Turgut Uyar: Belki de asıl ustalık budur, her zaman acemi olmayı bilmek

4 Ağustos 1927, Ankara – 22 Ağustos 1985, İstanbul

‘Belki de asıl ustalık budur, her zaman acemi olmayı bilmek' demesini becerebilen; böylesi arifane, dervişane ve mütevazi bir duruşu sergileyebilen bir Türkçe ustası, rafine bir şair ve gerçekten de  hakiki ve sahici bir 'sivil edip'ti Turgut Uyar (i). Bir Ağustos sıcağında, mezkûr ayın dördünde dünyaya gelmişti. Enteresan bir ayrıntı ve tesadüf olsa gerek; Uyar'ın terk-i dünya eylemesi de yine bir başka Ağustos sıcağına, 22 Ağustos'a denk düşer.
Gömülü resim için kalıcı bağlantı

Türkçe'nin en güzel şiirlerinden / dizelerinden bazılarını yaratmayı başarmış Turgut Uyar bir 'asal gaz' kadar asil, Higs Bozon'u kadar gizemli ve erişilmez, unicorn ya da dört yapraklı yonca gibi 'yok ama var (yoksa 'var ama yok' mu demeliydim?), zümrüd-ü anka kuşu denli nadirattan bir fenomen ve ender rastlanabilen bir kelime kuyumcusu ve şuur cengaveriydi. 

Değişik disiplinlere ait metafor ve analojilerle inşa edilmiş yukarıdaki tespitlerin; önemli birisinin anılması sırasında sıkça kullanılan o edebi soslu güzellemelere müracaat edilmesine benzetilmesini; ya da, 'lâcivert' / gösterişli / tumturaklı klişeler üzerinden okurun alâkasının devşirilmesine mâtuf olduğunun düşünülmesini doğrusu hiç arzu etmem.

Turgut Uyar'a dair bütün tespitlerimin, okurun, bu metnin dillendirdiği samimiyet merkezli hassasiyete olan inancıyla anlam kazanabileceğinin altını çizerek devam ediyorum.

Lâkin, takip eden mezkûr tespitlerimi daha sağlıklı kurgulayabilmek adına, izninizle kitaplığıma gidiyorum önce ve Türkçe edebiyat bölümünden Turgut Uyar’ın ‘Büyük Saat’ isimli toplu şiirleri alıyorum elime.

Karıştırıyorum Büyük Saat'i rastgele ve ardından da, O’nun sevdiğim şiirlerine, özelikle de Divan isimli kitabının bünyesindeki doyumsuz dizelerine bir kez daha gömülügömülüveriyorum. İlerleyen satırlar, adını, 'Şair' mevhumunun içini tam manasıyla doldurmayı bilmiş çok az sayıdaki edebiyatçının isminin hizasına yazdırmaya muvaffak olmuş birisine; yaşamı çok sakin ve sıradan bir mecrada tamamlanmış olmasına karşın, şiirleri çağlayanlar misali gürleyen bir 'Poetik Kozmos'u beslemiş olan extrem bir edip için bir mersiye olarak telif edildiler. 

Artık ne kadar becerebildiysem.....

Zahiren, Turgut Uyar’ın konuştuğu dili konuşup, yazdığı dilde yazıyorum. Peki, ya batında tecessüm eden, ete kemiğe bürünen ne? Nedir yazınsal imkân ve kapasitem marifetiyle Kozmos'da bıraktığım parmak (ayak?) izlerim?!?

Şudur özetle: Yazmak merkezli debelenmemin neticesinde, ifadeye gayret ettiğim meramımın kafasını gözünü yarmaktayım mütemadiyen ve dahi; (bilâ-fasıla olmak kaydıyla) ana dilimin, öz lisanımın kanadını kolunu kırmaktayım.



Bu ifadeden de rahatlıkla anlaşılabileceği üzere; dil(im)le kurduğum 'metin inşâ etmek ve bu suretle de idrak / şuur seviyesinde var olmak' merkezli ilişkimin ve yazı - yazın düzleminde becerikli bir fail olmak ve giderek de edebi bir özne olarak anlağımı kurgulamak ve bu faaliyetin hasılasını kamusal bilinirliği olan mesajlar kılmak temelli edimimin sonucundan memnun değilim.

'Yazınsal kapasitem', 'kendimi yazı temelli kurma gayretim', 'benlik - metin - mesaj' üçlemesinde tezahür eden mezkûr cari organik artikülasyonun taşıdığı muhtemel problematiğe nispet eden yukarıdaki kaygı ve hatta endişe dolu tespitlerden sonra, Turgut Uyar'a dair bir iki kelâm etmeme ruhsat vereceğini umuyorum izan ve insaf sahibi okurun.

Turgut Uyar’a dair olan bir metin, her şeyden önce, onun ‘Sivil Şiir’ söylediğine vurgu yapmakla mükelleftir. Ki, bu durum, onun özel yaşam kipiyle, hayat çizgisiyle birlikte ele alındığında, büsbütün anlam kazanmaktadır.

Neden mi ‘Sivil Şiir’?

Eğitim hayatı boyunca askeri okullarda okumuş, bu yüzden de, zihni melekeleri, muhayyelesi ve mutasavveresi, cumhuriyetin kurucu ideolojisinin doktrinizasyonuna, sivil okullarda okuyanlara göre daha fazla maruz kalmış, ardından uzun süre askeri memurluk yapmış ve nihayetinde de SEKA'daki memuriyetiyle hayatını kazanmış olmasına karşın Turgut Uyar, şiirine militarist temaların ve resmi ideolojinin sirayet edemediği ender cumhuriyet dönemi şairlerindendir.

İşte bu yüzden onun asarının 'bir Cumhuriyet zabitinin ‘Sivil Şiir’idir Turgut Uyar poetikası’ deyişiyle tavsif ve tasvir edilmesinin hakikate mutabık ve otantisitesi yüksek bir entelektüel gayret olduğunu düşünüyorum.

Bu durum, Uyar'ın hayat öyküsünün, edebiyat tarihçilerince, mercek altına alınarak, ayrıntılı bir otopsiye tabi tutulması gereken enteresan bir deseni olarak temayüz etmektedir.

Kullanmaktan zevk aldığım ‘Eyyy…!’ nidası eşliğinde söyleyecek olursam:

Ey Büyük Saat’in muvakkiti, ey sözcüklerin mürebbisi, sen, bildim ben, sen, ayrı düşmüş manaların muvahhidisin, belli ki, kelimelerin ve kavramların da mücahidi.

İşte, Turgut Uyar’ın da poetik / organik / entelektüel / ruhani akrabası olduğu ‘sözcüklerin mürebbisi’, ‘manaların muvahhidi’ ve ‘kavramların mücahidi’ olan o ‘taife-i şuara-ı hakiki’; aslında, benlikleri şiirlerinin izdüşümü olan, maddi varlıkları poetikalarıyla aynı koordinat sistemine işaret eden başka bir boyutun varlıklarıdır.

İnsanlığın bir bakıma şuurudur onlar (ii). 

Onlar dillerine öylesine hâkim, ana lisanlarının o derece de öz evlâdı, ettikleri lâkırdının öylesine efendisidirler ki; sözlerinin sanki bir parçası gibi yaşarlar ve konuşurlar ve yazarlar. 

Bahse konu familyadan olan o şairler, o yazarlar dili kullanmazlar; dilleri onları kullanır, dilleri o soy şairlerin müellifidir adeta.

Dilleri ile o yazarların ve şairlerin benlikleri, kendileri, kendilikleri âdeta birdir, yekparedir. O yazar ve şairler, yâni ki, dillerinden başka bir şey de değillerdir zaten. Ve, tabii ki onlar şiirleridirler de!

Onlar has yazarlardır, soy şairler. Turgut Uyar bu soy şairlerin ve soylu yazarların en yakışıklılarındandı, en halislerinden, en sahicilerinden ve haspi.


Bundandır işte Turgut Uyar'ı tarife çalışırken lâkırdıma 'asal gaz, higs bozonu, unicorn, dört yapraklı yonca, zümrüd-ü anka kuşu' denli nadirattan ve nev-i şahsına münhasır bir fenomen ve misli görülmemiş şuur cengaveriydi o' şeklinde perendeler attırmaya çalışmam.

Son sözüm bu mevzuya dair, şiir tutkunlarının kutsal kitaplarından olan  'Büyük Saat'e dair olacak. Dedim ya, Büyük Saat'i elinden, gözünden, gönlünden, başucundan düşürmeyenlerdenim. Ve naçizane inancım odur ki, 'kahir ekseriyet-i ferd-i fasile-i şiirperest' de benim gibi davranır bu hususta. 

Halen keşfetmemiş, ya da, daha önce tanışmasına karşın, şu ana değin yeterince edebi lezzetine varamamış cümle 'şiir deli divanesi'nin de belirli aralıklarla Büyük Saat’in o muhteşem ‘Tik Tak’larına kulak vermesini diliyorum.

Hatta muhterem kârim, bu hususta sadece ‘dileme’ kipinden / modundan seslenmekle yetinmenin doğru tutum olmadığına inanıyor; mezkûr antite hakkında ‘ısrar makamı’ndan konuşmakta ve bahse konu şiir kitabının okumasında muhakkak manâda musrır olmakta bir sakınca görmediğime şeddeli vurgu yapıyorum efendim.


Umarım, bu kırık dökük argümanlarımla, ‘belki de asıl ustalık budur, her zaman acemi olmayı bilmek' demiş olan o soy şaire samimi bir 'merhaba ve iyi ki doğdun!' diyebilmişimdir.

Umarım. 



dipnotlar:
(i): Bir taraftan umumi duruşu ve yaşamsal pratikleriyle, öte yandan da inşa ettiği 
metaforlardan mürekkep edebi köprüleri marifetiyle o; Edip'le Edeb'in müşterek alanlarının mütekabili olan bir anlam dairesine referans veren ve esas olarak bu dalga boyunda temayüz eden bir kültür ve sanat erbabıydı. Edebiyat, edip, edep ve müeddep kavramlarının hem asarda ve hem de hayatın hemen her veçhesinde bu denli organik bir artikülasyon içerisinde mezcedilebilmiş olması fevkalâde nadirattan bir durumdur.
(ii): Şair, şuara, şiir ve şuur kavramlarının aynı kökten neşvünema bulduğuna dikkat lütfen!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder