Paleogenetik; Armageddon; Üç Yazar, Bir Komplo; Safsata; Mehmed Fuad Köprülü >>> metinler 49




01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. Mezkûr metinler, muhtasar bir ifadeyle, insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki - hayvan - böcek - mikroorganizma - toprak - su gibi bileşenlerinin oluşturduğu o kaleydoskopik mimari ve muhtevasıyla hayran bırakan, şaşırtan ve bazen de korkutan eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin fenomenlerinden / tezahürlerinden birisinin, ana hatlarıyla da olsa, kuşatılma teşebbüsüdür. 2025 yılında kitaplaştırılması düşünülen bahis konusu entelektüel hasılanın yılın 49. haftasına denk düşen 02 Aralık - 06 Aralık döneminde yayınlanacak olanları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz. 



241) Paleogenetik

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Paleogenetik.

Grekçe eski, en eski, kâdîm manalarındaki palaisos kelimesinden gelen önek paleo, başına eklendiği kavramların tarih öncesine ait olduğunu niteler. Geçmişi milyonlarca yıl önceye kadar gidebilen fosillerden elde edilen genetik malzeme üzerinde DNA dizilenmesi temelinde yapılan çalışmalarla, söz konusu antik canlıya ve parçası olduğu kâdîm ekosisteme dair bilgi edinilmesini sağlayan ve kadim DNA, kadim patojen genomiği, paleoarkeoloji, arkeogenetik, paleobiyokimya, paleoviroloji gibi kavram, teknik ve disiplinlerle irtibatlı ve iltisaklı olan bilim dalı manasındaki paleogenetik, adını, bu filolojik zeminde edinmiştir. Tıpta hastalıkların teşhis süreçleriyle, viroloji, kriminoloji, biyoteknoloji gibi biyolojiyle doğrudan irtibatlı bilim disiplinlerinin temel tekniklerinden olan bahsettiğimiz DNA dizilenmesi, DNA molekülündeki 4 asal nükleotit olan adenin – guanin – sitozin – timin’in nasıl sıralandığının tespitidir. Başta insan olmak üzere, mikroorganizmalardan, en büyük memeli olan ispermeçet balinasına değin, biyo-organizasyonların DNA dizilenmesinin gerçekleştirilmesi, bu tekniğin paleogenetikteki kullanımının yanı sıra, gezegenin biyosisteminin aktüel unsurları olan canlıların genomlarının deşifrasyonunun ve onların mikro-biyolojik süreçlerinin dekodifiye edilmesinin de temelidir.

Moleküler evrimin nesnel yorumunun ve moleküler saat kavramsallaştırmasının mucidi biyolog Émile Zuckerkandl’la, kristalografer, kuantum kimyageri, biyokimyager, moleküler biyolog ve medikal araştırmacı Linus Carl Pauling, DNA dizilenmesinden epeyce önce, 1963’de, fosillerden elde edilen polipeptiti dizilerinden hareketle, ata dizisi rekonstrüksiyonunun gerçekleştirilebileceğine, bunun da, ata rekonstrüksiyonunu mümkün kılacağına işarete ederek, paleogenetik kavramsallaştırmasını bilimsel literatüre sokmuş ve mezkûr disiplinin kurucu babası olmuşlardır. Biyokimyacı, filogenilerin yeniden yapılandırılmasında moleküler yaklaşımın öncüsü, Mitokondriyal Havva hipotezinin kurucularından Allan Charles Wilson ise, müzede korunan bir fosilden izole edilen antik genetik malzeme üzerindeki ilk DNA dizilemesini, lideri olduğu araştırma grubuyla 1984’de gerçekleştiren bilimciydi. Yüzlerce milyon yıllık evrimsel süreçte soyu tükenen türlerin paleogenetik metotlarıyla DNA dizilemesinin yapılmasına ve bunun üzerinden gidilerek bahsettiğimiz rekonstrüksiyonlara erişilebilmesine verebileceğimiz en güncel ve bilindik örnekler, 2021’de, 1.5 milyon yıldır donarak korunan bir Sibirya mamutunun dişi ve 2022 sonunda da Grönland’da bulunan donmuş bir genetik materyal üzerinde yapılan çalışmalardır. Homo sapien sapiensin milyonlarca yıl boyunca, ağırlıkla avladığı hayvanlardan elde ettiği protein temelinde beslendiğini, ihtiyaç duyduğu enerjinin bir kısmını tahıllardan, yânî, nişasta ve selüloz bazlı karbonhidratlardan almasının milâdının ise 12,000 yıl önceye tarihlenen neolitik tarım devrimiyle olduğu şeklindeki köklü ezber, yerleşik klişe, paleogenetik tarafından çürütülmüştür. Buna göre, türümüzün karbonhidratla beslenmesi, nişastayı, vücudumuzun enerji için kullanabileceği basit şekerlere parçalamasını sağlayan AMY1 genini edindiği 500,000 yıl önceye gitmektedir. Bazı otoritelerin aleyhine onca konuşmasına karşın, faydasına kuşku duyulamayacak tahıllardan vazgeçemememiz boşuna değil anlayacağınız.

Paleogenetiğin popüler kültür sahasında çok kuvvetli izdüşümleri vardır; Jurassic Parkmania’ya yol açan olgu, bunun en önemlisidir. Michael Crichton tarafından yazılıp 1990’da yayımlanan Jurassic Park romanından Steven Spielberg tarafından uyarlanıp çekilerek 1993’de vizyona sokulan ve 65 milyon yıl önce yok olan dinozorların bazı türlerinin, onlardan kalan fosillerden izole edilen genetik malzemenin klonlanmasıyla canlandırılmalarını konu alan bilimkurgu, korku, gerilim türlerindeki Jurassic Park filmi, sonuncusu 2025’de vizyona girecek olan 7 filmlik serinin ilkiydi. Bu seriyle birlikte çok sayıda çizgi film, belgesel, kısa film, bilgisayar oyunu, çizgi roman, makale, tez, inceleme – araştırma kitabı, hediyelik eşya, figürin, tekstil ürününden oluşan kabaca 10 milyar dolarlık devâsa bir ekonomik varlık üreten bir kozmosun içini dolduran Jurassic Park fenomeni, gezegende yaşayan yüz milyonlarca sıradan kadın ve erkeği, paleogenetik gibi sofistike bir bilimsel antiteye duyarlı hale getirerek, çok faydalı bir işlev görmüştür. Bahse konu 6 Jurassic Park filmiyle, Haftalık Oksijen Gazetesi’nin 1 – 7 Kasım tarihli 199. sayısındaki yer alan Özge Öner imzalı Dr. Gülşah Merve Kılınç röportajı ve Karbonhidrat Aşkımız Nereden Geliyor? başlıklı imzasız metin başvuru kaynaklarımız, konunun meraklısı için de izleme ve okuma önerilerimizdir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.  




242) Armageddon

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Armageddon.

5 Kasım 2024’de ABD’nin 47. Başkanı seçilen ve ‘savaşları sona erdireceğim!’ vaadi yüzünden, geleneksel olarak Cumhuriyetçilere destek vermeyen kesimlerin de onayını devşiren Donald Trump’ın geçmişten gelen pro-israil ve İsrailofil tutumu herkesin malûmuydu aslında. Bununla birlikte, tahminleri aşacak düzeyde şahin tandanslı bir siyonist - evanjelik, yânî, Hristiyan – Siyonist kabine oluşturması, siyonist rejimin Filistin’deki soykırımıyla, Lübnan’daki katliamını destekleyen Demokrat yönetimin tabanından kendisine yönelen Müslümanlarla, merkez sol, demokrat, liberal eğilimli kesimlerde derin bir hayal kırıklığına ve endişeye neden oldu. Çin, İran, Küba, Filistin ve Türkiye karşıtı söylemleriyle tanınan Cumhuriyetçi Florida senatörü Marco Rubio’yu dışişleri bakanlığına; Amerikan ordusunun global savaş suçlarını aklayan, kadınlara karşı ayrımcı politikalar izlenmesini savunan, güneyimizde tesisine çalışılan Kürt devletine hayırhah yaklaşan Fox News sunucusu Pete Hegseth'i savunma bakanlığına; tanınmış bir komplo teorisyeni olan ve aşı karşıtı tutumuyla bilinen Robert F. Kennedy Jr’ı sağlık bakanlığına; Gazze Şeridi’yle Batı Şeria’nın Filistinsizleştirilmesinden sonra, bu coğrafyaları uluslararası sermayenin yatırımına ve Yahudi iskânına açacak küresel konsorsiyumun lideri olması beklenen emlak milyarderi Steven Witkoff’u Orta Doğu Özel Temsilciliğine atayan; Yahudileri ‘Tanrı’nın seçilmiş halkı’, Filistin’i ‘Yahudilerin Tanrı tarafından vaat edilmiş tapulu malı, tapunun da Bible’ olduğunu savunan koyu Hristiyan – Evanjelik eski Arkansas valisi Mike Huckabee'yi İsrail’e büyükelçisi adayı ve veteran asker ve eski temsilciler meclisi üyesi Tulsi Gabbard’ı da, aralarında CIA, FBI ve NSA’in da olduğu 18 istihbarat kurumunun yöneticisi olan çatı örgütü Ulusal İstihbarat Direktörlüğü’ne aday gösteren Trump’ın bu tercihleri, Protestan inancının Amerika’daki en büyük ve en etkili cemaati olan Evanjeliklerin, yânî,  Hristiyan – siyonistlerin ve onların inandıkları Armageddon Savaşı anlatısı’nın uluslararası politika gündeminin zirvesine yerleşmesine neden oldu. Evanjeliklerin ABD nüfusunun %25’ini oluşturan 86 milyondan fazla inananının, Trump'ı iktidara taşıyan koalisyonun jeneratörü olması, objektiflerin üzerine çevrildiği mezkûr Armageddon miti ekseninde şekillenen felâket senaryolarının, küresel sosyopolitik gelişmeleri domine edebilme olasılığını güçlendirmekte, bu da, ister istemez, aklı başında herkesi endişelendirmekte. Hristiyanların kıyamete, yânî, hesap gününe ve kurtarıcı kral ve tanrı kabul ettikleri İsa Mesih’e dair kanonik inançlarıyla, Yahudiliğin kıyamet ve Mesih îtikadını meczeden Evanjelikler, Musevilerden çok Musevilik taslayan eskatolojik / dispensationalist bir nihai savaşı, yânî, Armageddon’u öngörürler. Buna göre, zulüm tavan yapacak, dökülen kan, at sırtındaki bir savaşçının boğazına değin yükselecek, doğduğu topraklara ikinci kez gelen İsa Mesih önderliğindeki Evanjelik – Yahudi ittifakı, Deccal önderliğindeki insanlığın geri kalanını yok edecektir. Akabinde başlayacak 1000 yıllık barışı, İsa ve inananlarının göğe yükselişleri izleyecektir. Trump’ı iktidara taşıyan Hristiyan - Siyonistler, özetlediğimiz teolojik kehanetlerin gerçekleşmesi ve İsa’nın Filistin’e yeniden gelmesini hızlandırmak, bir diğer deyişle,


Tanrı’yı kıyamete zorlamak için Filistinlileri ülkeden sürmenin, 
Mescidi Aksa’yı yıkarak, yerine Süleyman Tapınağı’nı inşâ etmenin, mukaddes toprakları tamamen Yahudi yurdu yapmanın ve zulmü ve dökülen kanı maksimize etmek için de, gerekirse nükleer silahların kullanıldığı bir nihai savaş çıkararak, seçilmiş evanjeliklerle Yahudiler dışındaki herkesin yok edildikleri bir kıyamet projesinin hayalini kurmakta. Trump’la Evanjeliklerin birbirlerini enstrümantalize ettikleri bu beyin yakan irrasyonel projede, Elon Musk gibi başarılı ve vizyoner aktörlerin nasıl olup da yer alabildikleri, aklı başında aktörlerce sorgulanıyor olsa gerektir.

1923 – 2000 döneminde yaşayan eksantrik yazar, gazeteci, azınlık hakları savunucusu Grace Halsell’ın ölmeden kısa bir süre önce, 1999’da, yayımlanan Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak: ABD – İsrail İttifakının Dini Temelleri kitabı, dilimizdeki karşılığı kıyametçi olan eskatolojik, yânî, dispensationalist tezleri eleştiren bir eser, bibliyografyamızın temel unsuru, mercek altına aldığımız konun ilgilisinin de kaçırmaması gereken bir kaynaktır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 

243) Üç Yazar, Bir Komplo

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Üç Yazar, Bir Komplo.

Kaliteli casusluk romanları, okurunu içine çeken yer yer gizemli yer yer de egzotik mahiyetli atmosferleri; insana gündelik problemlerden uzaklaşma, hatta kaçış imkânı sunan merak uyandıran olay örgüleri ve hareketli kurguları; muhatabını, normalde ömür boyu gidemeyeceği beldelere götüren, göremeyeceği coğrafyalarda gezdiren ve deneyimleyemeyeceği koordinatların tecrübelerini, simülasyon kipinde de olsa, tattıran zengin mekânsal dokuları; insan olmanın bütün zaaf ve yüceliklerini sergileyen zengin karakter galerileri; istihbarat örgütlerinin acımasız ve tekinsiz mahiyetlerini ele veren rövanşist ve konspiratif boyutları; kötülere karşı çoğunlukla galebe çalan iyilerin merkezinde yer aldığı anlatılarıyla, pozitif normatif ahlâkı tahkim eden pedagojik yanları ve nihayet, eğlendirirken teorik formasyon kazanma imkânı da sunan sosyopolitik – sosyoekonoik - sosyokültürel alt metinleri yüzünden zevkle ve bir solukta okunan bir edebi türün bileşenleridir. Modern casusluk anlatılarının geçmişi 150 yıl öncesine gitmesine karşın, bunun tamamında değil, iki Cihan Harbi arasındaki o şaşaalı ve muhataralı geçiş sürecinden günümüze değin akan kabaca bir asırda yazılmış en spektaküler casusluk öykülerinin müelliflerini, özelde mezkûr edebi türe ve genelde edebiyat kozmosuna yaptıkları katkı ve ‘hikâye uydurmaktan ve paylaşmaktan zevk alan canlıdır insan’ tarifini doğrulayıp onurlandırdıkları için, anımsamakta fayda var. Casusluk anlatısı yazarları panteonunun zirvesinde, hiç kuşkusuz iki benzersiz kreatif edip mukimdir: Ian Lancaster Fleming ve asıl adı David John Moore Cornwell olmasına karşın, bizim onu tanıdığımız adıyla John le Carré. Bunların ardından şöylesi bir sırlama

yapmanın adil olduğunu düşünmekteyiz: W. Somerset Maugham, Graham Greene, Johannes Mario Simmel, Robert Ludlum, Helen MacInnes, Peter O’Donnell, Yulian Semyonov, Anthony Price, Len Deighton, Joseph Kanon, Robert Littell, Mai Jia, Javier Marias, Mick Herron. Hiç kuşkusuz, bu listeyi başkası yapsa, burada yer almayan bazı isimlere yer verir, bizim tercih ettiklerimizin bazılarını da dışarda bırakırdı; malûm, her liste, müellifinin zevk, tercih ve bilgisiyle mahduttur. Oluşturduğumuz listedeki yazarların bir kısmı, kavramın dar ya da geniş anlamıyla, istihbarat faaliyetlerinin içinde olmuş, bir diğer deyişle casusluk yapmıştır. Yeri gelmişken, üç yazarla üç romanın omurgasını oluşturduğu enteresan, gizemli ve de çok az bilinen bir komplo kuramını dillendirmekte fayda var. 1924 – 2009 döneminde yaşayan Avusturyalı kimya mühendisi, gazeteci, çevirmen ve yazar Johannes Mario Simmel, küresel ölçekte çoksatar olmuş toplamda 39 kitapla 8 senaryoya imza atmıştır. Yazarın 1960 tarihinde okuruyla buluşan Yalnız Havyarla Yaşanmaz romanı 30 milyondan fazla satarak kült eser postuna yerleşmiştir. 1933 – 1991 arasında yaşayan Leh asıllı Amerikalı yazar Jerzy Kosiński, hepsi ses getiren ve onlarca dile çevrilen 15 kitap yazmış, eserleriyle hayatını konu alan 6 film çevrilmiştir. Amerikalı çelik imparatoriçesi Mary Hayward Weir’le evlenen ve bu izdivaçtan 13 yıl sonra,  intiharından da 16 yıl önce, 1975'de yayımlanan manidar romanı Cockpit / Boşluk dahil, eserlerinin çoğunu başkalarına yazdırmakla itham edilen yazar, sebebi anlaşılamayan bir bunalım neticesinde, 58 yaşında intihar etmiştir. Trevanian takma adını kullanan ve gezegendeki macerası 1931 – 2001 periyodunda cereyan eden Amerikalı romancı Rodney William Whitaker hayatı boyunca
basından kaçmış, röportaj vermemiş, televizyona çıkmamış, okuruyla asla temas kurmamış, başyapıtı olan 1979 tarihli Şibumi romanıyla özdeşleşmiştir. Kendi adı ve takma adlarıyla toplamda 11 roman yazan Trevanian’ın nereye gömülü olduğu da bilinmemektedir. Simmel, Kosiński ve Trevanian’ın her üçü de Soğuk Savaş dönemi aktörleri olup, müktesebatlarının, örtük ya da aleni, Sovyetler Birliği ve Sosyalizm karşıtı oluşu, bir kısım eleştirmen ve okurun, ama en çok da bazı komplo teorisyenlerinin, onları istihbarat örgütlerinin, bilhassa da CIA, MI6 ve MOSSAD güdümünde kalem oynatmakla suçlamalarına neden olmuştur. Geride kalan on yıllar boyunca, bloglarda, çevrimiçi sohbet odalarında ve kamusal bilinirliği düşük edebiyat kritiklerinde yer alan bu iddiaya göre Yalnız Havyarla Yaşanmaz, Boşluk ve Şibumi romanları birlikte okunduğunda, son 65 yılın en ilginç politik ve edebi manipülasyonlarından biri çıkar ortaya.

Mercek altına aldığımız üç enteresan roman Simmel’in Yalnız Havyarla Yaşanmaz’ı, Kosiński’nin Boşluk’u ve Trevanian’ın Şibumi’si kaynaklarımız ve okuma önerilerimizdir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.  




















244) Safsata

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Safsata.

Gündelik konuşmalarda, edebi ya da bilimsel metinlerin yazılmasında veya anlamlandırılmasında, topluluk karşısında yapılan önceden hazırlanılmış hitaplarda, bazen bilerek, bazı hallerdeyse bilinçsizce başvurduğumuz bir akıl yürütme tarzı olan safsata yapmak; bir fikri ifade ederken, veya muhatap olunan bir konuşma ya da metni yorumlarken yanlış çıkarsamada bulunmamız, ya da, mantıken geçerli olmayan, tutarsız bir akıl yürütmeye başvurmamız halidir. Varoluşun ve sosyalleşmenin sayısız veçhesinde ortaya çıkan safsata temelli akıl yürütmenin: ‘bahane üretme safsatası’, ‘indirgeme, ya da tümdengelim safsatası’, ‘yükseltgeme, ya da, tümevarım safsatası’, ‘felâket tellallığı safsatası’, ‘temsile uygun olmayan örnek safsatası’, ‘konuyu saptırma safsatası’, ‘alâkasız amaç safsatası’, ‘kısır döngü safsatası’, ‘genelleştirme safsatası’, ‘özelleştirme safsatası’, ‘karmaşık nedenler safsatası’, ‘yanlış hesap safsatası’, ‘eksik veri safsatası’, ‘duygu sömürüsü safsatası’, ‘yeniyi ve yeniliği yüceltme safsatası’, ‘korkutan, tehdit dilli safsatası’, ‘grup baskısı safsatası’, ‘irrasyonel otorite safsatası’, ‘geleneğe başvurma safsatası’, ‘inanca vurgu yapma safsatası’, ‘ortak tutumu temel alma safsatası’, ‘bir bilen safsatası’, ‘önyargı oluşturma safsatası’, ‘kişi karalama safsatası’, ‘çok anlamlılık safsatası’, ‘dayatma safsatası’, ‘beğendirme safsatası’, ‘genetik safsatası’, ‘görecelilik safsatası’, ‘yok sayma safsatası’, ‘ispat mecburiyeti safsatası’, şeklindeki form ve kılıklara bürünmüş sayılamayacak denli çok çeşidi vardır.

1954 Nagazaki doğumlu Japon asıllı İngiliz romancı, senarist, müzisyen ve kısa öykü yazarı Kazuo Ishiguro, tek bir eserini okuduğunuzda bile rahatlıkla katılacağınızı düşündüğümüz bir argümanla dilendirsek, son 40 yılda İngilizce yazan en başarılı yazarlarından birisi, belki de, birincisidir. Safsata bahsini, hayatın doğal akışıyla, eşyanın tabiatıyla ve kendini ifade etmenin altın kaidesiyle çok da uyuşmayan bir vak’a olan İsveç Akademisi’nin, ‘Ishiguro’yu 2017 Nobel Edebiyat Ödülü’yle onurlandırmasının nedenini açıklarken yaptığı bir tespit’ temelinde tartışacağız. İlgili seçici kurulların, en çok da Nobel Edebiyat, Nobel Barış ve Nobel Ekonomi Ödülleri söz konusu olduğunda, objektif kriterleri yeterince gözetmedikleri, küresel ve güncel bazı trendlerle uyum sağlamaya çalıştıkları, ya da, gezegenin muktedirlerinin aldığı ya da alacağı kararlar için rıza üretmek adına tercihlerini oluşturdukları iddia edilir sıklıkla; bu yüzden de yoğun eleştirilere maruz kalırlar. Bunların hepsini normal karşılasak bile, Ishiguro gibi, çağın en nitelikli söz ustalarından birisine verilen bir edebiyat ödülünün, hele de İsveç Akademisi’yse ödülü veren, safsata nitelikli bir argümanla gerekçelendirilmesi gerçekten de kabul edilebilir bir garabet değildir! İşte meramını doğru ifadeye çalışan herkesi isyan ettiren o safsata nitelikli açıklama: ‘…büyük bir duygusal güce sahip romanlarında, dünyayla bir bağlantımız olduğu yanılsamasının altında yatan dipsiz uçurumu açığa çıkaran yazar’. Akademi, bu ifadesiyle ‘dünyayla, kendimizle, öteki insanlarla ve diğer canlı türleriyle, eşyayla, zamanla, mekânla, uzayla ilişki kurmamızın imkânı yoktur; varlıklarla aramızda olduğunu sandığımız bağlantılarımızın ve onlarla kurduğumuzu düşündüğümüz ilişkilerimizin altı dolu değildir, orada sonsuz bir uçurum ve yokluk vardır!’ demekte bize aslında. Bu nihilist hipoteze dair rızamızı devşirmek için de ‘genelleme safsatası’, ‘tümevarım safsatası’, ‘otorite böyle buyurdu safsatası’, ‘temsile uygun olmayan örnek safsatası’ gibi birden çok safsata türüne dahil edilebilecek olan kompleks ve çok problemli bir safsatalar bulamacı formunda dillendirmekte argümanını. Plastik sanatlar sergilerinin kataloglarında; film, konser ve kitap tanıtımlarında; beşeri, sosyal ve doğal bilimlere dair akademik metinlerde ve bilhassa da felsefi verimlerde; fikir, emtia ve servislerin reklâm ve propagandalarında, özellikle 1960 sonrasında, sıklıkla karşılaşılan, kimilerine göre, postmodernist anlayış mahsulü bir tarz olan, bu safsata temelli argümantasyon metodu, müellifin telifine yeterince vakıf olamaması zaafını lâf salatasıyla gizleme gayretinin ürünüdür bize kalırsa. Safsatalara, Nobel Komitesi de söylese, itibar etmiyoruz ve 'İNSAN DÜNYAYLA GÜÇLÜ VE SAĞLIKLI BAĞLANTILAR KURAR!' diyoruz.

Ishiguro’nun neredeyse bütün eserleri kazandırıldı dilimize; kaynakçamız olan mezkûr külliyatı, edebiyatın kaliteli yapıtlarını tercih edenlere şiddetle öneririz. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.  





245) Mehmed Fuad Köprülü

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Mehmet Fuat Köprülü.

Doğu Medeniyeti’nin usul âdâbıyla, Batı Medeniyeti’nin metot tekniği başarıyla meczetmesini bilmiş edebiyat tarihçisi, Türkiyatçı, Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa’nın soyundan gelen çok yönlü mütefekkir Ord. Prof. Mehmet Fuat Köprülü, 4 Aralık 1890’da Sultanahmet'de dünyaya geldi. Basılmış ilk metni Musavver Terâkki’de 1905’de yayımlanan şiiri olan Köprülü, İstanbul Dârülfünunu’nun Mekteb-i Hukuk şubesini yetersiz bulunca 1909’da ayrılmış, kendisini eğiterek Farsça, Arapça ve Fransızcasını geliştirmiş, Batı ve Doğuyu birlikte kucaklamasını sağlayacak bir donanım edinmiştir. Fecr-i Âti ekolüne katılması bu sıraya rastlar. 1. Meşrutiyetten itibaren münevverlerimizi derinden etkileyen Fransız sosyolog, antropolog ve psikolog Gustave le Bon’un eserlerini dilimize kazandıran Köprülü, çevirilerinin yanı sıra, şiir, sosyoloji ve felsefe yazılarını yayımlamıştır. 1910 – 1913 arasında Mektebi Sultani gibi önemli liselerde hocalık yaptıktan sonra, 20 Aralık 1913’de İstanbul Darülfünun Edebiyat şubesinde Türk Edebiyatı Tarihi müderrisliğine atanan Köprülü, 1910’lu yıllarda Türk milliyetçiliği mefkûresi doğrultusunda araştırmalar yapmış, metinler yazmış, Ziya Gökalp’ın desteğini almıştır. 1913’de yayımlanan ‘Türk Edebiyat Tarihinde Usul’ ezber bozan, ufuk açan bir etüt olarak selâmlanırken; 6 yıl üzerinde çalıştığı, edebiyat tetkiki olmanın sınırlarını, Türk tarihinin birçok meselesini kucaklayan abidevi bir Türkiyat çalışması olmaya doğru aşan ‘Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’ eserini 1919’da yayımlaması, imparatorluğun en seçkin fikir insanlarından birisi olarak anılmasına yol açacaktı. 1921’de Türk Edebiyat Tarihi’ni, 1922’de Anadolu’da İslamiyet, Bektaşiliğin Menşeleri ve 1923’de Türk-Moğol Şamaniliğinin İslâm Tasavvuf Tarikatları Üzerine Tesiri eserleriyle Türk din tarihinin temellerini atan Köprülü, böylelikle, pro-İslâm inançların tasavvuftaki yansımalarına ışık tutmuştu. 1923’de yayımlanan Türkiye Tarihi I eseri, Gâzi’ninde takdiri kazanan Mehmed Fuad, 1924’te Edebiyat Fakültesi dekanlığına, aynı yıl Maarif Vekâleti Müsteşarlığına atandı, bu sırada Türkiyat Enstitüsü’nü kurdu. İlahiyat Fakültesi, Mülkiye ve Sanâyi-i Nefise Mektebi’nde dersler veren Köprülü, 1920’lerde Paris, Moskova, Bakü, Oxford, Londra’da ilmi konferanslara katıldı, ses getiren tebliğler sundu. Heyet-i İlmiye üyeliğiyle, Tarih Encümeni Reisliği de yapan Köprülü, önceleri karşı çıktığı Harf İnkılâbını, iş resmiyete dökülünce desteklemiştir. 1931’de yayımladığı ‘Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülâhazalar’ makalesi, Batılı müsteşrik ve oryantalistlerin Türk – Osmanlı algılarına itirazlarını sistematize ettiği anıtsal çalışmasıdır. 1934’te Sorbonne Üniversitesi’nde Osmanlı Devleti’nin kuruluşu üzerine verdiği konferansları Les Origines de I’Empire Ottoman adıyla yayımladığında, küresel şöhretini iyice pekişen Köprülü; Türk Tarih Tezi’ne katılmamasına karşın, dehası ve eserleriyle Gâzi’nin saygı gösterdiği fikir insanlarından olmaya devam etmiştir. Üniversite reformuyla 1933’de Ordinaryüs olan Köprülü, yeniden Edebiyat Fakültesi dekanı olmasına müteakip, 1935 Haziran’ında Gâzi’nin isteğiyle Kars mebusu seçilecekti. Hocalığı, yazarlığı ve siyaseti birlikte götürdüğü dönem CHP’nin ‘ya siyaset, ya akademya!’ dayatmasıyla 1941’de noktalanan Köprülü, siyaseti seçmiştir. Başta Abdülhak Adnan Adıvar’ın yönettiği Encylopédie de I’Islam olmak üzere, dönemin önemli yayınlarına katkılar sağlayan Köprülü; Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan’la birlikte yazıp imzaladıkları Dörtlü Takriri 7 Haziran 1945’te TBMM Başkanı Kâzım Özalp’e sunarak ülkemizin çok partili hayata geçişinin ve Demokrat Parti iktidarının da yolunu açmış oldu. Menderes kabinelerinde 22 Mayıs 1950 – 25 Aralık 1957 döneminde Dışişleri Bakanlığı, Devlet Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı yapan Köprülü, 7 Eylül 1957’de partisinden istifa ederek Hürriyet Partisi’ne geçti. Harvard ve Columbia’daki konferansları, 27 Mayıs darbesinden sonra 6 -7 Eylül olayları yüzünden tutuklanıp hapis yatması ve Yeni Demokrat Parti’yi kurmasını 1965’te siyasetten çekilmesi izlemiş, nihayet, 28 Haziran 1966’da, umumi bir küskünlük psikolojisi içinde, İstanbul’da vefat etmiştir.

Atatürk Ansiklopedisi'yle İslâm Ansiklopedisi'ndeki Mehmed Fuad Köprülü maddeleri programımızın kaynakları, meraklısına da okuma önerimizdir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.  










---------------------------------------------------------------

Önceki 240 metne erişmek için bknz. ltfn.: https://ziyaversencan.blogspot.com/2024/11/bitkisel-psisizm-pesin-hukum-verme.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder