Dîvânü Lugâti't-Türk'ün dünyadaki tek el yazması |
1 - Medeniyet biraz da kütüphane, arşiv
ve koleksiyon demektir
Ali Emiri (1857 - 1924) |
Bilimsel ilerleme ve eğitimin bazı olmazsa
olmaz enstrümanları ‘metodik şüphecilik’ üzerine inşa edilen ‘sistemli eleştirel
yaklaşım’, (tekrarlı) gözlem, (çoklu tekrarlı) deney, tümevarım ve tümdengelimdir.
Yetkin bir eğitimci kadrosu (akademik heyet), günün ihtiyaçlar ve problemler
küresini kuşatan fonksiyonel bir müfredat, zengin bir arşiv, müfredata dair
pratiği simüle etmeye ehil laboratuar düzenekleri, kuvvetli kütüphaneler ve sistemli-bilinçli-tematik
koleksiyonlar da, ilmin (ve ilmi eğitimin) diğer sine qua non’larındandır.
Arşivler, kütüphaneler ve koleksiyonlar, ilim ve eğitim için olduğu kadar; bir medeniyet dairesinin asli komponentlerini, antropolojik-folklorik-etnolojik arka plânının temel koyucu mahiyetteki yapı taşlarını, ilmi-irfani birikimlerinin asal eksenini, ruhi-kültürel kodlarının en karakteristiklerini gelecek kuşaklara taşıyan ‘aktarma organları’ olmaları bakımından da hayati fonksiyona haizdirler. 19. asrın ikinci yarısıyla, 20. asrın ilk çeyreğine tekabül eden geç Osmanlı döneminde, ‘arşiv-koleksiyon-kütüphane’ sahalarında emek harcamış, eser ortaya çıkarmış olan en önemli sima, hiç kuşku yok ki Ali Emiri Efendidir. O, alanında öylesine yetkin işlere imza atmıştır ki, günümüzde bile, onun ayarında arşivci, koleksiyoncu, kütüphaneci, bibliyofil bulmak fevkalâde müşkül bir iştir.
Arşiv insanlığın müşterek hafızasıdır. |
Doğrusu, bu spekülatif soruya kesin
ve ilmen kabul edilebilir nesnellikte bir cevap verebilmek çok zordur. ‘Ali
Emiri Efendiyle, onun izinden gidenlerin gayret ve say’ı olmasaydı,
kültürümüzün kimi kadim kodları kaybolabilir, irfanımızın bazı çeşmeleri
kuruyabilir, ve, geleneksel ilimlerin cumhuriyet kuşaklarına aktarılmasını
sağlayacak olan kimi ‘bağlantı kayışları’ da kopabilirdi’ gibi ihtimaliyetçi ve
(epistemik değil) doxa (zan, sanı) mahiyetinde bir argüman serdederek mezkûr
suale mukabele ediyor oluşumuz bundandır.
2 – ‘Tanzimat bürokrasisinin köksüz Batıcılığı’ vs. 2. ‘Abdülhamit’in
senkretik modernizmi’ sorunsalını Ali Emiri üzerinden okumak
Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında bir Diyar-ı Bekr panoraması. |
1857’de Diyarbakır’da doğan Ali Emiri Efendi’nin (ölümü 25 ocak 1924) hayatını, bir ansiklopedi maddesinin girizgâhı düzeyinde (komprime ederek) özetlemek icap ettiğinde, şu ifade, üstadı ziyadesiyle tarife ehildir diye düşünüyorum: O, edebiyat araştırmacısı, tarihçi, koleksiyoner ve kütüphaneci idi.
2. Abdülhamit |
Ali Emiri, gerek ailesinin ve yakın
çevresinin muallim ve münevver vasıflarıyla mümeyyiz olan
unsurlarından, ve, gerekse de, çok da düzenli olmamak kaydıyla, devrin eğitim sisteminin imkânları vasıtasıyla temel eğitimini almıştır. İleride işine yarayacak mesleki ve ilmi donanımı ise, büyük ölçüde, oto-didaktlara yakışan bir iç disiplin ve azimle yürüttüğü şahsi gayretleriyle, adeta doymazcasına gerçekleştirdiği çoklu disiplinli okumalarıyla elde etmiştir.
unsurlarından, ve, gerekse de, çok da düzenli olmamak kaydıyla, devrin eğitim sisteminin imkânları vasıtasıyla temel eğitimini almıştır. İleride işine yarayacak mesleki ve ilmi donanımı ise, büyük ölçüde, oto-didaktlara yakışan bir iç disiplin ve azimle yürüttüğü şahsi gayretleriyle, adeta doymazcasına gerçekleştirdiği çoklu disiplinli okumalarıyla elde etmiştir.
Böylesi bir yetişme prosesinden
çıkan Ali Emiri, parlak vasıfları sayesinde, 19 yaşında iken, Diyarbakır’a
gelen Şark Vilayetleri Islah Heyetinin gözüne girmeyi ve onların kâtibi olmayı
başarmıştı. Bu suretle de, imparatorluğun çökme ve çözülme döneminin, kâh Tanzimat
anlayışıyla ve kâh 2. Abdülhamit’in usta işi (sui generis) politikalarıyla izale
edilmeye, bu olamıyorsa, ertelenmeye çalışıldığı bir tarihsel süreçte, genç bir
Osmanlı bürokratının, imparatorluk coğrafyasının bir ucundan diğerine sürükleneceği,
meşakkatli hizmet maratonu başlamış oldu.
Sultan Reşat |
3 – Hayatından bazı köşe
taşları
Harput, Sivas, Selanik ve Adana’da
başkâtiplik; Kozan, İçel, Kırşehir, Leskovik ve Yenişehir’de muhasebecilik;
Harput, Erzurum ve Halep’te defterdarlık; Yanya, Yemen ve İşkodra’da maliye
müfettişliği yapan Ali Emiri’nin bahse konu bu memuriyetleri, 1876-1908 döneminde
gerçekleştirmiştir.
1908’de emekli olan Ali Emiri, emekliliğinde
Milli Tetebbular Encümeni ve Tasnif-i Vesaik-i Tarihiye Encümeni başkanlığı ile
Tarih-i Osmani Encümeni üyeliği yaptı. Günümüzdeki Başbakanlık Osmanlı Arşiv
Dairesi Tasnif Komisyonuna denk olan mezkûr hey’etin başında bulunduğu sırada,
bütün yaratıcılığını ve gayretini ortaya koyarak geliştirdiği tasnif tarzı,
bilâhare ‘Ali Emiri Tasnifi’ diye anılacak, ve, Türk – İslâm arşivcilik,
bibliotek ve tasnif usûl silsilesinde çığır açacaktır.
Vakıflara, eski eserlerin
bakımsızlık ve ihmalini anlatan uzun raporlar, tenkitler, dilekçeler veren
üstat, bunlardan umduğu sonucu alamamış olacak ki, bu resmi kanalların yanı
sıra, cumhuriyetle birlikte unutulan bir manzum tarzını, dokunaklı ve çok
samimi bir edayla yazılması adetten olan‘vicdanname’yi de kullanmıştır.
1916’da, sonradan ‘milletime bıraktığım
en önemli eserimdir’ diyeceği, Millet Kütüphanesini kuran Ali Emiri Efendi; buraya
hayatı boyunca toplamış olduğu, 4,500’ü yazma, 16,500 civarındaki çok kıymetli
eseri bağışlayarak, gerçekten de misli zor görülür bir fedakârlık ve kadirşinaslık
örneği sergilemiştir. Üstat, 1918-1922 döneminde, alanında çok önemli
araştırmalar yayınlamış olan referans mahiyetindeki ‘Osmanlı Tarih ve Edebiyat
Mecmuası’nı çıkarmıştır. Bu önemli ve çığır açan eser, maddi
imkânsızlıklar ve imparatorluğun yaşadığı inhitat ve çözülme dönemi yüzünden,
uzun ömürlü olamamış ve ne yazık ki 31. sayısında yayın hayatından çekilmek
zorunda kalmıştır.
Türk – İslâm kültür dairelerine,
kavramın sözlüklerdeki hakiki manasıyla, ‘adanmış’ bir ömrün ardından, 23
Ocak 1924’de İstanbul’da vefat eden Ali Emiri Efendi’nin kabri Fatih
Camii haziresindedir.
4 - Diyâr-ı Bekr’den imparatorluk periferisinin dört tarafına,
oradan da Dersaadet’e uzanan bir ilm-irfan yolculuğu
Ali Emiri Efendi'nin az bilinen bir görseli (kaynak: https://www.dunyabizim.com/portre/kitap-sigi-ve-naat-sahibi-bir-sair-ali-emiri-efendi-h22953.html). |
Dedesi, döneminin önemli yerel şairlerinden
Saim Seyyid Mehmed Emiri Çelebi olan Ali Emiri’nin babası ise, Bağdat - Diyarbakır
arasında kervanlar çalıştıran önemli tüccarlardan Mehmet Şerif Efendi idi.
Ailenin iki önemli ferdinden birisinin ilim ve irfana, diğerininse mal ve paraya
adanan hayatlar inşa etmiş olmaları, Ali Emiri’nin çocukluğunda ve ilk
gençliğinde bir miktar sıkıntı, çelişki ve ikilem yaşamasına neden olmuştur.
Başlangıçta, baba mesleğini,
ticareti, tercih etsin diye oğluna epey tazyikte bulunan, onu sürekli olarak
ticari pratikler içine sokmaya gayret eden Mehmet Şerif Efendi, oğlunun, çok
küçük yaşlardan itibaren kitaplardan başka bir şeyle ilgilenmediğini görüp,
üstüne üstlük, ticari pratikleri küçümseyen, hatta istiskal eden nobran
tutumlarına da şahit olunca, Ali Emiri’nin sadece ilimle uğraşmasına razı olmak
zorunda kalmıştır.
İlk tahsilini yaptığı Diyarbakır
Sülukiyye Medresesinde amcası Feyzullah Fevzi Efendiden büyük feyz alan Ali
Emiri, yaşıtları çelik çomak oynarken, çılgınlar gibi okumuş; binlerce beyitlik
divanları ve başta Hz. Ali olmak üzere ehlibeytin kelam-ı kibarlarını adeta
hıfzederek ezberine almıştı bile.
Bütün gün ve gece kitaplarla
uğraşan, bilgi haznesini sürekli güncelleyen Ali Emiri, başını yastığına
koyduğunda, o gün öğrendiklerini içinden tekrarlayıp, gözlerinin önünden
geçirmeden uykuya dalmamayı adet edinmişti.
Üstadın, ‘Tezkire-i Şuara-yı Amid’
adlı eserinde bunlara dair tafsilatlı bilgi vardır. Nihayet beklenen olur ve Ali
Emiri’nin genç zihni ve benliği, ağır bir sürmenajın cenderesinde ezilmeye
başlar. Çare için başvurulan hekimler, okumaya ara vermesini ve seyahat ederek
tebdil-i mekân ederek ‘kafa dağıtması’nı önerirler. Bunun üzerine, Mardin
Sancağında Tahrirat ve Rüsumat Müdürü olan dayısının yanına giden Ali Emiri, burada
da boş durmayarak, 3 yıllık bu ‘dinlenme’ sürecini, Arapça ve Farsçasını mükemmelleştirmek
ve şiirle olan ünsiyetini geliştirmekte kullandı.
1876’da 5. Murat’ın tahta çıkması
üzerine yazdığı cülusiyeyi Diyarbakır vilayet gazetesinde yayınlamasıyla
birlikte oluşan tesirler, beklenenden çok daha kuvvetli oldu. Öyle ki, gelen
geri bildirimler arasında, sadece yerel ve bölgesel tepkiler değil, payitaht
adresli aksülâmeller dahi vardı.
5 – İçinde kütüphanesi, annesi,
polemikleri, kedisi ve kendisi olan bir hayat
Evlenmeyen ve kitaplarıyla kurduğu
münasebet, şefkatli bir ebeveynin evlâtlarıyla tesis ettiği muhabbetle yarışan
Ali Emiri’nin, hiç kuşku yoktur ki, kitaplarından sonra, bu cihanda en aziz
bildiği ikinci varlık Annesi idi. Ona karşı duyduğu muhabbet, evlenmemiş diğer
birçok kitap dostunda görüldüğü üzere, pek kuvvetli idi.
Evleneceği kızın annesini
üzebileceği fikrine bile katlanamadığından, buna teşebbüs bile etmeyen, hatta,
yakın çevresine bakılırsa, izdivaç idesini aklından dahi geçirmeyen Ali Emiri
Efendi; egosu, kitapları ve anneciğinin oluşturduğu o çok özel kozmosunun
mahremiyetine, sadece kedilerin girmesine izin vermiştir. Evlenmemiş
kitapperestlerin, muhterem valideleriyle kurdukları bu tarz küçük cemaatlerin
demirbaşının ‘felis catus (felis domesticus)’ oluşu, evrensel bir durumdur. ‘Müzmin
bekâr ve kitapperest erkek; tapılmak raddesinde sevilen anne; çok zengin bir
kütüphane; kibrin ve ‘dünya yansa bir avuç otum yanmaz!’ müdanâsızlığının
tecessüm etmiş hali olan kedi(ler)’ dörtgeni, oldukça zengin bir anlam
dairesine referans verdiğinden, çok katlı alt okumalara da müsaittir. Bu
haliyle de bu sorunsal, müstakil bir çalışmanın (hatta, belki de bir doktoranın)
nesnesi olmayı ziyadesiyle hak eden bir husustur bana kalırsa.
6 – Ali Emiri padişahı uyarıyor, bunun üzerine Sultan Reşat Çanakkale Gazeli’ni yazıyor
Sultan Reşat bir şiir aşığı ve şair idi. |
Umumi Harp devam ederken, bir şiirsever ve şair olanSultan Reşat’a
gönderdiği bir mektupta, padişahı ‘Yüce ecdadınızın manzum eserlerinden
mürekkep hazinede size ait yer boştur’ şeklindeki uyarması, sultanı, Çanakkale
zaferini terennüm eden meşhur gazelini yazmaya teşvik eden en birinci amildi.
Günümüzün Türkçesiyle gazelin sözleri şöyledir:
5. Mehmed Reşad'ın meşhur Gazel-i Hümâyûnu'nun sözleri şöyle idi: 'Savlet etmişti Çanakkale’ye bahr ü berden / Ehl-i İslam’ın iki hasm-ı kavîsi birden // Lâkin imdâd-ı ilâhi yetişip ordumuza / Oldu her bir neferi kal’a-i pûlad-beden // Asker evlâdlarımızın pîşgeh-i azminde / Aczini eyledi idrak nihayet düşmen // Kadr ü haysiyyeti pâmâl olarak etti firâr / Kalb-i İslam’a nüfûz eylemeye gelmiş iken // Kapanıp secde-i şükrâna Reşad eyle duâ / Mülk-i İslâm’ı Hüdâ eyleye dâim me’men'.
Sultan Reşat'ın Gazel-i Hümâyûn'u Harp Mecmuası tarafından okurlarına armağan edilmişti. |
'İslâm’ın iki güçlü hasmı, Çanakkale’ye karadan ve denizden saldırmıştı. Ama ordumuza ilâhî imdad yetişti ve neferlerin her biri çelikten birer kale oldu. İslâm’ın kalbine girmek için gelmiş olan düşman asker evlâtlarımın azminin önünde aczini idrak ve kendi kıymeti ile haysiyetini de ayaklar altına alarak firar etti. Ey Reşad! Allah’ın İslâm mülkünü emin kılması için şükran secdesine kapanıp dua et' .
Sultan Reşat tarafından bizzat elle yazılmış Gazel-i Hümayûn'un,
dönemin önemli müzehhiplerince tezhip edildikten sonra basılmış bir sureti, Osmanlı Erkân-ı Harbiye Vekâleti'nin, Cihan Harbi başladıktan sonra Donanma Dergisi ile birlikte yayınlamaya başladığı iki önemli magazinden biri olan Harp Mecmuası'nın Çanakkale Savaşı ile ilgili bir sayısının eki olarak okurlarına armağan edilmişti. Bir magazin bilgisi ile bu bahsi itmam edelim: Bu şiir etrafında o sıralarda epeyce spekülasyon yapılmış, gazelin Sultan tarafından değil, dönemin önemli şairlerinden birisince yazıldığı ileri sürülmüştü (Murat Bardakçı, bknz. kaynakça).
Sultan Reşat tarafından bizzat elle yazılmış Gazel-i Hümayûn'un,
dönemin önemli müzehhiplerince tezhip edildikten sonra basılmış bir sureti, Osmanlı Erkân-ı Harbiye Vekâleti'nin, Cihan Harbi başladıktan sonra Donanma Dergisi ile birlikte yayınlamaya başladığı iki önemli magazinden biri olan Harp Mecmuası'nın Çanakkale Savaşı ile ilgili bir sayısının eki olarak okurlarına armağan edilmişti. Bir magazin bilgisi ile bu bahsi itmam edelim: Bu şiir etrafında o sıralarda epeyce spekülasyon yapılmış, gazelin Sultan tarafından değil, dönemin önemli şairlerinden birisince yazıldığı ileri sürülmüştü (Murat Bardakçı, bknz. kaynakça).
7 – Ali Emiri vs. Fuat Köprülü
= Osmanlı vs. Cumhuriyet = Doğu vs. Batı = Yerli vs. İthal
'Doğu' ve 'Batı' şeklinde kavramsallaştırılan entitelerin teması tarih boyunca problem alanları üretmiş, muhataralı ve gerilimli süreçlere kapı açmıştır. Ali Emiri Efendi'nin parçası olduğu gelenekçi dünyanın modernite ile olan sorunlu ilişkisini bu argümantasyon üzerinden okumaya çalışacağım.
Klasiğe ziyadesiyle yaslanan bir muhafazakar münevver olması hasebiyle, modernizm ve onun taşıyıcısı ve uygulayıcısı olan Batıcılar(Tanzimatçılar)’la arası hayatının hiçbir döneminde iyi olmadı Ali Emiri’nin. Bu duruşun, had safhada mücadeleci olan kişiliğiyle birleşmesi, ortaya, siyasi ve ideolojik muarızlarına, zaman zaman kahredici de olabilen şaşırtıcı bir asabiyetle saldıran ve bundan da görünür bir zevk alan bir varoluş biçiminin ortaya çıkmasına yol açıyordu. Bu vasfını, kendisine haksızlık edenlere (ya da, en azından, kendisine haksızlık ettiğine inandıklarına) karşı sergileyen Ali Emiri Efendi, bu gibi hallerde, şirazesinden çıkabiliyor ve giriştiği amansız polemik içerisinde bir ideolojik
taassubun dillendiricisi mevkiine düşebiliyordu.
Klasiğe ziyadesiyle yaslanan bir muhafazakar münevver olması hasebiyle, modernizm ve onun taşıyıcısı ve uygulayıcısı olan Batıcılar(Tanzimatçılar)’la arası hayatının hiçbir döneminde iyi olmadı Ali Emiri’nin. Bu duruşun, had safhada mücadeleci olan kişiliğiyle birleşmesi, ortaya, siyasi ve ideolojik muarızlarına, zaman zaman kahredici de olabilen şaşırtıcı bir asabiyetle saldıran ve bundan da görünür bir zevk alan bir varoluş biçiminin ortaya çıkmasına yol açıyordu. Bu vasfını, kendisine haksızlık edenlere (ya da, en azından, kendisine haksızlık ettiğine inandıklarına) karşı sergileyen Ali Emiri Efendi, bu gibi hallerde, şirazesinden çıkabiliyor ve giriştiği amansız polemik içerisinde bir ideolojik
Fuat Köprülü |
taassubun dillendiricisi mevkiine düşebiliyordu.
Ali Emiri’nin inatçı ve sert diskuru,
onun, en çok da Fuat Köprülü ile olan münasebetlerini karakterize eden bir
vasfıydı. Zirâ, Fuat Köprülü, Osmanlı düşünce hayatı, akademyası ve tarihçiliği
alanlarında, o güne değin asla dillendirilmemiş olan bazı yeni fikirleri,
üstelik de yepyeni bir üslûpla, fikir hayatına katmakta bir beis görmüyordu.
Ali Emiri Efendi’nin Fuat Köprülü’ye olan husumetinin arka plânını, mezkûr
‘muhafazakâr (yerli) vs. modernist (batıcı)’ dikotomisi üzerinden okumak, bu
bakımdan hakikatle mutabık bir teorik çözümleme metodu olarak gözükmektedir.
Bu bahsin başlığında kendisine yer açmış olan bir dizi eşitliğin (özdeşliğin) hülasası, aslında, Ali Emiri vs. Fuat Köprülü şeklinde formüle edilebilecek olan antagonizmadır. Entre parenthes belirtmeliyim ki; iki aydın arasındaki diyalojik ilişkiyi kuşatma hususunda; antagonizma terimi; bu metinle aynı dalga boyunu, ve, benzer koordinatları paylaşan anlam uzaylarının oluşturduğu bir ekosferde, dikotomi’ye göre daha ehildir.
İşte bu antagonist karşıtlık, Osmanlı harsına çok ciddi bir polemik mecrası kazandırmıştır. Mezkûr husus, yukarıda andığımız ‘Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası’ydı. Fuat Köprülü’nün, Osmanlı ilim kodlarını ve kültür problematiklerini, Batı Medeniyet Dairesinin dayattığı anlayışlar, enstrümanlar ve imkânlar üzerinden okumayı teklif eden cesur argümanlarının, ‘Milletin harsında yol açabileceği muhtemel tahribata karşı’ çıkarmıştır bahis konusu periyodiği Ali Emiri Efendi. Onun, iddiasının arkasında nasıl da bütün maddi ve gayrı-maddi varlık ve imkânlarıyla durduğunun nişanesi olan bu dergi; aynı zamanda da, fikri mücadele dairemizde, bir aydının, sadece ve yalnızca, bir başka aydına karşı çıkardı ilk ve tek periyodik olması bakımından da önemlidir.
İşte bu antagonist karşıtlık, Osmanlı harsına çok ciddi bir polemik mecrası kazandırmıştır. Mezkûr husus, yukarıda andığımız ‘Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası’ydı. Fuat Köprülü’nün, Osmanlı ilim kodlarını ve kültür problematiklerini, Batı Medeniyet Dairesinin dayattığı anlayışlar, enstrümanlar ve imkânlar üzerinden okumayı teklif eden cesur argümanlarının, ‘Milletin harsında yol açabileceği muhtemel tahribata karşı’ çıkarmıştır bahis konusu periyodiği Ali Emiri Efendi. Onun, iddiasının arkasında nasıl da bütün maddi ve gayrı-maddi varlık ve imkânlarıyla durduğunun nişanesi olan bu dergi; aynı zamanda da, fikri mücadele dairemizde, bir aydının, sadece ve yalnızca, bir başka aydına karşı çıkardı ilk ve tek periyodik olması bakımından da önemlidir.
Sert polemiklerin yanı sıra,
nadiren şiir gibi edebi eserlere de yer veren dergi, çok az sattığı için Ali
Emiri tarafından finanse ediliyordu. İstanbul’un işgal altında olduğu verili
konjonktürde, yayıncısı, fon sağlayabileceği saray, yabancı ülke elçilikleri,
ya da dini misyonlardan hiçbirisini sürece dahil etmeyi uygun görmediğinden,
kaynakları tükendiği noktada, adeta ‘nerede trak, orada bırak!’ anlayışı
çerçevesinde, dergisini kapatma kararı almıştır. İmparatorluğun can çekiştiği
bir sırada, özgün gündemini inşa edip, kendi (dar ve rafine) okurunu yaratan,
muhatabı olan bir avuç aydının serebral korteksinde neden olduğu entelektüel
elektriklenmelerle, onların münevverane tatmin hislerinin ve bunların nörolojik
düzlemde karşılığı olan adrenalin ve türevi keyif verici ve ödüllendirici
kimyasallarının tavan yapmasına neden olan kavgacı fikir ve polemik dergisi, gökyüzünde
görülmesinin hemen ardından kayboluveren bir kuyruklu yıldız misali, varlık
sahnesinden çekilivermişti sanki.
Öte yandan, varlık sahnesinden
çekilenin, salt, Ali Emiri’nin mütevazi dergisi olduğu mezkûr okuması, aslında
son derece de eksiktir. Bu okumanın hakikatle mutabakatı o denli zayıftır ki,
bunun zahiri bir doğruluk değeri taşıdığından bahsetmek bile ilmen sakat bir
argüman serdetmektir. Bu naif okumanın şal olup üzerini kapattığı batındaki
hakikat; esasen, bütün görüngüleriyle, palas pandıras tarih sahnesinden inmeye
zorlananın, Osmanlı İmparatorluğunun bizatihi kendisi, eski düzenin birebir ana
gövdesi olduğudur. Mezkûr dergi, aysbergin su yüzündeki parçası bile olamayacak
kadar önemsiz bir ayrıntıydı.
‘Doğu Ufku’nda, Ali Emiri Efendi-‘Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası’-2.
Abdülhamit gibi ‘Yerli’ unsurlarla, onların anlam dünyaları ve kabulleri ufuk
çizgisinin altına doğru göçerken; ‘Batı Ufku’nda ise, Fuat Köprülü Bey’in, yeni
rejimle, cumhuriyetle ve onun eyleyicileriyle birlikte yapacaklarının önlemeyen
yükselişine şahit olunacaktır artık. Fuat Köprülü’nün, ahfadı olduğu
‘Köprülüzade’ soyunun, Osmanlı İmparatorluğunu yaşatmak için ortaya koyduğu
kayda değer gayretleri bilenler, onun, ortaya çıkan bu yeni resimde, mezkûr
soydan gelen üstün vasıflara ve akli melekelere haiz birisinin, geleneğin
karşısında ve ‘Batıcı modernleşme’nin yanında yer alış şeklindeki boy
gösterişini, köklü bir sürecin, tekamülünün belli bir evresinde, kendi kendisini
inkâr etmesi, ya da, kendisinin tam manasıyla zıddına dönüşmesi olarak değerlendirebilir
hiç kuşkusuz.
8 – ‘Sureti fotografisinde
zaptolunanın ruhuna ne haller olur?’
Kadim inanç ve kültürlerin, geleneksel sosyal yapıların mensupları, özellikle fotoğrafın erken döneminde, bu teknolojiye şüpheyle yaklaşmışlardı. |
Bu tavrın, bu metnin bünyesinde
kendine yer bulacak olan tezahürü pre-modern zihin-algı ile fotoğraf çektirmek
arasındaki rabıtadır. Varlığı ruh-madde, malzeme-bilinç, iç dünya-dış dünya
diye kompartımantalize eden, ve bu ayrımların arasına da adeta Çin Seddi
örerek, icat ettiği bu antagonist dualizmi mutlaklaştıran; bunun doğal bir
sonucu olarak da, kutsalı dünyadan kovalayarak gökyüzüne öteleyen, böylelikle
de onu aşkın (müteal-transandantal-metafizik) bir inanç nesnesi kılan modern-aydınlanmacı-pozitivist
anlayış için fotoğraf çektirmek sadece ‘fotoğraf çektirmek’tir.
Bu operasyonun, basitmiş gibi
görünen bu ameliyenin, varoluşu bütüncül (holistik) kavrayan, kozmosu monist
bir açıdan yorumlayan kadim-geleneksel bir zihin için ifade ettiği anlamlar ise
çok daha karmaşık ve problemlidir. O, fotoğraf kâğıdı üzerinde somutlaşan
görüntüsünün de salt maddeden ibaret olmadığına; onun da, malzemeye aşkın olan
bir çeşit ruhu olduğuna; ya da, kendi ruhundan bir parça taşıdığına; veyahut
da, kendi ruhunun bütünüyle fotoğraf üzerine naklolduğuna inanır. Bahse konu
zihinde-algıda, ruhtan soyutlanmış ve tek başına varlık sahasına çıkmış olan bir
suretin, salt görüntüden ibaret olan iki boyutlu bir simülasyonun yeri yoktur
anlayacağınız.
Özellikle de hayatının son 30
yılında, o sıralarda Osmanlı coğrafyasında, suretini gelecek nesillere bir
karanlık kutu marifetiyle miras bırakma pratiği çok popüler olmasına karşın, Ali
Emiri Efendi’nin, bir poz fotoğrafını bile çektirmemiş olmasını, onun, yukarıda
kuşatmaya çalıştığım kadim kaygı ve tercihlerle hareket etmiş, bir diğer
deyişle, ‘sureti fotografisinde zaptolunanın, ruhuna ne haller olur?’ endişesiyle
davranmış olmasıyla irtibatlandırmanın aşırı yorum olmayacağını sanıyorum.
Bu bahsi, Ali Emiri Efendiye ait olan yegâne görsele dair muhtasar bir izahat ile itmam ediyorum: Okunulan metnin üstünde yer alan renkli Ali Emiri portresi, Süheyl Ünver Üstadın kara kalemle gerçekleştirdiği yukarıdaki desen esas alınarak Ahmed Yakupoğlu tarafından yapılmıştır.
9 - Bibliofillik ile bibliomanyaklık arasındaki o ince kırmızı hat
aşılmaya görsün…
Nadide, özellikle de yazma eserlere
meftun olmak, tetiklediği ödül mekanizmaları ve bunun sonucunda da, bünyeye
pompalanmasına neden olduğu (doğal endorfinler gibi) had safhada keyif verici
enzimler yüzünden, insanda tam bir bağımlılık-tiryakilik hali yaratan
uğraşıların başında gelir. Bahse konu bağımlılığın yol açtığı hâl, insanın üst
benini (süper-ego) iptal eden, id’inin (ilkel olan alt benliğinin), ve hatta,
kimi zaman da, ‘r-kompleksi’nin (sürüngen refleksi de denilen en agresif, en
hayvani yanının) benliğine-kişiliğine hakim olmasına yol açabilen bir beladır.
Bu belâ, insanı bazen kontrolden (zıvanadan) çıkarır, bazen de çıldırtarak,
insanlık familyasının dışına bile atabilir.
Ali Emiri işte böylesi bir
entelektüel bağımlılığın, bu bağlamdaki bir münevverane tiryakiliğin pençesine
duçar olmuş idi. Bir diğer deyişle o, gerçek bir bibliyofildi. Aklına düşen bir
eseri (özellikle de o eser yazma ise) ve evrakı elde etmek için denemeyeceği
metot, girişmeyeceği teşebbüs yoktu. Dolaştığı memleketlerde, değerli eserlerin
müellif nüshalarını (yazarın bizzat kendisi tarafından elle yazılan suretini) toplamak
için (maddi ve manevi) olağanüstü gayretler sarf etmesi, onun karakteristik
özelliklerindendi. Kitap peşindeki mesaisi sırasında, bibliyofilliğinin zaman
zaman bibliyomanyaklık sınırlarını zorlar hale geldiği de olmuştur. Yanya’da
görevliyken aldığı nadir bir Arapça eserin 2. cildinin Yemen’in başkenti
Sana’da olduğunu öğrenmesiyle birlikte, Babıali’ye dilekçe vererek Yemen’e
tayinini istemesi, bu haline bir örnek olsa gerektir.
Peşinde olduğu nadir bir (yazma)
eseri satın alamadığı durumlarda, Ali Emiri, hemen her yola başvurarak onu ‘bir
şekilde’ ödünç alıyor, akabinde de kopya ederek sahibine geri veriyordu. Onun bizzat
yazdığı (müstensihi olduğu) 750 civarındaki el yazmasının, Millet
Kütüphanesinin raflarındaki yerlerini alması, işte böylesi hırsların, çabaların
ve mesailerin sonucu gerçekleşmiştir.
Okumadığı zamanlarda ya kurduğu
Millet Kütüphanesinde, ya da, her biri can dostu olan sahaflarda konumlanmış
olan üstat; vefat eden bir kitap dostunun terekesinin nereye düşeceğine dair
yaptığı isabetli tahmin ve arkasından da, adeta ‘anında kitapların başında
bitivermesi’yle herkesi şaşırtır ve ‘Ali Emiri, Beyazıt’taki nadir eserin
kokusunu, taaa Diyarbakır’dan alır’ şeklindeki latifelerin odağına otururdu.
Abdülhamit’in Muhacirin Komisyonu
1. azası Rıza Paşa, ya da Hazine-i Hassa muhasebecisi Halis Efendi kitap
toplamak hususundaki en büyük rakiplerindendi. Almayı düşündüğü, lakin elde
edemediği nadir bir eser bunların eline geçerse, yerinde duramaz, hasedinden
çatlar ve demediğini bırakmazdı.
Bibliyomanyak'ın hayatının merkezinde sadece kitap vardır. |
Tarihin kaydettiği en namlı, en
önemli koleksiyonerlerden (meşhur biblio-manyaklardan şeklinde de okunabilir) Kont
Astreler’in 52,000 ciltlik devasa bir kitaplığı vardı. Kitaplarının neredeyse
tamamı çok nadir ve değerli olan Kont cenaplarının, varlığını kitaplara hasreden
birisi için çok sıra dışı sayılacak bir özelliği vardı: kont ümmiydi ve ömrü
hayatında da bir satır bile okuyamamıştı.
Bir başka patolojik koleksiyoncu
vakası da Don Vensan’ın kitaplar uğrunda yaptıklarıdır. Don Vensan, işi,
mezatta almak istediği kitabı kaptırdığı en samimi arkadaşını, arkadan vurarak
öldürecek kadar ileri götürmüştü.
Bahsettiğim örneklerdeki patolojik
ve kriminal unsurlar dikkate alındığında, Ali Emiri Efendinin iflah olmaz
bibliyofilliğinin, onların yanından bile geçemeyecek denli masumane ve kabul
edilebilirlik sınırları içinde kaldığı, bu yüzden de, bu tutkunun,
bibliyo-manyaklık şeklinde tavsifinin yanlış olacağı teslim edilecektir diye
düşünüyorum. Öyle ya, zerrece anlamadığı eserlere bir ömür adamak, ya da, onların
uğruna cinayet işlemenin yanında, Ali Emiri Efendinin yaptıkları olsa olsa masum
huysuzluklar derekesinde kalır ki, bu durumda da bize, ‘bu kadar kusur kadı
kızında da olur’ demekten başka bir tavır yakışmaz doğrusu.
İmparatorluğun bir ucundan diğerine
koşuşturmak şeklindeki memuriyet hayatının temposu onu çok yoruyor ve canından
aziz bildiği kitaplarıyla yeterince uğraşamıyordu. Bu yüzden de, Halep memuriyeti
sırasında istifa eden Ali Emiri, kitaplarını toplayarak payitahta dönmüştü. O
günden ölümüne değin geçen zaman zarfında, 1.5 yıllık Yemen memuriyeti dışında,
resmi görev almamış, epeydir plânladığı üzere, sadece kitapları ve
kütüphanesiyle uğraşmıştır.
O zamanın bibliyofillerini,
günümüzün modernist (post-modernist tabiri buraya daha mı uygun düşüyor ne?)
kitap tutkunlarından ayıran en önemli özellik, Ali Emiri ve onun ayarındaki
Osmanlı kitapperestlerinin, çok kuvvetli bir hafızaya sahip olmaları ve
yüzlerce, hatta, binlerce eseri, satır satır, dize dize ezberlerine
alabilmeleriydi. Ali Emiri’nin ezberindeki beyitlerin 100,000 ilâ 200,000
arasında olduğu söylenir. Bu evsaftaki bibliyofillere ‘ayaklı kütüphane’
denmesinin nedeni, onların kitaplarını sadece kitaplıklarında değil, aynı
zamanda beyinlerinde-belleklerinde de koruma altına almış olmalarındandır.
10 - Milletin verdiği maaşlarla alınanlar Millet Kütüphanesi eliyle
yine milletin olmalıdır
Millet Kütüphanesi |
İbnü’l-Esir’in ‘El-Kamil Fi’t
Tarih’de ‘Şarkın Sultanı’ Selahaddin Eyyubi’nin Haçlıları Hittin’de yendikten sonra
Diyarbakır’a geldiğini, ardından da kentin alimlerini ve zengin
kütüphanelerinden derlediği binlerce değerli el yazmasını yanına alıp Mısır’a
Ehl-i Sünneti hakim kılmaya gittiğini okuyan Ali Emiri Efendi, daha o sıralarda
çok zengin bir kütüphane kurmanın, bu suretle de İslam Milletine hizmet etmenin
hayallerini kuruyordu. Emiri’nin bundan sonra artık yegane hedefi vardır: Nadir
yazmaları, özellikle de Hanedana ait olan orijinal eserleri her ne pahasına
olursa olsun toplamak ve milletine mal etmek.
Fatih’teki Feyzullah Efendi
Medresesinde 1916’da kurduğu Millet Kütüphanesine,16,500 nadir ve kıymetli
eserden oluşan özel kitaplığını vakfeden Ali Emiri, bu suretle de hayatının en
büyük emeline erişmiştir artık. Mütareke yıllarına gelindiğinde (1918-1922),
Ali Emiri, yaptığı yeni satın almalar ve hayırseverlerin yaptığı bağışlarla kütüphanesini
daha da zenginleşmiştir. Millet Kütüphanesi, mevcudundaki gerçekten nadir,
hatta bir kısmı unique (dünyada biricik) olan eserleriyle, alanında, sadece
İstanbul’un değil, bütün dünyanın en önemli ihtisas kitaplıklarından birisi
haline gelmiştir.
Tam bu sırada, 1920’de Fransız
işgal kuvvetleri komutanı, ki İstanbul’daki yabancı misyon şefleri içinde en
itibarlılardandır, bizzat Millet Kütüphanesine giderek Ali Emiri’ye şu teklifi
yaptı: ‘Kitaplarınız için size 3,000 İngiliz Lirası (o zaman için çok ciddi bir
servet olan bu tutar, 30,000 Osmanlı Lirasına bedeldi) ödeyeceğiz. Onlar için
Paris’in en mutena semtinde kuracağımız bir Şarkiyat Enstitüsünün başına müdür
olarak sizi geçireceğiz. Ömür boyu bu işi yapacak ve dolgun bir maaş
alacaksınız. Müslüman hizmetliler ve Bolulu aşçılar maiyetinizde olacak, tek
kelimeyle ‘yaşayacaksınız’.
Ali Emiri Efendinin cevabı sert,
net ve kısadır: ‘Bu kitapları milletimin bana verdiği maaşlardan aldım. Onlar
benim değil milletimindir. Bu teklifi ben duymadım, siz de tekrarlamayın. Aksi
takdirde bastonumu kafanızda kırarım!’
11 – ‘Kütüphane Dervişleri’
Ali Emiri gibi bibliyofiller, kütüphanede
çalışanlarının, kitap aşığı olması gerektiğine inanır. Bu da yetmez, yanı sıra
dervişane yaşamaları, kitapseverlere daima yardımcı olmaları, kütüphaneyi
evlerinden öte, bir nevi ibadethane olarak kabul etmeleri de icap eder.
‘Kütüphane Dervişleri’ tabiri
caizse, hayatın diğer veçhelerinden, gündelik maişet derdinin ‘harala
gürelesinden’ kitaplara sığınan tiplerdir. Bunlar, kitap gibi yaşar, kitapların
içinde yaşar, kitaplar için yaşarlar. Kitaplardan faydalanmak isteyenlere de
canı gönülden hizmetle mükelleftirler. Zira, ‘Kütüphane Dervişleri’ bilirler ki
kütüphaneye gelenler ‘aşık’, aradıkları kitaplar ise ‘maşuk’tur. Kütüphane
Dervişlerinin vazifesi aşık ile maşuk arasındaki muhabbetin tesisini
kolaylaştırmak ve ‘müşterek bir zevk hali’nin oluşmasına hizmet etmektir.
Kuzey Amerika, Avrupa, Rusya ve
Japonya’da kütüphane çalışanlarının kondisyonu, ‘kitaplık dervişi’yle tam
örtüşmese de, yine de, kitaplardan faydalanmak isteyenleri memnun edecek
düzeydedir. Ülkemizdeki durum ise ne yazık ki tam bir faciadır.
Kütüphanelerimiz 1960’ların sonundan bu yana geçen yaklaşık 45 yıl boyunca, her
geçen gün, ne yazık ki, daha da kötüye gitmiştir.
Bunun en önemli nedeni, kütüphane
çalışanlarının büyük kısmının kitaptan, kitap okumaktan ve kitap okuyanlara
hizmet etmekten hoşlanmamasıdır. Diğer birçok yapısal-köklü-tarihi handikapla
da birleşerek, kitap sevgisine karşı adeta yok edici bir ‘voltran’ oluşturan bu
husus, kütüphanelerimizin, bir nevi, ‘ziyaretçisi olmayan mabed’ler olarak
temayüz etmesinin en göze çarpan nedenlerindendir.
Kütüphane çalışanlarımızın, Ali
Emiri Efendi gibi bibliyofillere hakim olan ‘kütüphane dervişi’ kipinde
yaşamalarını ummanın, beklenti çıtasını çok yukarıya koymak olduğunun
farkındayım. Lâkin, çok değil, 9 yıl sonra, 2023’te, dünyanın en ileri 10
ülkesinden birisi olacağı iddiasını dillendiren bir ülkenin kütüphanecilerinin
de, günümüzdeki cari hallerinden çok daha
ileri-kaliteli-eğitimli-istekli-motive bir düzeyde olmalarını ve hiç olmazsa
Yeni Zelanda, Kanada, İsveç ya da Avusturya kütüphanecileri ayarında hizmet
üretmelerini beklemek de hakkımız olsa gerektir.
12 - Bazı kişilik özellikleri
Saman alevi gibi parlayan bir
öfkeye sahip olan Ali Emiri, fikren karşıt olduklarıyla giriştiği polemikler ve
kendisine haksızlık edenlere karşı sergilediği tutumlar dışında, son derce de
nazik ve mültefit biriydi. İltifata ise hiç ama hiç dayanamaz; hele de
pohpohlanmaya bayılırdı. ‘Emir-i Mülk-i Sühan’, Üstad-ı Azam’, ‘Fazıl-ı
Muhterem’ gibi abartılı hitaplar onun en ziyade meftunu olduğu yaklaşımlardı.
Hele de bunlar, şayet, mevki makam sahibi kişiler, alim, edip ve ulemadan eşhas
tarafından dillendirilmişlerse, Ali Emiri Efendi adeta çocuklar gibi sevinir ve
bu hitapları olabildiğince çok kişiyle paylaşırdı.
‘Hafız-ı Kütüp’ ve ‘Kütüphane
Müdürü’ gibi dönemin yaygın tabirleriyle başı oldum olası hoş olmamış olan
üstat, kendisine ‘kütüphane nazırı’ denmesini tercih ederdi. ‘Millet
Kütüphanesi Nazırı’ ibaresini içeren gösterişli mührünü bütün resmi
yazışmalarında kullanmaktan hususi bir haz alan Ali Emiri için yegâne alış
veriş olayı kitap almaktı. Bunun dışında, evine bir gün bile bir somun ekmek
almadığı, ya da bunu becerecek pratiklerden yoksun olduğu, hakkında speküle
edilen anekdotlardandır.
Haftanın belirli 3 gününde sahaflara
uğrayan Ali Emiri Efendi, her biri çok samimi dostu olan sahaf esnafının onun
için özel olarak ayırdığı eserleri toplar, akabinde de, bunların üzerinde
çalıştıktan sonra, onları Millet Kütüphanesi’nin kartotekslerine ekleyerek,
mezkûr kütüphanenin ilgili rafındaki yerlerine transfer ederdi. Sahaflara
yaptığı programlı ziyaretlerinden eli boş döndüğü gün çok mutsuz olan Ali Emiri
Efendi, koleksiyonuna ekleyeceği anlamlı bir eseri bulamamanın yol açtığı
stresin tetiklediği sert bir migren atağının pençesine düşerek dönerdi evine.
13 - Divan-ı Lügati’t-Türk’ü keşfetmesi Ali Emirinin en büyük
hizmeti olmuştur
Türk kültürünün başyapıtı sayılan Divân'ı
Lügât-it Türk'ü dünyaya kazandıran Ali Emiri efendi olmuştur. Bu benzersiz ve
paha biçilemez kıymetteki eserin Ali Emiri tarafından keşfi neredeyse polisiye
filmlerine konu olacak cinstendir.
Hadiseyi kamuya mal eden Muallim
Kilisli Rıfat Bilge’dir. Rıfat Bilge, Eylül-Ekim 1945’de Yeni Sabah’ta tefrika
ettiği yazılarında, bu enteresan keşif olayını ayrıntılarıyla aktarmıştır.
Mezkûr kitabın varlığı ve içeriğine
dair tafsilat, asırlardır, adeta bir efsane gibi, kulaktan kulağa aktarılmış
olmasına karşın, Türk-Osmanlı medeniyet havzasında, bu anıtsal eserden ilk
bahseden Katip Çelebi olmuştur. Onun, Keşfü’z zünun isimli önemli eserinde,
Kaşgarlı Mahmut’un, Türkçe’nin hem bilimler, hem sanatlar ve hem de gündelik
konuşma bağlamında Arapça’dan geri olmadığını ispatlamak adına kaleme aldığı
eserinin içeriğinden bahsetmesi, onu tetkik etmiş olduğu şeklinde
yorumlanmıştır.
Katip Çelebi’den neredeyse 300 yıl
sonra, bu eseri görmek, görmekle de kalmayarak, satın alarak Türk kültür
dünyasına kazandırmak Ali Emiri Efendi’ye nasip olmuştur.
Üstat, sahaflara uğradığı bir gün, mûtat olduğu
üzere, Sahaf Burhan’a uğrar. Ali Emiri Efendi ‘Bir şeyler var mı?’ diye sorunca
sahaf ‘Bir kitap var ama sahibi 30 (altın) lira istiyor’ der. Ali Emiri ‘aman
ne diyorsun, bu bir servet, o paraya eli yüzü düzgün bahçeli bir ev alır insan!
Neymiş bu, kiminmiş, kim satıyormuş?’ diye feveran edince, sahaf Burhan Bey,
olayın ayrıntılarını paylaşır: ‘Bu kitap 1 haftadır bende. Yüklüce bir paraya
Maarif Nazırı Emrullah Efendiye satarım diye düşünüyordum. Ona götürdüm. O da
ilmi encümenine havale etti. 1 haftalık tetkikten sonra 10 lira teklif ettiler.
‘Kitap benim değil, başkasının ve 30 liradan aşağıya da satmıyor’ deyince ‘Biz
o paraya bir kütüphane alırız, istemiyoruz, al kitabını’ diye iade ettiler’
Lügat'taki meşhur harita. |
Yaptığı kısa tetkikat sonunda,
elindeki kondisyonu yorgunca, sayfaları ise dağılarak sırası karışmış halde
olan eserin Divan-ı Lügat’it Türk olduğundan artık iyice emin olan üstat,
kendisine satmaya çalıştığı eserin, dünyada eşi benzeri olmayan bir kültür
hazinesi olduğunu anlamaması için, sahafa alabildiğine sakin gözükmeye
çalışmakta, bir taraftan da, sayfalarını çevirdiği yazmayı, satın alma kararı
vermiş bütün bibliyofillerin standart tavır olarak sergiledikleri ‘değersizleştirme-itibarsızlaştırma’
operasyonuna tâbî tutmaktaydı:
20. asrın başlarında Beyazıt'taki Sahaflar Çarşısı'nda bir sahaf tezgâhı. |
Ali Emiri’nin ilgisinden memnun,
ancak, onun fiyat kırma tutumunda da rahatsız olan sahaf, kitabı konsinye
olarak elinde tuttuğunu, 30 liradan bir kuruş aşağıya satmaya mezun olmadığını,
bu meblağı veren olmazsa, onu sahibine iade edeceğini söyleyerek devam eder
sözlerine:
‘Kitap, Maliye Nazırı Vani
Oğullarından Nazif Paşa’nın ailesinden yaşlı bir hanıma aitmiş. Sıkıştığı için,
Paşanın tembihi üzerine ve onun biçtiği bedelle, 30 liraya satmak istiyormuş.
Dediğim gibi, 29 altın lirayı bile kabul edebilecek durumda değilim’.
Lâkırdısının burasında, adeta ‘kifayet-i pazarlık’ dercesine kitaba doğru hamle
eden sahaf Burhan’ın bu kararlı tutumu, dünyaca ünlü bibliyofil Ali Emiri
Efendi’nin anında taktik değiştirmesine neden olur.
Üstat, ‘işte şimdi işin rengi
değişti’ diyerek, çok nadir ve çok kıymetli bir yazmayı ele geçirmenin
arifesinde her daim yaptığı üzere tulûata başlar: ‘muhtaç, yaşlı ve yalnız bir
kadına yardım hem şer’en, hem de beşeren vazifedir, öyle değil mi ama? Evet,
pahalı mahalı, ama, ne yapalım, Osmanlıya hızmet etmiş bir paşazadeye yardım
etmiş olmak için bile almak lâzım bu yorgun ve meçhul kitabı, öyle değil mi
mirim? Peki öyleyse, borca girmek pahasına alıyorum onu, bana başka çıkar yol
bırakmadın zirâ’.
Lâkin, üzerinde sadece 10 (altın) lira
vardır. Kitabı bırakarak parayı tedarike gitse Burhan Beyin onun bu yokluğunda
tamahkârlık edip, onu, kıymetini bilen birisine daha pahalıya satabilme
ihtimali gözden ırak tutulmaması gereken bir tehdittir. Öyleyse, bu riskli yol
tercih edilmemeli, kitabı asla elinden bırakmamalıdır. Sahaf Burhan, veresiye
kitap veren esnaftan olmadığından tek yol kalmaktadır. Ali Emiri Efendi kitap
elinde dükkânın kapısına çıkar ve duaya başlar: ‘Allah’ım, ne olur dostlarımdan
birisi şimdi buradan geçsin ve beni bu müşkül vaziyetten kurtarsın’.
‘Allah yüzüne bakar’, duası kabul
olur ve, 1-2 dakika içinde, ahbabı, eski Darülfünun edebiyat muallimi Faik
Reşat Bey dükkanın önünden geçiverir. Ondan 20 lira borç ister. Dostunda 10
lira vardır, onu alır ve hocayı bakiye 10 lirayı bulması için ikna eder. Parayı
tedarik eden Faik Reşat Bey kısa zamanda döner ve ödeme tamamlanır. Satıcının
talebi üzerine 3 lira da bahşiş bırakılır.
Türk fikir hayatının şah eseri, 'Baş
Yapıt (Opus Magnum)'ı artık bulunmuştur ve Ali Emiri Efendinin ellerindedir;
diğer bir deyişle, emanet artık ehlindedir.
Ali Emiri elde ettiği bu muhteşem
zaferden öylesine sarhoş olmuştur ki, önüne
gelene olayı anlatır. Kitabın epeydir peşinde olan bir başka zat ise, dönemin güçlü simalarından, Türkçülüğün teorisyeni Ziya Gökalp (1876 - 1924)’tir. Koşa koşa Ali Emiri’ye giden Gökalp; kendisinden zerrece haz etmeyen üstadın çok soğuk ve adeta istiskal eden tutumu üzerine, darılarak ayrılmak zorunda kalır. Kitabı, piyasada dolaşan söylentilere göre 30 (altın) lira olan maliyetinin100 misli, hatta 500 misline satın almayı kafasına koyan dönemin muktedirlerinden Gökalp, kitabı görmeye bile muvaffak olamamıştır.
gelene olayı anlatır. Kitabın epeydir peşinde olan bir başka zat ise, dönemin güçlü simalarından, Türkçülüğün teorisyeni Ziya Gökalp (1876 - 1924)’tir. Koşa koşa Ali Emiri’ye giden Gökalp; kendisinden zerrece haz etmeyen üstadın çok soğuk ve adeta istiskal eden tutumu üzerine, darılarak ayrılmak zorunda kalır. Kitabı, piyasada dolaşan söylentilere göre 30 (altın) lira olan maliyetinin100 misli, hatta 500 misline satın almayı kafasına koyan dönemin muktedirlerinden Gökalp, kitabı görmeye bile muvaffak olamamıştır.
Gördüğü muameleyle onuru kırılsa
da, Lügat için yeni hamleler peşinde olan Gökalp, bu kez de, Ali Emiri’nin
hatırını kıramayacağı 2 çok önemli zatı, üstadın baba dostu olan Diyarbakır mebuslarını
aracı yapar. Ama nafile, onlar da kitabu
bile göremeden ayrılırlar üstadın evinden.
Ali Emiri’nin ardından, ulemadan
kitabı ilk gören Muallim Kilisli Rıfat Bilge’dir. Rıfat Bilge Emiri’nin evinde
2 ay boyunca hummalı bir çalışmaya girişir, eserin dağılmış sayfaları toparlar,
onları sıraya sokar. Bu operasyon sonunda, kitabın tamam olduğu ortaya çıkar.
Lügat için, başta İngiltere,
Fransa, Almanya ve Macaristan merkezli olmak üzere, çok sayıda yabancı enstitü,
üniversite ve vakfın, 100,000 (altın) liraya kadar teklif götürdükleri, ancak,
her seferinde, Ali Emiri Efendi’nin ‘olmazzz, zirâ, atık o Millet
Kütüphanesinin bir parçasıdır ve milletime aittir!’ diyerek, teklif sahiplerini
kovaladığı şeklindeki iddia, döneminin en gözde dedikodularından birisi olarak
dilden dile aktarılmıştır.
Kitabı satmaya kimselerin razı
edemediği Ali Emiri Efendi, araya sadrazam Talat Paşa girince, hiç olmazsa,
lügatin basılmasına muvafakat verir. Bu suretle de, Türk kültür hayatını
sonsuza kadar değiştirecek olan, asrın değil, bin yılın buluşu, en anlamlı ve en
doğru şekilde değerlendirilmiş, ve, Türkçenin gramer ve kamusu, kendisini ana
dil bellemiş milletiyle bir daha ayrılmamacasına kenetlenmiştir.
14 – Kâşgarlı Mahmud ve asarı
Yeri gelmişken, Kâşgarlı Mahmud'a ve asarına dair muhtasar da olsa, bilgi veren bir parantez (bahis) açmakta fayda mülâhaza ediyorum.
Hem kendi asarında ve hem de çeşitli kaynaklarda yer alan bilgilere bakılacak olursa o, esas olarak XI. yüzyılda yaşamış; Mâverâünnehir muhitinde ve Karahanlı kültür dairesindeki medreselerle, ilme ve maarife dair diğer müesseselerde gerçekleştirilen yüksek tedrîs ile, dönemin ulemasının eserlerinin lisanının Arapça olması karşısında, Türkçenin yeterliliğini savunmak maksadıyla, Türk dilinin ilk sözlüğü olan Dîvânü lugāti’t-Türk’ü ve yine Türkçenin ilk gramer kitabı olan Kitâbü Cevahiri'n-nahv fî lugâti't Türk'ü telif etmiş, asarı bize intikal eden bilinen ilk Türk kökenli Türk dili araştırmacısıdır. Kâşgarlı olarak anılsa da, doğum yeri aslında Barsgan'dır.
Doğum ve ölüm tarihleri hakkında çeşitli rivayetler ve kayıtlar mevcuttur. Buna göre o 1008 ilâ 1038 yılları arasında doğmuş, uzunca bir hayat yaşadıktan sonra 1090 ilâ 1126 tarihleri arasında vefat etmiştir. Sasanilerin hüküm sürdükleri coğrafyada fetihler gerçekleştiren soylu bir sülaleden, dönemin emirlerinden gelen Kâşgarlı Mahmud, ailesine yönelik bir katliamdan kaçarak 1057'de Bağdat'a siyasi sürgün olmuştur. Ardından Türkçenin çeşitli lehçelerinin konuşulduğu coğrafyalarda uzun boylu tetkikler yaparak notlar almış ve 1077'de tekrar Bağdat'a giderek eserini orada vücuda getirmiştir. Türkçeye ve Türk kültürüne olan benzeri olmayan hizmetleri, onun başta Kırgızlar, Türkmenler, Kazaklar ve Uygurlara mensup olan onlarca Türkik kavim olmak üzere, Türk aleminin hemen her boyu tarafından sahiplenilmesine neden olmuştur.
Yukarıda zikrettiğim Türkçenin kurallarına ve gramerine dair bilinen ilk eser olan Kitâbü Cevâhiri'n fi lugâti't ne yazık ki kayıptır. Öte yandan, sözlükte kendisine yapılan atıflar sayesinde, bu esere dair, sınırlı da olsa, bilgimiz vardır. Her iki eserin gerçekten çok zorlu olduğu anlaşılan yazılma süreçlerinin arkasındaki motivasyonun, Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun yükselme devrine tekabül eden bir ideolojik ve kültürel hegemonya inşaasına katkı vermek olduğu sanılmaktadır. Kâşgarlı Mahmud'un Hz. Muhammed'in hadislerine atıfla Türklüğü yüceltmeye çalışması, Türklerin nizâm-ı âlem'i sağlamak hususunda tarihi bir misyon sahip olduklarının altını çizerek 'fezâil-i Etrâk' literatürünü zenginleştirmesi bu çerçevede ele alınınca yerli yerine oturmakta ve anlam kazanmaktadır.
D'ivân, kelimelerin sadece karşılıklarını vermek ve yeri geldikçe de bazı gramer kurallarına işaret etmekle yetinen bir eser değildir. O, Türklerin kültür, etnoloji, etnografya, folklor, mitoloji, coğrafya, töre, atasözleri, edebiyat, felsefe, spor, yeme - içme kültürü, tababet, famakoloji gibi hayatın hemen her alanındaki entelektüel mirasına dair olan çok zengin bir varlık alanını kuşatan bir Türkiyat ansiklopedisi mahiyetindedir. Öte yandan, Dîvân'da yer verdiği şiirler, Kâşgarlı Mahmud'un hem iyi bir şair ve hem de titiz bir şiir derleyicisi olduğuna hükmetmemize neden olacak vasıflardadır.
Muhitinde ne halefi ve ne de selef olmayan; aniden ve birdenbire, adeta 'uzaydan düşmüş'çesine, Türk ilinde beliriveren Kâşgarlı Mahmud, Batı Medeniyet Dairesi'nde bile örneklerine ancak asırlar sonra rastlanabilecek olan bir mukayeseli diller uzmanıdır.
Kâşgarlı Mahmud için açtığım bu parantezi, onun kayıp eseri olan Türkçenin ilk gramer kitabı Kitâbü Cevahiri'n-nahv fî lugâti't Türk'ü, her nerede ise, oradan bulup çıkaracak yeni bir Ali Emiri'nin bir an evvel çıkmasını yürekten dileyerek tamamlıyorum.
15 - Diz çök şimdi önünde
Emiri Efendi’nin
Bu etüdü, kendisi de bir bibliyofil
olan yazarının, tarihimizin en büyük bibliyofilinin önünde, Yahya Kemal Beyatlı’nın,
‘Eski Şiirin Rüzgârıyla’ adlı eserindeki Ali Emiri Efendiyle ilgili dizelerini
paylaşarak sergilediği ihtiram duruşuyla kapatalım:
Muhtaç isen füyûzuna eslâf pendinin
Diz çök şimdi önünde Emiri Efendi’nin
Âmid, o şehr-i nur, öğünsün ile’l-ebed
Fazl-ü faziletiyle bu necl-i
bülendinin
İklim-i Rûm’u gezdi otuz yıl taraf
taraf
Bir maksadıyle tab’-ı nefâ’is-pesendinin
Yekpâre nur olan bu kütüphâne-î
nefis
Yekpâre servetiydi bu âlemde kendinin
Ecdâd-ı pâkimiz gibi vakfetti
millete
Hayranı oldu halk, eser-î
bîmenendinin
Yâ fahr-i kâinât, sen îfâ et ecrini
Divân-ı kibriyâ’da bu şark
encümendinin
Evet, Yahya Kemal Beyatlı'nın gayet veciz bir şekilde dillendirdiği üzere 'ölmek değildir ömrümüzün en feci işi, müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi'. Ali Emiri Efendi, medeniyetimize, kültürümüze, insanımıza yaptığı hizmetlerle unutulmazlar arasına yazdırmaya muvaffak olmuştur ismini. Bu hakir satırların müellifi, 'Üstad, Muallim, Hoca' bildiği Büyükler'inin sözünü dinler; o vakit, Yahya Kemal'in dizelerini emir telâkki etmem icap eder tabiatıyla. İşte bu yüzden, Kalkıyorum bu metni tamamlarken ayağa ve Ali Emiri Efendi'nin azîz ve muhterem hatırası önünde diz çöküyorum a cânım efendim!
Evet, Yahya Kemal Beyatlı'nın gayet veciz bir şekilde dillendirdiği üzere 'ölmek değildir ömrümüzün en feci işi, müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi'. Ali Emiri Efendi, medeniyetimize, kültürümüze, insanımıza yaptığı hizmetlerle unutulmazlar arasına yazdırmaya muvaffak olmuştur ismini. Bu hakir satırların müellifi, 'Üstad, Muallim, Hoca' bildiği Büyükler'inin sözünü dinler; o vakit, Yahya Kemal'in dizelerini emir telâkki etmem icap eder tabiatıyla. İşte bu yüzden, Kalkıyorum bu metni tamamlarken ayağa ve Ali Emiri Efendi'nin azîz ve muhterem hatırası önünde diz çöküyorum a cânım efendim!
16 - Eserleri:
a - yazdığı eserler (basılanlar):
***Levâmiu’l-Hamîdiyye (İstanbul 1312);
***Cevâhirü’l-mülûk (Osmanlı padişahlarının şiirlerini toplayan bu eserin sadece ilk fasikülü yayımlanmıştır, İstanbul 1319);
***Tezkire-i Şuarâ-yı Âmid (Diyarbakır’da yetişen 217 şairin biyografisini ihtiva eden bu eserin yetmiş üç şairi içine alan sadece birinci cildi yayımlanmıştır, İstanbul 1327);
***Mardin Mülûk-i Artukıyye Târihi ve Kitâbeleri ve Sâir Vesâik-i Mühimme (Ferdî Kâtib adıyla, İstanbul 1331);
***Ezhâr-ı Hakîkat (İstanbul 1334);
***Osmanlı Vilâyât-ı Şarkıyyesi (İstanbul 1334);
***İşkodra Şâirleri;
***Yanya Şâirleri;
***Diyarbekirli Bâzı Zevâtın Terceme-i Halleri;
***Yemen Hâtırâtı;
***Osmanlı Şâirleri;
***Mir’âtü’l-fevâid.
Bunların yanı sıra bir el yazması divan ile, bir kısmı kaybolan 30 civarında basılmamış eseri daha vardır.
b - Yayımladığı eserler:
***Lütfi Paşa’nın Âsafnâme’si (İstanbul 1326);
***Bayâtî Hasan b. Mahmûd’un Câm-ı Cem-âyîn’i (İstanbul 1331);
***Gıyâseddin Nakkaş’ın Acâibü’l-letâif’i (İstanbul 1331).
c - Çıkardığı dergiler:
***Osmanlı Târih ve Edebiyat Mecmuası (31 Mart 1334 Eylül 1336 arasında 31 sayı;
***Târih ve Edebiyat adıyla 31 Ağustos 1338 31 Kânunuevvel 1338 arasında 5 sayı);
***Âmid-i Sevdâ (1908-1909, 6 sayı). (M. Serhan Tayşi, İslâm Ansiklopedisi, bknz. kaynakça).
Seçilmiş kısa kaynakça:
(i): Sultan Reşat'ın Çanakkale Gazeli için bknz.
http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/1056498-tam-yuz-sene-boyunca-gizli-kalmis-gunlugun-buyuk-bir-sanatciya-uzanan-oykusu
(ii): Kâşgarlı Mahmud için bknz. İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı yayını, 2002, cilt 25, sayfa 09 - 15, Ömer Faruk Akün.
(i): Sultan Reşat'ın Çanakkale Gazeli için bknz.
http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/1056498-tam-yuz-sene-boyunca-gizli-kalmis-gunlugun-buyuk-bir-sanatciya-uzanan-oykusu
(ii): Kâşgarlı Mahmud için bknz. İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı yayını, 2002, cilt 25, sayfa 09 - 15, Ömer Faruk Akün.
(iii): Ali Emiri Efendi için bknz. İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı yayını, 1989, cilt 2, sayfa 390 - 391, M. Serhan Tayşi.
(iv): Millet Kütüphanesi için bknz. İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı yayını, 2005, cilt 30, sayfa 70 - 71, Mehmet Serhan Tayşi - Mustafa Birol Ülker.
(v): Cevahir’ül-Müluk, Ali Emiri Efendi, Kubbealtı Neşriyat;
(iv): Millet Kütüphanesi için bknz. İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı yayını, 2005, cilt 30, sayfa 70 - 71, Mehmet Serhan Tayşi - Mustafa Birol Ülker.
(v): Cevahir’ül-Müluk, Ali Emiri Efendi, Kubbealtı Neşriyat;
(vi): Esami-i Şu’ara-yı Amid, Ali Emiri Efendi, Yeni Zamanlar Neşriyat;
(vii): İşkodra şairleri ve Ali Emiri’nin diğer eserleri, Hakan T. Karateke, Enderun Kitabevi;
(viii): Yemen Hatıratı, Ali Emiri, Hece yayınları;
(ix): Ali Emiri’nin izinde, M. Serhan Tayşi, Timaş Yayınları;
(x). Hakikat çiçekleri – Ezhar-ı hakikat, Ali Emiri, Kaynak Kitaplığı;(xi): Ayaklı Kütüphaneler, Dursun Gürlek, Kubbealtı Neşriyatı;
(xii): Ali Emiri Efendi ve dünyası – Ali Emiri Efendi and his
world, sergi katalogu, Türkçe-İngilizce, Pera Müzesi yayını;
(xiii): Osmanlı Doğu Vilâyetleri – Osmanlı Vilâyât-i
Şarkiyyesi, Ali Emiri Efendi, Babıali Kültür yayını;
(xiv): Ali Emiri’nin gözüyle Diyarbakırlı şairler,
Abdurrahman Adak, Kent Işıkları yayını;
(xv): Ali Emiri Efendi, (cd), yapımcı: Ayşe Böhürler,
seslendiren: Cemal Hünal, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını.
Harika bir yazı sağ ol Ziyaver Bey
YanıtlaSilCelal Öcal
Üstadım, mültefid yorumunuz için müteşekkirim. En kısa zamanda görüşebilmek dileğiyle, bâkî selâmlar, hürmetler....
YanıtlaSilGarman'dan gümüşüm, 8 yıl önce çocuğum olmadan evlendim, çaresizce bir çözüm arıyordum çünkü doktor hamile kalamayacağımı söyledi ama bir arkadaşım beni Dr white adında bir büyü tekerine yönlendirdi ve ben ona sorunlarımı anlattı ve 12 gün içinde her şeyin yoluna gireceğine söz verdi, bana bazı talimatlar verdi ve hepsini mükemmel yaptım, test için hastaneye gittim ve 1 haftalık hamile olduğumu doğruladılar ve şimdi hamileyim. benim güzel oğlum ve benim de şu an bir hamileliğim daha var, hepinize teşekkür ederim Dr beyaz, her türlü çözüm için kendisine ulaşın,
YanıtlaSil1) Ex'inizi iade etmek istiyorsanız.
2) Hamile kalmak için büyü istiyorsanız.
3) düşük yapmayı durdurmak istiyorsanız.
4) Biri tarafından sevilmek istiyorsanız.
5) Her türlü hastalığı veya hastalığı tedavi etmek için büyü.
Ve diğerleri.
o en iyisi ve çok doğru. wightmagicmaster@gmail.com. WhatsApp:+17168691327
teşekkürler faydalı bir yazı HDE Bilişim
YanıtlaSilAlışveriş
Compo Expert
Multitek
Seokoloji
Vezir Sosyal Medya
Adak
Maltepe Adak