Maçkalı Hasan; Alfred Lothar Wegener; Son Perşembecilik; Bevvâl-i Çeh-i Zemzem; Drake Denklemi >>> metinler 33



01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. Mezkûr metinler, muhtasar bir ifadeyle, insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki - hayvan - böcek - toprak - su gibi bileşenlerinin oluşturduğu o alâimisemâ mahiyetli muhteşem mimari ve muhtevanın referans verdiği eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin fenomenlerinden / tezahürlerinden birisinin, ana hatlarıyla da olsa, kuşatılma teşebbüsüdür. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan bahis konusu entelektüel hasılanın 12 Ağustos - 16 Ağustos haftasında yayınlanacak olanları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.

161) Maçkalı Hasan 

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, 
Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Maçkalı Hasan.

Maçkalı Hasan olarak bilinen türkücü, bestekâr, kemençe sanatçısı ve derleyici Hasan Tunç 1912’de Trabzon’un Maçka ilçesinin, eski adı Mağura olan, Örnekalan köyünde doğdu. İstiklâl Harbi sonrasındaki mübadelede, Maçka’nın köylerinde yaşayanların önemlice bir bölümü Yunanistan’a gönderilirken, Mağura nüfusunun neredeyse tamamının Müslüman oluşu, mezkûr beldeyi bu sürecin dışında bırakacaktı. Babası ailesini geçindirmek için İstanbul’da çalışan Hasan, 7 çocuklu yoksul ailesinin en büyük evlâdıydı. 9 yaşında bir kazada sağ gözünü yitiren Hasan, fakirlik yüzünden ancak ilkokul üçe kadar okuyabilmiş, akabinde annesiyle yaylacılık yaparak geçimlerine yardımcı olmuştu. 12 yaşında kemençeyle tanışan, doğuştan gelen yeteneğiyle kısa sürede bu enstrümanın icrasında ustalaşan ve yöre türkülerini derlemeye başlayan sanatçı, 18 yaşında gittiği İstanbul’da, babasıyla birlikte yorgancılık yapmaya başlamıştı. Cumhuriyetin erken dönemine hâkim olan ana akım kültür anlayışının fazla itibar etmediği kemençe sanatı ve mahalli Trabzon müziğiyle olan tutkulu ilişkisinin çıtasını sürekli yukarıya taşıyan Hasan, babasının yorgancı dükkânının olduğu Kocamustafapaşa’da komşuları olan dönemin efsanevi ses sanatçısı Hamiyet Yüceses tarafından keşfedilmiş, onun aracılığıyla yerel sanatçı statüsünden İstanbul Radyosu'na girmişti. Eş zamanlı olarak yorgancı çıraklığını bırakan Hasan, o yıllarda, Yüceses gibi bir avuç süper star dışındaki  müzisyenlerin geçim sıkıntısı çekmesi yüzünden, önce Haseki Hastanesi'nde, ardından da, emekli olacağı 1973’e kadar aralıksız çalışacağı Çapa Tıp Fakültesi Yukarı Gureba Hastanesi’nde hademe olarak mesai yapmıştı. Müzik alanında bir okula devam etmediği gibi, bir hocadan da ders almayan, annesinin güzel ve yanık sesiyle söylediği türkülerin açtığı yolda yeteneğiyle ilerleyen Hasan Tunç, birlikte çalıp söylediği yakın dostları Salim Akpınar ve Fehmi Alan gibi kemençe ustalarıyla gerçekleştirdikleri meşklere olan borcunu her vesileyle dillendirecekti. Gerek radyo programlarında, gerekse de plâk kayıtlarında birlikte çalıştığı Sadi Yaver Ataman, Cemile Cevher Çiçek, Ahmet Yamacı, Fatma Türkan Yamacı, Ömer Akpınar, Metin Eryürek gibi dönemin önemli sanatçıları, Maçkalı Hasan’ın müzik hayatına önemli katkılar sağlamıştır. Ününü duyan Atatürk’ün huzurunda da sanatını icra eden Maçkalı Hasan, coşkuyla çaldığı kemençesine tempo tutarak eşlik eden Gâzi’nin kendisini ‘çal evlat çal, Karadeniz havaları bizim milli musikimizdir’ diyerek teşvik edip onurlandırmasını ölene değin unutamayacaktır. Kemençenin ordinaryüsü olarak anılan Göreleli Osman Gökçe’den sonra, gelmiş geçmiş en büyük kemençe virtüözü kabul edilen Hasan Tunç, Karadeniz kültürüne ve Türk Halk Müziği’ne katkılarından dolayı 1983’de Kültür bakanlığı tarafından ödüllendirildikten 3 yıl sonra, 1 Mayıs 1986’da vefat etmiştir. Hemşehrîsi olan gazeteci, yazar, tv programcısı Nihat Genç’in ‘Maçkalı Hasan iki büyük savaş gördü, gurbet gördü, sevda yaşadı... onu dinlemeden kimse Karadeniz türküsü dinledim diyemez. Her biri Karadeniz’in milli marşı hüviyetindeki eserlerini bir kez olsun ağlamadan dinlemek mümkün değildir. Yörenin tarih ve coğrafyasının konuştuğu eserlerinde bu muhteşem adam, Karadeniz’in bütün sırlarını verir bize.’  diye tanımladığı Maçkalı Hasan’ın ‘ben senu sevduğumi’, ‘divane aşık gibi’, ‘oy benum sevduceğum’ gibi en popüler 16 eseri, 2001 yılında ‘divâne âşık gibi’ ismiyle Kalan Müzik tarafından cd ve kaset olarak basılmıştır.

Sanatçının eserleri Kâmil Sönmez, Fuat Saka, Kâzım Koyuncu, Volkan Konak, Şevval Sam, İsmail Türüt ve Davut Güloğlu gibi çok sayıda sanatçı tarafından sayısız kere icra edilmiştir. Maçka’nın meydanına heykelinin dikilmesini hak eden sanatçı hakkındaki yegâne kaynak, bizim de referans metnimiz olan, Ekşi Sözlük’te adına açılmış başlıktır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.  


162) Alfred Lothar Wegener
 

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Alfred Lothar Wegener.

Liberal görüşlü teolog ve eğitimci bir babanın oğlu olan Alman meteorolog, klimatolog, jeolog, jeofizikçi, kutup araştırmacısı Alfred Lothar Wegener, 1 Kasım 1880’de Berlin’de doğdu. Doğayı incelemeye ve spora kendisi gibi meraklı ağabeyi Kurt’la birlikte yürüyüş, dağcılık, yelken ve balon yolculukları yaptığı mutlu ve özgür bir çocukluk ve gençlik dönemi yaşayan Wegener, balonla çıktıkları atmosferin üst tabakalarındaki gözlemleriyle meteoroloji ve klimatoloji kariyerine de giriş yapmış oldu. 5 Nisan 1906’daki balon seyahatinde 52 saat havada kalmayı başaran Wegener kardeşler, bir Dünya rekoru kıracaklardı. Fizik, meteoroloji ve astronomi alanlarındaki üniversite eğitimini 1905’de tamamladığı astronomi doktorasıyla taçlandıran Wegener, Danimarkalı etnolog, yazar, seyyah ve kaşif Ludvig Mylius-Erichsen’in başkanlığındaki ekiple 1906 – 1908’de gerçekleştirdikleri ilk Grönland gezisinin izlenimlerini Atmosferin Termodinamiği ismiyle kitaplaştırdı. Grönland’da ilk kışını geçirdiği ve önemli meteorolojik araştırmalar yaptığı ikinci Kuzey seferinin ardından evlenen, hemen ardından patlayan 1. Dünya Savaşı’ndaysa Batı Cephesi’nde savaşan Wegener, cephede yaralanınca orduya zeplin trafiğini yönlendirerek ve hava durumu tahminleri yaparak hizmet etti. Okyanus ve kıtaların kökenleri, dinamikleri ve jeolojik formasyonları hakkında düşünmeye yirmili yaşlarında başlayan Wegener, Güney Amerika ile Afrika’nın birbirine bakan kıyılarının bir yap-bozun parçalarıymışçasına uyumlu olmasının oluşturduğu derin bir sezgi kazanmıştı. Bu sezgisi, kara parçalarının jeolojik zamanlar içinde yükseldiklerini fark etmesiyle dikey hareket ediyorlarsa, yatay da hareket etmeliler fikrine evrilen Wegener, böylelikle, konudan ilk kez bahseden Francis Bacon’ın, çığır açan opus magnum’u Novum Organum’da dillendirdiği kayıp Atlantis Kıtası merkezindeki temayı; kıtaların kaymasını esas alan Levha Tektoniği teorisine dönüştüreceği büyük buluşunun da eşiğine gelmişti. Güney Amerika ve Afrika’nın fauna ve florasının benzerliğini, iki kıtanın fosillerinin neredeyse örtüşmesi ve kıyılarının legovari jeolojik formasyonuyla birleştiren Wegener, 6 Ocak 1912’de, Frankfurt Jeoloji Derneği genel kurulunda yaptığı konuşmayla, alanında köklü dönüşümlere yol açacak Levha Tektoniği kuramını bilim camiasıyla ilk defa paylaştı. Bu kuramı içeren 1915 tarihli Kıtaların ve Okyanusların Kökeni kitabını ilerleyen yıllardaki araştırmalarıyla güncelleyerek yeniden yayımlayan Wegener’in mezkûr devrimci teorisi özetle şöyleydi: Dünyanın litosfer dediğimiz taşküresi, kıtaları ve okyanus tabanlarını oluşturan iki katmanlı katı bir yapıdır. Daha düşük yoğunluklu ve hafif olan silisyum – alüminyum temelli SiAl tabakası, daha yoğun ve ağır olan silisyum – magnezyum karakterli SiMa tabakası üzerinde sürekli kaymaktadır. Yüzlerce milyon yıl önce, günümüzdeki bütün kıtaların ve kara parçalarının birleşmesiyle oluşan ve Pangea denilen tek bir kıta vardı. Pangea kıtasını oluşturan SiAl tabiatlı levhaların SiMa üzerinde kaymasıyla levhalar birbirinden uzaklaşmış, zaman içinde de günümüzdeki kıtalar şekillenmişti. Karasal levhaların arasındaki boşluklar ise Pangea’yı çevrelen devasa su kütlesi tarafından doldurularak bugünkü okyanus ve denizleri ortaya çıkarmıştı. Levhaların birbirlerine göre hareketleri, bunların sınırlarında dağ silsilelerini, okyanus diplerindeki sırtları, büyük deprem zonlarını ve volkan hatlarını doğuracaktı.  Çıktığı dördüncü Grönland seferi sırasında, Kasım 1930’da, yıllardır çektiği rahatsızlığı nükseden Wegener, aşırı yüklendiği kalbinin


iflas etmesiyle, henüz 50 yaşındayken vefat etmişti. Önceleri görmezden gelinen, ardından da bilim dışı ilân edilerek reddedilen görüşleri, 1950’den sonra yapılan araştırmalarla, özellikle de bunların okyanus tabanlarında gerçekleştirilen kısmıyla kanıtlananınca, Wegener; Newton, Darwin, Freud ve Einstein gibi alanlarında radikal dönüşümler yapan bilimcilerin arasında anılmaya başlanacaktı.

Hacettepe Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümü hocalarından Prof. Dr. Ramazan Kadir Dirik’in ders notlarından derlenmiş 31 slaytlık görsel şölen mahiyetindeki Levha Tektoniği başlıklı powerpoint sunumu, mercek altına aldığımız konuya giriş için mükemmel bir başlangıç noktasıdır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 

Kültür Karın Doyurur mu?; Watts Kuleleri; Dataizm; Hoş Gelişler Ola; Tomris Hatun >>> metinler - 32



01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. Mezkûr metinler, muhtasar bir ifadeyle, insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki - hayvan - böcek - toprak - su gibi bileşenlerinin oluşturduğu o alâimisemâ mahiyetli muhteşem mimari ve muhtevanın referans verdiği eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin fenomenlerinden / tezahürlerinden birisinin, ana hatlarıyla da olsa, kuşatılma teşebbüsüdür. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan bahis konusu entelektüel hasılanın 05 Ağustos - 09 Ağustos haftasında yayınlanacak olanları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.



156) Kültür Karın Doyurur mu?

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Kültür Karın Doyurur mu?

‘Yorum hür, ama, gerçekler kutsaldır’ beyanı gezegenimizin medya kozmosunda popüler olan Charles Prestwich Scott, 60 yıl boyunca The Guardian Gazetesi’ne editör ve yazar olarak istikamet tayin etmişti. 2000’lerin başında, 203 yıllık tarihiyle modern İngiltere’nin entelektüel kara kutusu ve hafızası diyebileceğimiz liberal demokrat – merkez sol tandanslı mezkûr gazetenin Opinion sayfasında, Givelight Cheerfullsoul müstearıyla yayımlanan makale büyük yankı uyandırmış, medya – akademya – siyasi partiler – meslek örgütlerinin tarafı olduğu uzun soluklu bir tartışmanın fitilini ateşlemişti. Yazarın gerçek kimliği tam manasıyla netleştirilememiş olsa da, onun, İngiltere’nin ana akım gazete ve dergilerine kültür – sanat – felsefe – bilim yazıları yazan fikir insanlarından birisi olduğunda ittifak edilmiştir. Mezkûr yazısında Cheerfullsoul özetle ve mealen şu argümanları dillendirmişti: ‘Yıllardır Birleşik Krallık kültür dünyasına katkı sağlamaktayım. Edebiyattan resme, müzikten mimariye, sinemadan spora, psikolojiden sosyolojiye, antropolojiden arkeolojiye, tarihten iktisada, fizikten biyolojiye, kozmolojiden zaman yolcuğuna, kara madde ve kara enerjiden kuantum dalga mekaniğine, mantıktan matematiğe, paradokstan olasılık kuramına, teolojiden metafiziğe, ahlâktan popüler kültüre değin akla gelebilecek hemen her konuda yazdıklarımın kayda değer bulunarak beğenilmesi haliyle mutlu etmekte beni. Bunlar için aldığım telif ücretinin ise; berber, bahçıvan, terzi, ayakkabı tamircisi, şoför, elektrikçi, çilingir, aşçı, sıhhi tesisatçı, boyacı gibi zanaat temelli meslek erbabının kazancının çok gerisinde kalması, sosyoekonomik mimarimizle değerler dünyamıza dair ciddi bazı problemlere sahip olduğumuza işaret etmektedir. Dikkat edilirse, doktor, avukat, bilgisayarcı, mali müşavir gibi meslek mensuplarının benimkini kat be kat aşan astronomik kazançlarına girmedim bile. Yazılarımın, saydığım zanaatkârların ortaya koydukları mesai kadar insanlara yararlı olmadığı gerekçesiyle, verili ücretlendirilme rejimini temize çekerek rasyonalize edenlere bir çift sözüm olacak. Şayet siz; bilim, sanat, felsefe gibi ana başlıkların altındaki yüzlerce alt disiplinin kapsadığı sayısız konuya dair bilginin; çilingirin kilitli kapınızı açması, boyacının evinizi boyaması, ya da, terzinin söküğünüzü dikmesi kadar değerli olmadığını düşünüyorsanız, o takdirde, hayatı sadece pratik sonuçlara, güncel kazançlara, maddi avantajlara ve tabeladaki skora göre değerlendiren bir neticecilikle malûlsünüz demektir. Bireyi, sosyal dokuyu ve küresel medeniyeti tek boyutlu bir varoluşa kilitleyen bu mekanik, pragmatist, maddiyatçı, menfaatçi ve teknik yaklaşımın terk edilmesi, insanın entelektüel düzeyiyle mental kondisyonunun, sürekli gelişen teknolojiye paralel olarak, gelişmesini sağlayacak olan yegâne yoldur.’ Cheerfullsoul’un 20 küsur yıl önce İngiltere özelinde dilendirdiği itiraz fevkalâde aktüel olup, biyoteknoloji - yapay zekâ – robotik – nanoteknolojinin domine ettiği yakın gelecekte hangi mesleklerin kaybolacağını, hangilerinin önem kazanacağını, bunların ışığında eğitim sisteminin nasıl revize edilmesi gerektiğini tartışan insanlığın verili haliyle de âdeta birebir örtüşmektedir. Bu yüzden de, üniversite öncesi eğitimin kalitesinin düşük olduğu, birçok üniversite mezununun diplomalı işsizler ordusuna katıldığı, meslek liselerine bir türlü gereken önemin verilemediği, gençlerin kamuda istihdam edilmeyi çıkış yolu gören monist ve kısır bir seçeneği yeğlediği 2024 Ağustos’unda, Givelight Cheerfullsoul’un milenyum başında sorduğu ‘bilim, kültür, sanat, felsefe alanlarına dair düşünmek, araştırmak karın doyurur mu’ sorusunun da parçası olduğu bir tartışmayı, problemin bütün paydaşlarının dahil oldukları geniş bir bağlamda derinleştirerek sürdürmek faydalı olacaktır. 

Mercek altına aldığımız konunun ilham kaynağı ve menşeyi olan makalenin dijital adresine, onu paylaşmak sâikiyle,  gittiğimizde, The Guardian Gazetesi’nin onu, 20 yıldan öncesine ait olan diğer birçok materyalle birlikte, sitesinden kaldırdığını üzülerek gördük. Bu yüzden de, söz konusu metnin, arşivimizdeki, mealen yapılmış bir özetini esas almak zorunda kaldık. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 


 

157) Watts Kuleleri

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Watts Kuleleri.

Yakınlarının Saboto ya da Sam dedikleri Simon Rodia’nın, Güney Los Angeles’taki Watts bölgesinde, evinin arka bahçesinde yaptığı birbirine bağlı 17 kule, heykel, mimari yapı ve mozaiklerden oluşan entegre sanat eseri, küresel ölçekte Watts Kuleleri, Simon Rodia Kuleleri, ya da Nuestro Pueblo olarak tanınmaktadır. İtalya göçmeni bir inşaat işçisi, yer karosu ve kiremit ustası ve tamirci olan Sabato Rodia tarafından 1921 – 1954 döneminde tam 33 yıl süren bir tasarlama ve inşâ sürecinde gerçekleştirilen mezkûr sanat kompleksinin en yüksek noktası 30.3 metre olup, eser, üslûbu bakımından, sanat tarihçilerince Art Brut ve İtalyan – Amerikan Naif Sanatı türlerine dahil edilmektedir. Söz konusu sanat eseri 1990 yılında hem Los Angeles’in, hem de Kaliforniya’nın ulusal tarihi simgesel yapılar listesine dahil edilerek korumaya alınmıştır. 12 Şubat 1879’da İtalya’da doğan Sabato, 15 yaşındayken erkek kardeşiyle Amerika’ya göçtü. Kardeşini maden kazasında kaybeden Sabato, üç çocuğunun olduğu eşinden boşandı ve birçok işe girip çıktıktan sonra 1920’de Watts’a yerleşti. Beldenin önemli binalarının inşaatında çalışırken, kendisine şöhret kazandıracak opus magnum’unu adım adım tasarlamaya ve inşaya başladı. Bir kısmı semtin çocukları tarafından toplanıp getirilen ve tamamı atık ya da hurda malzeme olan inşaat demiri, kümes teli, demiryolu malzemeleri, çelik boru, beton, porselen – fayans – cam – seramik – yer karosu parçaları, deniz kabukları, meşrubat şişeleri, aynalar, heykelcikler ve çeşitli eşyalardan faydalandığı inşaat ve dekorasyon sürecinde Sabato, sanat kompleksine İtalya’da doğduğu evin ve cemaatinden olduğu kilisenin havasını vermeye gayret ettiği için, ona İspanyolcada Bizim Kasabamız anlamındaki Nuestro Pueblo adını verdi. Eserini tek başına inşâ ettiği 33 yıl boyunca, hiçbir aşamada basit el aletleri dışında gelişmiş bir alet ve ekipman kullanmayan sanatçı, sürecin tasarım kısmını da masa başında değil, bütünüyle sahada ve inşâ faaliyeti sırasında gerçekleştirdi. Bürokratik baskılardan yılan ve ağır inşat sürecinin altında ezilen Sabato, üstüne üstlük 1954’de felç geçirip bir de inşaatta düşünce, ‘benden bu kadar!’ deyip, 1955’de mülkünü ve sanat eserini bir komşusuna bıraktı ve 1965’de ölene değin birlikte yaşayacakları kızının yanına gitti. ‘Niçin bu işe kalkıştın?’ diye soran bir gazeteciye ‘büyük bir şey yapmak istiyordum, yaptım da. Bir insanın hatırlanması için ya çok iyi olması lâzım, ya da çok kötü. Umarım ben iyi anılırım’ diye cevap veren Sabato’nun kulelerini, sağlam olmadıkları gerekçesiyle, yıllarca yıkmaya uğraşan belediyeye cevabı, takip eden yıllarda depremden ve vandalların saldırılarından zarar gören eseri restore eden uzmanlar verecekti: ‘ancak kaliteli mühendis, mimar, işçi ve ustaların elinden çıksaydı bu denli sağlam ve artistik olabilirdi!’ Simon Sabato Rodiabu Dünyaya gelmemizin bir amacı olmalı, o amacı anlayıp, gereğini yapacağım!’ diye yola çıkanlardan, başyapıtlarını iğneyle kuyu kazarcasına ve bir mabedi tuğla üzerine tuğla koyarak gökyüzüne doğru yükseltircesine hedefine


kilitlenen idealistlerdendi. Saboto’yu, tam da  umduğu gibi, iyi biri olarak biliyoruz.

Konumuz hakkındaki en kapsamlı araştırma Wikipedia’nın İngilizce edisyonundaki Watts Towers başlıklı maddedir. 1973’de BBC’de gösterildiğinde müthiş sükse yapan ve belgesel yayımcılığın dönüm noktalarından birisi olarak kabul edilen İnsanın Yücelişi isimli dokümanter dizi, akabinde Dünya’nın diğer önemli tv kanallarıyla birlikte, 1974’de TRT televizyonu tarafından da yayımlanmıştı. Belgeselin metin yazarı ve sunucusu olan Polonya asıllı İngiliz matematikçi ve filozof Jacob Bronowski’nin, bu diziyi baz alarak hazırladığı bol görselli ve diziyle aynı isimli kitabı 1974’de İngiltere’de ve 1975’de de ülkemizde yayımlandı. Eser Watts Kulelerine yer veren nadir Türkçe kaynaklardandır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.  

Givelight Cheerfullsoul ve 'kültür karın doyurur mu?' problematiği












Ülkenin önemli gazetelerinden The Guardian'ın Görüşler sayfasında, daha sonra müstear bir isim olduğu anlaşılan Givelight Cheerfullsoul  mahlâsı altında yayımlanmasına müteakip, Birleşik Krallık'ta yıllarca süren ve 'kültür karın doyurur mu?' problematiğini asal eksenine oturtan bir tartışma sürecinin fitilini ateşleyen bir yazı, yazarının kimliğinin halen netleşmemiş olması yüzünden, gizemini muhafazaya devam etmekte.

Özgür İrade; Zbigniew Kazimierz Brzeziński; Transhümanizm; Leman Bozkurt Altınçekiç; Mikroplastikler >>> metinler 31



01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. Mezkûr metinler, muhtasar bir ifadeyle, insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki - hayvan - böcek - toprak - su gibi bileşenlerinin oluşturduğu o alâimisemâ mahiyetli muhteşem mimari ve muhtevanın referans verdiği eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin fenomenlerinden / tezahürlerinden birisinin, ana hatlarıyla da olsa, kuşatılma teşebbüsüdür. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan bahis konusu entelektüel hasılanın 29 Temmuz - 02 Ağustos haftasında yayınlanacak olanları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.












151) Özgür İrade

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Özgür İrade.

İnsanlık tarihinin son 200 yılı incelendiğinde; özgür irade sahibi birey, insan hakları, serbest piyasa ekonomisi ve demokrasi gibi dört ideolojik antitenin asal unsurları olduğu paradigmatik bir anlayış ve anlatının tarihsel sürece damgasını vurduğu görülecektir. Mercek altına alacağımız olgu, bu dört kavram arasında dominant unsur olan özgür irade sahibi bireydir. Yapıp ettiklerini, bunlara dair yaşadığı sezgi, karar verme, plânlama, eyleme geçme ve fiilini finalize etme fazlarında, harici koşulların mutlak manada determine ettiği belirlenimci bir bağlamda, ya da, sebep – sonuç illiyetinden bağımsız olarak gelişen bir rastlantılar silsilesi içerisinde değil, esas olarak, şahsi istek, hedef ve tercihleri doğrultusunda gerçekleştiren kişi özgür irade sahibi olarak nitelenir. Bir insanı diğerlerinden ayıran benlik, ferdiyet, kendilik ya da kişilik denilen nörolojik ve psikolojik antiteden bahsettiğimizde, özgür irade sahibi bireyin, kendisini diğer bireylerden ayırma konusunda tartışılamayacak denli net bir anlayışa sahip olduğunu; bir insan teki, bir fail ve bir özne olarak söylemler ve edimler eylediğinde geliştirdiği orijinal bir öz farkındalıkla, bunun beslediği otantik bir özsaygıyı kuşandığını argümante etmişiz demektir. Günümüzdeki modern halinin embriyonu ilkin antik Grek düşüncesinde beliren, 4. asırda Hristiyan teoloji ve felsefe kozmoslarında geliştirilen, 18. asırda Schopenhauer’ın ‘hiçbir dışsal faktöre tabî olmaksızın özgür isteme anlamına gelen liberum arbitrium indifferentiae kavramsallaştırmasında ekstremist bir versiyonu dillendirilen özgür irade teorizasyonun arketipik kökenlerine ise, çok daha öncelerde, gezegenin Batı dışı medeniyet havzalarında rastlamak mümkündür. İslâm teoloji, kelâm ve felsefesinde, ifrat ve tefriti oluşturan Yaradan’ın her bakımdan kâdiri mutlak oluşunun insana bir serbestiyet imkânı tanımamasının zaruri bir neticesi olarak, beşere bir aksiyon nisbet etmemizin bile mümkün olmadığını savunan Cebriyye ekolüyle; eylem ve söylemlerinin bütün sorumluluğunu insana yükleyen, bu suretle de ilâhî kader inancını inkâr eden Kaderiyye anlayışı gibi iki heterodoksi yaklaşımın arasında konumlanmış olan ve insanın, Yaradan’ın külli iradesinin resmin büyük kısmını oluşturduğu bir paradigma içerisine yuvalanmış cüzzî bir irade ile amel ettiği şeklindeki genel kabul gören ortodoksi yaklaşım, özgür irade mevzunun İslâmi şerhinin ekstresi gibidir. Kuantum Dalga Mekaniği müktesebatının 100 yılı aşan bir süredir örseleyerek peyderpey fizikî süreçlerin dışına ötelediği determinizm ilkesinin, bilhassa atomaltı parçacıklar dünyasında zerrece hükmünün olmadığının kanıtlanması, özgür iradenin biyolojik, psikolojik ve sosyolojik kozmoslardaki izdüşümlerini de tartışmalı hale getirmiştir.  Epilepsi hastalarının tedavisinde kullanılan bir protokolün neticesinde ortaya çıkan ayrık-beyin hastaları üzerindeki çalışmalarıyla 1981 Nobel Fizyoloji ya da Tıp ödülü kazanan Roger Wolcott Sperry ve Michael S. Gazzaniga’yla, davranışsal iktisat alanındaki mesai ve telifiyle 2002’de Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Daniel Kahneman’ın müktesebatı ise, özgür iradeyle, onun üzerinde yükselen benlik antitelerine dair bütün kabul ve ezberlerimizi gözden geçirtecek türden olup, ‘serbest istenç’in ve tutarlı – bütünlüklü – muhkem – tekil bir benlik kavrayışının tabutuna bir çivi de bizden!’ dercesine etki yapmıştır.

2011’de yayımlanmasından bu yana 20’den fazla dile çevrilip milyonlarca satan ufuk açıcı Incognito – Beynin Gizli Hayatı’nın müellifi; nöro-plastisite, sinestezia, zaman algısı, nörobilimle hukukun müşterek alanı gibi temalara yoğunlaşan ABD’li sinirbilimci, akademisyen, yazar, konuşmacı, teknolojist, girişimci, sivil toplum aktivisti David Eagleman’ın 2015 tarihli Beyin – Senin Hikâyen kitabı, o çok merak edilen ‘gerçek nedir?’, ‘ben kimim ve nasıl karar veriyorum?’, ‘teknoloji ölümsüzlüğü sağlayıp insan olmanın anlamını değiştirebilir mi?’, ‘bir simülasyonun parçası mıyım?’ gibi favori problematikleri kuşatan içeriğiyle bize ilham ve enformasyon sağlarken, konunun her düzeyden meraklısı için de okunulası bir rehber metin olarak öne çıkmaktadır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.  













152) Zbigniew Kazimierz Brzeziński

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Zbigniew Kazimierz Brzeziński.

Polonya asıllı Amerikalı siyaset bilimci, akademisyen, diplomat, stratejist, yazar Zbigniew Kazimierz Brzeziński 28 Mart 1928’de aristokrat bir Roman Katolik ailenin çocuğu olarak Varşova'da doğdu. Çocukluğunun, diplomat olan babasının vazifesi yüzünden, önce Nazizmin iktidara geldiği Almanya’da ve akabinde 1936 – 1938 döneminde, Stalin’in Moskova Duruşmaları ile Komünist Partinin bütün ileri gelenlerini imha ettiği büyük tasfiye hareketi sırasında Moskova’da geçmesi, Brzeziński’nin totaliter rejimlere karşı ömür boyu besleyeceği nefretin tohumlarını attı. 1966 – 1968 döneminde Lyndon Johnson’ın uluslararası politika danışmanlığını, 1977 - 1981’de ise Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığını yürüten Brzeziński, Henry Kissinger gibi, Amerikan hariciyesinin realist geleneğinin mensubu ve Siyonist rejimin kararlı bir destekçisiydi. Japonya, Batı Avrupa ve ABD arasındaki ekonomik, politik ve kültürel işbirliğini geliştirmek için, esas olarak da Atlantik İttifakıyla Batı Medeniyetinin küresel dominasyonunu sürdürmek adına, Temmuz 1973’de temelleri atılan ve Bilderberg Konferansı gibi, tartışmaların daima odağında yer alan Trilateral Commission’ın fikir babası ve Amerikalı iş insanı David Rockefeller’la birlikte kurucularından olan Brzeziński, kariyeri boyunca Dünya'nın en muktedir, en zengin ve insanlık ve gezegenimiz adına da, en tehlikeli olan aktörleriyle aynı idealleri ve kurumları paylaştı. Müktesebatını etüt eden ana akım araştırmacılar, dünya görüşünü ve felsefi duruşunu ‘liberal, küreselci, idealist ve antikomünist’ olarak tanımlarken; bu değerlendirmenin global emperyalist tahakkümün penceresinden yapılmış hayırhah bir yaklaşım olduğunu savunan vicdanlı akademisyen ve aydınlar, Amerikan emperyalizminin rafine, vizyoner ve tehlikeli bir teorisyeni, uygulamacısı ve müdâfii olarak resmetmeyi tercih ederler Brzeziński’yi. Yakın dostlarının hitabıyla Zbig, Çin Halk Cumhuriyeti – ABD ilişkilerinin normalleştirilmesine; Sovyetler Birliği’yle yürütülen SALT II, yâni, 2. Stratejik Silahların Sınırlandırılması anlaşmasının imzalanarak küresel nükleer savaş paranoyasının sonlandırılmasına; Mısır – İsrail savaşına son veren Camp David Anlaşması’nın gerçekleştirilmesine ciddi katkılar sağladı. İran İslâm Devrimi’nin hemen akabinde, bir amerikanofil olan Şah Rıza Pehlevi’nin tedavi bahanesiyle ABD’ye kabul edilmesiyle 4 Kasım 1997’de patlak vererek tam 444 gün süren Tahran’daki ABD Büyükelçiliği rehine krizinin müzakereler temelinde ve barışçıl bir finalle sonlandırılmasında da rolü olan Brzeziński, Sovyetler Birliği’nin, ana yurdu olan Polonya gibi Doğu Avrupa ülkelerindeki hegemonyasının geriletilmesi için çalıştı. Polonyalıların onu ve bir diğer Leh asıllı figür Papa 2. Jean Paul’ü ulusal kahraman olarak görmeleri bu yüzdendir. Rusya Afganistan’ı işgal edince Talibanı desteklemesi, bu işgalin, Sovyetlerin Vietnam’ına dönüşerek onu yıkacağını öngören kuramcı ve stratejist yanının bir tezahürüydü. Kariyerinin uzunca bir döneminde Demokrat Parti’yi desteklemesine karşın, 1988 seçimlerinde Cumhuriyetçi aday George Bush’un yanında durarak partilerüstü tutum alan Brzeziński, orta ve uzun vadeli sonuçlarının Amerika’nın küresel menfaatlerine zarar vereceğini öngörerek, oğul Bush’un 2003’teki Irak’ı işgal politikasını eleştirmişti. Küresel aktör olmak iddiası taşıyan ülkelerin, Çin Halk Cumhuriyeti gibi, kaliteli bir akademyaya, güçlü bir

ekonomiye, yenilikçi bir tekno-ekosfere ve inovatif bir savunma sanayiine sahip olmanın yanı sıra, Amerika’nın nörolojik sistemi ve akıl hocası olan Kenan, Brzeziński, Kissinger, Huntington, Fukuyama gibi kuramcı ve stratejistlerin müktesebatlarını çok sayıda yetenekli doktora öğrencisine didik ettirmesi elzemdir. Brzeziński’nin 1997’de yayımlanan Avrasya jeopolitiğinin küresel liderlikteki yeri odaklı Büyük Satranç Tahtası - Amerika'nın Önceliği ve Bunun Jeostratejik Gerekleri, küresel nükleer savaşın çokça dillendirildiği günümüzde, sadece hariciyeci ve stratejistlerin değil, insanlığın dertleriyle hemhal olan herkesin okumasında fayda olan temel bir kaynaktır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.

Hümanizm; Albert Camus; İndirgemeciliğe karşı Yüksekgemecilik; Çift Yarık Deneyi; İlhan Mimaroğlu; Üç Dünya Teorisi >>> Metinler 30


0
1 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. Mezkûr metinler, muhtasar bir ifadeyle, 
insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki - hayvan - böcek - toprak - su gibi bileşenlerinin oluşturduğu o alâimisemâ mahiyetli muhteşem mimari ve muhtevanın referans verdiği eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin fenomenlerinden / tezahürlerinden birisinin, ana hatlarıyla da olsa, kuşatılma teşebbüsüdür. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan bahis konusu entelektüel hasılanın 22 Temmuz - 26 Temmuz haftasında yayınlanacak olanları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.











---) Hümanizm(*)

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Hümanizm.

Varoluşun anlamlandırılmasında ve hayat dediğimiz o çok katlı, organik ve entegre antitede, bu anlamlandırma üzerinden aksiyon alınmasında, bir Kâdir-i Mutlak Metafizik Hakikat’ın müktesebatı yerine insanın tecrübesini, iç sesini, duygu dünyasını, hassasiyetlerini ve fikir alemini merkezine koyan; insan tekinin özne olarak failliği ve mesuliyetini beşeri eylem ve söylemler koleksiyonunun yegâne otorite ve meşruiyet kaynağı olarak gören görgül ve aklî düşünce ekolüne hümanizm denir. Konuyla yeterince hemhal olmayan geniş kesimlerin sandıklarının aksine, insanı sevmekle ilişkilendirilebilecek bir kök manası olmayan hümanizm kavramı, insanmerkezcilik şeklinde tarif ve tavsif edilebilen ferdi, özgürlükçü, plüralist, seküler, otonomist, eleştirel ve metodik şüpheci bir akımdır. Düşünce kozmosumuzu kolonize eden Batılı fikri unsurların dayatmalarının aksine, antik Grek düşüncesine olan borcu sanılandan az olan ve asal ve arketipik temellerini kadim Çin, Hint, Pers, Anadolu, Mezopotamya ve Mısır medeniyet havzalarına değin izleyebildiğimiz mezkûr felsefi ekol, günümüzdeki modern versiyonuna, 15. asırda en olgun çağını yaşayan Rönesans’tan, 16. asırdaki protestan reformizminden, 17. asırdaki Galileo – Newton merkezli doğa bilimleri anlayışından, 18. asra damgasını vuran Aydınlanma felsefesiyle Fransız İhtilâli ve Amerikan İstiklal mücadelesi süreçlerinden ve 19. asrın ve takip eden çağların dominatörü olan bilimsel devrimlerle teknolojik atılımlardan beslenerek erişmiştir. Muhteva ve mahiyetindeki bazı hususiyetlerin üzerinden deizm, ateizm ve agnostisizm gibi felsefi duruşlara ve ideolojik bagajlara varılabilecek bir kalkış noktası, bir kerteriz koordinatı olan hümanizm fikriyatı, son 150 yıla damgasını vurmuş Liberalizm, Marksizm ve Faşizm gibi üç ana mezhebi olan bir modern dünyevi dindir. Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ın devri iktidarlarıyla başlayıp son 45 yıldır insanlığın, medeniyetin giderek de faunası ve florasıyla bütün bir gezegenin başına belâ olan neo-liberal anlayışla karıştırılmaması gereken klasik liberalizmhiçbir dünyevi ya da semavi otoritenin dayatmasına boyun eğmeden, şahsi tecrübelerin ürünü olan hassasiyetler temelinde, iç sesin gösterdiği istikamette, kişisel duygu ve düşünce parametreleri çerçevesinde yaşamak gerekir’ diyerek ferdiyetçiliği, serbestiyeti, çoğulculuğu, özgür piyasa dinamiklerini, insan haklarını ve demokrasiyi öncelemiş bir düşünce ekolüdür. Politikada seçmeni, ekonomide tüketiciyi - müşteriyi, sosyolojide yurttaşı kutsayan liberal zihniyetin, hümanist paradigmanın bileşenlerinden olması yadırganmazken, faşizm ve komünizm gibi totaliter sistemlerin insanmerkezcilik başlığı altında değerlendirilmeleri ilk bakışta muhatabında bir oksimorona mâruz kaldığı izlenimi yaratsa da, esasen durum böyle değildir. Faşizm ve komünizm; bireyciliği, piyasa ekonomisini, insan haklarını, çoğulculuğu ve demokrasiyi demonize ve tekfir ederek liberalizmle aralarına aşılması imkânsız bir Çin Seddi koyarken; varoluşu anlamlandırma ve bu temelde karar alma iradesini semavi bir otoriteden ve metafizik bir meşruiyet kaynağından alıp insana ve insanın merkezinde olduğu beşeri organizasyonlara vermeleriyle de hümanist fraksiyon olarak tanımlanmayı hak etmektedir. Faşizmde Führer, komünizmde ise parti, liberalizmdeki bireyin fonksiyonunu ifâ eden asli faillerdir.  

Son 10 yılda okuruyla buluşan ikisi grafik roman formatındaki altı kitabıyla küresel ölçekte çok satan bir yazar ve trend koyan bir kanaat önderi kimliği kazanan tarihçi Yuval Noah Harari’nin 2016’da yayımlanan ve aynı yıl Türkçeye çevrilen popüler eseri Homo Deus – Yarının Kısa Bir tarihi, referans metinlerimizdendir. Mezkûr yapıt, yazarın, kırktan fazla dile çevrilip milyonlarca satarak bilimsel bir kitap için çok da alışılmadık bir ticari başarının faili olmuş Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens’te dillendirdiği görüşlerini bir faz ileri taşıdığı bir analiz ve sentezler manzumesi, ‘fütüroloji, ya da bilimsel öngörü dediğin işte böyle yapılır!’ dedirten mahiyette bir entelektüel hasıla ve türün meraklısının her bakımdan ilgisini hak eden provokatif ve ufuk açıcı bir başyapıttır. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.   

(*) Yayın onayı alamadı.

 

146) Albert Camus

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Albert Camus.

O sırada Fransa sömürgesi olan Cezayir’de 7 Kasım 1913’de doğan ve 4 Ocak 1960’da bir trafik kazasında hayatını kaybeden Fransız gazeteci, yazar ve filozof Albert Camus, İspanya iç savaşındaki duruşları nedeniyle kendini yakın hissettiği Troçkistler yüzünden sempati beslediği Marksizm’e, kurucusu olduğu absürdizme ve yakın durduğu varoluşçuluğa eleştirel yaklaşan ayrıksı bir figür, 20. asrın en etkili düşünür ve yazarlarındandır. Çocukluğundan itibaren bağımsızlığına düşkün olan Camus, ortaokul çağında evden ayrılmış, felsefe okumak için girdiği Cezayir Üniversitesi’nde, tutkusu olan futbola odaklanmış ve okul takımının kalecisi olmayı başarmıştı. 1930’da konan verem teşhisi yüzünden futbolu bırakan Camus, 1934’de Fransız Komünist Partisi’ne katılmış, akabinde Troçkistlikle suçlanarak partiden atılmıştı. Gazetecilikle hayatını kazanan Camus, 2. Dünya Savaşı’nın başında pasifist bir tutum takınsa da, Almanya’nın Fransa’yı işgali ve direnenlere uyguladığı şiddet üzerine direnişçilere katılmış, yurtseverleri destekleyen Combat Gazetesi’ni çıkararak yönetmiş, bu sırada tanıştığı Jean-Paul Sartre ile ölene değin inişli çıkışlı bir ilişkileri olmuştur. Savaşın ardından, Sartre ve Simone de Beauvoir gibi  varoluşçulara yakınlaşan Camus, çıktığı Amerika tutunda konferanslar vermiştir. İflah olmaz bir tiryaki olan Camus sigara içmeye devam edince veremi nüksetmiş, 1949’da, 2 yıl boyunca süren tedavisini fırsat bilip çekildiği inzivada Başkaldıran İnsan’ı tamamlamıştır. 1951’de yayımlanan ve Sovyet Rusya’nın ‘reel sosyalist pratikleri’ni sert şekilde eleştiren eser, Camus’nün başta Sartre olmak üzere, Fransız soluyla olan bütün bağlarının kopmasına yol açacaktı. Cezayir’in Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesinde, sömürgeci devletin uyguladığı şiddete ve yurtseverleri idam etmesine karşı çıkmasına karşın, doğduğu ülkenin istiklâlini desteklememesi, kendisini konforlu hissettiği muhalif frankofon entelijansiyada hiç hoş karşılanmamış, düşünür, savunduğu moral değerlere ihanetle suçlanmıştır. Onca ses getiren roman, oyun, deneme ve fikir yazısına karşın, Nobel Edebiyat Komitesi’nin, Camus’nün L’Express dergisinde 1955 - 1956 döneminde yayımlanan, idam cezasına karşı sert ve ilkeli muhalefetini dillendiren denemesinin de arasında olduğu, bir dizi etkili makalesi yüzünden, onu 1957’de ödüllendirdiği çokça dillendirilen bir husustur. Verdiği bir röportajda, ‘en saçma ölüm biçimi mi? Trafik kazası bunlardan biridir meselâ’ şeklinde cevapladıktan bir süre sonra, Fransa kırsalında, güzel bir havada ve boş bir yolda geçirdiği bir trafik kazasında ölmesi, absürd felsefesinin kurucu babası için bile fazlasıyla anlamsız ve saçma bir durum olsa gerektir. Önemli felsefi yapıtı Sisifos Söyleni’nde teorize ettiği, çok satan, ikonikleşmiş Yabancı ve Veba romanlarına da alt metinler olarak gömdüğü Absürd düşüncesi: ‘bütün görünüşleriyle varoluş saçma, Tanrının varlığı şüpheli ve hayat anlamsızdır; bunları sorgulamaya, yaşama bir anlam yüklemeye çalışacağımıza, çok kısa olan hayatımızı keyifle sürdürmeye bakmalıyız’ şeklinde vülgarize edilebilir. Kendisine yakıştırılan ve yapıştırılan


varoluşçu, Marksist, absürdist, pesimist ve anarşist etiket ve kimliklerini reddeden Camus için anlamlı olan yegâne şey, hakkında ‘ahlâk ve insani sorumluluklarım bakımından olumlu manada her neye sahipsem, bunu futbola borçluyum; politika ve dinler basit yaşamı kompleks kılıyor, içinden çıkılmaz hale getiriyor, oysa hayat futbol kadar basittir’ dediği o ‘güzel oyun’du.

Albert Camus konusunda küresel üne sahip bir uzman olan Jose Lenzini’nin yazdığı, Laurent Gnoni’nin resimlediği Camus – Adalet ve Anne Arasında,

düşünürün hayatını, 10 Aralık 1957’de Stockholm belediye sarayında düzenlenen Nobel Edebiyat Ödülü töreninde yaptığı konuşma temelinde ele alan ufuk açıcı ve heyecan verici bir biyografi, görsel bir şölen ve konunun her seviyeden meraklısı için ıskalanmaması gereken kayda değer bir referanstır. Bir sonraki 
programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler. 

Matematik ≡ Metafizik (midir?), ya da, İndirgemeciliğe karşı Yükseltgemecilik


İndirgemecilik ancak bu kadar özet, basit ve net anlatılabilirdi.


İndirgemecilik (reductionism), Batı Medeniyeti'nin ve Batı Aklı’nın (BA) kurucu ve temel koyucu unsurlarından olan 'Pozitivist - İlerlemeci - Bilimselci - Akılcı zihniyet'in önemli metotlarından ve en kullanışlı zihni enstrümanlarındandır. Çeşitli zihniyetlerin kronolojik gelişimi ve evrimi bakımından düşünce tarihine bakıldığında, bahse konu zihni alet'inbilimsel ve teknolojik gelişmelerin dominant unsur olmaya başladığı erken 17. asır (Galileo Galilei ve Francis Bacon)'dan 1950'ye, modernizmin düşünceler panteonunun zirvesindeki yerinin sallanmaya başladığı tarihsel momente kadar olan süreçte itibarının giderek yükseldiği ve konsolide olduğu; buna karşın, aynı antitenin, postmodernist (1950 - 1990) ve 'post-postmodernist' (metamodernist, 1999 - günümüz) dönemlerde ciddi bir itibar yitimi yaşadığı görülecektir (i). İlerleyen satırlarda 'indirgemecilik, anlamsal bakımdan kuzeni olan tümdengelimin ikamesi olabilir mi?' ve 'indirgemecilik varsa, yükseltgemecilik de olmak zorunda değil mi? Bu böyleyse, yükseltgemecilik, genetik malzeme özdeşliği gösterdiği tümevarımın ikamesi olabilir mi?' gibi soruların cevapları üzerinde yoğunlaşılacaktır.

Fikirler topoğrafyasındaki işaret ettiğimiz bu itibar yitimi, aslında, 17. asır - 20. asır dönemindeki ‘verili küresel entelektüel kozmosun aletlerinden tümevarım ve tümdengelimin yaşadığı meşruiyet krizi' ile de iltisaklı ve irtibatlıdır. Bir diğer deyişle 'tümevarım ve tümdengelim tasavvurları'nın gönderme yaptığı ekosferlerle ile 'indirgemecilik ve yükseltgemecilik'in imâ, iddia, işaret ve nispet ettikleri anlam kozmozları aslında 'dış dışa', 'üst üste', ya da 'yan yana' değil, 'İÇ İÇE'dirler.  

Bu denemenin ilerleyen satırlarında, önce 'Kâinat'ta her şey zıttıyla kaimdir' şeklinde formüle edilebilecek olan kadim bir argüman, '137 sayısı'nın merkezinde olduğu 'Kozmik Kod' ve 'Evrensel Pim' argümantasyonu ile (spekülasyon sınırlarını da aşarak, adeta parodik bir şekilde) 
irtibatlandırılmaya çalışılacak; ardından, tümevarım ve tümdengelim metotları ile ilgili olarak girişte dillendirilen entelektüel sıkıntıya vurgu yapılarak, bu merkezdeki açmaza 'yanlışlamacılık yöntemi'nin verdiği metodik cevap temelinde bakılacaktır. Akabinde indirgemecilik metodunun vaat, ima ve iddia ettiği imkânlarla, malûl olduğu zaafiyetlerin (ana hatlarıyla olmak kaydıyla) altı çizilecektir. Okunmakta olunan satırların finaline doğru, indirgemeciliğin (sürecin belli bir aşamasında ve genetik yapısının zorunlu bir sonucu olarak, diğer bir deyişle ‘ister istemez ve zorunlu olarak’) evrilerek dönüştüğü (onu tavsif ve tasvir için önerdiğim ıstılah / terim olan) 'yükseltgemecilik' (oxidationism)'in açabileceği olası fırsat penceresi kendisine yer bulurken, yanı sıra; dünyanın belli başlı felsefe dillerinde şimdiye kadar 'yükseltgemecilik (oxidationism)' ıstılahının teklif edilmemiş olmasının, 'tümevarım metodu'nun bu kavramın ikamesi olarak kullanılmış olmasından kaynaklanmış olabileceğine dair bir argümantasyon da yapılacaktır. 

Zikredilen hususatın mecmûuna bakıldığında; indirgemecilik'in analitik bir metot olarak kullanıldığı uygulamaların, belirli bir aşamada (kritik bir fazda!), mezkûr metodun tam da zıddına, (yukarıda teklif ettiğim kavram olan) yükseltgemecilik'in kuşattığı / nispet ettiği / referans verdiği bir hale tahvil olduğu / dönüştüğü merkezindeki iddia, okunmakta olunan metnin muhatabına taşımaya çalıştığı merkezi / temel / kor idea olacaktır. 

Bu entelektüel gayret, umarım, bir taraftan, 'İndirgemecilik İdeası'nın (numen) lengüistik ifadesinin / replikasının (phenomen, simulakr), ezelden beri yaşadığı 'ruh ikizi arayışı’ndan kurtarılmasına yardımcı olurken; yanı sıra, yukarıda vurgu yapılan 'Varoluş Kümesi'nde (Evren, Mevcudat) her şey zıddıyla kaimdir' şeklindeki 'Kadim Kurucu Prensibi'nin icabının ve amir hükmünün yerine getirilmesine de katkı verebilecektir.

2 - 'Kâinatta her şey zıttıyla kaimdir' 

Yukarıda işaret edilen Kadim Kurucu Argüman'a verilebilecek çok sayıda örnek, bu iddiaya dair yapılabilecek olan sayısız analoji vardır. Aşağıda, bu fasileden / familyadan olan ve muhatabında, esasen öyle olmasa da ilk bakışta nümerolojik bir antiteye maruz kaldığı intibaını uyandırması olası kozmolojik bir argüman paylaşılacaktır. 

Bilindiği üzere, 1 hidrojen atomu, çekirdeğinde 1 proton ve bunun etrafında dönen 1 elektrondan oluşur. Hidrojen atomunun elektronunun hızı, ışık hızının 1/137'si mertebesindedir. Burada cari olan 137 büyüklüğü enteresandır. Zira, fiziğin diğer birçok sürecinde de karşımıza çıkar bu nicelik. Kuantum elektrodinamiğinde (QED), elektronlarla fotonların gireceği etkileşimlerin olasılığına 'alfa' denir. Alfa çok önemli bir kozmolojik antitedir. Öyle ki, bahse konu bu nicelik (alfa değeri) evrenin ölçeğinin şekillenmesinde, atomlarla atom altı parçacıkların boyutu ve bunların faaliyetinin ölçeklendirilmesinde, söz konusu süreçlerin yoğunluğunda (yeğinliğinde), ışık tayfının yapısında, manyetizmanın şiddetinde ve organik süreçlerin hızında sürekli olarak parmak izini bulduğumuz bir sayıdır. Bir diğer deyişle alfa değeri, 
evrende gördüğümüz hemen her şeyi kontrol eden 'kozmolojik kod, evrensel pin'dir adeta.

1 sayısını alfa kodunun sayısal / niceliksel karşılığı olan 0,007299'a böldüğümüzde, ortaya çıkan netice ise, yukarıda bahsettiğimiz 137'dir! Paul Dirac'ın (1902 - 1984) 
Richard Feynman

geliştirdiği, hem elektronlar (parçacık) ve hem de fotonlar (dalga) için cari olan QED (Kuvantum Elekto Dinamiği) kuramının ortaya çıkardığı 
137 büyüklüğünün bu yaygın geçerliliği ve merkezi konumu, bilim camiasını heyecanlandırmış ve mistik ve metafizik spekülasyonlara kapı açılmasına neden olmuştu. Hatta öyle ki, dönemin en parlak bilimcilerinden olan Astrofizikçi Sir Arthur S. Eddington (1882 - 1944), cazibesine kapıldığı bu '137 temelli nümeroloji' etrafında çağdaş bir 'Pisagoryen Tarikat' 
kurulmasına ilham bile vermişti. 137'nin 'derin kozmik sırrı'nı çözmeye ciddi emek ve mesai harcayanlar arasında Wolfgang Pauli (1900 – 1958) ve Carl Gustav Jung da (1875 – 1961) vardı. Richard Feynman (1918 – 1988), yıllar sonra 'fiziğin en büyük gizemlerinden biri; insanlar tarafından anlaşılmayacak şekilde ortaya çıkan bir büyülü sayı' şeklinde tanımladığı 137 için ''Tanrı'nın eli' bu sayıyı yazdıysa, kalemi nasıl kullandığını bilmiyoruz' diye eklemeyi de ihmal etmemişti.












  








Kuantum Mikrotübüller; İhtişamlı Versus Muhteşem; Dehriyye; Âsaf Hâlet Çelebi, Geyik Muhabbeti >>> metinler - 29




01 Ocak - 31 Aralık 2024 döneminde, Pazartesi'nden Cuma'ya hafta içi her gün 14.55 - 15.00 saatleri arasında TRT Radyo 1'de yayınlanan, bütün yıl boyunca da toplamı 262'ye erişecek olan Sayfaların Dilinden programının metinlerini yazıyorum. Mezkûr metinler, muhtasar bir ifadeyle, insanın kendisiyle, diğer insan kardeşleriyle, bitki - hayvan - böcek - toprak - su gibi bileşenlerinin oluşturduğu o alâimisemâ mahiyetli muhteşem mimari ve muhtevanın referans verdiği eko-sistemle, tarihsel mirasla, eşyayla, mekânla, zamanla, uzayla teması sırasında deneyimlediği olgu - mesele - süreç - olay gibi Varoluş Dairesi'nin fenomenlerinden / tezahürlerinden birisinin, ana hatlarıyla da olsa, kuşatılma teşebbüsüdür. 2025 yılında kitaplaştırılacak olan bahis konusu entelektüel hasılanın 15 Temmuz - 19 Temmuz haftasında yayınlanacak olanları aşağıdadır. Onlara dair görüş, öneri, katkı ve eleştirilerinizi metinlerimin altındaki yorumlar kısmında ya da sosyal medya hesaplarım üzerinden paylaşabilir, programları, TRT Dinle'yi cep telefonunuza indirerek Dünya'nın bütün coğrafyalarından dinleyebilirsiniz.



141) Kuantum Mikrotübüller

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu Kuantum mikrotübüller.

Tübül denilen protein moleküllerince oluşturulmuş silindirik mimarileriyle mikrotübüller, canlıların hücresel yapılanmalarının asal unsurlarındandır. Mezkûr organik yapıtaşlarının; homo sapiens-sapiens’in kendisini ve parçası olduğu Evren’i anlamasını sağlayarak, onu, diğer canlılardan ayıran temel donanım ve kâbiliyetler olduğu kabul edilen bilinç, benlik, farkındalık, düşünme gibi niteliklerini açıklayan nörolojik ve bilişsel süreçlerde oynadığı olası merkezi role işaret eden çoklu disiplinler anlayışıyla gerçekleştirilmiş argümantasyonların 35 yıllık bir geçmişi vardır. Konunun meraklısı; matematiksel fizikçi, matematikçi, bilim felsefecisi, akademisyen ve yazar İngiliz Sir Roger Penrose’la, Amerikalı nörolog, psikolog, anesteziolog, yazar Stuart Hameroff’un telif edip geliştirdikleri, rakip teorilere kıyasla hem en heyecan vereni, hem de, bir çok uzmanca spekülatif olarak nitelenmiş ezber bozan mahiyetiyle canlı tartışmalara yol açanı olan Orchestrated Objective Reduction - Düzenlenmiş Objektif İndirgemecilik - Orch-OR kuramını kastettiğimizi anlamıştır. Temelleri, Hameroff’un yazdığı 1987 tarihli, henüz dilimize kazandırılmamış Ultimate Computing eserinde ve 1989’da yayımlanmış Penrose imzalı Kralın Yeni Aklı – Bilgisayar, Zekâ ve Fizik Yasaları’nda atılan, geliştirilerek olgunlaştırılması ise Penrose’un bu iki esere gelen eleştirilere Hameroff’la birlikte verdikleri cevaplar temelinde yazdığı 1994 tarihli Zihnin Gölgeleri ve 1997 tarihli Büyük, Küçük ve İnsan Zihni’nde gerçekleştirilen bahse konu kuram özetle ve mealen şunları vâzetmektedir: Nöronların mikrotübül denilen kısmı, hücrelerin bilgi işleme merkezleri olup, Max Tegmark’ın bir makalesinde işaret ettiği üzere, kütle çekimi gibi bir dizi faktör yüzünden nöroloji, psikoloji, yapay zekâ ve bilişsel bilimlerin konvansiyonel iddia ve kabullerinin aksine, algoritmik olmadan deterministik olarak çalışabilecek yapıdadır. Bu durum, mikrotübüllerde oluşan senkronik-bütünleşik-çoklu hallere tekabül eden süperpozisyon resminin, beyni temel uzay-zaman geometrisine bağlayan objektif indirgeme denen bir kuantum dalga indirgeme metoduyla, olası hallerden birisine çökmesinin, böylelikle de bilinç hallerinin ve benliğin oluşmasının nedenidir. Bilişsel süreçlerin, kuantum dalga mekaniğinin ilgi sahasındaki fazları yüzünden, algoritmalarının çıkarılamaması, modellenememelerine neden olur. Roger Penrose ve Stuart Hameroff’un özetlemeye çalıştığımız bilincin formel mantığın ve matematiksel hesaplamaların sınırlarını aşan non-algoritmik mahiyette olduğu, insanın mekanik bir perspektifle yorumlanabilecek bir makineden çok daha fazlasına karşılık geldiği iddiaları, onları, bilhassa da Penrose’u; bilişsel süreçlerin algoritmik olduğunu, bunları matematize ederek yazılmış simülatif programlar üzerinden açık uçlu nitelikli, bir diğer deyişle, hudutsuzca bir gelişme potansiyeli taşıyan yapay genel zekâ, ya da, güçlü yapay zekâ oluşturulabileceğini savunan Ray Kurzweil ve Marvin Minsky gibi bilimcilerle karşı karşıya getirmiştir. Penrose ve Hameroff’un, mikrotübüllerin kuantum mekaniği karakterli davranışlarını yerçekimi üzerinden açıklamalarını Max Tegmark’ın iddialarına dayandırması bir aşırı yorum olarak değerlendirilmektedir. Penrose ve Hameroff, 2010’lar boyunca yaptıkları konuşmalarda ve yazdıkları metinlerde, yapılan eleştirileri yanıtlarken, Orch-OR teorilerini de güncelleyerek geliştirmiştir. Hameroff’un, bilişsel bilimler ve bilinç bilimleriyle uğraşan küresel ölçekte önemli 300 kişiyle 1994’de Tuscon’da Bilinç Bilimine Doğru toplantılar dizisinin ilkini organize etmesi, Bilimsel Bilinç Araştırmaları Derneği’nin de temelini oluşturmuştur. Kasım 2006’da California’da yapılan Beyond Belief: Science, Religion, Reason and Survival toplantı serisinin ilkinde başta Lawrence Kraus olmak üzere, birçok katılımcı, etkinliğin konuşmacılardan olan Hameroff’u, Orch-OR Modeli yüzünden, bilim değil safsata yapmakla suçlanmıştır.

Roger Penrose ve Stuart Hameroff’u, bir şekilde, Jim Al-Khalili ve Johnjoe McFadden gibi Kuantum Biyolojisi denilen çok genç bir ilmi disiplinin müellifleri arasına dahil eden mikrotübüller temelli nöro-kuantum argümantasyonu, Penrose’un, bizim de faydalandığımız ve meraklısına önerdiğimiz 1997 tarihli Büyük, Küçük ve İnsan Zihni başlıklı eserinde muhtasaren dillendirilmektedir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.  



142) İhtişamlı Versus Muhteşem!

Radyo 1'in değerli dinleyicileri, merhaba; Ziyaver Şencan'ın metnini yazdığı, Berivan Erin'in yapımcılığını üstlendiği, Rıza Okur'un sunduğu Sayfaların Dilinden programının bugünkü konusu İhtişamlı versus Muhtesem!

‘Dilimizin kelime ve kavramlarının izin verdiği nispette hayal kurar ve düşünürüz; bu hayaller ve düşünceler doğrultusunda davranırız; davranış ve eylemlerimizle kendimizi ve geleceğimizi inşâ ederiz.’, ’Dilimiz evimizdir’, ‘Bir sıla varsa şayet, o, ana lisanımızdır!’, ‘Dil, insanın varlık bulduğu evrenidir.’, ‘Diğer şeylerin kaybı tolere edilebilir, telafisi olmayan yegâne kayıpsa ana dildir.’, ‘Birine ana dilini unutturduğunuzda, onun hatırlayabildiği diğer şeylerin zerrece önemi yoktur!’.  Dilin insan hayatındaki yerine ve önemine dair çokça dillendirilen popüler argümanlardan bazılarını, bizim az önce yaptığımız gibi, art arda sıraladığınızda, hemen ardından, kendinizi şunu demek zorunda hissediyorsunuz: Dilimizle çok özenli bir ilişki kurmalı, ifade hatalarına karşı müsamahakâr davranmamalıyız. Bir diğer deyişle, eş - dost, ahbaplar gibi kendimizi yakın hissettiğimiz kişiler dışında kalan eşhasın oluşturduğu bir topluluk karşısındaki konuşmalarımızla, sosyal medya paylaşımlarımızdan, bilimsel ve akademik etütlerimize değin, kamusal alana mal olacak her tür ve içerikteki sözlü ve yazılı ifadelerimizde, yüzyılların imbiğinden damla damla süzülerek oluşan dilimizin birikim ve imkânlarını olanca zenginliğiyle yerinde ve doğru şekilde kullanmalıyız. Hal böyle olunca, milyonlarca izleyeni olan tv ve radyo programlarında, ya da dijital mecralarda paylaşılan metinlerde ‘Japonya Başbakanı’nı taşıyan uçağın az sonra alana iniş yapması bekleniyor.’ yerine: ‘Japonya Başbakanı’nı taşıyan uçak az sonra alana inecek.’; ‘milli sporcularımızla onlara eşlik eden kafilenin, birkaç dakika önce etkinliğin yapılacağı alana giriş yaptığını söyleyebiliriz.’ yerine: ‘milli sporcularımızla onlara eşlik eden kafile, birkaç dakika önce etkinliğin yapılacağı alana geldi’;pandemi yüzünden durma noktasına gelen deniz taşımacılığında, konteynır bedelleri üç misli azaldı.’ yerine: pandemi yüzünden durma noktasına gelen deniz taşımacılığında, konteynır bedelleri üçte iki oranında azaldı.’ demenin, hem muhteva bakımından ve hem de biçim ve üslûp itibarıyla doğru ve şık olduğu aşikârdır. 

Varoluş mecmuası dediğimiz sonsuz elemanlı o hudutsuz olgular – olaylar - süreçler kümesinin unsurlarının isimlerinin önüne getirilen ve anlamlarıyla, önceledikleri antitenin nicelik ve niteliğine dair bir ya da birkaç hususiyeti açıklayan kelime türüne sıfat; sıfatın, nitelediği isimle birlikte oluşturduğu söz öbeğine ise sıfat tamlaması denir. Sıfatlardan türetilmiş isimler, yâni, sıfatların isim halleri olan, meselâ muhteşem’den ihtişam, nazik’den nezaket, mütevazı’dan tevazu, mümkün’den imkân, kutsal’dan mukaddes, müessir’den tesir, müşfik’ten şefkatli ve münezzeh’den nezih’ gibi ‘sıfat isimler’ doğru ve yerinde kullanıldıklarında, konuşarak ya da yazıyla paylaşılan bildirimin anlamını derinleştirmeye, mesajı güçlendirerek etkisini arttırmaya, ifadeye edebi bir lezzet ve bedîî bir boyut katmaya hizmet eder. Onların, ne yazık ki şu aralar sıklıkla maruz kaldığımız ‘ihtişamlı sanat eseri’, ‘tevazulu kadın’, ‘tesirli ilaç’ gibi yanlış kullanımları ise, sadece mezkûr hataların parçası olduğu bildirimlerin içeriğini boşaltmakla ve formel yapısını zayıflatmakla kalmaz, yaygınlaşarak sosyo-kültürel memler halini almalarına da katkı vererek, ana dilimiz üzerinde toksik tesirler oluşmasına neden olurlar. Çocuklarımıza ilkokul çağlarından itibaren öylesine güçlü bir ana dil şuuru, mantık formasyonu ve matematiksel muhakeme kazandırmalıyız ki, ‘Hiperenflasyon yaşayan Adurya’nın para birimi Klorin, son bir yılda, Zaporenland para birimi Ralod karşısında %150 oranında değer yitirdi.’ şeklinde bir metin okuduğunda, ya da bu mahiyette bir konuşmaya şahit olduğunda, hiç gecikmeksizin ‘bir şey, mantıken ve matematiksel olarak, en fazla %100 değer kaybeder!’ tepkisini ortaya koyabilsin.

Necati Demir’in yazdığı Üniversiteler için Türkçe Dilbilgisi, liseli ve üniversiteliler, Türkçe öğrenmek isteyen yabancılar, yazar ve çevirmenler ve okuma müptelaları için vazgeçilmez bir başvuru kaynağı ve bizim de referans metnimizdir. Bir sonraki programımızda birlikte olmak dileğimizle; hoşça kalın, kitapla ve muhabbetle kalın değerli dinleyenler.