14 yıl oldu...
Yazar, düşünür, sosyal demokrasi ve demokratik sosyalizm teorisini Türkiye özelinde geliştiren, bu manada da (dönemin ruhuna / zeitgeist'ına uygun deyişle söyleyecek olursam) yerli ve milli politik kuramcı, yazar, fotoğrafçı, gazeteci, televizyoncu, devlet adamı, siyasetçi İsmail Cem İpekçi'yi (1940 - 24 Ocak 2007) 14 yıl önce bugün kaybettik.
Metaforik manâda değil, kavramın nispet ettiği olguyla mutabakatı anlamında söylüyorum: Güzel adamdı, yakışıklıydı, karizmatikti. Adeta bir Alain Delon aurası taşırdı (bu konuya ilerleyen satırlarda döneceğim). Karakteri ve ruh hasleti bakımından ise - bazılarının 'ölenin arkasından kötü konuşmama' adetimiz bağlamında dillendirilmiş 'diplomatik / resmi / gayrı samimi' görüşler olabileceği gerçeğini gözden ırak tutmaksızın söylüyorum - arkasından paylaşılanlara bakılacak olursa - olumlu vasıflarının ağır bastığı söylenebilir rahatlıkla. Dillendirilen olumsuz görüşleri az sonra alacağım ele. Son derece zengin ve toplumsal hiyerarşinin zirvesindeki bireylerle dolu geniş bir sülâlenin çocuğu olmasına ve çok iyi bir eğitim almasına karşın, mütevazılığından zerrece ödün vermediği ise bir vakıadır - bu husus da, az sonra bu metnin bünyesinde, daha ayrıntılı olarak yer bulacak kendisine -.
Halkçı, solcu, sosyalist, emekten yana çizgisi yüzünden Politika Gazetesi sıcak çatışmanın ortasında oluşan keskin kamplaşmanın sert ve partizan yayın yapan tavizsiz sesi olarak sivrildi. Gazete 12 Eylül 1980 darbesinin hemen ardından kapatıldı.
Hareketli bir politik yaşam
Sosyal Demokrat Halkçı Parti, CHP, DSP YTP'de siyaset yaptı. 1987 - 2002 periyodunda 4 dönem milletvekili seçildi; kültür ve dışişleri bakanlıklarında bulundu. Dışişleri bakanlığı sırasında Yunanistan - Türkiye ilişkilerinin geliştirilmesi için aktif çalıştı, bu konuda başarılı oldu.
Hayatının son yıllarında, pek çoklarına göre, en büyük hatasını yaparak, DSP'den istifa etti ve Yeni Türkiye Partisi'ni kurdu. Bu süreçte, kendisini bu inisyatifi alması için teşvik eden, özendiren, zorlayan Kemal Derviş ve Hüsamettin Özkan'dan, tabiri amiyane ile, yediği o kallavi kazık onu çok hırpaladı, çok üzdü. Onu ölüme götüren akciğer kanserinin bu sıkıntılarla tetiklendiğine dair yorumlar halâ revaçtadır. Bu beyhude ve sola, halka faydasız teşebbüsün merkezindeki isim olmak, onun harbi ve hasbi kişiliği ve kariyeriyle hiç ama hiç uyuşmamıştı.
İpekçi soyadını niçin kullanmıyordu?
Komplolarla Dünya'yı açıklamak zahmetsiz, risksiz bir iştir. Komplo kuramcısı olmak için ciddi hiç bir eğitim almanıza, bilimsel içerikli metinleri anlayarak okumanıza, muhatabınızla aranızda empati temelli bir ilişki kurma gayretini sergilemenize, kendinizle tutarlı olmak ve hakikate râm etmek gibi ilkelere sadakat beslemenize zerrece ihtiyacınız yoktur. Dünyadaki, tarihteki, giderek de Evren'deki bütün olgu, olay ve süreçleri açıklamanız için, en az sizin kadar zıvanadan çıkmış bir zihne ve giderek de 'sınır durum kişilik bozukluğu'na evrilmeye yüz tutan bir psikopatalojiye sahip diğer komplo kuramcılarıyla birlikte oluşturduğunuz bir 'Yankı Odası'nda (Echo Chamber) höykürüp durmanız yeter de artar bile.
Üstelik - ve ne yazık ki - onların, bu 'Yankı Odaları'ndan evrene yaptıkları teorik müdahalelerin / komplo kuramlarının - müşteri bulma noktasındaki şans ve potansiyeli de çok yüksektir. Bu yüzden de 'her dem taze, her dem popüler'dirler.
Gerçekliğe ve tutarlı olmaya dair sadakatlerinin 'SIFIR' mertebesinde oluşu, akıp giden reel hayatın hakikatiyle olan bütün linklerinin çökmesine, bütün köprülerinin berhavâ olmasına, bütün pencerelerinin kapanmasına yol açar. Bu vaziyet, komplo kuramcılarıyla bunların inanlılarının, sıradan insanların sıradan dünyasıyla hiç bir kesişimi ve müşterek alanı ol(a)mayan bir paralel ve spekülatif evrenin 'pür spekülatif tebâsı' derekesine düşmelerine yol açar. Paralel evrenin pür spekülatif tebâsının kamuya sağladığı katkı, reel dünyanın sorunlarına verdiği cevap bütünüyle faydasız ve gereksiz, bir noktadan sonra da zararlıdır. Ezcümle, kuramsal çerçevesini çizmeye çalıştığım komplo kuramlarıyla dünyayı yorumlamaya kalkmak, onları kendisine rehber edinmek, yukarıda işaret ettiğim hususlar yüzünden, tehlikeli, hem de çok tehlikeli bir okuma / yorumlama / davranma tercihidir.
Şimdi gelin, bu kuramsal yaklaşımın İsmail Cem'in hayatına izdüşümüne kısaca göz atalım.
İsmail Cem'in aile soyadı olan İpekçi'yi kullanmaması yaşarken de, öldükten sonra da spekülasyonlara konu oldu. Türkiye'nin en ünlü ve köklü Sabetaycı ailelerinden İpekçilerin(3) bir ferdi oluşu ve kökeninin Kayseri'ye dayanmasıydı bunların nedeni. Kayseri orijinli oluşu Ermeni yakıştırmasının, Sabetaycı bir aileden gelmesi ise 'Kripto Yahudi' yaftalamasının altında yatan olgulardı. İsmail Cem her önemli pozisyona gelişinde, ısıtıp ısıtıp gündem getirilen komplo kuramlarını savunanların cephaneliğindeki yegâne mühimmat bunlardı işte. 2000'lerin başı onun cumhurbaşkanlığı adaylığının konuşulduğu sıralardı ve işte tam da bu süreçte izrve yapmıştı bu spekülasyonlar. Onun Ermeni ve / veya Kripto Yahudi olduğunu; aile ismini / soyadını inkâr edişinin, bu gerçekleri saklamaya / örtmeye / unutturmaya yönelik bir çabanın parçası olduğunu savunan komplo kuramlarının sahipleri, umumiyetle aynı çevrelerdi ve bunlar esasen ikisi birden gerçek olamayacak bu savları arka arkaya gündem etmekte hiç bir beis görmüyorlardı. Bu türden iddialar, ne yazık ki, daima kendilerine ciddi bir alıcı kitlesi bulmuşlardır bu coğrafyada.
İsmail Cem'in gerçek adı Cem İsmail İpekçi idi. Gazeteci Leylâ Umar (İsmail Cem ve ailesinin çok yakın bir dostuydu), bu isim değişikliğini, Abdi İpekçi'nin bir tasarrufu olarak sunar yazısında(4). Buna göre, 1963'de Okuduğu okulu bitirip Fransa'dan dönen Cem İpekçi, akrabası olan Abdi İpekçi'nin genel yayın yönetmeni olduğu dönemin prestijli gazetesi Milliyet'te çalışmak ister. Abdi İpekçi, yeğeninin (linkini paylaştığım obituary'sinde(5) Leylâ Umar 'kuzeni' diyor(6)) Milliyet'te çalışmaya ehil olduğunun farkındadır; ancak, kendi ismini taşıyan birisini yanına almasının nepotizim(7) olarak değerlendirileceğinden, bunun da hem kendi adına ve hem de Milliyet Gazetesinin marka değerine ve prestijine halel getireceğinden endişe duyar. Bu mini kriz şöyle çözülür: Cem, İpekçi soyadını kullanmayacak, göbek adı olan İsmail'i adı, adı olan Cem'i ise soyadı olarak kullanacaktır Milliyet'teki çalışmalarında. Nitekim öyle de olur, Türkiye onu bundan böyle İsmail Cem olarak tanıyacaktır.
Bu isim değişimi, İsmail Cem'in bir başka meslektaşı ve dostu Tufan Türenç tarafından farklı şekilde aktarılır. Türenç'e göre Cem İpekçi, ilk yazısını Abdi İpekçi'nin yardımcısı olan, Bâbıâli'nin duayen gazetecilerinden Turhan Aytul'a teslim ettiğinde Aytul: 'İpekçi ismi çok büyük, sense çok gençsin, bunun altında ezilirsin, kullanma onu' diyerek, genç meslektaşının adının İsmail Cem olmasını sağlar(8). Anlayacağınız, Cem İsmail İpekçi'nin adını İsmail Cem olarak değiştirmesinin altında, Ermeni ve / veya kripto Yahudi olmasını saklamak gibi bir cin fikirlilik yoktur. Düşündürücü ve üzücü olan husus, 'ölenin arkasından kötü konuşmak caiz değildir' anlayışını kendilerine rehber ve düstur edindiklerini her fırsatta beyan eden çevrelerin, İsmail Cem'im vefatına müteakip, yukarıda özetlemeye çalıştığım mesnetsiz ithamları dillendirmeye devam etmiş olmalarıdır.
Şair ve fotoğrafçı
İsmail Cem şiirle ve fotoğrafçılıkla hayatı boyunca ilgilenmişti. Şiirle olan irtibatı kamuoyu tarafından pek bilinmezken, fotoğrafçılığı, yurt içinde ve dışında açtığı sergilerde izlenen başarılı kompozisyonları sayesinde, herkesin malûmuydu.
İsmail Cem İpekçi'nin 16 yaşında Robert Lisesi'nde okurken yazdığı (okulun yıllığında yayımlandığını düşündüğüm) bir şiiri, onun gelecekte olgunlaşacak olan sosyal demokrat yöneliminin ve temel politik tercihinin ipuçlarını taşımakta:
bambaşka olur sabah sokaklar
çöpçü vardır sokaklarda
ve üşüyen ameleler.
çöpçüler vardır sokaklarda;
hepsi sıla hasreti çeker.
türkü söylerler
bıyık burup, çöp kokan elleriyle
küfrederler.
pislik ve ümit kokar sabahleyin sokaklar,
insanların yüzlerinde okunur iyilik.
çöpçülerle ameleler vardır sokaklarda,
yüreğime dokunur(9)
1987'de İstanbul milletvekili seçildiğinde, kızı İpek, babasına bir tebrik kartı yollar. Kuyruğundan çektiği fili tepeye taşıyan ufak bir farenin illüstrasyonu vardır kartın ön yüzünde, arkasında ise, taşınmayı bekleyen 4 fil daha resmedilmiştir. Kızı şu notu eklemiştir karta: 'büyük başarı için tebrikler'. Bu kart çok etkiler İsmail Cem'i ve yıllar sonra, 1995'de New York'ta iken kaleme aldığı ve vasiyeti niteliğinde olan aşağıdaki şiirin de ilham kaynağı olur:
veda
çok ileri bir tarihte
çok yaşlı olarak
sessizce ayrılmalıyım
kimseye pek gözükmeden
ve kimseyi rahatsız etmeden.
masamın üzerinde
dünden kalan işler
tamamlanmamış yazılar
okunmayı bekleyen kitaplar
ve anılar ve umutlar.
filleri kuyruğundan çekerek
tepeleri aşırtmaktı görevim
günler bitti filler tükenmedi
ben elimden geleni yaptım
gerisini siz tamamlayın.
boşa geçmedi hayatım
daha fazlası olabilirdi ama
'buna da şükür' demeliyim
işte sevgili dostlar
ben böyle veda etmeliyim(10)
Önyargılar, ah o önyargılar....
1977 ilkbaharı, İTÜ Maçka Kampüsü, Maden ve Kimya Fakülteleri binasının Maden Fakültesi bölümü. Bölümüm olan Petrol Mühendisliği Kürsüsü'nün panolarındaki yazıları inceliyorum. Sosyo-politik karmaşanın 'düşük yoğunluklu iç savaş' yaşattığı ülkede bütün üniversiteler gibi benim okulumda da eğitim sık sık kesintiye uğruyor. Bölümümün, sınav programına dair son duyurularını barındıran panosundaki incelememi tamamladıktan sonra, öğrenci işlerinin karşısındaki koridorda, meşhur Mustafa Kemal Amfisi'ne(11) inen görkemli merdivenlere sırtım dönük olarak, kalorifer peteklerine oturdum (ah o peteklerin, ah o koridorun dili olsa da konuşsa, neler anlatırdı bir bilseniz) ve Politika gazetesini okuyorum. O sıralarda apolitik unsurları tarif için kullanılan ve çok da popüler olan deyişle 'ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu' hali her davranışında kendini ele veren, markalı giyim kuşamı ile de Türkiye Toplumsal Formasyonu'nun varsıl kesimine mensup olduğu aşikâr jeoloji bölümünden bir kız yanıma oturdu ve kalorifer peteğine bıraktığım 'Türkiye'nin Geri Kalmışlığının Tarihi'ni eline alıp bir müddet inceledi. Kitaba kilitlenen gözlerini bana çevirerek, İsmail Cem'in, arka kapaktaki vesikalık fotoğrafını gösterirken 'çok da yakışıklıymış' deyip uzaklaştı. Okuldaki işim bitince, Çamlıca / Kısıklı'da oturan abimi ve ananemi görmeye gittim. Abim dışardaydı; ananem, ablası Naciye Teyzem, abisi Selahattin Dayım yemekteydiler. Ben de oturdum sofraya. Bu arada da, gazete ile kitabı masada, tabağımın yanına koymuştum. Üçü de koyu Menderesçi ve Demirelciydi ve bırakın sosyalizmi, komünizmi, ortasın solunu ve sosyal demokrasiyi savunmanın bile bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülük olduğuna inanıyorlardı.
Selahattin Dayım kitabı aldı, 'çık, çık, çık...' diye hayıflanarak şöyle bir göz attı, sonra da ananeme uzatarak 'bak Eminanım, torunumuz hem kominis, hem ermeni, hem de yahudi olan şu nursuz suratlı dönmenin kitabını okuyo; yetmiyo, bi de böyle karışık bi ortamda kominis gasteleriyle dolaşıyor ortalıkta, yazıklar olsun. Memleket memleket olsa, TRT genel müdürlüğü sırasında yaptığı kızılları destekleyen neşriyatı yüzünden atarlardı içeri, bi daha da gün yüzü göremezdi şerefsiz. Lâkin çivisi çıktı artık Dünyanın Eminanım, bunlar iyi günlerimiz, daha beterine hazırlıklı olalım', Ardından bana baktı ve 'Fakülteye gitmek bu çağda işte gençleri böyle ifsad ediyo maalesef!' diye ekleyerek Tercüman Gazetesi elinde, bahçedeki çardağın altına doğru ilerledi. Ananem iç geçirerek bir kitaba, bir gazeteye, bir de bana baktı. 'Selahattin dayın haklı oğlum, bu devlet - millet düşmanı dönmeyi okuman büyük hata, baksana şunun suratına tam bir çıfıt bu herif!' diyerek abisinin görüşlerine güçlü bir biçimde destek verdi.
O gün, bir kaç saat arayla, vesikalık resmine baktıktan sonra, İsmail Cem hakkındaki görüşlerini paylaşan iki kadının, Cem'in fizyonomisinden hareketle söylediklerinin oluşturduğu tezat, 44 yıl sonra bugün, bana önyargıların insanın algısını nasıl domine ettiğini ve idrakini nasıl zehirlediğini çok net göstermekte.
Nasıl hatırlıyorum
Onu, çok şeyler öğrenerek okuduğum 'Türkiye'nin Geri Kalmışlığının Tarihi' gibi eserleriyle; 500 günlük genel müdürlüğü sırasında TRT'de yayımlanan kaliteli ve kamucu izlencelerle; Politika Gazetesi'nin parçası olduğu sırada sergilediği politik kararlılık ve ülkenin emekçileri, ezilenleri, ötekileştirilenleri adına takındığı erdemli duruşuyla; çok zengin ve muktedir bir ailenin çocuğu olmasına karşın, gençliğinden beri kuşandığı melânet hırkasını ve tevâzu libasını ölene değin üzerinden çıkarmamasıyla; 1990'larda gerçekleştirdiği dışişleri bakanlığı sırasında, Türk - Yunan dostluğunu tesis etmek adına sergilediği kuvvetli performansla hatırlayacağım.
Özetle, iyi, hem de çok iyi hatırlayacağım.
Rahmetle, minnetle, özlemle, muhabbetle anıyorum. Ruhu şâd olsun...(12).
dipnotlar ve referanslar:
(1): https://tr.wikipedia.org/wiki/Politika_(gazete)
(2): https://www.facebook.com/PolitikaGazetesi/posts/2109472015775814/
(3): İpekçi ailesinin bir kanadının geçmişine, özellikle de, Türkiye'de sinema sanayii ve film endüstrisinin kurulmasına olan katkıları hakkında bir kaynak: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1280542
Kendisi de Sabetaycı olan ve bu konuda çok okunan 'Evet, ben de Selânikliyim - Türkiye Sabetaycılığı' isimli kitabın yazarı Ilgaz Zorlu'nun da arasında olduğu eşhasın genelde Sabetaycılık, özelde ise İpekçiler hakkında ileri sürdükleri görüşler için: https://www.angelfire.com/wy/yaw/Ipekciler/ipekciler.html
(4): Leylâ Umar'ın obituary'si: https://www.haberturk.com/gundem/haber/13271-cem-ipekci-nasil-ismail-cem-oldu
(5): Obituary: başta ABD ve İngiltere olmak üzere, İngilizce konuşulan coğrafyalarda, ölen bir meşhurun arkasından yazılan anma ve biyografi yazısı.
(6): Kuzen ve yeğen karıştırılan kavramlardır; öyle ki, ben bazı önemli kanaat önderlerinin şu şekilde formüle ettikleri tespitlerini hem okudum hem de dinledim: 'Türkçede yeğen denilen akrabalık ilişkisi Batı ülkelerinde kuzen şeklinde adlandırılır'. Bu baştan sona yanlış bir iddiadır. Yeğen kardeş çocuklarının, kuzen ise dayı, teyze, amca ve hala çocuklarının birbirleriyle olan akrabalık ilişkisinin adıdır.
(7): Nepotizm / eş, dost ve akraba kayırmacılığı yapmamak ve her işi liyakat esasına göre lâyık olana vermek hususunda 1960'ların başında bu topraklarda çok ciddi bir hassasiyet gösterildiğini anlıyoruz. Henüz 'tuzun kokmadığı' günlerdi o günler.
(8): Tufan Türenç'in obituary'sine (4) numaralı dipnottaki link üzerinden erişebilirsiniz.
(9): Genç Cem İpekçi'nin okul yıllığına giren şiirinin kaynağı: https://eksisozluk.com/sabahleyin-sokaklar--4290293
(10): 'Veda' şiirinin kaynağı: https://eksisozluk.com/entry/10507990
(11): Mustafa Kemal Amfisi, ülkemizde ilk düzenli ve sürekli televizyon yayıncılığını yapan ve TRT'nin de kurumsal çekirdeğini ve temelini oluşturan İTÜ Televizyonunun önemli konserlerini çekeceği zaman kullandığı büyük ve - o zamana göre teknik imkânları da yüksek olan bir salon ve stüdyoydu. Bu salonu solcu öğrenciler de, 12 Eylül 1980 darbesine kadar, politik aktivitelerinde kullanmışlardı.
(12): Bu metni Facebook'ta paylaştığımda, Derya Tulga'nın önemli ve değerli katkıları oldu. Hem o katkı ve değerlendirmeleri, hem de benim bunlara dair yorumlarımı, içeriklerinin önemine ve bu metne yeni açılımlar kazandırma potansiyelleri bakımından, buraya almanın yerinde olduğunu düşünüyorum:
https://www.facebook.com/ziyaver.sencan/posts/3745084905551705
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder