Annibale Carracci (1560 - 1609); 'DOMINE, QUOVADIS?' (1601 - 1602),
National Gallery, Londra.
Mazrufumun ve zarfımın mimarlarından Jacques Roubeau, Raymond Queneau,
Italo Calvino, Georges Perec ve diğer ‘L’ouvroir de Littérature Potentielle
(Oulipo)’ ekibine, Ludwig Wittgenstein’a ve ‘yazdıklarımla örtüşmeyen
hakikate çok yazık!’ diyen uçurum gözlü, bıyıkları barikat o Prusyalıya hürmetle, minnetle(0).
Varoluşun tunç yasası, adaletin
kadim umdesidir: ‘Eşit olmayan şeylere eşitsizlikleri nispetinde eşit
olmayan muamele eşitlik ilkesiyle çelişmez.’
1* prologue: exıstentıa’dan LITTERATURA’ya, ya oradan nereye?!
‘quovadis
o exıstentıa (nereye ey varlık)’ soru
cümlesi (dil felsefesi, hermenötik ve edebiyat kritiği bağlamlarında) ‘QUOVADIS O HUMANITAS (nereye ey
insanlık)’ sorgulamasının genel halidir. Benzer şekilde ‘QUOVADIS O ARS (nereye
ey sanat)’ sorusu bir önceki cümlenin özel bir halidir. Ve nihayet ‘QUOVADIS O LITTERATURA (nereye
ey edebiyat)’ soru cümlesi de ondan öncekinin kapsama alanı
içerisindedir. ‘QUOVADIS O LITTERATURA’ denildiğinde
mercek altına alınan problematiğin aslında ‘quovadis o exıstentıa’ olmaklığı
işte bundandır. Ontik & ontolojik boyuttan epistemik & epistemolojik
bağlama geçiş ve oradan da yeniden ontik & ontolojik bağlama varış (bir
çeşit bengi dönüş) bu kavramların referans verdikleri anlam uzaylarının iç
içe olmasından ve birbirlerine gönderme yapmasındandır. Bir diğer deyişle bahse
konu antitelerin arasında ‘Çin Seddi’ değil, olsa olsa bir ‘The Thin
Red Line (İnce Kırmızı Hat) vardır.[1]
‘Edebiyat: Buradan Nereye?’ sorusu bu yüzden demektir
‘NEREYE BURADAN, EY VARLIK!?!’
2* Varoluşun simülasyonu olarak sinema[2]
Her biri (Güneş Sistemimiz gibi) en az 200 milyar yıldız
sistemi içeren (biri de Samanyolu Galaksimiz olan) minimum 500 milyar gökadanın
oluşturduğu (belki sonsuz, belki değil, ama her durumda muazzam büyük) Evren’in
tamamını panoramik olarak gösterir kamera(man) ilk önce; ardından adım
adım zoom yapılır. Ekranda bütünden parçaya, sonra parçanın parçasına ve sonra onun
da parçasına doğru fraktal bir mimariyle ilerleyen görüntüleri izleriz ve
derken hızla yaklaşan bir nesnenin en sonunda görüş alanımızı ve onun
sabitelerinden olan ufkumuzu arsızca istila etmesini andırırcasına (karanlık
uzaydaki o mavi nokta) Dünya dolduruverir ekranı / perdeyi. Zoom süreci devam
eder; Kuzey Yarım Küresi, Doğu Akdeniz Çanağı ve Likya – Pamfilya – Kilikya
hattını görmemiz işte bu sürecin finaline doğru gerçekleşir. Nihayet tâife-i şuarâ’nın[3]
ve onların ruh ikizi sayılabilecek patolojik seviyede duyarlı personanın ‘‘Yaratıcı
yücedir!’ diye fısıldıyor sanki buralar!’ diyerek huşû içinde şerefine
kadeh kaldırdıkları ve sunaklarına armağanlar bıraktıkları Athaliah’daki
bir falezde, deniz seviyesinin kabaca 25 metre yukarısındaki (kan kırmızısı renkleri
ve insanın içini bayıltan kokularıyla algı kapılarını zorlayan çiçeklerinin Dasein’ı
neşelendirdiği) bir çardağın altına yerleştirilmiş masanın etrafında oturan üç
erkeğe odaklanır kamera.
Dostlarının Natural Born Moderator dedikleri, ondan pek de haz etmeyenlerinse ‘Dominant Dayı’ diyerek istiskal ettikleri, hatta küçümsemeye çalıştıkları, kırklarında gösteren, yalvaç edalı ve fit görünümlü MrZ[4]; bir açıdan otuzlarında görülen, bir başka perspektiften bakıldığındaysa ‘altmışlarında galiba’ dedirten, muhatabında hem avam ana karasının unsuru, hem de havas kozmosunun bir komponenti olduğu izlenimini uyandıran zıt kutupların melezi Alemfüruz Saçışık Bahtiyarruhzade (ASB)[5] ve Vulkan ırkının temsilcisi Mr. Spock ile onu mürşidi bilen Dr. Shaldon Cooper’ın soğuk, metalik, duygusuz ve keskin mantığının Kasım 2025’deki bedenlenmiş hali ve felsefe ile logos’un kripto yalvaçlarından Müellif-i Tractatus Logico-Philosophicus’un güncellenmiş versiyonu denilebilecek (buz yeşili gözlerine bakmakta zorlanacağız, taş çatlasın yirmilerinin ikinci yarısını sürdüğüne hükmedebileceğiniz karizmatik) Givelight Cheerfullsoul (GC)[6] idi bunlar.
3* Edebiyat, felsefe, bilim ve teolojinin ortak sorusu: Biz neredeyiz
ve olan ne bize?
‘Bir soru, diğer bir deyişle bir sorun var gündemimizde’
dedi MrZ, gözlerini kısıp kütlesinin onca ağırlığıyla masaya yükleyerek
ve devam etti: ‘bu da ister istemez bir problem alanıyla yüzleştiriyor bizi; o
soru şu: Edebiyat: Buradan Nereye?’ ‘Biraz açar mısın’, diyerek
arkasına doğru kaykıldı ASB; başını, ‘tasdik ediyorum’a yorulabilecek
bir jestle aşağı yukarı hareket ettiren ve ‘bence de sorunu detaylandırmanda
fayda var’, diyen GC müdahil oldu sürece. ‘Parçası olduğumuz dehr’de’,
diye mukabele etti MrZ ve sürdürdü açımlamasını, (tam da bu sırada GC
‘dehr kavramlaştırmasına katılmıyorum’ diye düşündü, ama bunu dillendirmedi ve MrZ’nin
argümantasyonuna odaklandı) ‘‘olan – olmakta olan – olacak olanın diyalektik
akışında, bunca şeyden sonra ve bütün bunların ardından edebiyat mümkün mü,
mümkünse faydalı mı, faydalı ise etik mi?’ bu işte dostlar o mezkûr soru.’
‘Çokça dillendirilir ‘bir şey diğer her şeyle ilişkilidir’ argümanı,
metafizik mahiyetli her iddia gibi bunu da safsata addedip atanlardanım çöpe’
diyerek bağlamdan kopuk gibi görünen bir bildirimde bulundu GC. Müzâkerenin
diğer iki bileşeni ‘ne alâkası var şimdi bunun konumuzla?!?’ der gibi
bakıştılar bir an.
Küresel iklim değişikliği yüzünden, bilinen tarih boyunca hükmü
altında olduğu Akdeniz İklim rejiminin yanı sıra son yıllarda bazı subtropikal klimatolojik
karakterleri de kuşanır oldu Levant havzası. Karayiplere özgü endemik bir kuş
türü olan Mellisuga helenae’nin Attalia faunasının parçası olmasını buna
bağlıyor uzmanlar. İşte o türün bir ferdinin, dişi bir arı sinek kuşunun,
gölgesine sığındıkları çardaktaki keskin rayihalı kırmızı çiçeklerin nektarını
emmesi, eş zamanlı olarak da dakikada 4,500 kereden fazla çırptığı kanatlarının
çaldığı egzotik ve kinetik ezginin âdeta havada asılı kalıvermesi, (MrZ’nin
dillendirdiği, GC’nin ise katılmadığını zihninden geçirdiği) o argümanın
amir hükmü sonucu mudur, bilinmez, müzâkere eden üç erkeğin gözbebeklerinin
sözleşmişçesine birbirine kilitlenmesini ve bazı felsefi ekollere göre ‘aktığı
hissedildiği için geçmişten geleceğe doğru ivmelendiği düşünülen’, diğer
bazılarına göre ise ‘dünü yaşanılan AN üzerinden yarına bağlayan, başka
bir deyişle, anıları şimdinin pratiklerinde yeniden kurarak beklentileri
şekillendiren dinamik ve lineer bir süreklilik olduğu düşünüldüğü için aktığı
hissedilen’, yâni, her şekliyle sürekli hareket halinde olduğunda ittifak
edilen bir antite olan zamanın donmasını, mekânın hatları eriyen bir uzaya,
hacmin ise boyutsuz bir fenomene dönüşmesini öncelemişti[7].
Dişi arı sinek kuşunun süper hızlı kanat çırpmasının
bir fotoğraf enstantanesi gibi donmasını ve söylediği ezginin notalarının maddi
nesnelere dönüşüp havada asılı kalmasını SEBEP, bu metafizik olaya
muhatap olan üç arkadaşın sohbetlerini kesip birbirlerinin gözbebeklerine
odaklanmalarını ve tam bu sırada gerçekleşen AK(A)MAYAN ZAMAN antitesinin
uzay-zaman sürekliliğinde neden olduğu anomaliyi (diğer bir deyişle kozmik
distorsiyon menşeili bir başka fizikötesi fenomeni) SONUÇ olarak etiketlemek
ampirizmden beslenen katı bir pozitivist yaklaşımdır (buna dair yapılabilecek
daha ileri okumaların yeri bu metnin hudutlarının ötesindedir). Neyse ne, biz
şimdi gelin yine o üçlü muhabbete odaklanalım, zîra tartıştıkları ‘edebiyat:
buradan nereye?!’ sorusunun cevabı bizi de ilgilendiriyor, hem de yakından.
Arı sinek kuşunun konserine ara vermesini fırsat bilen MrZ,
donan zamanı yeniden kinetize etmek adına ‘‘böylesi bir çağda mümkün mü,
makbul mu, makul mu edebiyat?’ sorusunun, ‘bütün olan – bitenden, yaşanılan
onca şeyden sonra sanatın, felsefenin, bilimin manası ne?!?’ sorgulamasının bir
özel hali olduğunun da altı çizilmeli bence’ diyerek sohbeti derinleştirdi
ve ‘gir artık topa!’ dercesine bir nazar attı ASB’ye.
4* Kozmoloji, kuramsal fizik ve sonsuz kümelerin sanatla rezonansı
MrZ’nin muz ortasıyla havada süzülen ‘Edebiyat:
Buradan Nereye?’ problematiğini göğsünde yumuşatarak tartışma masasına indiren
ASB, (duçar olduğu alerjik rinit yüzünden sinüslerinden genzine akan mukusu,
benzeri durumlarda hep yaptığı üzere, âdeta at gibi kişneyerek, temizledikten
sonra, teatral bir ifadeyle) başladı tiradına[8].
‘En karmaşık konuları, en derin teorileri bile ortalama zekâsı ve ortalama
kültürü olanların anlayabileceği basitlikte anlatmayı hedeflediğim, bunu
yaparken de ‘antagonist versus protagonist tansiyonu’ gibi hem edebi
kurgunun hem de dramaturji teknolojisinin komponenti olan çözümlere
baş vurduğum, yanı sıra en dekadansından olmak kaydıyla mavra sınıfından
söylemleri de retoriğimin parçası kıldığım malûmunuzdur’, bir müddettir solosuna
ara veren arı sinek kuşu tam bu noktada şakıdı tekrar. Üç kafadar, ‘kuşun
konseri ve tetiklediği paranormal alâmetler başlıyor mu yeniden?’ dercesine çardağa
çevirdiler bakışlarını. Kuş sustu, zaman o bildik akışını sürdürdü, kozmik bir anomali
yaşanmadı, devam etti ASB, ‘Tractatus Logico-Philosophicus’u ya
da Varlık ve Zaman’ı şerh etmenin verdiği mutluluğa denktir benim için futbol
geyiği çevirmenin, ya da, çift okeye dönmeyi hayatının merkezine yerleştiren,
en son kaybettiği parti yüzünden ödemek zorunda kaldığı kahve hesabının
rövanşını alabilmeyi kutsal kâsesi, kızıl elması ve varoluş
amacı bilen, bunun için âdeta adaklar adayan okey müptelâsının oyun masasında
dillendirdiği banal retoriğe muhatap olmanın verdiği haz’, es verdi bir an ve
devam etti ardından, ‘George Edward Moore, Dış Alemin İspatı başlıklı metninde Descartes'ın Meditations eserinde
dillendirdiği varlıkbilimsel
görüşleri alır
mercek altına, bunu koyuyorum masaya, bu bir; Kartezyen Düşünce’nin
mucidini takip eden süreçte şüpheci,
olasılıkçı ve olumsalcı perspektiflerden meseleye yaklaşan felsefi ekollerin ontoloji – epistemoloji düalitesine
dair dillendirdikleri argümanları ve onlara Moore’un verdiği cevabı da
koyuyorum masaya, bu iki. Ve nihayet Heidegger'in 'Varlık ve Zaman'da
ve Sartre'ın 'Varlık ve Hiçlik'de dillendirdiği ontik & ontolojik iddiaları da, bunca yükü
kaldırabileceğini umarak, koyuyorum işte o masaya, bu da oldu üç. Bütün
bunlardan beslenerek diyorum ki, ‘verili bir varlık'ın varoluşunun ontolojik / ontik hakikati,
mezkûr varoluşu başarıyla kanıtlayan epistemolojik /
epistemik bir ispata bağlı olabil’ argümanı tartışmaya değer bir
meseledir.
...üzerinde çalışıyorum...
(0) Peydahladığım bu anlatının (farklı uzay-zaman sürekliliklerine açılan alternatif yolları algılamamı kolaylaştıran yazısı yüzünden) babası diyebileceğim Ferruh Tunç'a ve Tunç'un metnini bana pas'ederek takip eden satırların doğumuna ebelik eden Tuncer Çetinkaya'ya müteşekkirim.
[1] The
Thin Red Line ifadesi Terrence Malick’in 1998’de vizyona
giren aynı adlı filmi sayesinde popüler oldu. Kökeni tarihi bir olaya, Kırım
Savaşı’nın kırılma anlarından olan, 25 Ekim 1854’te bugünkü Ukrayna
sınırları içindeki Balaklava’da gerçekleşen bir muharebeye dayanır. Sayıca
çok üstün olan Rus süvarilerine karşı savunma hattı kurmaya çalışan İskoç
piyade alayının kumandanı Albay Colin Campbell’ın askerlerini (Birleşik
Krallık muharebe strateji ve taktikleri gereği kare şeklinde tertip etmesi
beklenirken) iki sıra hâlinde ve uzun bir hat oluşturacak şekilde
dizmesi, savaşı mahalinde izleyen The Times muhabiri William H.
Russell tarafından okurlarına (askerlerin kırmızı üniformalarına ve
tüfeklerinin namlularına takılı çelikten süngülere göndermeyle): ‘A thin
red line tipped with a line of steel ( çelik uçlu ince bir kırmızı hat)’
ifadesiyle aktarılacaktı. ‘İnce
kırmızı hat’ ifadesi zaman içerisinde bu özel kullanımın sınırlarını aşmış,
katastrofik mahiyetli bir felaket halinde bile cesaretini yitirmeyerek kaos ve
yıkıma karşı son bir savunma hattı daha kurma iradesini ve yok oluşla kurtuluş
arasındaki o belli belirsiz, kırılgan ama kararlı sınırı koruma inancını
kuşanan insani refleksi tarif için başvurulan jenerik bir ifade olmuştur.
[2] Sinema,
edebiyat ve diğer sanat disiplinlerinin, unsurlarından olduğumuz varoluş
dairesinin simülasyonlarını ürettiğini argümante ettiğimizde, varoluşun
kendisinin bizimkinden daha yüksek boyutlu bir uzay-zaman sürekliliğinin parçası
olan bir varoluş gerçekliğinin simülasyonu olduğu tezini de davet etmişiz
demektir müzakere uzay-zamanına.
[3] Tâife-i
şuarâ yerine şairler ya da ozanlar da denilebilir / diyebilirdim,
nitekim anlatının ilerleyen bölümlerinde dedim de. Bir fikri, bir duygu
durumunu, bir insanlık halini, bir dünya vaziyetini ve VAROLUŞ KÜRESİ’nin olay
– olgu – süreç kategorilerindeki diğer her çeşit antitesini kuşatan ve tasvir
eden kavramların eş anlamlılarını veya farklı dillerdeki izdüşümlerini ve dahi onların
güncel, eski ve hatta en eski / arkaik versiyonlarını aynı metinde, bir metni aynı
bölümünde ve bazı hallerde de aynı cümlede birlikte kullanırım sık sık ve bunu
da taammüden yaparım, taksirle değil. Bu tasarrufumdan muradım muhterem kārîm (itimat ediniz lütfen hakir müellifinize) kafa
karışıklığım veya üslûbuma özen göstermemem ya da entelektüel teşhircilik veyahut
da münevver istimnâsı yapma arzum değildir. Gönderme yaptığım amacım, an
itibarıyla planetimizde yaşayan yaklaşık 8.3 milyar kadın ve erkek insan
kardeşimizin parçası olduğu türümüz homo sapiens sapiens’in daha zeki olmasına
katkı ver(ebil)mektir; Kozmos’da kuark derekesinde, ummanda katre mesâbesinde,
deryada karınca sidiği kertesinde olabilse bile. Popüler bir bilgidir: Dāhîleri
dāhî kılan beyinlerinin daha fazla nöron içerdiği için daha ağır olması
değildir, nöronlarının birbirleriyle oluşturdukları snaptik bağlantıların sayısıdır.
Denklem şu özetle: daha çok snaptik bağlantı = daha yüksek IQ (argodaki
‘ne ka ekmek, o ka köfte!’ tekerlemesinin nöroloji ve bilişsel bilimlerdeki
mütekabili). Varoluşun bir tezahürüne (göstergebilim bağlamında gösterilene)
işaret eden (referans veren, gönderme yapan) çok sayıdaki kavramdan (semiyolojik
olay ufku içinden devam ediyorum: gösterenden) ne kadar fazlası kullanılırsa
bildirimlerde (ifadelerde, mesajlarda) hem bunu dillendirenin hem de mesaja,
bildirime muhatap olanların beynindeki snaptik bağlantılar o oranda artacaktır.
Ne mana ifade ettiğini bunun ve ne denli ehemmiyetli olduğunu söylemiş idim az
önce. Budur efendim üslûbumun niçini. Aşağıdaki linkten erişeceğiniz kapsamlı metnin
(9 numaralı dipnotu gibi) birçok bölümünde bu konu tafsîlâtlı olarak açımlanmaya
gayret edilmiştir, meraklısına şâyan-ı tavsiyedir: https://ziyaversencan.blogspot.com/2025/01/cizgi-roman-bildiginiz-gibi-degil.html
[4] Ah cânâ,
ah güzel efendim, bazı şeyler ebediyete değin muhafaza etmeli esrarını, öyle
değil mi?
[7] Referans
verdiğim her iki felsefe anlayışının savunucuları ‘Kipli Zaman’ denilen ve
geçmiş – şimdi – gelecek diyalektiğiyle şekillenen lineer akış temelli konvansiyonel
zaman anlayışı içinden konuşmaktadır. En önemli teorisyenlerinden biri John
McTaggart Ellis McTaggart olan, Albert Einstein ve Bertrand
Russell gibi önemli düşünce insanlarının da benimsedikleri ‘Zamansız
Zaman Teorisi’, ‘Kipsiz Zaman Teorisi’, ‘Zamanın B-Teorisi’ gibi isimlerle
adlandırılan kuram ise zamanın aktığını reddetmekte, geçmiş – şimdi –
gelecek dediğimiz kiplerin / mood’ların / hallerin aynı anda, yan yana, birlikte
var olduklarını savunmaktadır. Mercek altına aldığım bu mevzunun bir de ‘Endurantizm
versus Perdurantizm’ boyutu var. Metafizik, kuramsal fizik, kozmoloji, ontoloji,
mantık, soyut (uygulamasız) matematik gibi çeşitli disiplinleri ilgilendiren veçheleri
yüzünden oldukça karmaşık bir bahis olan bu dikotomi müstakil bir metni / müzakereyi
gerektirmektedir.
[8] MrZ ve GC,
ASB’nin havasa
ve avama özgü form ve muhtevayı başarıyla mezcetmesine alışıktılar alışık
olmasına, lâkin, ‘Edebiyat: Buradan Nereye?’ sorunsalı özelinde
bunu hayata nasıl geçireceğini kestiremiyorlardı. Okunulan satırlar bakımından omnipotence,
omniscience ve omnipresence sayılabilecek metnin müellifi de doğrusu
buna dair isabetli bir kestirimde bulunabileceğinden şüphe duymakta an
itibarıyla. Bakalım nerelere uzanacak bu anlatı…
[9]
Kullanacağım demiştim, kullandım işte.
...üzerinde çalışıyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder