Manga kozmosu, İkigami ve Akira ve 'kim ne eder, kendine; yine döner kendine!' - çizgi roman kültürü yazıları - 16




giriş:

İlk edisyonunu 14 Ocak 2021'de paylaştığım ve içeriğini esas olarak çizgi roman ve grafik roman kültürüyle ilgili temaların oluşturduğu, yanı sıra 'ödeşme', ya da Karma olgusu, manga kozmosunda kendilerini ele verdikleri halleriyle Japonya ve Japonlar hakkındaki kimim antiteler, 'isim - cisim diyalektiği' ve 'ad - adlandırılan dikotomisi', çizgi roman dünyasıyla tanışmamın tarihçesi, mangalarla zaman içinde evrilen ilişkim ve koleksiyon, kütüphane ve arşivimin gelişim seyri gibi konulara değinen metnimi, onun meraklısıyla buluştuğu tarihten tam 1.5 yıl sonra, güncelleyerek yeniden ramp ışıklarının altına, entelektüel kozmosun sahnesine terk ediyorum muhterem kârîm.

0 - prologue / medhal / bidayet / introduction

İlerleyen satırlarda ilk olarak manga dünyasıyla kurduğum ilişkinin cemaziyelevvelini(1) mercek altına alacak; akabinde çizgi roman ve grafik roman okuma, bunları arşivleme ve koleksiyonunu yapma davranışlarımın zaman içinde nereye ve nasıl evrildiğini değerlendirecek; bilâhare, ağırlıkla İkigami serisi olmak üzere, çığır açmış mangaların okuduğum bazıları hakkında tespitlerde bulunacağım.

Yanı sıra, çizgi roman ve grafik romanla olan 57 yıllık irtibat ve iltisakımın bende oluşturduğu toplam müktesebatın - konunun meraklısının ilgiyle okuyacağını ve faydalanacağını umduğum / düşündüğüm - bazı unsurlarını da, bu metnin bazen ana gövdesine, kimi zaman da referanslar ve dipnotlar bölümüne yedirmek suretiyle, paylaşacağım. Ve yine bahse konu o referanslar ve dipnotlar kısmında kendisine yer bulacak linkler üzerinden, çizgi roman ve grafik roman kültürüne dair son 10 yılda yazdığım metinlerden on beşini ramp ışıklarının altına, hayat sahnesinin o baş döndürücü hercümercinin içine (bir kez daha) atarak, bu blogun 'Dokuzuncu Sanat'a gönül verenler için bir kaynak text olmasını sağlamaya gayret edeceğim.

Yukarıda işaret ettiğim temaların / olguların yanı sıra, onlarla - şu veya bu şekilde ve şu veya bu düzeyde - organik ya da inorganik artikülasyon içinde olan hususlar da yer buldular, bu metnin uzay-zaman sürekliliğinde, kendilerine. Öte yandan, severek ve keyif alarak yazdığım bütün metinlerde olduğu gibi, bunda da, metnin ne ana temasıyla ve ne de onunla şu veya bu düzeyde irtibatlı olan (burada 'irtibatlı olan' ifadesinin, onu önceleyen '..ne...ne de...' olumsuzlama ekleri yüzünden 'İRTİBATLI OLMAYAN' bağlamına oturduğu kaçmamıştır diye düşünüyorum dikkatlerden) tâlî temalarıyla alâkalı olan ('alâkalı olan' = 'alâkalı olmayan'>>> bir önceki parantez içindeki gerekçe nedeniyle) birçok sürpriz tema ve olgu da yer bulacaklar kendilerine.

'Ahha, müellif yapmış gene ziyaverliğini, ziyaverce yazmış' dedirtmek isterim doğrusu size. İs(m)imden hareketle sıfat kategorisisinde addedilebilecek bir kavramsallaştırmaya müracaat etmişken, 'isim - cisim diyalektiği' ('isim - cisim diyalektiği', 'isim - olgu / varlık / şey diyalektiği' genel ifadesinin bir özel halidir / branşıdır / kipidir) bahsine dair de bir parantez açmanın anlamlı olacağını düşünüyorum, ama gelin onu burada, metnin ana gövdesinde değil, dipnotlar ve referanslar faslında görelim, - ki, bir parantez içi ifadeye en yakışan da (hüzün nasıl ki en çok yakışan ise bize) bu kabil bir ikâmetgâhdır(2).

Ola ki, bu metnin nihayetinde neşvünema bulan dipnotların, yer yer, metnin esas gövdesinden daha enteresan ve (edebi manada) daha lezzetli olduğunu düşünen çıkarsa, on(lar)a vereceğim tepki, şapkamı çıkarıyormuşçasına yapacağım bir jesti bütünleyen reveransla önlerinde eğilirken, 'chapeau' diye ünlemek olacaktır.

Muradım ve maruzatım özetle budur değerli okur; umarım okumanı itmam etiğinde, sen de 'evet, yazar dediğini yapmayı becermiş, amacına erişmiş' dersin. Umarım....

1- Ettiğim mangalara, aslında kendime ettiğimdi

Samimi bir itirafta bulunacağım: Ne yazık ki uzun süre ön yargı ile yaklaştım mangalara. Okumadığım gibi bu türü, onlara dair yapılan çalışmalara ve tartışmalara da olabildiğince uzak durmayı, bigâne kalmayı tercih ettim onca yıl boyunca. 'Niye?!?' diye hesaba çektiğinizde beni, cevabım, 'onları çocuksu bulduğum; kimi panellerini (resimli romanın çizgi roman halinde, ya da, grafik romanın tarih öncesinde, buna 'kare' diyorduk, öyle değil mi?) domine eden kahramanlarının içine düştükleri şaşkınlık / çaresizlik / korku / dehşet / hayret / sevinç / coşku gibi çeşitli insanlık hallerini / duygu durumlarını temsilen yapılmış kocaman açılmış ağızlarla, yüzün büyük bir kısmını kaplayan devasa gözlerin alâmet-i farikası olduğu grafik tarzları bana antipatik geldiği için' diyebilirim. Şimdi düşünüyorum da, bundan başka - dişe dokunur, elle tutulur - bir itirazi şerhim gelmiyor aklıma. 'Sadece bu yüzden mi koskoca bir dünyaya kapattın kendini onca zaman?!?' diye üstelendiğinde ise cevabım kısa ve nettir: 'Maalesef evet!...'

Dedim ya, ön yargılıydım ve böylesi bir psikolojik bagaja sahip olmanın da öyle sağlam gerekçeleri, mantıklı nedenleri, haklı arka plânları ol(a)maz zaten. Benim manga alemine ördüğüm duvar da, az önce tarife çalıştığıma benzeyen, son derece de sudan sebepler üzerine temellendirilmiş eften püften hipotezlerle, (bütün ön yargıların vaz geçilemezlerinden olan) gövdesi sislerle çevrilmiş, konturları flû ve belli belirsiz olan duygu durumlarının üzerine inşâ edilmişti. Aslında haksızlık ettiğim mangalar değildi, bizatihi kendimdi. Koskoca bir kültür dairesinin fenomenlerine yabancılaştırarak bilincimi, esasen kültürel müktesebatımı kısırlaştırıyor, insanlık - dünya - varoluş hallerinin güçlü bir yorumundan idrakımı mahrum bırakıyordum. Özetle, bu bölümün başlığında dillendirdiğim üzere: 'ettiğim mangalara aslında, kendime ettiğimdi!'(3).

2 - 39 yıl sonra barıştım nihayet

İlk çizgi romanımı 'okumamın' üzerinden 39 yıl geçtikten sonra, 19 yıl önce barıştım mangalarla(4).

Küçümseyerek, değersizleştirerek kendimden uzaklaştırdığım mangalarla barışmam, onların üretildikleri coğrafyayı da barındıran Pasifik Okyanusu'nun kıyısında cereyan etti.

2002 yılıydı, Poly Languages İnstitute'de (LA, Ca, USA) okurken, Güney Koreli bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine, Third Street Promenade'daki o ikonik Barns & Noble mağazasından almıştım Akira ve Yalınayak Gen (5) setlerini.


Özellik son üç yıldır özelde mangaları ve genelde de çizgi roman, grafik roman ve kurgu dışı grafik kitapları alırken çok seçici, hatta ziyadesiyle müşkülpesent davranıyorum. Okunulan satırlarda odaklandığım mangalar üzerinden devam edecek olursam; artık sadece Death Note, Akira, Lone Wolf and Cub, Old Boy, Another, İkigami ve Jinju İto'nun imza attığı işler gibi hem öykü ve senaryo ve hem de grafik özellikler bakımından çizgi üstü mangaları alıyor, okuyor ve koleksiyonumda / arşivimde tutuyorum(6).

Yukarıda altını çizdiğim mangaların yanı sıra, Türkçeye henüz çevrilmemiş olan Ghost in the Shell, Vagabond serisi ve Buddha serisi de diğer favori mangalarımdandır. Bu arada, Türkçe manga önerilerime 10 ciltlik Yalınayak Gen serisini de eklemiş olayım. 1945 Ağustos'unda tepelerinde atom bombası patlayan Hiroşimalılar arasından bir avuç insan sağ kalır. Bu serinin yaratıcısı mangaka Keiji Nakazawa da bunlardan birisidir. Söz konusu dokü-dramanın 10 cildi boyunca Japonya'nın 2. Dünya Savaşı'na girmesine giden süreçten, atom bombası felâketinin (insanı derinden etkileyen) trajik beşeri boyutları, Japonların teslim olması ve ABD tarafından oluşturulan işgal yönetiminin Japon toplumu üzerindeki etkilerine kadar olan bir dizi tarihi gerçeklik ustaca resmedilmiştir. 

Okuduğum en sert grafik romanlardan biri bu seridir ve tam bir baş yapıttır. Aslında bu liste, tahmin edileceği üzere, çok uzatılabilir, ancak, özellikle manga dünyasına yapılacak olası bir yeni başlangıç için bunların yeterli olduğunu düşünüyorum. 

Tabii, her mangasever, kendi şahsi tercihlerine göre farklı listeler yapabilir. Öte yandan ben, öneri listemi oluştururken, sadece şahsi beğenime bağlı kalmamayı ilke edindim. Aslında sevdiğim mangaların çok daha uzun bir liste teşkil ettiğini itiraf etmeliyim. Bu kısa öneri listesini oluştururken, beğenerek okuduğum, hatta bazılarını döne döne kıraat ettiğim, resimlerini seyre daldığım mangaların arasından, Batı dünyasında (Kuzey Amerika ve Avrupa'da) yüksek kabul görmüş, tabiri caizse, bu tür bir estetiğe ve hikâyeleme üslûbuna epeyce yabancı olan o coğrafyalara mangayı sevdirmiş olan mangaları önermek gibi bir yolu seçtim. Bu blogda altını çizdiğim, zikrettiğim, işaret ettiğim mangaların tamamını okumanızı öneririm doğrusu.

Özellikle de hem iyi edebiyat ve hem de iyi grafik roman seven kitapseverlerin İkigami'yi mutlaka edinip okumalarında ısrarcıyım. Bunun nedeni, söz konusu serinin senaryolarının insanlığın en büyük ve en önemli meselesine, 'insanın ölümle yüzleşmesi'ne dair olmasıdır.
Spoiler olmamasına dikkat ederek seriyi kısaca tanıtacağım.

Marmara Çizgi'nin yayımladığı Türkçe edisyonun her albümü ortalama 115 sayfalık iki macera içermekte olup 230 sayfa civarında. Günümüz Japonya'sında geçen bir distopik - psikolojik thriller İkigami serisi.

Bütün hikâyelerdeki ortak alt metin şu: Ölümle yüz yüze gelmeden hayatın kıymetini bilemeyiz. Hayatın kıymetini yaşamlarının erken bir döneminde kavramaları için Japon devleti yurttaşlarına yönelik bir Ulusal Refahı Koruma Yasası çıkarır. Buna göre 6 yaşına gelip ilkokula başlayan her çocuğa bir aşı yapılır. Bu aşıların her 1,000 tanesinin 999 tanesi plasebodur, yânî çakma/sahte aşıdır; biri ise bir nano kapsül taşımaktadır. %100 rastlantısal bir şekilde seçilen bir çocuğa uygulanan bu nano kapsüllü aşı, 18 - 24 yaş periyodunda patlayarak taşıyıcısını öldürmektedir. Ancak ne aşılayanlar, ne de aşılananlar 18 - 24 yaş aralığında ölüme yazgılı olan kişinin kimliğini bilmemektedir.

Bu talihsiz Japonların kayıtları çok gizlidir ve sadece ilgili devlet biriminde saklıdır. Bu birimdeki kuryeler, ölüm vakti gelen gençlerin ölümünden 24 saat önce onlara elden İKİGAMİ denen ölüm bildirim kartını / kimliğini verirler. Bu kartta 24 saat içinde ölecek olan gencin kimlik bilgileri, fotoğrafı ve öleceği gün ve saat yazılıdır.
İkigami'nin yaratıcısı mangaka Motoro Mase


Düşünsenize, kapınızı bir devlet görevlisi çalıyor ve size 24 saat sonra öleceğinizin nişanesi olarak İkigami'nizi veriyor. O andan itibaren ne yaparsınız, ne düşünürsünüz, bu hakikatle nasıl başa çıkarsınız. Üstad mangakalardan Motoro Mase tarafından yazılıp çizilen seri Japonya'da Shogakugan Yayınevi tarafından Ağustos 2005 – Mart 2012 periyodunda basıldı.
Yukarıda da işaret ettiğim üzere, distopik - psikolojik - gerilim türünün üstün bir örneği olan seriyi meraklısı kaçırmasın derim.
İyi okumalar dilerim değerli kitapseverler.....

nihayet / epilogue / q.e.d. / exeunt omnes / vesselam...


(7): dipnotlar ve referanslar:

(1): Kahir ekseriyetle, bir olgunun geçmişinin olumsuz taraflarını fâş etmek ('onları ortaya saçarak 'kirli çamaşırlarının' kamusal bilinirliğini sağlamak', 'ipliğini pazara çıkarmak',...) anlamında dolaşıma sokulan 'cemaziyelevvel' kavramı, burada bu çeşit bir menfi mana üretme maksadına matuf değildir; bilâkis o, bu cümlede, olumlu bir bağlamla / anlamla / muhtevayla mücehhez kılınarak sürülmüştür bildirişim aleminin kompleks dolayımlarına ve anlaşma hallerinin çok boyutlu matrisine ve mimarisine.

(2): Kadim anlayışlara, köklü zihniyetlere müracaat ettiğinizde, onların tamamında 'isim - cisim diyalektiği'nin / mekaniğinin uyumlu olmasına hayati önem izafe edildiğini müşahade edersiniz. Meselâ: Bir varlığa isim verebilmeniz için, onu çok iyi tanımanız şarttır. Ad koyacağınız olguyu bütün yönleriyle bilmeniz, her cihetten onu çevrelemeniz, cümle istikametten gövdesini kuşatmanız icap eder. Aksi takdirde, isim ile cismin uyumunu temin ve tesis mümkün ol(a)maz. Bu gibi hallerde, 'isim - cisim düalitesi', ve hatta daha da vahimi, 'isim - cisim dikotomisi' vaziyetleri ortaya çıkar. İsmin, isimlendirdiğini olumsuz etkilediği, varlığına içkin potansiyelini tam manasıyla gerçekleştirmesine ket vurduğu devam yollarıdır bunlar. Bir diğer deyişle, isimlendirmek / ad koymak edimi, adlandırılarak manâ ve mefhumla taçlandırılanın kaderini etkiler, istikbalini belirler ve hatta tayin dahi eder.

'İsmim karakterimle uyumlu mu acaba?' sorusunun takıldığımda peşine, ona / kökenine / anlamına dair bildiklerimin tamamını ittim bir kenara ve isimler alanındaki en geniş kapsamlı ve en ciddi çalışma olduğunu düşündüğüm bir siteye müracaat ettim. Tahmin edebileceğiniz üzere, Sevan Nişanyan'ın eseri olan Türkiye Kişi Adları Sözlüğü'nden bahsediyorum (https://turkadlar.com/?c=&ad=ziyaver).

Bu konu, ''isim cisim diyalektiği' vs. 'isim - cisim dikotomisi'' yâni, fevkalâde mühimdir ve esasen kişisel manada da acayip takık olduğum bir mevzudur. Bu yüzden de, müstakil bir blogda ele alınarak ayrıntılı bir şekilde incelenmeyi ve imâ, iddia, ifşâ ve nispet ettiği anlam uzaylarının da didik didik edilerek diseksiyona tabî tutulmasını ziyadesiyle hak etmektedir. Şimdilik şunlarla itmam ediyorum bu bahsi: Şayet Üsküplü kasap ve besici ve Kadirî dervişi Salih Aga - büyükbabamdır kendileri - koymasaydı (kâhir ekseriyetle kadınlara verilen) Ziyaver adını bana, bu karakterimi ve hayatımı nasıl etkilerdi acaba? İsmim başka olsaydı, yine çizgi roman ve grafik roman tutkunu olur muydum? Şu an okuduğunuz gibi yazıları yazabilir miydim yine? Dünya'nın, insanın, Kozmos'un ve cümle varoluşun problemleriyle yine bu denli hemhal olur muydum?

Dedim ya, 'adımız kaderimizdir; potansiyelimizle barışık bir isim, benliğimize içkin olası müktesebatımızın göğermesine, uzay - zaman sürekliliğinin planetimizden milyarlarca ışık yılı uzaktaki koordinatlarına ulaşmasına yardımcı olurken, aksi bir hal de, imkân ve kâbiliyetlerimizin dumura uğramasına yol açabilir pekalâ. Konuya dair son bir detay: düşünürken/ konuşurken / yazarken fiilleri değil de isimleri unuturuz. Bunun sebebi, isimlerin, çok önemli oldukları için zihnimizde / belleğimizde fazla alan işgal ederek, sinir sistemimizi yormaları mıdır; yoksa, fiillere kıyasla fevkalâde ehemmiyetsiz oldukları için, hatırlanmaya değer bulunmadıkları mı? Dediğim gibi, bir başka yazımda, ismimin anlamına ve isim - cisim diyalektiği meselesine ve de bunların gönderme yaptığı anlam uzaylarına döneceğim yine.

(3): Ananemin repertuarında yer alan masallardan birisi vardı ki, onu dinlemelere doyamazdım. Hayranlıkla, adeta kendimden geçercesine ve mest olarak dinlediğim (ona ilk muhatap olduğumda 4 ya da 5 yaşımda idim sanırım) her seferinde farklı bir lezzet aldığım bu anlatı, sanki ilk kez dinlemişçesine, beni, yeni ve farklı hayallere ve öncekilerden değişik ve egsantrik alemlere götürürdü. 'Kim ne eder, kendine, yine döner kendine!' idi ismi. Ondan aklımda kalanları gönlümce süsleyerek ve dilediğimce detaylandırarak yazdım - arzu eden bu ara başlığın devamını 'blogger'ın kalem teşebbüsü' parantezine alarak okuyabilir. İşte o hikmetli masalın ziyavercesi:

Vaktiyle, öyle böyle değil ama, siz deyin 100, ben diyeyim 300 sene falan önce, yaşlı bir derviş dolaşırmış, yoksulluğunu bütün çıplaklığıyla ele veren partal urbalarıyla, bir beldenin tozlu ve çamurlu sokaklarında. Yılların, fakirliğin ve yolların yıprattığı bedenini taşımakta zorlanan ayaklarını sürüyerek yürüyen, bu sırada da görkemli asasını, zemine çarpmasının doğurduğu 'tok!', 'tok!' seslerinin ritmik devinimi içinde yere vurup sürekli olarak 'kim ne eder, kendine, yine döner kendine!' cümlesini tekrarlayan derviş, sustuğunda önce bir lâhza soluklanır, ardından da kapıları çalar, beliren hane sakinine sessizce keşkül-ü fukarasını uzatırmış. Fakir çanağına konanlardan sadece kendisi rızıklanmazmış yaşlı adam; nevalesini sokak hayvanlarıyla ve diğer yoksullarla da paylaşırmış. Böylece çıkarırmış gündelik nafakasını. Yörenin ileri gelen zengin bir ailesinin hanımı, yaşlı adamın istisnasız her gün tekrarladığı bu rutininden öyle rahatsızmış ki, bu sorunu kökünden çözmeye karar vermiş. O gün, kapısını çalan dervişin uzattığı Keşkül-ü fukara'sına, biricik oğlunun da çok sevdiği bıldırcınlı pirinç pilavından silme doldurmasını istemiş kâhya kadından. Sonra da, kâhyaya ve dervişe fark ettirmeksizin, önlüğünün cebine sakladığı fare zehirini el çabukluğuyla boca edip, geri vermiş sahibine keşkülü fukarayı. Oğulcuğu ise, ancak akşama yiyebileceği mis gibi kokular saçan etli pilav ikramına (dervişin de dikkatinden kaçmayacak şekilde) imrenerek, hatta ağzı sulanarak bakakalmış. 10 yaşlarındaki oğlan, kendisine seslenen arkadaşlarının davetine icabet ederek, oynamak için beldenin meydanına doğru koşarken, konağın hanımı da 'pilavı midene indirdikten sonra, kim kime ne etmiş, işte o zaman anlayacaksın derviş efendi' diye düşünüyormuş. Menfur plânını kolaylıkla gerçekleştirmenin ve sinirlerini ayağa kaldıran o cümleyi bir daha duymayacak oluşunun yol açtığı bir memnuniyet halinin yüzüne hakim kıldığı sinsi ve hain gülümsemenin belli belirsiz ele verdiği zafer hissinin esrikliği içinde, dönmüş konağın gündelik rutinine kadın. Aradan birkaç saat geçmiş, güneş yükselmiş, mutfak işleri bitmiş, kâhyası haneyi temizlerken pazara giden konağın hanımı, yol üzerindeki oyun alanında telaşlı bir kalabalık toplandığını görüp merakla o yana doğru seğirtmiş. İnsanlar onu görünce endişe ve çaresizliğin teslim aldığı gözlerini kaçırmış ve kenara çekilmişler. İşte o anda hakikat bütün çıplaklığıyla belirivermiş: kadının biricik oğlu yerde iki büklüm kıvranıyor, ağzından burnundan ve kulaklarından kanlı köpükler fışkırıyormuş. Önce idrakı dumura uğrayan kadın hiçbir şey anlayamamış; öylece kalakalmış. Meselenin kısmen de olsa farkına vardığında ise, olayın şokunu kaldıramayacağını anlayan beyni, bedenine bayılma emrini çoktan vermiş bile; kadın olduğu yere külçe gibi yığılıvermiş. Telaşın ve çaresizliğin ne yapacağını bilememe halleri ahaliyi teslim alırken, 'Hekimi bulun!', 'Eşine, Bey'e haber verin!' bağırışları birbirine karışıyor, göğe yükselen ve olumlu bir sonuca tahvil edilemeyeceği aşikâr olan bir adrenalin bulutunun zerreleri, ikindi güneşinin görünür kıldığı toz moleküllerine yapışıp havada asılı kalıyormuş. Can çekişen çocuğun yere düşürdüğü fukara tasını, kirli ve yırtık mintanın yeniyle silen yaşlı derviş ise, onu zerrece umursamayan insanlara fısıltıyı andırır bir tonda dil döküyormuş mütemadiyen: '....hayırsever hanımın verdiği etli pilavı yemek için şuraya oturmuştum. Annesi bana verirken sabinin gözü takılmıştı zaten, oyun oynarken de yine tasımdaki pilavdaydı gözleri. Besbelliydi imrendiği, hem de çok..... bu yüzden bir lokma bile tatmadan keşkülü ona verdiydim. İştahla yedi yavrucak, ancak kısa süre sonra kâseyi düşürdü ve o sırada da olduğu yere kapaklanıverdi... niye böyle oldu, anlayamadım, belki illetlidir yavrucak, bilemiyorum....bilemiyorum...'

Ahalinin paniğinin ve debelenmesinin oluşturduğu yüksek basınç, dervişin rindliği ve zühtlüğüyle şekillenen alçak basınçla karşılaştığında, dillendirilmesi mümkün olmayan, ancak tecrübe edenlerin, benliklerinin tâ derinlerinde hissedebileceği bir atmosferik olay vukû bulmuş: mevcudatın teninden ziyade ruhuna tesir eden spiritüel bir rüzgârmış bu ve sanki belli belirsiz şöyle fısıldıyormuş: 'kim ne eder, kendine, yine döner kendine!'

(4): Henüz okula başlamamıştım, yıl 1963'dü. Unutmama imkân yok bu tarihi, zîrâ, sonradan hayatımın asal eksenine oturarak benliğimin en kalıcı yanı olan okumayı ve yazmayı işte tam da o sırada katmıştım müktesebatıma. Bu becerileri edinmemede belirleyici olan kendi gayretim ise de, annemin ve ananemin buna dair olan yardımlarını da inkâr edemem doğrusu. İlk okuma temrinlerimi evimize sürekli olarak giren Hürriyet ve milliyet gazetelerinin manşetleri üzerinden yapmıştım. Hayatıma giren ve sonraki süreçte beni iflâh olmaz bir çizgi roman ve grafik roman tutkununa tahvil eden şey ise, babamın, İncirlik'teki ABD üssünde çalışan personelin kullanılmış eşyalarının satıldığı (sanırım dönemin 'kaçak eşya cenneti' Kilis'teki) bir mağazadan aldığı İngilizce Mikey Mouse albümleriydi. Üç taneydiler, her birinde 3 ya da 4 fasikül vardı ve renkliydiler. Onları döne döne, tekrar tekrar ve defalarca okudum. Sorun şu ki, o sırada zerrece İngilizce bilmiyordum ve bu dili sanki Türkçeymişçesine okuyor ve resimlerden anlam çıkarmaya çalışıyordum. İyi düzeyde Fransızca bilen, ama İngilizcesi hiç olmayan annemin bu noktada yardımını alamayınca, seyahatte olmadığı zamanlarda - ki, seyahatleri evde kaldığı zamanlardan fazlaydı o sırada - babama müracaat ediyordum. Bu garip hal 2 ay kadar devam etmiş, akabinde annemle gittiğimiz Adana'daki Yolgeçen Kitapevi'nden (Küçük Saat muhitindeydi ve 1960'larda Adana'nın en önemli kitap ve kültür odağıydı) ilk Karaoğlan, Teksas, Tommiks ve Kinova fasiküllerimi almıştım.

Manga alemine dahil olmama yol açan Akira sagasıydı. Onunla ilk olarak Barnes & Noble'ın Santa Monica, the Third Street Promenade'daki ikonik köşe mağazasında karşılaşmıştım. Mangalara ayrılmış reyonda albenili bir şekilde duran Dark Horse'un yayımladığı 6 ciltlik (tam takım) ABD baskısı yüksek iskontoyla sunulmuştu satışa (her yerde olduğu gibi bu kitapçı zincirinde de 2001 Noel ve Yılbaşı indirimleri uygulanıyordu, demek ki 2001 sonu, ya da 2002 başı gibiydi). Tereddütsüz almış, bir solukta okumuştum. Bu arada, Barefoot Gen takımını da tam bir fırsat fiyatıyla olmak kaydıyla, aynı gün koleksiyonuma katmayı da ihmal etmemiştim. Bir sohbetimiz sırasında bunlardan bahsederek, mangalara dair bir merak duygusuna sahip olmama neden olan kişi, Poly Languages İnstitute'den sınıf arkadaşım ve benim gibi çizgi roman ve grafik roman tutkunu Güney Koreli bir subaydı. Akira'ya yeniden dönecek olursam....

(5): Aşağıda linkini paylaştığım Akira ile ilgili blogumun okunulmakta olan satırlarla irtibatlı ve iltisaklı olan kısmını şuraya koyuvereyim:

'LA'de yaşadığım 2001 - 2002 yıllarında, fırsat buldukça (bulmakta, daha doğrusu 'yaratmakta' da hiç zorlanmazdım doğrusu) zincir mağazalar, bağımsızlar, çr satış noktaları diye ayırt etmeksizin bütün kitapçıları tavaf ederdim. Pazar günleri ise (hatta bazı semtlerde Cumartesileri de) ayrı bir şenlikti. Kentin bütün sokakları, evlerin önü, garajlar 'garage sale' ile renklenirdi. Çok değerli ve nadir bazı kitapları inanılmaz fiyatlara satın almışlığım vardır o garaj satışlarından. Zincir mağazalar içinde en çok sevdiğim, yukarıda zikrettiğim ve Akira takımını çok hesaplı bir ederle aldığım, Santa Monica'daki ikonik Barnes and Noble mağazası idi. Alışveriş öncesinde incelemek için onlarca kitabı toplar, girişteki patisseri & coffee shop'a otururdum. Koca bir bardak (ultra mega jumbo boy dense yeridir) kahve ve duble apple pie'ımı alır, kitapların dünyasına dalar, parçası olduğum zaman ve mekândan kopar, kurmaca alemlerin koordinatlarını keşfeder, meçhul boyutlarda kaybolurdum saatlerce. Çalışanlarının kibarlığı, zarafeti de inanılmazdı doğrusu. Kahve içenlerin, alıp almayacakları meçhul olan (ki, çoğunlukla o kitaplar boş kahve bardaklarının yanına terk edilir, bir tanesi bile satın alınmazdı) sayısız kitabı onca zaman karıştırmalarına tek bir kelime bile etmezlerdi. Bende çok güzel anıları olan o mağazanın kapandığını, bu yazı için yaptığım araştırma sırasında, öğrendiğimde, ne yalan söyleyeyim, boğazım düğümlendi. İşte o ikonik mağazanın hazin sonu: http://www.santamonicanext.org/2017/08/after-more-than-20-years-barnes-noble-on-third-street-promenade-to-close/'

(6): Yine yeri geldiği için ve yine Akira ile ilgili blogumdan aldığım bir pasajı paylaşmanın tam zamanı:
'2017 Haziran sonunda çr edinme - okuma - biriktirme stratejimde hayati bir kırılmaya neden olan önemli kararlar vermiştim. Bunlar: 1 - almadan önce çr'ı mutlaka inceleyip, hikâyesi ve illüstrasyonları bakımından değerlendireceğim. Koyduğum kalitatif kıstaslara uymayanları kesinlikle almayacağım; 2 - bir çr için, aldıktan sonra 15 gün geçmesine karşın, şiddetli bir okuma arzusu duymamışsam, ya da okuduğumda beklentilerimi tam olarak karşılayamamışsa, tez zamanda onu elden çıkaracağım; 3 - bir çr'ın arşivimin kalıcı unsuru haline gelmesi için, onu en az bir kere daha okuma ihtiyacı hissetmem ve görsel - plastik - estetik ögeleri için birkaç kere karıştırma arzusu duymam gerekir; 4 - önceki gerekleri yerine getirmemesine karşın, bir çr şayet, şu veya bu nedenle, çok prim yapmış, değer kazanmışsa, piyasa ederi dolaylarındaki bedeller dışında onu koleksiyonumdan ayırmayacağım; 5 - hakkında beni yazı yazmaya teşvik eden, iten, icbar eden çr'lar arşivimin özel bir sınıfını oluşturacaklar. 2017 Temmuz başından itibaren çr arşivimi yukarıda paylaştığım esaslar çerçevesinde sürekli gözden geçiriyor, şartlarıma uymadıklarını düşündüklerimi elden çıkarıyorum. Bu çerçevede kabaca 8,000 cilt ve fasikülden müteşekkil çr koleksiyonumun yaklaşık 4,000 cilt ve fasikül tutan kısmını elden çıkardım bu zaman zarfında. 'Elden çıkarılan / türün toplamı' rasyosuna göre bakıldığında, en çok mangaları gözden çıkardım: 250 cilt mangadan sadece 60 albüm kaldı elimde. Üzülerek belirtmek durumundayım ki, bu tasfiye sırasında, 'Yalnız Kurt ve Yavrusu' gibi, çok sevdiğim bir takımı da, bir sebepten dolayı, elden çıkardım. Hemen akabinde pişman oldum tabii. Koleksiyonumun standartlarına uyan kondisyonda bir takımı uygun ederlerle almak için fırsat kolluyum şu sıralar. Hülâsa, demek ki, manga varlığımın %76'sını elden çıkarmışım. Fumetti, comics, frankofon, bağımsız, yeraltı ekollerindeki çr & grafik romanlarımdan yaptığım elden çıkarmalara dair olan analizlerimi de ilerleyen bloglarda paylaşmayı düşünüyorum.'

(İlk edisyonunu 14 Ocak 2021'de paylaşmıştım bu yazının; tam 18 ay sonra onu güncellediğim şu günde, çizgi roman - grafik roman - grafik kitap arşivim bayağı zenginleşti, toplamda sayıları, cilt ve fasikül olarak, 7,000'e yaklaştı. Anlayacağınız, Antalya'da yaşadığım son 2 yıllık süreçte, İstanbul'daki satın alma tempomu oldukça arttırdım. Bunun bir önemli sebebi, kültürel manada İstanbul'a kıyasla taşra bile sayılamayacak olan bir beldede yaşıyor olmanın benliğimde / ruhumda oluşturduğu yoksunluk ve hatta çölleşme tesirini hafifletmekse, diğer baskın sebebi de, sürekli değerini kaybeden Türk Lirası'nı, enflasyona karşı değerini kaybetmeyecek bir iktisadi nesne ile takas etme güdüsü ve düşüncesiydi. Mütevazı gelirimle yapacağım en anlamlı ve rasyonel yatırım, hiç şüphesiz, hayatımı adadığım ve bazı alanlarında exper sayıldığım kitaplara yönelmekti. An itibarıyla arşivimin manga kısmına bakıyorum ve onların sayısının, albüm ve fasikül olarak, 200'ü geçtiğini görüyorum. Buna dair bir ayrıntıyı paylaşayım: Çok beğenerek okuduğum Yalnız Kurt ve Yavrusu sagasını, 28 albüm olarak, yeniden aldım ve ilk 17 albümünü önceden okumama karşın, büyük zevkle baştan sona okudum. Fumetti, comics, bağımsız ve yeraltı janrlarındaki çr ve gr'ların yanı sıra, grafik roman formatındaki edebiyat klasikleri ile kurgu dışı kitaplar başlıkları altındaki arşivlerimin de benzer şekilde ikiye katlandığını söyleyebilirim mezkûr 1.5 yıllık süreçte - 11 Temmuz 2022)

(7 ): Çizgi roman ve grafik roman kültürüne dair olan metinlerimin bazılarının linkleri:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder