
Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak.
Halbuki, biz sussak, tarih susmayacak.
Tarih sussa, hakikat susmayacak.
Olan biteni zerre miskal mertebesinde anlayabilmek adına, mütemadiyen yüksek sesle düşünüyor, benzer duyarlılıkları paylaştığını sandıklarıma, bu blog benzeri, işaret fişekleri yolluyorum. Cümle debelenmem 'Bir hakîkat kalmasın âlemde Allah’ım nihân' içindir; 'bütün bunlar niye?' içindir. 'Ah bin yâ bin fesaye!' için ezcümle bir de...
Ancak gerçekten davasına adanmışların tutkusuna ve kültürümüzün önemli kodlarından olan derviş sabrına sahip rafine bibliyofillerin mesleki namusuna ve aşkına sahipseniz yapabileceğiniz çok zahmetli, buna mukabil getirisi de fevkalâde sınırlı olan bir iştir bibliyograflık. Ülkemizin maalesef sayıları çok az olan hakiki bibliyograflarından, araştırmacı yazar, arşivci, bu coğrafyanın öncü bilgi bankacılarından olan değerli dostum Bülent Ağaoğlu, Sayfaların Dilinden programı için yazdığım metinler hakkında, onlar TRT'de yayımlanmaya başladığından beri, bana cesaret ve ilham veren, ufkumu açan değerlendirmeler yapmakta, önerilerde bulunmakta; sağ olsun, var olsun.
Bülent Ağaoğlu'nun, her biri insanüstü gayretlerle ortaya çıkarılmış çok sayıda bibliyografyasını içeren fevkalâde sıra dışı blogunda yer alan ve mezkûr metinlerimi yayımlanma sıralarına göre ve tematik olarak listeleyen iki çalışmasını, kendisinden aldığım izne binaen, bloguma taşıyor, bu vesileyle de değerli dostuma, yaklaşım ve emeğinden dolayı en içten şükranlarımı sunuyorum.
01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. Mezkûr metinler, muhtasar bir ifadeyle, insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki - hayvan - böcek - toprak - su gibi bileşenlerinin oluşturduğu o alâimisemâ mahiyetli muhteşem mimari ve muhtevasının belirlediği eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin fenomenlerinden / tezahürlerinden birisinin, ana hatlarıyla da olsa, kuşatılma teşebbüsüdür. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan bahis konusu entelektüel hasılanın 10 Haziran - 14 Haziran döneminde yayınlanacak olanları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.
116) Refik Halit Karay
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini
yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un
sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Refik Halit Karay.
Gazeteci, çevirmen, yazar, öğretmen, bürokrat, yayımcı; realist anlatı, Yeni Lisan hareketi ve dilde sadeleşmenin öncülerinden olan Refik Halit Karay 14 Mart 1888’de İstanbul’da doğdu. 6 yıl eğitim gördüğü Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’ni bitiremese de, mükemmelen öğrendiği Fransızcası sayesinde Frankofon kültür kozmosunu keşfetti. Mekteb-i Hukuk’ta okurken başladığı memuriyeti, meşrutiyetin ilânıyla bırakıp, Servet-i Fünûn ve Tercümân-ı Hakîkat gazeteleriyle, dönemin dergilerinde imzalı ve imzasız yazılar yazdı. Siyasî yazıları, bilhassa da hicivleri yüzünden İttihat ve Terakkî rejiminin ‘olağan şüpheliler’ listesinde olan Refik Halit, Mahmud Şevket Paşa’nın katlinden sonra yürütülen ‘cadı avı’nda önce 1913’de Sinop’a, ardından Çorum, Ankara ve Bilecik’e sürüldü. Ziya Gökalp’in tavassutuyla sürgünlüğü sonlanan Karay, 1918’de döndüğü Payitaht’ta Robert Kolej’e Türkçe öğretmeni olarak atandı. Mütareke ve işgal dönemi olan 13 Kasım
1918 – 4 Ekim 1923 arasında Zaman, Vakit, Tasvîr-i Efkâr, Alemdar, Sabah ve Peyâm-ı Sabah gazeteleriyle, çıkardığı Aydede mizah dergisindeki siyasi yazılarında İttihat ve Terakkî’yi çok sert eleştirerek yaratılan devri sabıkı destekleyen Refik Halit üyesi olduğu Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nın kurduğu hükümet tarafından Nisan 1919 – Eylül 1920 periyodunda iki kere posta ve telgraf umum müdürlüğü yaptı. Bu süreçte, Kuvayı Milliye mensuplarının posta ve telgraf hizmetlerinden yararlanmasını engellemeye çalışması, takip eden dönemde de Milli Mücadele aleyhindeki sert yazılarına devam etmesi, İstiklâl Harbi’nin milli güçlerce kazanılmasına müteakip, Ankara’nın oluşturduğu Yüzellilikler diye anılan persona non grata statüsündeki sürgün listesine dahil edilmesine neden olacaktı. 9 Ekim 1922’de, liste daha yayımlanmadan, Beyrut’un banliyösü sayılan Cünye kasabasına kaçan Karay’ın, böylece 16 yıl sürecek olan sürgün ve gurbet hayatı başlamış oldu. Bu süreçte, Türkçe yayımlanan Doğru Yol ve Vahdet gazeteleri başta olmak, çeşitli mecralarda yazdığı sayısız makaleyle yaptığı konuşmalarda, sürekli ve sistematik olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin icraatlarını, yeni rejimin inkılaplarını desteklemesi, Gâzi’nin Türk yurdu Hatay’ın Türkiye'ye katılımı için yürüttüğü kampanyaya destek vermesi Refik Halit’in Ankara tarafından affedilmesinin önünü açacaktı. Yazarın Gâzi’ye gönderdiği samimi özeleştiriler içeren mektuplarıyla, Mustafa Kemal Paşa’nın, Karay'ın müktesebatına beslediği derin sempatinin de bu özel affın çıkarılmasında etkili olduğu bilinen vakıadır. Kendisine yönelik bu jestten yararlanmayan, akabinde Yüzellilikler hakkında çıkarılan umumi affın yürürlüğe girmesiyle, Temmuz 1938’de memlekete dönen Refik Halit, vefat edeceği 18 Temmuz 1965’e değin sürecek fevkalâde hamarat bir yazma dönemine girmiş; roman, hikâye, tiyatro, mizah – hiciv, kronik, hâtıra türlerinde 40 cilde varan âsârının tam 31 cildini bahse konu bu süreçte yazarak yayımlamıştır. Mükemmelen vakıf olduğu Fransızcası ve Arapçası sayesinde, gezegenin kültür kozmosuyla, beşeri imajinasyonun Doğu ve Batı diye tarif edilen iki veçhesine de vakıf olan Refik Halit Karay, eserlerinde öne çıkan duru ve kusursuz İstanbul Türkçesiyle, lisanımızın bayraktarlığını üstlenen eser miktardaki hakiki kalem erbabındandır. Okuduğunuzda zenginleşeceğiniz Refik Halit külliyatının, bilhassa da Memleket Hikâyeleri’yle Gurbet Hikâyeleri’nin kütüphanelerimizden eksik olmamasını öneriyoruz.
Başvuru metnimiz olan Şerif Aktaş’ın yazdığı Refik Halit Karay monografisi, merceğimizin odağındaki yazarın hayatını ve âsârını, efradını câmi ve ağyarına mâni bir anlayışla inceleyen, bu sayede de muhtasar olmasına karşın mufassal olabilmeyi de becermiş bir edebiyat ve yakın tarih etüdüdür. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
117) Kavanozdaki Beyin
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver
Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza
Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Kavanozdaki Beyin.
Sevilip sayılan bir akademisyen, edindiğiniz hatırı sayılır okur sayesinde kitapları iyi satan bir yazarsınız. Her şey yolunda, öyle ki, Pazartesi bezginliği ve tükenmişlik sendromu denen muasır belâlar kıta sahanlığınıza uğrayamıyor bile. Yetiştirmeye uğraştığınız makaleniz üzerinde çalıştığınız sırada, aniden başınıza inanılmaz bir ağrı saplanıyor ve koltuğunuza yığılıveriyorsunuz. Odanızı, gözlerinizi kör edecek denli parlak bir ışık dolduruyor, mekânın boyutlarıyla tüm eşyalar kayboluyor, sınırları olmayan bir boşlukta süzüldüğünüzü hissettiğiniz sırada, hemen karşınızda beliriveren transparan bir tank içinde yüzen, kendisine bağlı çok sayıda elektrotun kablolarının, kap dışındaki bir bilgisayarla irtibatlı olduğunu gördüğünüz bir beyinden mi geldiğini, yoksa beyninizin içinde mi zonkladığını kestiremediğiniz, o yaşınıza değin duymadığınız tınıdaki bir ses yankılanıyor uzay-zaman sürekliliğinde: ‘3 gün önce beynin kafatasından çıkarılıp onu besleyen sıvıyla dolu karşındaki şeffaf fıçıya kondu. Şu anda olduğunu sandığın fiktif kişiye ait fake anılar belleğine bir çiple yüklendi, gördüğün elektrotlarla verilen uyarıcılar, 3 gündür yaşadığını sandığın şeyleri hissetmene yol açmakta.’ Hemen ardından her şey normale dönüyor ve siz, bir yanı ontolojiye, diğer boyutu epistemolojiye dair olan derin bir öz-muhasebeye girişiyorsunuz. ‘Evren’de benden, beynimden, bilincimden başka bir şey yok; diğer her şey benliğimin uydurması’ diyen, uç bir idealizm türü olan solipsizm, yânî, tekbencilik felsefesinin yanlışlığına vurgu yapmak için Hilary Putnam tarafından kurgulanmış çok meşhur bir düşünce deneyini modifiye ederek paylaştık. 1926 – 2016 yılları arasında yaşamış ABD’li filozof, matematikçi, bilim insanı, bilişim uzmanı, Harvard Üniversitesi profesörü Hilary Whitehall Putnam, analitik felsefeyle, Rudolph Carnap gibi Viyana Çevresi’nin kurucu babalarının entelektüel verimleri içinde yetişmesine, müktesebatını bir süre bu bağlam üzerinden oluşturmasına karşın, daha sonra Willard Van Orman Quine ve Ludwig Wittgenstein’ın görüşlerinden etkilenmiş, mantıkçı pozitivizmin en sert muhaliflerinden olmuştur. ‘Bilgimiz açısından, duyu verilerinin oluşturduğu temel benzeri, ayrıcalıklı hiçbir konum bulunmadığını, sabit bir doğrulanabilirlik ilkesiyle, mutlak bir olgu – değer ayrımının olmadığını, inanç ve kabullerimizin bireysel temelde değerlendirilemeyeceği’ni savunan Putnam, felsefi pozisyonlanışını ‘içsel realizm’ olarak tanımlamış, ‘metafizik realizm’ dahil, temellendirici duruşları eleştirmiş, verili bir gerçeklikten, nesnel bir olgudan söz ederken, bunun kavramlar – inançlar – değerler setimizin oluşturduğu bir zihni kozmosun içerisinde gerçekleştiğine işaret etmiştir. İlgi alanlarının genişliği ve telifinin derinliği yüzünden, çağdaşları tarafından Aristoteles’le kıyaslanan Putnam’ın, felsefe ve bilim tarihinin en provokatif ve ilham verici düşünce deneylerinden olan, başta Matrix Quadrilojisi olmak üzere çok sayıda bilimkurgu verimiyle filozof Nick Bostrom'un 'bir bilgisayar simülasyonunda yaşıyoruz!' tezinin de parçası olduğu ilmi ve felsefi devasa bir literatüre ilham veren paylaştığımız ‘Brain in a Vat’ isimli fantastik kurgusu, dilimize Kavanozdaki Beyin ya da Fıçıdaki Beyin adlarıyla çevrilmiştir. Kökleri MÖ 5. asırda yaşamış Grek sofist filozofu Gorgias’ın telifiyle Plato’nun MÖ 4. asırda dillendirdiği mağara metaforuna inen, Descartçı metodik şüpheciliğin ‘ben’ kavramıyla Berkeleyci immateryalist idealizmden de beslenen solipsist ekole dair reddiyesinde George Edward Moore’un müktesebatına yaslanan Hilary Putnam, Vietnam savaşına karşı öğrencilerini örgütleyen bir pasifist, Amerikan Komünist Parti’nin kolu olan İlerici İşçi Partisi mensubu bir anti-emperyalistti. Görüşlerine dogmatikçe sarılmaması onları sık sık revize etmesine yol açmış, bu tutumu bazı meslektaşlarınca eleştirilmiştir.
Muhammed Akbaba’nın Bijoy Boruah’tan çevirdiği ve sosyalbilimler.org’ta yayımlanan makale referans metinlerimizden olup, mezkûr plâtform ‘bilim, felsefe, sanat, kültür temelli fikir çalışmaları olay ufkumda olsun’ diyenler için şayanı tavsiyedir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
111) Dil - Anlam - Varlık
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Dil - Anlam - Varlık.
‘Dinleyicilerin merhaba 1 radyo değerlileri; metnin Ziyaver Şencan'ı yazdığı, yapımcılığın
Berivan Erin'i üstlendiği, Sayfaların Dilinden’in Rıza Okur’u sunduğu bugün Dil
- Anlam – Varlık konusu programın.’
Bir önceki paragrafı dinleyince ‘hiçbir şey anlamadım!’ dediyseniz şayet, problem sizde değil; zîra, gerçekten de manasız bir bölümdü o. Programlarımızda, konu kısmı hariç, değiştirmeden paylaştığımız stereotipik bir giriş ve jenerik bir başlangıç olan ilk paragrafımızın kelimelerinin cümle içindeki sıralamalarıyla son takılarını değiştirerek kurduğumuz bu absürt bildirim, dilin anlam üretmek noktasındaki imkân ve istidatları ve bunun bilincimiz ve varoluşumuz üzerindeki etkisi hakkındaki bir dizi argümanın işaret fişeği ve rehberi olması için yer buldu burada kendisine. Dilimiz, özellikle de ana lisanımız, varlığımızın evi, varoluşumuzun uzay-zaman sürekliliği, bilincimizin yuvası ve farkındalığımızın sılasıdır. Bir dilin vokabülerini oluşturan kelimeler, o dilin kendine özgü gramer mimarisi ve sentaktik mekaniği içerisinde işleme girer, bu proses sonucunda gösteren dediğimiz birimler oluşur. Gösterenlerin, gönderme yaptıkları maddi ya da gayri-maddi antiteler ise gösterilenlerdir. Radyo gösterendir, onun işaret ettiği maddi antite gösterilendir; elma gösterendir, onun nispet ettiği faydalı yemiş gösterilendir; arkadaşlık gösterendir, onun referans verdiği psikolojik – sosyolojik - kültürel – tarihi ilişki kategorisi gösterilendir; koşmak gösterendir, onun gönderme yaptığı aksiyon gösterilendir. Gösteren ve gösterilenin diyalektik ilişkiyle oluşturduğu gösterge, bir dilin asli kurucu unsurudur. Bir diğer deyişle: gösteren + gösterilen = gösterge, anlamın atom altı parçacığı, haberleşmenin ve bilişimin kuarkı, her türden anlatının Higs Bozonu’dur. Dil felsefesi ve bilişsel bilimler açısından ne sözcüklerin, yânî, gösterenlerin ve ne de onların işaret ettikleri sonsuz sayıdaki maddi ve gayri-maddi unsurun, yânî gösterilenlerin kendinde bir anlamları vardır. Aralarında iyi – kötü, güzel – çirkin, doğru – yanlış, müspet menfi gibi değerler setimizin de olduğu anlam, parametre, mevhum ve metriklerin tamamını önce telifimiz olan gösterenlere ve ardından da, onların vasıtasıyla, sonsuz elemanlı gösterilenler kümesine yükleriz. Dillendirdiğimiz argümanların tabii ve zorunlu bir sonucu olarak şu iddia çıkmakta ontik düzleme: her türden varlıklar – eylemler – süreçler ile bunlara dair olan kavramların arasındaki ilişki ve mütekabiliyet ister istemez, nedensizdir, keyfidir, olumsaldır. Bahse konu illiyetin müellifi olan zihnimiz, bu bağlamda şu mottonun içini doldurur, zeminini tahkim eder: SÖZCÜKLER ANLAMSIZDIR, ANLAMLAR SÖZCÜKLÜDÜR! Hemen akabinde anlam, kendinde anlamı olmaMAKlığı bakımından, anlamsızdır ve dilde varsa ŞEY, vardır Evren'de de! deyip Wittgenstein’ın Tractatus Logico-Philosophicus’taki iddiasına müracaat edelim: ‘varoluş, ona ne dediğimizden bağımsız olarak, ne ise odur!’ Programa girişinde paylaştığımız ‘Dinleyicilerin merhaba 1 radyo değerlileri; metnin Ziyaver Şencan'ı yazdığı, yapımcılığın Berivan Erin'i üstlendiği, Sayfaların Dilinden’in Rıza Okur’u sunduğu bugün Dil - Anlam – Varlık konusu programın.’ bildiriminin de anlamlı olduğu bir gösteren – gösterilen diyalektiği ve gramer – sentaks bütünlüğü icat edilebilir pekalâ.
İbrahim Metin'in yazdığı, Gencer Özdamar'ın resimlediği Çocuklar
İçin Dil'in Bilgisi, kapağında küçük puntolarla ve parantez içinde yer verdiği (12 – 70) ifadesiyle, konunun her
yaştan meraklısının faydalanabileceği bir kaynak olduğuna işaret etmiş. Kolay
anlaşılır anlatımı ve gerçekten başarılı olan bol illüstrasyonlarıyla bu
vaadini rahatlıkla yerine getirebilecek nitelikte olan kitap, kaynaklarımızdan
olup, dil – yazı – anlaşma – bildirişim konularına giriş yapmak isteyenler için
de ideal bir başlangıç metnidir. Bir
sonraki programımızda birlikte
olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli
dinleyenler.
112) Boyutlar
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver
Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza
Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Boyutlar.
Matematiğin topoloji, geometri ve nazari riyaziyat dahil birçok alt disiplininin, tabiat bilimlerinin ecesi
sayılan fiziğin ve onun kırılımlarından olan kozmolojinin, kartografyanın,
teknik resmin, mimari ve şehir plânlamacılığının ve bilimle edebiyatın
izdivacının o büyülü ve ufuk açan meyvesi bilimkurgu türünün önemli elementlerinden
olan boyut antitesi; verili bir
uzay-zaman sürekliliğindeki, ya da ona gömülü olan belirli bir ‘varlık - olgu –
nesne’deki seçili bir noktanın konumunu belirlemek adına gereken asgari sabite
/ kantite / koordinat sayısının oluşturduğu, niteliği domine eden nicelik
olması bakımından, bir kantita-kalitatif
fenomendir. Boyutsuz matematik
nesneler olan NOKTAlardan iki tanesini birleştirir, ya da, bir noktayı bir
boyuta taşırsak, 2 yüzü de boyutsuz noktalar olan tek boyutlu matematik cisim DOĞRUyu; bir doğruyu kendisine paralel
olan bir diğer doğruyla birleştirir, ya da, onu kendisine dik olan bir boyuta taşırsak,
yüzleri tek boyutlu doğrular olan 2
boyutlu kareyi; 2 paralel kareyi birleştirir, ya da, bir kareyi kendisine
dik bir boyuta taşırsak yüzleri 2 boyutlu düzlemler olan 3 boyutlu küpü; paralel 2 küpü kombin edersek, ya da, bir küpü ona
dik olan bir boyuta taşırsak, yüzleri 3 boyutlu küpler olan 4 boyutlu bir hiper-küpü, yânî, TESSERACTı oluştururuz.
Parçası olduğumuz Evren, Dört Boyutlu bir uzay-zaman sürekliliğine gömülüdür. Bu boyutlardan üçü mekâna – uzaya – hacme – ‘boşluk’a – dekora – ardalana, biri ise zamana aittir. Newtonyen Klasik Mekanik’te uzay ve zaman farklı nitelikli ve mutlak mahiyetli olgularken, Albert Einstein’ın 1915’de yayımladığı Genel Görelilik Kuramı’yla birlikte, uzay ve zaman, birbirleri cinsinden ifade edilebilen izafi olgulara dönüşmüştür. Bilim insanlarınca Her şeyin Teorisi olmaya en yakın namzet olan kanıtlanmamış, ancak denklem seti şeklindeki matematize edilmiş ifadesi hem estetik ve hem de kusursuz olan Süper Sicim Teorisi, üçü Evren’imize ve onun bileşenleri olan insana, okuduğumuz kitaba, ekmeğe, evimize, kedimize, cep telefonumuza, ince belli çay bardağımıza ve tuttuğumuz takımın formasına ait olan; altısı ise, sonsuz küçük diyebileceğimiz Planck Uzunluğunda olup, kendi üzerine katlanmış olan, bu yüzden de göremediğimiz bir ardalan şeklinde uzanan hiper-uzaya ait toplam 9 ve zamanda da bir olmak üzere, kümülatifte 10 boyutlu bir kozmoloji öngörür. Bu teorinin Süper Kütleçekimi ve M Teorisi denen üst versiyonları, sonsuz küçük olup kendine katlanarak bir öz-sarmalanma gerçekleştirdiğinden, algılanamayan yedisi hiper-uzaya, dördü de evrenimizin verili konvansiyonel uzay-zaman sürekliliğine ait olan toplamda 11 boyutlu bir evreni gerektirir. İyice spekülatif olan Bozonik Sicim Teorisi denklem setinin varlık alanına davet ettiği Evren ise tam 26 boyutludur.
Ülkemizde Yıldızlararası adıyla
vizyona giren Christopher Nolan'ın yapımcılarından biri ve
yönetmeni olduğu 2014 tarihli İnterstellar filmi, Stanley
Kubrick'in senaryosunu Arthur C. Clarke'la birlikte yazdığı ve
yapımcısı ve yönetmeni olduğu epik bilim kurgu şaheseri 2001: Bir
Uzay Destanı'ndan bu yana çekilmiş en başarılı bilimkurgu filmidir.
Gişede yakaladığı hasılatın yanı sıra, eleştirmenlerce de göklere çıkarılan
Yıldızlararası filmi, bu başarısını, Nolan'ın dehasının yanı sıra, filmin ilmi
danışmanı olan nobelist fizikçi, mucidi olduğu solucan deliği hipoteziyle
ışıktan hızlı seyahatlerin olabilitesini bilimselleştiren Kip Thorne'a
borçludur. Faydalandığımız kaynaklardan olan Thorne'un yazdığı YILDIZLARARASI
BİLİMİ, mezkûr film temelinde solucan deliği, kara delikler, uzay-zamanda hiper
hızlı seyahat, zamanda yolculuk, çoklu evrenler, yüksek boyutlu hiper-uzay-zamanlar,
distopik bir Dünya istikbali, uzayın kolonizasyonu gibi konuları başarıyla ele
almakta ve meraklısının başucu kitabı olmayı ziyadesiyle hak
etmektedir. Bir sonraki programımızda
birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli
dinleyenler.
01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan mezkûr metinlerden 27 Mayıs - 31 Mayıs döneminde yayınlanacak olanlar aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.
106) Halide Edip Adıvar
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba;
Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği,
Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Halide Edip Adıvar.
1884’de İstanbul’da doğan İstiklâl Harbi’nin
Halide Onbaşı’sı Halide
Edip Adıvar; Türkiye Toplumsal Formasyonu’nun imparatorluk sosyolojisinden ulus
devlet antitesine doğru istibdat – meşrutiyet – cumhuriyet – demokrasi hattı
üzerinden yaptığı meşakkatli ve muhataralı yolculuğun 1908 – 1964 döneminde yazar,
çevirmen, öğretmen, gazeteci, siyasetçi, akademisyen, düşünür olarak etkili olmuştur.
Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nin ilk Müslüman mezunu olan Adıvar, 1908’de 2. Meşrutiyetle birlikte kadın meseleleriyle ilgili liberal yazılar yayımlanmaya başlamış, 31 Mart 1909 kalkışmasında öldürüleceği korkusuyla 2 oğlunu alıp Mısır’a, ardından da İngiltere’ye gitmiştir. Orada Bertrand Russell gibi önemli kanaat önderleriyle tanışan Müslüman Türk kadınının boşanma hakkının savunucusu Adıvar, ilk eşi ünlü matematikçi Salih Zeki, üzerine evlenmek isteyince çocuklarını alıp ondan ayrılmış, Balkan Savaş sırasında Teali-i Nisvan Cemiyetinin kurucularından olmuştur. 1916'da Adnan Adıvar'la evlenen Halide Hanım, ABD Başkanı Woodrow Wilson’un Cihan Harbi sonrasında açıkladığı, Milletler Cemiyeti’nin anayasası sayılan Wilson Prensipleri'ni, ‘Osmanlı imparatorluğunda Türklerin oturdukları, çoğunluk sağladıkları bölgelerin bağımsızlığı sağlanmalıdır’ şeklindeki 12. maddesinin ülkemizin işgalini önleyeceğine inandığından, savunmuş; bu tutumu Amerikan mandacısı olmakla eleştirilmiştir. İzmir’in işgali üzerine yapılan Sultanahmet Mitinginin coşkulu ve cerbezeli konuşmacılarından, ‘milletler dostumuz, hükümetler düşmanımızdır’ deyip, akabinde 1920’de Mustafa Kemal Paşa ile birlikte idama mahkûm edilen ilk kişilerden biri olmasına yol açan o müthiş ‘Türkiye’nin istiklal ve hayat hakkını alacağı güne kadar hiçbir korku, hiçbir meşakkat önünden kaçmayacağız. Yedi yüz senelik tarihin ağlayan minareleri altında yemin ediniz: Bayrağımıza, ecdadımızın namusuna hıyanet etmeyeceğiz’ yeminini alanı dolduran 150,000 katılımcıya ettirerek milli hafızamıza nakşolan Halide Edip, kadınlarımızın sorunları, modernleşme problematiklerimiz, vicdan ve düşünce hürriyeti gibi alt metinlere sahip roman, hikâye, piyes, anı, deneme türündeki otuzdan fazla eseriyle realist anlatı literatürümüzün de kurucu annesi / founding mother'ı olmuştur. 1920’de Anadolu’ya geçip Milli Mücadeleyi destekleyen, kurucularından olduğu Anadolu Ajansı vasıtasıyla Gazi’nin basın danışmanı, tercümanı, İstiklâl Harbi’nin küresel propagandisti olan Adıvar, Cihan Harbi öncesinde savunduğu Türkçü – Turancı görüşleri daha sonra terk edecektir. Kendisi Ankara’nın otoriter uygulamalarını tenkit ettiği, eşiyse rejim muhalifi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurucularından olduğundan, personae non gratae muamelesi görünce, Adıvar ailesinin İngiltere, Fransa, ABD ve Hindistan’da geçen 14 yıllık gönüllü sürgün hayatı başladı. Bu süreçte İngilizce yazdığı makale ve kitaplar ve kalabalık salonlara yaptığı konuşmalarla dış alemde şöhret sahibi olan Adıvar, İstanbul'a dönüşünde 1940’da İÜ’nde kurduğu İngiliz Filolojisi'nin 10 yıl başkanlığını yaptı. Nutuk'ta 'mandacı' olarak nitelenip eleştirilmesine cevaben 'Gâzi haklıydı' diyerek özeleştiri yapan Halide Hanım, 1950’de seçildiği meclisten 1954’de istifa etmiş, bir ömre sığdırdığı birçok hayatın ardından da, 9 Ocak 1964’de İstanbul’da vefat etmiştir. Şedit bir antikomünist olmasına karşın, McCarthyciliği demokrasi ve hürriyetler konusunda ciddi tehdit gören, ‘hürriyet – müsavat – uhuvvet’ ilkelerini benimsediği Fransız İnkılabının laisizm umdesinin muhalifi ve 250 yıllık modernleşme - asrileşme – westernizasyon sürecimizin de önemli bir halkası olan Halide Edip, kültürel olarak muhafazakâr - modernist, ideolojik olarak liberal İngiliz sekülerizmi taraftarıydı.
Ülkemizin önemli biyografistlerinden İpek Çalışlar’ın yazdığı, referanslarımızdan Halide Edib
- Biyografisine Sığmayan Kadın, konuya dair en önemli eser olup meraklısı için vazgeçilmezdir. Adıvar’ın
İngilizce yazıp yayımladığı 2 ciltlik otobiyografisinin
Türkçesi Türk’ün Ateşle İmtihanı, orijinalinden farklı, hatta, yer yer zıt
ifadeler içeren bir oto-sansür numunesidir. 2024 Mayıs sonunda eriştiğimiz
sosyolojik olgunluk ve fikri gelişmişlik düzeyimiz, bu eserin orijinal haliyle
basılmasını hak etmektedir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve
muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Yalanların Efendisi Münchhausen.
Tam adı Hieronymus Carl Friedrich Freiherr von Münchhausen
olmasına karşın Yalanların Efendisi
Münchhausen olarak tanınan 1720, Bodenwerder doğumlu Germen asilzadesi Baron Von Münchhausen’in hayatı
hakkında uydurduklarının, hakikatlerin fersah fersah ötesinde bir külliyata
erişmesi, onu yaşarken efsaneleştirmiş, erken modern çağın en egzantrik ve
sempatik sîmâlarından yapmıştır. Gençliğinde Brunswick Prensi Anton Ulrich'in
hizmetinde bulunan, ordusuna katıldığı yıllarda Çarlık Rusyası’nın
Osmanlı İmparatorluğu ve İsveç Krallığına karşı yürüttüğü savaşlara katılan
Baronun hayatının asli faaliyetleri, 20 yaşından önce başlayıp, 1797’de
ölümünden kısa bir süre önceye değin devam ettiği av partileriyle; av, askerlik
ve seyahat hayatına dair uydurduğu âdeta serebral
korteks yakan cinsten olan aşırı abartılı hikâyelerini insanlarla
paylaştığı kalabalık sohbet seansları olmuştur. Münchhausen’ın uydurduğu
hikâyelerin en meşhurlarından olan ‘bir top güllesi üzerinde gökyüzünde dolaştığı’ anlatısı, Osmanlı kalesi Otchakov’un Ruslar tarafından
kuşatılmasına katıldığı sırada yaşadıklarından mülhemdir. 1740’ların sonlarında katıldığı Rusya – İsveç savaşı
sırasında ve sonrasında zenginleştirdiği içeriği ve geliştirdiği yeni ifade
teknikleriyle ‘bunu da yaşadım!’ diyerek anlattığı aşırı abartılı
hikâyelerinin paylaşım mekânları soyluların konakları, hanlar, meyhaneler, kafeler,
kent meydanları gibi kalabalıkların olduğu hemen her ortam olabiliyordu. Ünü
artık Almanya dışına taşmış, akıl almaz hikâyelerini dinlemek için
meclisine Avrupa’nın çeşitli kentlerinden insanlar gelmeye başlamıştı. 16. asır İspanya'sında yazılmış, vagabond karakterlerin yaşadıklarını konu alan pikareks romanlarla, 20.
asrın gerilim ve polisiye türündeki ‘ucuz roman’larını andırmasının yanı sıra, 1960 sonrasının gonzo gazeteciliğinin
ve magazinel bulvar basınının asparagas haberciliğinin de atası sayılabilecek Münchhausen
külliyatı; olumlanmak, saygı görmek, sevilmek gibi temel beşeri
ihtiyaçların had safhada güdülediği mitomanik
karakterli borderline bir kişilik olan Baron'un anlattığı âdeta ‘hakikate zerrece borcum yok, benim
söylediklerimle gerçekler arasında sıfır mutabakat varsa, yazıklar olsun o
hakikate, veyl o gerçekliğe!’ diye haykıran bir hikâyeler toplamının, çeşitli
sınıf, yaş, cins ve anlayıştan insanların, gündelik hayatın ezici rutininden,
katı realitelerden, baskılardan kaçarak dingin bir sanal limanda geçici bir süreliğine de olsa dinlenme ihtiyaçlarının buluşmasından
oluşan diyalektik, kaotik, katastrofik, spektaküler, alâimisemâ görünümlü, çok
katmanlı bir antitedir. Mezkûr fenomen, sadece yaşandığı 18. asırda değil; günümüzde de
edebiyat ve psikolojide Münchhausen janrını
doğurarak; epistemolojide Münchhausen Trilemma’sına ilham vererek; 1765 –
2024 döneminde onlarca dilde basılarak milyonlarca satmış sayısız kitaba
kaynak olarak; filmlere, dizlere, animasyonlara, çizgi romanlara konu olarak; Münchhausen
Sayısı’na ismini
vererek; tıpta sahte rahatsızlıkları kendisine yakıştırma anomalisi olan Munchausen Sendromuyla, fake hastalıkları bir başkasına reflekte
etmek şeklinde tezahür eden Münchhausen
By Proxy Sendromuna çıkış noktası oluşturarak etkisini sürdürmektedir.
Germen sanatçıların başarılı işbirliklerinin ürünü olan, Almanya’dan Flix’in yazdığı ve Bernd Kissel’in resimlediği grafik roman formatındaki Münchhausen – Yalanların Efendisi, ‘bazen bazı insanlar, gerçekte olandan fazlasını iddia edebilirler. Ancak dürüstlüğümden şüphe ediyorsanız, inançsızlığınız için size derinden acır ve uzaklaşmanızı rica ederim’ deyişini hayatının mottosu kılmış olan; 1913 – 1998 döneminde yaşayan palavracılar şahı, mavracılar kralı Erzurumlu Teyyo Pehlivan’ın ruh ikizi diyebileceğimiz Baron Münchhausen’in hayatını 20. asra taşıyıp yolunu Sigmund Freud'la kesiştiren enteresan bir çizgi roman olup, konunun ilgilisi bakımından okunulası bir çalışmadır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan mezkûr metinlerden 20 Mayıs - 24 Mayıs döneminde yayınlanacak olanlar aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.
101) Selim Sırrı Tarcan
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver
Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza
Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının
bugünkü konusu Selim Sırrı Tarcan.
Mekteb-i Sultânî’den Hocası Faik Üstünidman ile birlikte Türkiye’de jimnastik sporu, beden eğitimi hocalığı ve beden terbiyesi anlayışının iki kurucusundan biri; voleybolu ve boksu ülkemize getiren öncü sporcu; Olimpiyat Oyunlarına katılımımızı sağlayan vizyoner spor yöneticisi; sağlıklı yaşam ve ömür boyu spor için çokça yazan ve konferanslar veren bir kanaat önderi; folklor araştırmacısı ve siyasetçi Selim Sırrı Tarcan 24 Mart 1874’de Mora’da doğdu. 8 yıl okuduğu GS Lisesi’nin ardından askeri mühendislik mektebini bitirdi. Servet-i Fünûn dergisindeki spor yazarlığı ve editörlüğünden sonra beden eğitimi hocalığına atandığı İzmir’de çok sayıda spor branşıyla uğraşan Tarcan, Mühendis Mekteb-i Âlî'sine eskrim ve jimnastik hocası olarak atandığı dönemde, o sırada yeni ülkeleri olimpiyatlara dahil etmek için çıktığı Dünya turunun Türkiye etabında olan Uluslararası Olimpiyat Komitesi Genel Sekreteri Baron Pierre de Coubertin ile tanıştı. Selim Sırrı’nın gayretlerine karşın, Sultan Abdülhamit cemiyetlere izin vermediğinden, olimpiyatlara katılmamızın olmazsa olmazı Osmanlı Milli Olimpiyat Cemiyetinin kuruluşu 2. Meşrutiyetin ilânına müteakip, 1908 sonbaharında gerçekleşecekti. Aralık 1908’de Olimpiyat camiasına katılan Osmanlıyı, Berlin’de 1909’da yapılan toplantıda Selim Sırrı temsil etti. Tarcan, aynı yıl girdiği İsveç Kraliyet Beden Eğitimi ve Jimnastik Akademisi’nden 1911’de mezun olarak döndüğünde, jimnastik öğretmenliğine başladı. Hocası Ali Faik Bey’den beden eğitiminin Alman ekolünü öğrenen Tarcan, 20. asrın ilk çeyreğinde Dünyanın en popüler tarzı olan, İsveç ekolüne ölene değin sadık kalacaktır. Berlin’in yanı sıra Lüksemburg, Budapeşte, Stockholm, Lozan, Paris ve Prag’daki Uluslararası Olimpiyat Komitesi toplantılarına Osmanlıyı temsilen katılan Selim Sırrı, voleybol ve boksu federe sporlar haline getirerek alt yapılarını kurmuştur. 1919’da, I. Dünya Savaşı’na neden olduğu gerekçesiyle müttefikleriyle birlikte olimpik faaliyetlerden ihraç edilen Osmanlı, Tarcan’ın üstün gayretleri, Baron Pierre de Coubertin'in de ısrarıyla 1921’de olimpiyat sürecine tekrar katılmıştır. Böylelikle, 1908’de başlayan ve günümüze değin 116 yıldır süren milli olimpik örgütlenmemiz sırasıyla Kaim Cihan Müsabakalarına İştirak Cemiyeti, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı, III. Osmanlı Olimpiyat Cemiyeti, Türkiye Milli Olimpiyat Cemiyeti ve Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi isimlerini almış, Selim Sırrı bunların tamamının merkezinde bulunmuştur. Amatör spora büyük bir tutkuyla inanan Tarcan, bu konudaki tavizsiz tutumu spor camiasında tepkilere yol açınca bütün resmi görevlerinden istifa etmiş; hayatı boyunca da ‘sağlam kafa sağlam vücutta bulunur’ ilkesi uyarınca insanımızı yaşam boyu spora ikna etmek adına çok sayıda makale ve kitap yazmış, çoğu spor konulu yüzlerce konferans vermiştir. İsveç'teki eğitimi sırasında, mahalli değerlerin ulusal ölçekte tanınırlığının sağlanmasına şahit olan Tarcan, ilerleyen yıllarda Ege Bölgesi'nden zeybek oyunlarını derlerken benzer ilmi usulleri uygulayacaktır. Ülkemizde halen de çok popüler olan Gençlik Marşını, İskandinav yıllarında dinlediği bir İsveç dağ ezgisine söz yazıp, onu marş formunda aranje ederek üreten Tarcan 1935’e kadar yaptığı Beden Terbiyesi Başmüfettişliği ardından, vefat ettiği 2 Mart 1957’ye değin 3 dönem Ordu milletvekilliği de yapmıştır. Referans metnimiz Mustafa Mutlu’nun yazdığı ‘II. Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e Beden Terbiyesi ve Sporda Öncü Bir İsim: Selim Sırrı Tarcan (1874-1957)’, zihnen ve bedenen çok örselenmiş bir milleti spor ve beden terbiyesiyle ayağa kaldırmaya uğraşmış idealist bir sporcu, teorisyen, yönetici ve münevveri bütün veçheleriyle mercek altına alarak alanında benzersiz bir işe imza atan bir eserdir, konunun ilgilisine de şayanı tavsiyedir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.
102) Slavoj Zizek (Slavoy Jijek)
Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Slavoj Zizek.
Çoğunlukla yanlış telaffuz edilen isminin doğru okunuşu Slavoy
Jijek olan 1949 Ljubljana doğumlu Slovenyalı Sol Hegelyen ve Lacancı felsefeci,
kültür teorisyeni, konuşmacı, yazar, akademisyen ve entelektüel; bir küçük
ülkenin büyük bir düşünürü olarak gezegenin fikir hayatını 35 yıldır domine
etmeyi sürdürmekte. 1950’lerdeki birkaç yüz kişilik nüfusuyla ülkemiz ölçeğinde
ancak minnak bir köy sayılabilecek çocukluğunu yaşadığı sahil kasabası Portorož’un
3 km2’lik alanına Zizek’in neredeyse sınırsız olan ilgi alanlarını
barındıran o muhteşem beyni nasıl sığdı, bunun cevabı bizim açımızdan doğrusu meçhuldür.
O çağlarında sinema yönetmeni olmak isteyen, lisede ise hayat boyu sevdalanacağı
felsefeye merak sarıp Ljubljana Üniversitesi’nde felsefe alanında lisans ve
master eğitimi alan, ardından da Alman İdealizmi alanında doktora yapan Zizek,
Slovenya Komünist Partisi üyesi olmasına karşın, Başkan Tito’nun Yugoslavya’ya
giydirdiği otoriter – militer kostümü gardrobuna hiç dahil etmemiş, muhalif –
alternatif – underground gençlik dergilerine yazılar yazmıştır. 1960’ların ikinci
yarısında ilgi duyduğu Lacancı psikanalize yoğunlaşmak için 1970’lerde gittiği
Paris’te Jacques Alain-Miller’la çalışmış, kendisi gibi Lacancı psikanalize eğilimli
Mladen Dolar, Alenka Zupancic ve Renata Salecl’ın arasında olduğu genç sosyal
bilimcilerle Ljubljana Ekolü’nü kurarak kıta düşünce hayatına hızlı ve güçlü
bir giriş yapmıştır. Halen Ljubljana Üniversitesi Felsefe Bölümünde kıdemli
araştırmacı ve Ljubljana Teorik Psikanaliz Topluluğu’nun başkanı olan Zizek, European
Graduate School’da profesör; Londra Üniversitesi Birkbeck Beşeri Bilimler
Enstitüsü’nde uluslararası direktör; New York, Columbia, Princeton, Minnesota,
Michigan ve Chicago Üniversitelerinin de arasında olduğu çok sayıda muteber akademik
kurumda konuk profesördür. Şu ana değin yazdığı 50
kitabı, bir o kadar da, ortak yazar ya da editör olarak katkı verdiği kitap
olan, yanı sıra sayısız makale, tebliğ ve konuşmaya imza atan Zizek’in müktesebatına,
favori düşünürleri olan Jacques Derrida, Jacques Lacan, Sigmund Freud, Hegel ve
Louis Althusser gibi ekolleşmiş aktörlerin eserlerinden yaptığı çevirileri de
katmak gerekir. Düşünce dünyasında boy gösterdiği ilk günden itibaren ikonik bir aktör olacağının ipuçlarını veren, giderek de alanının âdeta Taylor
Swift’i olmaya doğru ilerleyen Zizek'in fikri yolculuğunun milâdı, 1989’da
İngilizce basılan ve dilimize İdeolojinin Yüce Nesnesi adıyla 2002’de
kazandırılan The Sublime Object of
Ideology'dir. Sayesinde uluslararası tanınırlık ve bilinirlik kazandığı ve salt bestseller değil, longseller da olan mezkûr eser, bir taraftan Alain Badiou, Robert Brandom,
Joan Copjec, Quentin Meillassoux ve Julia Kristeva gibi tartışmalı ve kült
düşünürlerin eserlerini kritike ederken, bununla birlikte kuantum dalga mekaniği,
Möbius Şeridi – Klein Şişesi gibi popüler bilim konuları, Hegel mantığının üçlü
temeli, toplumsal ve biyolojik cinsiyet farklılıkları, Ada merkezli analitik
felsefenin problematikleri, Hegelyen ve Kantçı perspektiflerden yapılmış film,
politika ve kültür değerlendirmeleri gibi çok geniş entervale yayılmış ilgi ve
bilgi alanlarından beslenmektedir. Müktesebatındaki kavram ve argümanların tutarsızlık ve çelişkiler
barındırdığı eleştirisine biz de katılıyoruz. Öte yandan, Zizek’in
eserlerindeki gösterenler, yâni, kavram ve argümanlar tutarsız da, onların gösterdikleri gösterilenler, referans verdikleri Dünya,
Kozmos, Mevcudat çok mu tutarlılar Allah aşkına?!? İrritative,
agresif, cüretkâr, şaşırtıcı, provokatif de olan Zizek külliyatını; ufuk açısı,
ezber bozan, muhatabını konfor alanı dışına çeken etkileri yüzünden beğeniyor ve
okuyoruz; temelde Lacan’ı Hegel ve Hegel’i de Lacan üzerinden okuma teşebbüsü
olan İdeolojinin Yüce Nesnesi’ni
de, Zizek’in fikri uzay-zaman sürekliliğine girmek için ideal bir başlangıç
metni olarak görüyor ve öneriyoruz. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça
kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.