaymaya çalışmış; Seyyid Nesîmî gibi sanatçı ve
düşünürler sayesinde, Bektaşî, Alevî ve Kalenderileri büyük ölçüde etkileyerek,
bunda başarılı da olmuşlardır. Taşköprizâde Ahmed’in yazdığına göre, Fatih Sultan
Mehmet zamanında imparatorlukta çok etkili olan ve saraya kadar sızarak, genç sultanı
neredeyse saflarına katmak üzere olan Hurûfîler, sadrazam Veli Mahmud Paşa’nın
ulemâyı uyarması ve şeyhülislâm Fahreddîn-i Acemî’nin fetvasıyla kâfir ilân
edilmiş, Payitaht’tan toplanarak Edirne’ye sürülmüş ve binlercesi orada diri diri
yakılmıştır. Şiirlerinde Muhibbî mahlâsını kullanan Kanûnî’yle, Hatâî
mahlâslı Şah İsmâil başta olmak üzere, coğrafyamızdaki çok sayıda edip, Hurûfîlik
etkisi altında yazmıştır şiirlerini. Heterodoks anlayışların inananlarınca günümüzde de önemsenen, Sünnî anlayışınsa şiddetle tekfir etmeyi sürdürdüğü
Hurûfîlik, esoterizmi demonize etmeyen liberal duruşlu düşünür ve sanatçılara ilham vermeye devam etmektedir.
İslâm Ansiklopedisinin, başta Hüsamettin Aksu’nun yazdığı Hurûf, Hurûfîlik ve Fazlullah-ı Hurûfî olmak üzere, esoterizmle ilgili çok sayıdaki maddesiyle, Hurûfîlik konusunda önemli metinlere imza atmış Boğaziçi Üniversitesi Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Fatih Usluer’in kapsamlı bir metinle zenginleştirip notlandırarak hazırladığı Câvidân-Nâme – Dürr-i Yetîm İsimli Tercümesi kitabı, kaynakçamızın asal ekseni olup, mevzunun meraklısının da muhakkak surette incelemesi gereken temel referanslardandır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
193) Genetik Olasılık Aşısından Aldatmak
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba;
Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını
üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Genetik Olasılık
Açısından Aldatmak.
Daha önce, programımızın Kültür Karın Doyurur mu? isimli
bölümüne konuk ettiğimiz, Birleşik Krallık’taki ana akım gazete ve dergilere bilim, sanat ve
felsefenin neredeyse bütün alt disiplinlerinin popüler konuları hakkında ses
getiren makaleler ve gündelik hayatın sayısız görüngüsüne dair de epeyce ilgi
derleyen denemeler yazan, Givelight Cheerfullsoul mahlâslı, kimliği halâ meçhul, gizemli kültür
insanının, 2003 Kasım’ında London Review
of Books’da yayımlanmış makalesi, bir okurunun yazdığı mektuba verdiği cevap
temelinde şekilleniyordu. O metin, özetle şöyleydi: ‘Mahremiyetini korumak adına Moontulle Blackpulmien takma ismiyle kendisinden bahsedeceğim,
üniversiter sistemimizin parçası olan sosyal bilimci bir kadın okurum, gönderdiği
mektubunda, tanınmış bir felsefe profesörü olan 47 yaşındaki eşinin, kızı
yaşındaki talebesiyle ilişkiye girdiğini, üstelik de kızın hamile olduğunu
öğrendiğini paylaşarak, ‘ne yapacağımı bilemez haldeyim Mr. Cheerfullsoul, lütfen bana, işime yarayacak
bir tavsiyede bulununuz’ diye yakarmakta. Bu yardım talebine bigâne kalmam mümkün
değil. Size, kariyerime yakışan kalitede bir felsefi cevap vereceğimden;
üstelik de, mukabelemin, pozitif bilimler açısından da muteber ve geçerli bir
içerikte olacağından emin olunuz Mrs.
Blackpulmien. Moleküler biyoloji ve genetik mühendisliği çerçevesinde, 1990
– 14 Nisan 2003 döneminde gerçekleştirilen İnsan Genom Projesi, kabaca
30,000 faal gene sahip olduğumuzu koydu ortaya. Bu genlerin her birinin minimum
2 varyantı olması, genomun kodladığı genetik olarak farklı benliklerin, yâni,
kişiliklerin toplam sayısının 230,000, bir diğer deyişle, ikinin
otuzBİNİNCİ kuvveti mertebesine denk düşen astronomik bir değere eriştiğini
söylemekte bize. Bu da, Mrs. Blackpulmien, verili genomik
yapısıyla türümüz homosapiens-sapiensin,
her biri diğerinden farklı olan, 1’in sağına tam 10,000 tane sıfır
eklediğimizde oluşacak o akıl almaz büyüklükteki sayı kadar, insan tekini
doğurabilme potansiyelinin olduğunu koymakta ortaya. Nüfus bilimciler, medeniyet
tarihçileri, antropologlar ve evrimsel biyologların çoklu disiplinli çalışmaları
bize gösterdi ki; türümüzün ortaya çıktığı 100,000 yıldan bu yana Dünya’ya
gelen insan sayısı, 8.1 milyarı halen yaşayan, kabaca 102 milyarı da artık
aramızda olmayanlar olmak üzere, toplam 110 milyar kadardır. Bu sayı, dünyaya
gelmesi olası insanların toplam sayısının 1/109989’da biri, yâni, bir
bölü on üzeri 9989’da biri kadardır. Teoloji, ruhlar aleminde, bedenlenip Dünya’ya
gelmemiş sonsuz sayıda ruh olduğuna işaret eder. Bir sperm ve bir yumurta
hücresinin birleşmesinin hayat verdiği her insan, dini bakış açısına göre, mezkûr
ruhların, Dünya hayatına atılmasına vesile araçlardan başka bir şey değildir. Anlayacağınız Mrs. Blackpulmien, siz, ben ve şimdiye
değin doğan onlarca milyar kişi, aslında, genomik olarak gerçekleşme olasılığı
neredeyse sıfıra yakın olan hakiki birer mucizeyiz. Eşinizin, bahsettiğiniz
edimi yüzünden, genç bir hemcinsinizin size tercih edildiğini düşünüp üzülmeniz
anlaşılır bir şeydir; öte yandan ben, meseleye bir de bahsettiğim açıdan
bakmanızı ve eşinizin, bir ruhun Dünyalanmasına vesile teşkil ederek, bir mucizenin
oluşmasına katkı verdiğini düşünmenizi, böylelikle de teselli bulmanızı dilerim doğrusu. Mucize dediğimiz Mrs. Blackpulmien, inanın, saygı
duyulması ve uğruna, bazı fedakârlıklara katlanılması gereken çok kutsal bir istisnadır.’
Givelight Cheerfullsoul’un bu yazısı, kamuoyunun
büyük kısmınca; acı çeken çaresiz bir kadının durumunu, bilimi araçsallaştırmak suretiyle, küçümseyen nobran bir tarz ve zinâyı, felsefi spekülasyonlarla temize çekmeye matuf, ahlâki düşkünlükle malûl bir duyarsızlık olarak
nitelenip kınanmıştı. Bu arada, vak’a hakkındaki yorumunu da doğrusu merak ediyoruz sevgili dinleyen.
Amerikalı felsefeci, gazeteci, popüler bilim yazarı Jim Holt’un, yayımlandığı 2012’den beri ödüle doymak bilmeyen uluslararası çok satan bilim ve felsefe tarihi kitabı Varoluş üzerine Bir Dedektiflik Hikâyesi: Dünya Neden Var? ve Givelight Cheerfullsoul’un 2003 Kasım’ında London Review of Books’da yayımlanmış makalesinin arşivimizdeki özeti, başvuru kaynaklarımız ve konunun ilgilisine de okuma önerilerimizdir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
194) Hulusi Behçet
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba;
Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını
üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Hulusi Behçet.
20 Şubat 1889’da İstanbul’da doğan Hulusi Behçet, tarihimizin en önemli dermatologu, teknik olarak bir damar enflamasyonu, yâni, vaskülit olan bir rahatsızlığı da ilk
tanımlayan hekim olarak, adı bir hastalığa verilen ilk Türk doktorudur. Annesini
gençken kaybetmesi yüzünden ömür boyu içine dönük ve hüzünlü tabiatlı olan ve büyükannesi
tarafından büyütülen Behçet, maarif müdürü olan babasının kariyeri gereği Şam’da
bulunduğu sırada, ilkokulu Beyrut’taki yatılı Fransız okulunda, ortaokuluysa
Beşiktaş Rüştiyesinde tamamlamıştır. Bu
süreçte Fransızca, Almanca ve Latince öğrenen Hulusi’nin bu çok dilli hali, ilerde
ona büyük avantaj sağlayacaktır. 1901’de Kuleli Askeri Tıbbiyesi idadisine
giren ve 1910’da buradan yüzbaşı olarak mezun olan Hulusi, Gülhane Tatbikat
Okulu Deri ve Zührevi Hastalıklar kliniğinde 1911'e kadar stajyer, 1914’e kadar
da asistan olarak çalışmıştır. Genç hekim, uzman doktor olduğu bu süreçte, yetenekli
ve tecrübeli dermatologlar Eşref Ruşen ve Talat Çamlı’yla, bakteriyolog Reşat
Rıza hocaların yanındaki kendini geliştirecektir. Ülkemizde modern patolojiyi kuran Dünyaca
tanınan Hamdi Suat Aknar’la mesaisi, ilerde yapacağı dermatopatoloji ve histopatoloji
çalışmalarının temelini oluşturacaktır. 1914 – 1916’da Kırklareli ve Edirne
Askeri Hastanelerinde çalıştıktan sonra, Ağustos 1918 - Ekim 1919 periyodunda
önce Budapeşte'de, ardından da Berlin Charité Hastanesinde mesai yapan Hulusi, 1921’de
yurda döndüğünde, Cağaoğlu’nda muayenehane açarak bir müddet serbest hekimlik
yapmış, ardından 1923'te Hasköy Zührevi Hastalıklar Hastanesi Başhekimliğine atanmıştır.
6 ay sonra bu sefer de Gureba Hastanesi Dermatoloji ve Veneroloji Klinik
şefliğine getirilen Hulusi, 1934’deki soyadı inkılâbından sonra, babasının
ikinci adı olan ve parlak ve çok zeki anlamına gelen Behçet’i, babasını
yakından tanıyan Gâzi’nin önerisiyle, soyadı olarak almıştır. 1933 Üniversite
Reformundan sonra, Deri Hastalıkları ve Frengi Kliniğine profesör seçilmesi onun,
Türk akademyasının ilk profesör ünvanlı hocası olmasını sağlayacaktır. 1939’da
ordinaryüs unvanını kazanan Hulusi Behçet, ‘dermatolojiyi asıl canlandıran ve
ruh veren kişi’ olarak tanımladığı Dr.
Ernest von During’in Türkiye mesaisinde ona eşlik eden, dermatolojiyi histopatoloji
ve klinisyenlikle birleştiren efsane doktor Menahem Hodara'yla, 1923 – 1934 döneminde Gureba Hastanesinde
yürüttükleri 12 yıllık mesaide edindiği mesleki tecrübeleriyle, During’e ve
Hodara’ya olan şükranlarını her vesileyle dillendirecektir. 1920’den itibaren, yazdığı
makalelerde, katıldığı toplantılarda yaptığı konuşmalarda ve meslektaşlarıyla
gerçekleştirdikleri konsültasyonlarda; Şark
Çıbanı, Arpa Uyuzu, İncir Dermatiti, sifilis gibi hastalıklara dair ufuk
açıcı tespit ve tedavi metotlarını tıp camiasıyla paylaşan Hulusi Behçet,
1930’ların 2. yarısında, branşının Dermatologische
Wochenschrift ve Medizinische Welt
gibi en önemli dergilerinin yazı kurullarına seçilmiştir. Sonradan Behçet Hastalığı diye anılacak hastalığa
karşı uzun klinik çalışmalarla geliştirdiği teşhis ve tedavi önerileri,
oftalmologlarca benimsenirken, dermatologlar bu konuda epeyce ayak
diremişlerdir. 1937 – 1947 arasında, gezegenin çeşitli yerlerinden, Hulusi Behçet’in
raporladığı hastalığın etiyolojisine benzeyen bildirimler gelince, Zürih Tıp
Fakültesinden Prof. Mischner'in 1947’deki Uluslararası Cenevre Tıp Kongresinde
yaptığı bir öneriyle, Dr. Behçet'in bu buluşu Morbus Behçet olarak tıp literatürüne eklendi. Ünlü Alman
Patolog Philipp Schwartz’ın, hakkında ‘buluşlarını dışarda tanıttığından Dünya’da
ünlü, ülkesinde meçhuldür’ dediği Hulusi
Behçet, 8 Mart 1948’de vefat ettiğinde, 35 yıllık kariyerinden geriye on binlerce
saati bulan klinik tetkikler, makale – bildiri – kitap – çeviri şeklindeki 200
tıbbi metin ve abidevi bir mesleki deontoloji kalmıştı.
Savaş Erman’ın yazdığı broşür hacmindeki
mütevazı kitapçık Cumhuriyetin Bilim İnsanları – Hulusi Behçet, ülkemizin
yetiştirdiği en önemli dermatologu ve önemli zührevi hastalıklar uzmanlarından
Hulusi Behçet hakkındaki yegâne monografi, referans metnimiz ve ilgilisine de
okuma önerimizdir. Bir
sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve
muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
195) Orman
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver
Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza
Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Orman.
13,453 km2 metropolitan alanı kapsayan yüzölçümüne
dağılmış 39 milyona yaklaşan nüfusuyla Tokyo,
sadece Japonya ve Asya’nın değil, Dünya’nın da en kalabalık megapolüdür. Hava
kirliliği, aşırı nüfus yoğunluğu, trafik sıkışıklığı ve gürültü gibi
şehir hayatının olumsuz sonuçlarının, ister istemez, kendisini en çok
hissettirdiği yerleşim yerleri arasında zirveye oynayan Tokyo’da, yeni eğitim
döneminin ilk gününde, bir kamu ilkokulunun birinci sınıfında öğretmenlik yapan
Bay Katō, her sezon başında olduğu üzere, öğrencileriyle tanışma konuşmasını yapmaktadır: Koniçiva
çocuklar; ben öğretmeniniz Bay Katō’yum.
Şimdi birlikte bir deney yapacağız; ancak, bu deneyi, öğretmenlerinizin ya
da aile büyüklerinizin olmadığı ortamlarda asla tekrarlamayacaksınız, tamam mı?
25 minik hançereden
aynı anda aynı ses çıkar: Tamam Katō-senseiii!.... Bay Katō devam eder: Şimdi, parmaklarımızla
burnumuzu sıkıp nefesimizi kesiyoruz,…, evet, birkaç saniye böyle kalalım,…., zorlandık
değil mi, şimdi burnumuzu serbest bırakarak rahatça nefes alıyoruz. Nasıl,
nefes almadan duramıyoruz, öğle değil mi? Akciğerlerimize hava gitmesini
engellemeye devam etseydik ne olurdu peki? 25 kişilik sınıfın
neredeyse tamamı, anaokulunda aldıkları eğitimin sonucu edindikleri bilgi ve
bilinçle bir ağızdan haykırır: hasta olurduuuk,…ölürdüüük,….
hastaneye götürürlerdiiii... Öğretmen simülatif düşünce deneyine
devam eder: Peki, ya ormanlar olmasaydı ne olurdu çocuklar? Minik
ağızlardan, yine hep birlikte, birbiriyle örtüşen cevaplar yükselir: Dünya
hastalanırdıııı, sincaplar ve kaplumbağalar ölürdüüüü, kiraz çiçekleri
açmazdııııı! 2024’ün Ekim’ine merhaba demek üzere olduğumuz şu
aktüel uğrakta, gezegenimizdeki hayatı paylaştığımız, sayısı 8.1 milyara erişen
her yaştaki insan kardeşimizin tamamının, 6 yaşındaki Japon ilkokul öğrencilerinin
ormana dair edindikleri bilince sahip olmalarını dileyerek, klişe bir ifadeye
başvuruyoruz. ‘Ormanlar, gezegenimizin ve üzerindeki bütün canlılığın
hayatiyetini devam ettirmesini sağlayan akciğerlerdir.’ Bu cümle, aslında,
tumturaklı lâf etmeye soyunan birinin yaptığı bir metafor, ya da, bir yazarın
üslûp teşebbüsü değil, Dünya’nın
hakikatiyle mutlak manada mutabık temel bir gerçekliği dillendiren bir
realistin, beylik ve bildik argümanıdır. Her
türde, yaşta, boyda ve hacimdeki ağaç, çalı, otsu bitki, mantar, mikroorganizma
kolonisi, böcek ve hayvanların oluşturdukları flora ve faunası ve bunları besleyen
ve bunlar tarafından da beslenen toprağı ve atmosferiyle birlikte orman
dediğimiz antite, bütünüyle canlı bir organizma; biyoçeşitlilik bakımından, diğer
ekosistemlere kıyasla, gezegenimizin en zengin, en kritik ve en hayati bileşenidir.
20. asrın başında, karasal alanların yaklaşık %55’i ormanlarla kaplıyken, 120
yıl sonra, bugün, bu oran %31’e inmiştir. Bunların, ne yazık ki, sadece üçte
birinden biraz fazlası, birincil orman
dediğimiz, insani faaliyetlerin ekolojik yapılarına halel getirmediği ve
endemik türlerin kendilerini doğal yollarla yeniledikleri ormanlardır. Toplamda
4.06 milyar hektar olan küresel orman varlığından, gezegendeki her birimizin payına
düşen ortalama 5 dönüm ağaçlık alan yanıltmasın sizi; ormanların %55’i sadece 5
ülkeye; Rusya, Brezilya, Kanada, Amerika ve Çin’e aittir. Yaklaşık %70’iyse
sadece 10 ülkenin topraklarındadır. Resmi
verilere göre, 2022’de ormanlarımız, coğrafyamızın %30’unu kapsamakta; bununsa % 42’i, niteliksiz dediğimiz boşluklu
kapalı orman alanlarından oluşmaktadır. İnsanımızın, bilhassa da çocuklarımızın orman
bilincini yükselterek Yeşil Vatan’ı savunmak, birincil
yurttaşlık görevlerimizdendir.
İspanyol illüstratörler Mia
Cassany ve Marcos Navarro’nun birlikte yazıp resimledikleri Ormanlar - Dünya Üzerindeki Balta Girmemiş
Ormanlar, Korular ve Doğal Rezervler, 04 – 08 yaş grubundaki çocuklara gezegenimizdeki
vahşi yaşamı tanıtmayı, onlarda çevreyi koruma bilincini geliştirmeyi amaçlayan
pedagojik ve informatif yanı kuvvetli bir kitap; kaliteli kâğıda yapılmış özenli
baskısı, cildi ve canlı, sıcacık ve rengarenk resimleriyle de adeta muhatabına görsel
şölen sunan bir seyirliktir. Biz faydalandık doğrusu, ilgilisinin, özellikle de
04 – 08 yaş grubundan çocuğu ve yakını olanların, bir göz atmasında fayda var
diyerek tamamlıyoruz efendim. Bir
sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve
muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
-------------------------------------------------------------------------
Önceki 190 metne erişmek için bknz. ltfn.
https://ziyaversencan.blogspot.com/2024/08/samuel-huntington-simetri-fikri-erten.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder