01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. Mezkûr metinler, muhtasar bir ifadeyle, insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki - hayvan - böcek - toprak - su gibi bileşenlerinin oluşturduğu o alâimisemâ mahiyetli muhteşem mimari ve muhtevasının referans verdiği eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin fenomenlerinden / tezahürlerinden birisinin, ana hatlarıyla da olsa, kuşatılma teşebbüsüdür. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan bahis konusu entelektüel hasılanın yılın 43. haftasına denk düşen 21 Ekim - 25 Ekim döneminde yayınlanacak olanları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.
211) Teşebbüs-i Şahsî'nin Nirvanası
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba;
Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını
üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Teşebbüs-i Şahsî'nin Nirvanası.
Bir iktisadi mimaride, o güne değin ortaya çıkmamış
bir ekonomik değerin oluşturulması adına, veya, mal veya hizmet kategorilerinde
zaten üretilen bir ekonomik değerin, inovatif bir yaklaşımla, farklılaştırılmış
bir içerik ve formatta ve bazen de, sürdürülebilirlik ve sosyal sorumluluk
gibi, iktisadi değerlere aşkın bazı tercihleri de önceleyen bir anlayışla, üretilmesi
maksadıyla harekete geçen bir ya da birkaç gerçek kişi veya kurumun, risk
alarak ve son tahlilde de, kâr etmek amacıyla, giriştikleri üretim faaliyetine girişimcilik, buna kalkışan iktisadi
aktörlere girişimci, ortaya çıkan yeni
iktisadi antiteye de girişim denir. 2000’li
yıllarda, dış alemde olduğu gibi ülkemizde de startup diye adlandırılması hakim eğilim olan girişimcilik ekosferinin, 20. asrın başındaki Türkçe mütekabili teşebbüs-i şahsî, anti-komünizmin
belirlediği Soğuk Savaş atmosferindeki
karşılığıysa hür teşebbüstü. İktisadın yanı sıra
sosyoloji, antropoloji, psikoloji, sosyal psikoloji, teoloji gibi çok sayıda
bilimsel disiplinin de ilgi alanına giren girişimcilik, ilkin klasik iktisat ekolünden Jacques des Bruslons tarafından 1723’de entrepreneur olarak
kavramsallaştırılmış, terim bu şekliyle İngilizceye de girmiştir; adventurer, kavramın İngilizcedeki bir
başka karşılığıdır. Richard
Cantillon, Adam Smith, Jean-Baptiste Say, Karl Marx, Joseph Schumpeter, Carl Menger, Ludwig von Mises, Friedrich Hayek, Frank Knight, Peter F. Drucker, Israel Kirzner, girişim,
girişimci ve girişimcilik kavramlarının asal komponentleri olduğu ekonomik
matrisi tarihsel süreklilikte kuramsallaştıran teorisyenlerdi. ‘İnsanlar ikiye ayrılırlar, insanlar ikiye
ayrılır diyenler ve demeyenler’ avam ve vulger bir latifeyken; ‘insanlar,
girişimci olmak ve maaşlı çalışmak gibi iki asal tercih temelinde kurarlar kariyerlerini’
argümanı, konumuza dair geçerli bir beşeri fragmantasyondur. Girişimci
tabiatlılar için maaşla çalışmak dayanılmaz bir eziyetken; girişimcilik genleri
yeterince gelişmemiş olanlar için de kendisinin patronu olmak, riskin,
belirsizliğin ve tekinsizliğin cangılına talip olmaktır. Ülkemizden 'tutkulu' bir
girişimci hikâyesiyle mevzuyu örnekliyoruz: Okulu lise ikiden terk eden çenebaz ve özgüvenli Cahit, memleketi Urfa'da, eşinin, mutfağını idare ettiği bir esnaf lokantası açar, bayağı
da başarılı olur. Askerdeyken dükkânı işleten abisi, Cahit teskere alınca, emaneti
devreder ve belediyeye işçi olarak girer. 7 yıl kendini döndüren işletme,
Cahit, şiddetli geçimsizlik yüzünden boşanınca, iflas eder. Borçlarını yapılandıran
Cahit, azimle sıfırdan başlar, kredi ve borçla bu kez de 2. el eşya ticaretine
girişir. 5.5 yıl işleri yolunda giden sebatkâr girişimcimiz, ülkenin yaşadığı
kur atağı kredi faizlerini patlatınca, bir kez daha çeker iflas bayrağını.
Cahit bu sefer tarz değiştirecek, alacaklılarıyla yapılandırma görüşmeleri yapmak
yerine, kaçmayı seçecektir. Urfa’dan Manisa’ya göçen Cahit, yeğeninin yanına
yerleşir, kentin periferisinde yeğeninin üzerine kayıtlı 2. el mobil
telefon cihazı dükkânı açar. Alacaklılarının fellik fellik aradığı Cahit, kuzeninin
kredi kartlarıyla, yeni işinden doğan borçlarına takla attırırken, bu sefer de pandemi belâsına toslar. Gelen hacizler üzerine kavga ettiği
kuzeni kovunca, Özbek asıllı bir genç kızla Sinop’a kaçar Cahit. Çocuk bakıcılığı tecrübesi olan sevgilisiyle korsan anaokulu açma yollarını ararken görüştüğü
abisinin ‘Urfa’ya dön, seni belediye temizlik işlerine aldırırız, maaşın garanti
olur, borçlarını da azar azar ödersin’ önerisine, ‘asla maaşla çalışmam, esnaf
doğdum, esnaf ölücem!’ restini çeken 'Cahit'in kafası', teşebbüs-i şahsînin nirvanası değilse, nedir Allah aşkına?!
Yenilikçi iş fikirlerinin ticarileşerek ülkemize katma değer sağlaması amacıyla İTO tarafından bir vakıf olarak kurulan ve bu alanda dünyanın en saygın kurumlarından olan İsveç merkezli UBI Global tarafından dünyadaki en iyi 5 kuluçka merkezinden biri olarak seçilen Bilgiyi Ticarileştirme Merkezi, BTM, 90 ülkedeki 800'den fazla kuluçka ve hızlandırma merkezinin verilerini derleyip sunarak, ülkemizin girişimcilik ekosistemine 7/24 hizmet vermektedir. Kurumun faaliyetleri, başvuru kaynağımız ve meraklısı için de vazgeçilemez bir referanstır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
212) Mica, Ahmet ve Nasuhi Ertegün
Radyo 1'in
değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan
Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların
Dilinden programının bugünkü konusu Mica, Ahmet ve Nasuhi Ertegün.
Önümüzdeki Kasım ve Aralık'da Christies Müzayede Evi’nin NY ve Paris’teki salonlarında açık arttırmaya çıkarılacak, sürrealist Joan Miró, pop-art ekolünden David Hockney’in başyapıtlarıyla, dünyaca meşhur Belçikalı sürrealist ressam René Magritte’in 95 milyon dolar değer biçilen tablosu L'Empire des lumières’in de olduğu yüzlerce sanat eseri, mücevher, mobilya, dekoratif öge, giysi; sahip oldukları kalite, nedret, zarafet gibi nitelikler yüzünden, gezegenin varsıl koleksiyonerlerinin büyük ilgisi çekmekte. Söz konusu etkinlikler, küresel Crème de la Crème zümreler, Dünya müzik kozmosu ve yardımseverlik camiasının parçası olan bir ailenin, Ertegünlerin, yıllar sonra yeniden global gündeme oturmasına yol açtı. 1926’da Romanya’nın aristokrat bir ailesinde doğan Iona Maria, yâni, Mica, ülkesi 1948’de komünist rejime geçince, önce İsviçre’ye kaçar, ardından Paris ve Kanada’ya gider. Babasının Romanya’dan Amerika’ya göçüne yardımcı olabileceği umuduyla 1958’de gittiği NY’daki Türkiye elçiliğinde tanıştığı Ahmet Ertegün’le 1961’de evlenip Manhattan’a yerleşen Mica, 1967’de dahili tasarım şirketi MAC II’yi kurar. 97 yıllık uzun hayatını, küresel ölçekteki yardımseverlik faaliyetleriyle, mesleğiyle ve emsalsiz stilini yansıtan muhteşem bir koleksiyon inşaa ederek anlamlandıran Mica, Ertegün’lerin başarılarının perde gerisindeki mimarlarındandı. Kocasından 17 yıl sonra, 2 Aralık 2023’de vefat eden, sanata verdiği destek ve özgün iç tasarımlarıyla çok sayıda ödülle onurlandırılan, çocuğu ve yakın akrabası olmayan bu zarif Romen’in astronomik servetini kime bıraktığı halen bir sırdır. Türk kökenli Amerikalı müteşebbis, yardımsever, müzik yapımcısı, dünyaca meşhur plak şirketi Atlantic Records’un ağabeyi Nasûhî’yle birlikte kurucusu; The Rolling Stones, Eric Clapton, Ray Charles, Aretha Franklin, Ella Fitzgerald, Miles Davis, Frank Zappa, Stevie Wonder, Bee Gees, Led Zeppelin, Genesis, Emerson Lake & Palmer, Bette Midler gibi müzik efsanelerinin şöhrete kavuşmasına büyük katkı sağlayan uzgörülü mûsikîşinas, Milli Mücadeleye katılan ve Cumhuriyetin ilk Milletler Cemiyeti temsilcisi ve Washington büyükelçisi Münir Ertegün’ün oğlu Ahmet Ertegün, 1923’de İstanbul’da doğdu. Babasının kariyeri yüzünden 1935’de gittikleri Amerika’da, Saint Johns Üniversitesi’nde felsefe eğitimi alan, Münir Bey’in 1945’de vefatıyla aile büyükleri Türkiye dönmesine karşın, 6 yaş büyük ağabeyi Nasûhî’yle Amerika’da kalan Ahmet, ağabeyiyle büyük tutkuları olan müziği kariyerlerine dönüştürmüş, 10,000 dolar borçla 1947’de Atlantic Records’u kurmuştu. Amerika’daki bir başka önemli Türk müzik insanı Arif Mardin’i 1959’da şirketlerine katan Ertegünler, birkaç bin dolar fark yüzünden rakiplerine kaptırdıkları Elvis Presley’le uzun soluklu bir mukavele yapamamış olmalarını, yedikleri en büyük iş çalımı ve hayatlarının en büyük pişmanlığı olarak tanımlayacaktı. İş hayatını değerlendirirken: ‘Atlantic Records'u müziklerini beğendiğimiz birkaç şarkıcı ile kontrat imzalamak ve sevdiğimiz albümlerini çıkartmak için kurduk. Çok eğlenerek para kazanabileceğimi asla düşünmedim. Yanıldığım için çok mutluyum.’ diyen Ahmet Ertegün, büyük tutkuyla bağlandığı hobisini kariyeri yaparak çok para kazanmış, başarılı ve mutlu olmuş, buna karşın, ömür boyu bir gün bile klasik manada mesai yapmamıştı. Nasûhî'nin durum da benzerdi. Ertegün kardeşler, kurdukları New York Cosmos'a; Pele, Giorgio Chinaglia, Carlos Alberto, Franz Beckenbauer, Vladislav Bogićević, Johan Neeskens ve Yasin Özdanak gibi starları transfer ederek, çocukluktan beri tutkuları olan futbolun Amerika'da sevilmesine ciddi katkı yapmıştır. Amerika, Avrupa ve Türkiye’de çok sayıda prestijli ödülle onurlandırılan Ertegünlerden Nasûhî 15 Temmuz 1989’da, Ahmet’se 14 Aralık 2006’da Amerika’da vefat etmiş, anne tarafından dedeleri İbrahim Edhem Efendi'nin bir zamanlar postnişînlik yaptığı Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi hazîresine defnedilmişlerdi.
Atlantic Records’un sitesindeki metinler, Haftalık Oksijen Gazetesi’nin 27 Eylül – 3 Ekim 2024 tarihli sayısındaki Mica Ertegün’ün ‘kişisel’ koleksiyonu satışa çıkıyor başlıklı haber, Christies.com’daki MICA - THE COLLECTION OF THE MICA ERTEGUN bölümü ve Wikipedia’nın İngilizce edisyonundaki ilgili maddeler kaynaklarımız ve meraklısına ileri okuma önerimizdir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
213) Türklerde Ekmek
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Türklerde Ekmek.
Bir makalesinde ‘Türk mutfağının en başat unsuru olarak ekmek, Türk kültürünün vazgeçilmezidir, dünyada hiçbir millet ekmeği bu denli kimliğinin bir parçası haline getirmemiştir’ tespitini yapan Mehmet Mazlum Çelik, Türklerde Ekmek konusunu özetliyor aslında. Gıda mühendislerinin ‘çeşitli tahıl unlarının su ve tuzla yoğrulmasından elde edilen hamurun ateş, fırın, saç ve tandırda pişirilmesiyle yapılan temel gıdâ’ olarak tanımladığı ekmek kavramı, dilimizde ‘yemek, faydalanılan imkân, nimet, geçim parası, geçim sağlayan iş’ gibi, daha çok deyimlerde beliren mecazî anlam katlarına da sahiptir. ‘Açın gözü ekmeğinde olur; tuz ekmek hakkını bilmeyen kör olur; ekmek aslanın ağzında; ekmek elden, su gölden; ekmek istemez, su istemez; ekmek kapısı; ekmek kavgası; ekmek parası; ekmeğinden etmek; ekmeğinden olmak; ekmeğine göz koymak; ekmeğine kan doğramak; ekmeğine mâni olmak; ekmeğine yağ sürmek; ekmeğini tepmek; ekmek çarpsın ki; ekmek Kuran çarpsın ki; nimete kör bakayım ki; nimet beni çarpsın ki; ekmeğini çıkarmak; ekmeğini eline almak; ekmeğini kazanmak; ekmeğini taştan çıkarmak; ekmeğiyle oynamak; yufka yürekli olmak gibi sayısız deyim, atasözü ve yeminimizin temel unsuru olması, ekmeğin sosyolojimizdeki önemine işaret etmekte. Binlerce yıl boyunca Asya bozkırlarında göçer hayatı yaşayan Türklerin temel besinleri, uzun süre bozulmadan kalabilen kurutulmuş tandır ekmeği, kurutulmuş et, kavurma, salam, sucuk, kurutulmuş yoğurt, kurutulmuş çorba, yâni, tarhana ve kefirdi. Orhun Abideleriyle, Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânü lugāti’t-Türk’ü, buna dair bilgileri içermekte. Yumuşak ekmek ve ramazan pidesinin kurutulmuş ekmeğin yerini alması, 20. asır başında Rus mutfağından ithal ettiğimiz bir alışkanlıktır. Yılda kişi başına 200 kg ekmek tüketimimizle Dünya birincisiyiz; Sırplar 135, Bulgarlarsa 131 kg'lık tüketimle bizi izlemekte. Köklü beslenme alışkanlığımızı pekiştiren geçim problemlerinin sonucu oluşan bu tablo, sağlıklı beslenme penceresinden ele alınması gereken bir sorundur.
Ekmeği çöpe atmaktan sakınmamız, yemin ederken, ya da yerde bulduğumuzda öpüp alnımıza götürmemiz, bazı yörelerde, yeni doğmuş çocuğu kötülükten korumak için, yastığının altına ekmek konulması, yeni gelinin nazardan korunması için başından aşağı kuru ekmek serpilmesi gibi ritüellerimizle; Ramazana özgü pide ve ölümlerin ardından belli günlerde özel ekmek pişirmemiz, inanç dünyamızın gündelik pratiklerimize nüfuz eden ekmek temelli güçlü tezahürleridir. Ekmeğe bu denli kuvvetli bir tonda kutsiyet atfetmemizin ardalanında, İslâm itikadında, ekmeğin en önemli nimet olarak kabul edilmesinin belirleyici rolü vardır. Tarihsel süreklilik içinde temas ettiğimiz, ya da birlikte yaşadığımız kültürleri etkileyen kimi üst yapı kurumlarının, meselâ; Sümer tanrılarından Dumuzi'nin, yâni, Tammuz’un bedeniyle ekmeğin özdeşleştirilmesinin ve bu itikadın, senkretik bir şekilde aktarıldığı İbrahimi geleneğin gövdesinde, Hristiyanların Komünyon Ayini’nde olduğu üzere, ekmeğe, Hz. İsa’nın bedeninden bir parça muamelesinin yapıldığı bir ritüelin tomurcuklanmasının da, coğrafyamızdaki bahse konu yaklaşım üzerinde amplifikatör tesiri yaratmış olması muhtemeldir. Âşık Ömer’in ‘İşte geldim gidiyorum, Şen olasın Halep şehri. Çok ekmeğin, tuzun yedim, Helal eyle Halep şehri’; Pir Sultan Abdal’ın ‘Pir Sultan Abdal'ım dağlar aşalım, Aşalım da dost iline düşelim, Çok ekmeğin yedim helallaşalım, Geçti dost kervanı, eyleme beni.’; Yunus Emre’nin ‘A dostlar esenleşelim, tuz ekmek helallaşalım’; Karacaoğlan’ın ‘Ararsan var kalbin ara, İller sana ne der gör. Tuz ekmek yediğin yere, Hıyanetlik etmek olmaz’ deyişlerinin ardında, binlerce yıllık bir teolojik anlatılar külliyatı vardır.
214) Epigenetik
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın
metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un
sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Epigenetik.
İnsanın gen haritasını çıkarmak, her bir geninin konumunu
ve işlevini saptamak ve DNA’yı oluşturan baz çiftlerini belirlemek için ABD
hükümeti tarafından fiilen 1990’da başlatılan ve 14 Nisan 2003’de de tamamlanan
İnsan Genom Projesi, kaderimiz olarak kabul edilen kalıtımsal yapımızın deşifre
edilmesi sayesinde, bilim çevrelerinde evvel emirde var olan, insanın genlerinden kaynaklanan bütün
problemlerinin, moleküler biyoloji temelinde ve genetik mühendisliği
teknikleriyle çözüleceğine dair olan inancı tahkim etmiş, gezegende
yaşayan milyarlarca sıradan insanın da, doğa bilimlerine duyduğu güveni
pekiştirmişti. İlgili disiplinlerin profesyonelleri, bundan 21 yıl önce o
günlerde, mealen şöyle diyorlardı: ‘genetik testlerle, doğuştan gelen genetik deformasyonları ve mutasyonlarla sonradan
oluşan genetik transformasyonları saptayıp, yol açtıkları problemleri çözebileceğiz, en ölümcül hastalıklar bile tedavi edilebilecek,
insan ömrü, şu anda hayal bile edemeyeceğimiz kadar uzayacak ve kaliteli hale
gelecek; böylelikle ölümsüzlüğe adım adım ilerleyeceğiz!’ Genetik
mühendisliği devriminin yol açtığı zafer sarhoşluğunun giderek kibir
patlamasına dönüşmesi, küresel ölçekte muteber ve çok satan bir popüler bilim
dergisinde yayımlanan bir karikatürle tiye alınacaktı. O karikatürde, çok
sayıda bilim insanı ve araştırmacının çalıştığı bir laboratuvara hızla giren
genç bir araştırmacının haykırışının, çalışmalarına odaklanmış ciddi suratlı ve
önlüklü laboratuvar ahalisinin ona yönelmesine yol açtığını görürüz.
Araştırmacı topluluğunun şaşkın yüz ifadesine, habercinin şu bildirimi yol
açmıştı: ‘Arkadaşlar, bir grup bilim
insanı, bütün sorunlarımızın genetik mühendislikle çözüleceğine inanmamızı sağlayan
yeni bir gen keşfettiler!’ Genoma, bir diğer deyişle, bir canlı organizmanın
bütün gelişimine hükmettiğine inanılan genotipe mutlak bir iktidar
imkânı ve hareket alanı tanıyan tek boyutlu Darwinci Evrim anlayışının
surları, aslında Michael Behe’nin moleküler biyoloji temelinde yazdığı 1996
tarihli Darwin’in Kara Kutusu’yla
sarsılmış, 2006’da yayımlanan ve moleküler biyoloji temelli daha gelişkin
itirazları dillendiren Eva Jablonka ve Marion J. Lamb imzalı Evrimin Dört Boyutu kitabıysa,
Darwin’in teorisini daha da tartışılır kılmıştı. Darwinci klasik tek boyutlu
evrim kuramı, adaptasyonların,
şans eseri ortaya çıkan genetik değişim varyasyonlarının doğal seçilime
uğramasıyla oluştuklarını savunurken, moleküler biyoloji temelli söz
konusu itirazlar, kalıtımın ve evrimin; 1- genetik plânda gerçekleşen
aktarımlara ek olarak, 2- epigenetik plânda, yâni, DNA temelli olmayan
hücresel aktarım sistemleriyle, 3- organizmaların davranışları
üzerinden, ve nihayet, 4- dil ve diğer simgesel iletişim sistemleri
vasıtasıyla olmak üzere, tam dört boyutlu bir matris içerisinde oluşan
aktarımlarla gerçekleştiğini, ihmal edilen epigenetiğin çok önemli olduğunu dillendiriyordu. Epigenetik, genetiğin ötesinde anlamına
gelen yeni bir kavram ve bağlam olup, genlerin beslenme, normal ötesi radyasyona
ve elektromanyetik kuvvet alanlarına maruz kalması, zihnin stres idaresinde
başarılı olamaması gibi hallerde, genomdan bağımsız olarak çalışan hücre içi bazı
organellerin, kalıtım aktarım mekanizması olarak çalışan yapılara dönüşerek,
genetik malzememizi değiştirmesini konu alır. Bir diğer deyişle, epigenetik,
genlerimizin değişmez yapılar olmadığını, bunların bazı durumlarda DNA
dizisindeki değişikliklerle değil, yukarıda değinilen faktörlerce mutasyona
uğratıldığını, kalıtımsal olan bu genetik değişikliklerin de, ciddi sistemik
hastalıkları tetikleyebildiğini söyler bize. Evrimin değindiğimiz dört
boyutu, bilhassa da bunun epigenetik kırılımı, son 10 yılda, küresel bazda milyar
dolarlık bir epigenetik test sektörünü, epigenetik risklerin haritalanmasını, bu
temelde epigenetik koçluk ve nutrigenetik danışmanlık verilmesini mümkün
kılmıştır.
Eva Jablonka
ve Marion J.Lamb’ın yazdıkları Evrimin
Dört Boyutu – Yaşam Tarihinde Genetik, Epigenetik, Davranışsal ve Simgesel
Değişimler, post-Darwinci teorilerin en tutarlısı ve en bilimseli olup,
kuramın moleküler biyoloji temelinde güncellenmesinin de oldukça başarılı bir örneğini
sunmakta bize. Programımızın başvuru kaynağı olan mezkûr eseri meraklısına
önerirken, yayımcısı olan Boğaziçi Üniversitesinin de, baskısı olmayan ve
ikinci eli fahiş fiyatlarla satılmaya çalışılan kitabın genişletilmiş
versiyonunun yeni baskısını gecikmeksizin yapmasını diliyoruz. Bir sonraki
programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle
kalın değerli dinleyenler.
215) Emmy Noether
Radyo 1'in değerli dinleyicileri,
merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını
üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Emmy Noether.
Hayat boyu sürecek tutku düzeyindeki matematik aşkının ve matematik zekâsının kaynağı olduğunu düşünebileceğimiz meslektaşı Max Noether’in kızı olan, uygulamasız / soyut cebir ve teorik fizik alanındaki çığır açan çalışmalarıyla insanlık tarihinin en büyük matematikçilerinden biri ve gelmiş geçmiş en önemli kadın matematikçi olarak bilim insanları pantheonundaki immortal yerini alan Amalie Emmy Noether, 23 Mart 1882’de Erlangen, Bavyera’da doğdu. Uygulamalı ve kuramsal fizik, matematik, bilhassa da onun soyut branşları, kozmoloji ve astronomi disiplinlerindeki çalışmalarıyla düşünce hayatımızı kökten değiştiren Norbert Wiener, Hermann Weyl, Jean Dieudonne, Pavel Alexandrov ve Albert Einstein gibi dehaların; cebir, halka ve alan teorilerindeki devrimci ve çığır açan çalışmalarına büyük önem verdikleri Emmy Noether, en çok da, simetri ve korunum yasaları arasındaki kozmik ve temel ilişkiyi açıklayan Noether Teoremi’yle tanınmaktadır. Babasının matematik okuttuğu Erlangen Üniversitesi’nde matematik eğitimi alan Noether, 1907’de bitirdiği okulunun bünyesindeki Erlangen Matematik Enstitüsü’nde, o sırada kadınlara akademisyenlik hakkı tanınmadığından, tam 7 yıl ücretsiz olarak çalıştı, ders verdi. Sadece 20. asrın değil, bütün çağların en önemli matematikçilerinden David Hilbert ve Felix Klein tarafından Göttingen Üniversitesi’nin, o sırada gezegenin en iyisi olarak kabul edilen, matematik bölümüne ders vermesi için çağrılmasına karşın, Muhafazakâr Germen akademik nomenklaturası bunu reddedecekti. Ders verme hakkını 1919’da kazanan Noether, Göttingen Üniversitesi’ne, 1933’e kadar, önde gelen bir matematikçi olarak, katkı verdi. İlmi yetkinliği ve insanlarda oluşturduğu güven ve sempati öylesine güçlüydü ki, tamamı erkek olan öğrencileriyle arasında, âdetâ, bir ‘şeyh – mürit’ ilişkisi oluşmuştu; bu durum, talebelerinin ‘Noether Oğlanları’ olarak anılmasına yol açacaktı. Üniversitesini temsilen 1932’de katıldığı Zürih Uluslararası Matematikçiler Kongresi’nde Noether, parmakla gösterilen parlak bir matematik gurusuydu artık. Hitler’in, Nazi partisinin seçim zaferine müteakip, 30 Ocak 1933’de Hindenburg tarafından şansölyeliğe atanmasıyla başlayan 3. Reich dönemi, ülkenin adım adım yahudisizleştirildiği, akademideki hocaların da bu çerçevede okullarından tasfiye edildikleri bir süreçti. Bu durum Noethern’nın, muteber akademik kurumlarından epeydir davetler aldığı Amerika’ya yerleşmesine vesile oldu. Mottosu ‘I Delight in the Truth’, yâni, ‘Gerçeklerden Memnunum’ olan Pennsylvania’daki liberal Bryn Mawr Koleji, Matematik Kürsü’süne getirilen Emmy Noether, yeni Kıta’ya hicretinden çok kısa süre sonra, bilime önemli katkılar yapacağı yılların önünde uzandığını düşündüğü bir sırada, girdiği, hayati riski çok da yüksek olmayan bir yumurtalık kisti ameliyatından sadece 4 gün sonra, tam da iyileşip taburcu olmak üzereyken, gelişen ani bir komplikasyonla, 14 Nisan 1935’de, genç sayılabilecek bir çağında, 53 yaşındayken veda etti matematiğe ve sevenlerine.
Cebirdeki, özellikle de bu disiplinin soyut cebir denilen alt kırılımındaki çalışmalarıyla, alanın sınırlarını genişleten ve kurallarının yeniden yazılmasına yol açan Noether’nın düşünce tarihine olan en benzersiz katkısı, hiç şüphesiz, Noether Teoremi’ydi. 1988 Nobel Fizik Ödülü sahibi uygulamalı fizikçi Leon M. Lederman’la, teorik fizikçi Christopher T. Hill’in yazdıkları, Simetri bahisli programımızın da referansı olan, küresel çoksatar popüler bilim kitabı Simetri ve Evrenin Görkemli Güzelliğini Anlamak’da, ‘Kuşkusuz şimdiye kadar kanıtlanmış en önemli matematik teoremlerinden biri, modern fiziğin gelişimine yol göstermekte Pisagor Teoremi ile de yarışacak düzeyde’ şeklinde tanımlanan bu kuram, maskülenist bir kozmosun en erkekçil sahalarından olan bilim arenasında savaşmış ve muvaffak olmuş çok az sayıdaki kadından birinin attığı bir çığlıktır.
Encyclopaedia Britannica’nın resmi dijital adresi Britannica.com’da yer alan ve en son 2 Eylül 2024’de güncellenen Emmy Noether maddesiyle; Leon M. Lederman’la Christopher T. Hill’in yazdıkları, az önce bahsettiğimiz, Simetri ve Evrenin Görkemli Güzelliğini Anlamak’, programımızın referansları ve meraklısına da ileri okuma önerilerimizdir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
---------------------------------------------------------------
Önceki 210 metne erişmek için bknz. ltfn.:
https://ziyaversencan.blogspot.com/2024/09/sar-kz-vermeyecektik-pele-et-kaos.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder